30 Aralık 2014 Salı

İKİBİNONBEŞE GİRERKEN ÇOCUKTAN ALDIĞIM HABERLER AKIL TAŞIYANLARIN AKILLARINA VE FİKİRLERİNE ARMAĞAN OLSUN



İKİBİNONBEŞE GİRERKEN ÇOCUKTAN ALDIĞIM HABERLER AKIL TAŞIYANLARIN AKILLARINA VE FİKİRLERİNE ARMAĞAN OLSUN

"Suç olduğunu biliyorum" ama “Türk milletine verdiğim sözü yerine getiriyorum” diyerek, TBMM’de "çözüm süreci" ile ilgili yapılan "Gizli Oturum" kayıtlarını açıklayan CHP Sakarya Milletvekili Engin Özkoç, eminim ki Kürt aktivistler hatırlamıyordur, 26 Ekim 2011'de TBMM Genel Kurulu'nda, AKP, CHP, MHP ve BDP'nin katılımıyla “terör” konulu bir kapalı, yani gizli oturumda, dönemin BDP Grup Başkanvekili'nin çözüm süreci ile ilgili taleplerini, 6 madde halinde açıkladığını iddia ederek, maddeleri şöyle sıralamış:

"1- Türkiye'nin 25 eyalete bölünmesi; 2- Öcalan'ın serbest bırakılması; 3- Özerklik koşullarının gündeme getirilmesi; 4- Eyalet başkanlarının TBMM'ye getirilmesi; 5- Özerklik hakkının saklı olması; 6- Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması."

İsteyen haberin tamamına linkten ulaşabilir, CHP'li Özkoç: "PKK çözüm için 6 şart sundu" - ilerihaber.org

Bu oturum halka açık olmadığı için, bu vekilin dediklerinin doğru olup olmadığını bilmiyoruz ama yine de bir veridir ve dikkate almak gerekir ki, “Çözüm Süreci”ndeki gidişata da uygun görünmektedir!

Ve zaten vahim olan da budur, Kürt halkı ve Türkiye'nin işçi ve emekçilerine, onların kaderlerini daha çok ilgilendiren bu oturumlar neden kapalı ve gizlidir?

Peki, bu vekil beyin iddialarını doğru kabul edersek, bu neyi anlatıyor biliyor musunuz baylar? Hoş bilseniz de oralı olmazsınız ya, ben yine de hatırlatmak istiyorum; bu, kimin ağzından çıkarsa çıksın Perinçek’in ağzından çıkıyormuş gibi elinizin tersi ile ittiğiniz bir gerçekliğin dışa vurumudur ve “Demokratik özerk komün”ün de, tıpkı emperyalist bir proje olan “ BOP” gibi bir proje olduğunu anlatıyor; başka ifadeyle Öcalan’ın ve“KÖH”ün Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını hiçe sayarak, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme hakkı ilkesinden vaz cayarak, Kürt ağa ve beylerinin, aşiret reislerinin, tarikat şeyhlerinin ve Türkiye’nin zenginleri ile birlikte olup, Kürt ve Türk emekçilerini daha çok sömürmek isteyen Kürt burjuvalarının çıkarları için vazgeçtiği “demokratik cumhuriyet”in yerine, “Demokratik özerk komün” projesini koyarak, ABD emperyalizminin kırk yıldır hayalini kurduğu “Büyük Kürdistan” projesi ile senkronize olduğunu anlatıyor!

Dahası, ABD emperyalizminin projesi ile senkronize olan “KÖH” ün “demokratik özerk komün” projesinin, aynı zamanda, bir devlet projesinin içinde olduğunu anlatıyor!

Yani ortada ne bir kurtuluş mücadelesi var ne de Kürt halkının kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını teslim etmek var!

İşte her şey apaçık ortada!

Türkiye Cumhuriyetinin Mecliste sandalyesi olan partileri ki, her gün AKP ile didişmekten, bu olmazsa, RTE ile babayani söz düelloları yapmaktan ve ayrıca birbirleri arasında ağız kavgaları yapmaktan başka bir icraatları olmadığını görüyoruz, AKP’nin ya da RTE’nin, “BOP’un Eşbaşkanlığını yürütmesini şiddetle eleştirmeleri ise cabasıdır, iş “BOP” projesine gelince, hepsi bir ve aynı oluyorlar, devletin selameti adına, sessiz ve sakin, büyük bir gizlilik içinde, Türkiye’nin ezilen ve sömürülen emekçi halklarının kaderlerini, Kürt ve Türk emekçi halklarından gizli, neler olup bittiğini anlatmadan, rızaları bir yana, fikirlerini dahi almadan yürütülen “terör” konulu bir gizli oturumda masaya yatırarak alınan kararlara ortak oluyorlar!

BOP nasıl ki bir emperyalist proje ise ve Ortadoğu’da bir “BÜYÜME” nin adı ise ve Ortadoğu’nun eni de boyu da belli ise, öyleyse bu “BÜYÜME” nin karşısında bir de “KÜÇÜLME” olacağını, küçülmenin bütün olumsuzluklarının elbette ki, ezilen ve sömürülen tarafa düşeceğini, akıl taşıyan herkes anlar; ve artık neresi küçültülmek, neresi büyütülmek isteniyor açıkça görülmektedir ve de BOP’un içinde ve merkezinde bir “BÜYÜK KÜRDİSTAN” projesi varsa ki, böyle bir projenin varlığından ABD emperyalizminin kalemşorları ve teorisyenleri kırk yıldır söz ederek, kafa ütülüyorlar, hatta bu projenin içinde Türkiye’nin İslamlaştırılması operasyonunun da olduğunu kitaplar yazarak müjdeliyorlar ki en ünlüleri Graham Fuller’dir ve bu bay’ın CIA’nin Ortadoğu masası şefi olduğunu herkes biliyor, ve işte artık emperyalizm tarafındakiler “hayaldi gerçek oldu” diyerek, işler pek de istedikleri gibi gitmiyor olsa da, bu müjdeyi pratik olarak bağırlarına basıyorlar!

O kadar öyle ki, “KÖH” ün hedefinin de bu müjdeli hedef ile senkronize olduğunu görmemek için kör olmak ya da kör numarası yapmak gerekmektedir.

Bu müjdeyi, ilk Sarısözen pirimizden duymuştuk; “demokratik özerk komün” ütopyasını “sosyalizm” ile ve “sosyalizmi” de ümmet toplumu ile özdeşleştiriyordu ve gene “ KÖH” ün ve HDP’nin, Öcalan’ın işaretiyle “Demokratik” İslam kongresi topladığını ve rengini açıkça ilan ettiğini de biliyor ve görüyoruz ve elbette Kürt ulusal hareketinin halkçı eksenden popülist eksene hızlı bir geçişle bütün devrimci renklerden arındığını, elinde ne Ho şi Min’i, ne de Türkiye devrimci gençliğinin geleneğini bıraktığını da görüyoruz; en sonu Marxizm-Leninizm’i de aşarak ondan kurtulması da herkesin gözü önünde cereyan etmiştir ve Öcalan ile “KÖH” artık ABD emperyalizminin öteden beri istediği kıvam içinde masada, ABD emperyalizminin “BOP”unun, dolayısıyla “Büyük Kürdistan Projesi”nin çözüm ortağı sıfatıyla engin fikir ve buyruklarını döktürmektedir; ancak Öcalan ile birlikte “KÖH”, arındıkları bütün devrimci renk ve tutumlarla birlikte, çark ettikleri halkçı yaklaşımın üzerine “demokratik özerk komün” şalı örterek zevahiri kurtaracaklarını ve hem Kürt halkı ile birlikte devrimci-demokratlarını, devrimcilerini, sosyalistlerini ve hem de Türkiye’nin devrimcilerini, devrimci-demokratlarını, ilerici-yurtseverlerini, sosyalistlerini ve elbette işçi ve emekçilerini kandırabileceklerini zannetmektedirler!

Ve şimdi bir tarafta Sarısözenler, Ağınları da ayırmıyorum, diğer tarafta Aydıntaşbaşlar ve bilumum benzerleri, Türkiye’nin Kürt-Türk emekçi halklarını gene aynı masalımsı deccal ile korkutmaya çalışmaktadırlar ki bu deccali yaratanın da, bu deccal üzerinden kurulan kumpasın da adresinin ABD emperyalizminin karasularında olduğu resmi olarak duyurulmuş ve hatta bu kumpas dinamiğine karşı resmi olarak hücum başlatılmıştır, öyleyse bu masalı ikinci kez emekçi halklara yutturmak pek o kadar kolay değildir!

Ama daha vahimi var ve öncekileri, bir ”köylü kurnazlığı”, bu beğenilmezse “cinlik” olarak tasvir edip, epeydir ortaya dökmüştüm; aslında en son “cinlik”lerini de haber vermiştim ve başka habercileri olduğunu da anlamıştık ama hâlâ duymazdan, görmezden, anlamazdan gelinmesi, sessiz bir konsensüs olduğunun işaretidir!


Aslında asıl haberci Sarısözenler ve Aydıntaşbaşlardır ve verdiğim haberler, onlardan aldığım haberlerdir ki, akıl taşıyan herkesin görebileceği, alabileceği haberlerdir!

Bakınız Aydıntaşbaş ne diyor ve çocuktan al haberi misli Sarısözen, nasıl tercüme ediyor:

Aslı Aydıntaşbaş diyor ki:

“Şu an Kürt çevreleri ve HDP’deki eğilim, seçime “bağımsız” değil “parti olarak” girme yönünde. Hayır, sandığınız gibi büyük risk almıyorlar! Çünkü zar, her durumda Kürtler için “düşeş” diyor. Bakın anlatayım: Kürtler ya Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı yüzde 9,5’in üzerine çıkıp gümbür gümbür Meclis’e girecek ya da yüzde 8-9 gibi bir rakamla barajın altında kalacak.” Diyor ve şu soruyu soruyor:

“Peki, o zaman ne olur?”

O zaman “kaos” olacağına işaret eden Aydıntaşbaş, şöyle devam ediyor ki, sanki beş yaşındaki çocukları kandırmaya soyunmuştur:


“HDP’nin baraj altı kaldığı bir senaryo, Ak Parti’ye mi yarar sanıyorsunuz? O vekillikler seçim sistemindeki garabet yüzünden iktidar partisine geçse de, 2015 Türkiye’si bu haksızlığı kaldıramaz. Ak Partili vekiller bile bu “milli irade hırsızlığına” isyan eder.
İktidar partisi kaç oy alırsa alsın, Türkiye ansızın istikrarsız ve kaotik bir yere sürüklenir. Parlamento dışı kalan Kürtler, Rojava’da yaptıkları gibi “kendi yoluna gitme” kararı alır. Türkiye kendi eliyle Kürtleri itmiş olur. Kantonlardan, yerel parlamentolardan söz etmeye başlarız. Bir itiş kakıştır başlar. Özetle, iktidarı son derece ürküten 6-7 Ekim olayları, seçim sonrası 6-7 aya yayılır. Daha da önemlisi, dünya basını her gün “Kürtler dışarıda kaldı” diye bas bas bağırırken, seçimlerin meşruiyetine gölge düşer.”

Peki, Aydıntaşbaş kimin borazanı, Türkiye’nin Kürt ve Türk emekçilerinin mi? Beynelmilel halkçı mıdır yoksa? Elbette değildir ve Aydıntaşbaşlar, Türkiye’deki Amerikan düdüğüdür ve BOP muhibbi olduğu apaçık ortadadır; öyleyse bu öngörüler kimin öngörüleridir? Elbette BOP projesinin sahiplerinin, yani ABD emperyalizminin öngörüleridir!

Fakat hiç de ikna edici olmadığı apaçık ortadadır; hatta “siz kimi kandırıyorsunuz?” dedirtecek türden martavallardır!

Demek ki çözüm ortaklarından biri olan Öcalan, masada bunları konuşup, bu çerçevede engin fikirler ve buyruklar fırlatmaktadır ki, hemfikir olduğunu görebiliyoruz; ABD emperyalizminin Aydıntaşbaş borazanından çıkan seslere aşina olduğunu da görebiliyoruz ve belli ki “KÖH”ün en maharetli ve “sol” renkli borazanı da Sarısözen’dir ve işte “çocuktan al haberi” misli kendisinden aldığımız haberler ortadadır!

Yani ne Öcalan’ın, ne “KÖH” ün ve ne de HDP’nin bağımsız bir inisiyatifi ve bağımsız bir Kürt “kurtuluşu” çabası yoktur!

Öyleyse, “HDP”nin, HDP olarak seçime girme kararı ve “barajı aşmak”, ya da “aşmamak” konusunda bir kaygılarının olmaması, kendi inisiyatiflerine dayanmamaktadır; yani gene bir emperyalist proje ile karşı karşıyayız ve HDP’nin buradaki rolü sadece ve sadece politik “cinlik”tir!

Bunu görmemek için, fiziksel körlük de, politik körlük de yetmez; ama görmemek için körlüğe yatıldığı anlaşılmaktadır; çünkü “ kör ve sağır “ numarası yapandan daha körü ve sağırı yoktur; ama böyle bir körlük ve sağırlık, oportünizmin de ötesindeki bir ihanet dinamiğinin habercisidir!

Peki, Sarısözen’in müjdelediği haberi nedir?

“Darbe mekaniği’ işte böyle işler: Türk ‘Mursisine’ karşı bir Türk ‘Sisi’si mutlaka bulunur.” Diyordu Sarısözen!

Kaynağı ise, “BOP” muhibbi, ABD emperyalizminin borazanı Aydıntaşbaştır!

Yani Türkiye’nin, darbeciliği bir politik akım olarak gören ve bu “darbeci akım”a karşı “demokrasi” şampiyonluğu yapan ve böylece darbe mekaniğini ortadan kaldırarak “demokrasi” geleceğini vaaz eden bilumum “sol” a, Müslüman Kardeşler mekanizmasına karşı, Baas mekanizması devreye girebilir mesajı veriyor; daha doğrusu Baasizm ya da Kemalizm deccalının geri dönebileceği ihtimali ile korkutuyor.

Bununla Türkiye'nin gerçek devrimcilerini korkutamayacaklarını herhalde hatırlatmama gerek yoktur!

Ama bunu derken, bir taraftan da pek çok turnusol yaratmış oluyor; Kürt emekçi halkı da Türkiye’nin işçi ve emekçileri de, hani darbecilik birkaç kötü adamın dinamikliğinde yürütülen bir politik akım idi ve hani bu akımın defteri dürülürse, yani mesela 12 Eylül darbecileri yargılanıp ceza alırsa; bu mekaniğin başındaki politik akımın yani “Kemalist” yüksek kadroların defteri dürülürse, yani mesela Ergenekon, Balyoz vesaire kumpaslarıyla, ordunun tepesindeki Kemalist darbeciler, zindanlara doldurulursa; bu darbecilerin TSK’deki, yargıdaki, eğitimdeki velhasıl devletin bilumum kilit noktalarındaki kolları kesilirse ve elbette toplumdaki laik, halkçı, cumhuriyetçi, Kemalist eğilimin beli kırılırsa, yani toplum, laik burjuva cumhuriyet ekseninden uzaklaştırılıp, dinci-gerici İslamik-Osmanik ortaçağ cumhuriyeti ekseninde dönüştürülürse, hem darbe mekaniği işlemez hale gelecekti ve hem de Türkiye’ye nur gibi “demokrasi” yağacaktı? Diye soruyorlar.

Yoksa darbe mekaniği ve darbecilik sınıfsaldı da milleti mi kandırdınız ve ama demek ki kandıramamışsınız ki, gene aynı kandırıkçılıktan medet mi umuyorsunuz? Diye sormaya devam ediyor!

Ve Türkiye’nin emekçi halkları bu soruların cevabını, ne Öcalan’dan ne “KÖH” ten, ne KCK’den, ne Bayıktan, ne Kalkandan, ne HDP’den ve ne de AKP ve RTE’den alabiliyor ve elbette, devletin devşirmesi olduğu çoktan tescillenmiş bir TKP artığı bir TÖBEKAPE muhibbi Sarısözen gibi aktörlerin sahte “sol” renkli vaazlarında da aradıkları cevapları bulamıyorlar; böyle olunca da kendi önsezileri ile ve bir bir ortaya düşen turnusollerin yardımı ile ortada koca bir yalanın yumak olduğunu ve onca zaman bu yumak ile Türkiye’nin yoksul, ezilen, sömürülen emekçilerinin kandırıldığını, köşeye sıkıştırıldığını, ellerindeki bütün savunma mekanizma ve mevzilerini geri aldıklarını ve hâlâ da kandırılmaya, köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığını kendileri anlıyor ve görüyorlar.

Böylece, Türkiye’nin emekçi halkları, Aydıntaşbaşların BOP muhipliği ile Sarısözenlerin “KÖH” muhipliğinin aynı kapıya çıktığını ve aynı kapıları açmak için konuştuklarını da anlıyorlar!

Sarısözen’in haberi bu kadar değil ve daha çok turnusol yaratan haberlerdir!

Şöyle diyor:

HDP , demokrasi adına AKP’yi yol ağzına getirdi: Ya kaos ve darbe ya da barajın indirilmesi... Demokrasi adına hükümeti bu ikilemle karşı karşıya bırakmak HDP’nin anasının sütü gibi hakkıdır. Kimse buna itiraz edemez.

Bu kadar değil ve eski TKP kurmayı, şimdi gönüllü bir “KÖH” muhibbi olan köşe yazarı Sarısözen devamında şöyle diyor ki itiraf mı desem, çocuktan al haberi mi desem bilemiyorum:

HDP “Kürdistan’ı TBMM’de Türkiye Cumhuriyetine bağlıyor”, DBP Kürdistan’da halk iradesini Yerel Yönetimlerde temsil ediyor”, HPG “dağda ve ovada nöbette duruyor” ve KCK’ nin başında bulunan Öcalan, bu sayılanların ve aynı zamanda hepimizin adına “geleceğimizi Türk devletiyle müzakere ediyor.” Bunlardan birisini devreden çıkarabilir misiniz?

Pek güzel ama Türkiye’nin ezilen ve sömürülen kitlelerinin, bütün bunlar neden Kürt emekçi halkından da, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinden de gizli, kapaklı müzakere ediliyor?” diye sormadıkları mı zannediliyor?

Türkiye’de sol siyaset yapan, sınıf mücadelesini iliklerine kadar hisseden ve ezilen, sömürülen sınıfların tarihsel vazgeçilmez çıkarları için mücadele eden devrimciler, devrimci –demokratlar, ilerici- yurtseverler, sosyalistler, bu “çözüm süreci”nde alınan kararlardan haberdar olmadıklarının nedenini bilmiyorlar mı zannediliyor?

Ve en sonu, HDP’nin dolayısıyla “KÖH”ün ve haliyle HDP’ye de “KÖH”e de ve elbette Öcalan’a da toz kondurmayan, fetiş yaklaşan Kürt aktivistlerin “baraj”ı yıkma “cinlikleri”nin bir “köylü kurnazlığı” olduğunu; her ne kadar, “baraj”ı aşmak, Marxizm-Leninizmi aşarak ümmet toplumuna ulaşmak kadar kolay olmasa da, HDP barajı aşsa da, aşmasa da, hatta kesin aşamayacakları net olarak belli olsa da ki bu sonucun kuvvetle muhtemel olduğu apaçık ortadadır, dolayısıyla parlamento dışı kalma ihtimalleri yüksek olsa da, ”barajı aşma “projesinden vazgeçmeyeceklerini görebiliyoruz!

Bunun nedeni ise, “BOP” projesi ile senkronize hareket etmeleri nedeniyle “barajı aşıp” yüksek bir sandalye sayısı elde etseler de, “barajı aşamayıp”, parlamento dışı kalsalar ve dolayısıyla bütün sandalyeleri AKP’ye kaptırmış olsalar da, elde edecekleri sonucun değişmeyecek olmasıdır, ki bunu Aydıntaşbaş’ın borazanına içerilmiş ABD emperyalizminin sesinden de anlayabiliyoruz çünkü, her iki sonuç da, CHP’li milletvekilinin ifşaatından da anlaşıldığı gibi, AKP’nin tek başına ya da HDP ile o sihirli parlamento çoğunluğunu sağlayıp, AKP’yi de, RTE’yi de ve elbette “demokratik özerk komün” ütopyacılarını da, yani devrimci renkleri budanmış, gerici renkleri katmerleşmiş, itaatkâr bir Kürt hareketi profili veren “KÖH”ü de ve elbette“demokratik” ilkel aşiret komünü’nün doğal önderi olma hayalleri kuran Öcalan’ı da ve emin olun ki ABD emperyalizmini de ve dahi, 12 Eylül dinci-gerici osmanik-islamik faşist rejimini de sevindirecektir; haliyle, CHP’nin yönetiminin de MHP’nin yönetiminin de bu sevinçlere ortak olmayacaklarını kimse zannetmemelidir!

Peki sevincin adresleri belli ise, üzülenler kimler olacaktır? Yani bu sevinçli durumdan kimler zararlı çıkacaktır? Demek ki, eğer sevincin adresi ABD emperyalizmini de işaret ediyorsa, üzülenler her halükarda ezilen ve sömürülen halklar ve onların tarihsel vazgeçilmez çıkarlarını gerçekten savunan Türkiye’nin gerçek devrimcileri, devrimci-demokratları, ilerici-yurtseverleri, sosyalistleri velhasıl akıl taşıyan herkes olacaktır!

Fikret Uzun

30- Aralık-2014

27 Aralık 2014 Cumartesi

GERÇEKLER BİR DEMOKRATİK ÖZERK KOMÜN ÜTOPYASINA SIĞMAYACAK KADAR DEVRİMCİDİR ŞAPŞİKLER



GERÇEKLER BİR DEMOKRATİK ÖZERK KOMÜN ÜTOPYASINA SIĞMAYACAK KADAR DEVRİMCİDİR ŞAPŞİKLER!

Kürt cephesindeki şu koşuşturmaların sesini duyan da sanki bir halk devrimi olmuş, emperyalistler, Vietnam’daki gibi, Kore’deki gibi yenilgiye uğratılmış, işgal ettikleri topraklardan kovulmuş, işbirlikçileri devrilmiş, egemen sınıflar baskılanmış ve yerine halkçı bir düzen kurmak üzere bütün devrim güçleri iş başında ve en çok sandalyeyi elde etmek için demokratik-demokratik yarışıyor sanır!

Ama gerçekler böyle bir nesnel-tarihsel zamanın içinde olunduğunu göstermiyor; gerçekler, 12 Eylül rejiminin, kendisini restore ederek dinci-gerici-faşist, osmanik- islamik diktatörlüğünün konuşlanmasını sağlamlaştırıp tamamlamak ve tarihin kendisine dayattığı savaşımına hazırlanmak istediğini gösteriyor ve aynı gerçekler, kesinkes, “demokrasi” biriktirerek gerçekleşebilecek bir kurtuluşu göstermiyor ve işte bu nedenledir ki, gerçekler, devrimci güçlere ve varsa devrim güçlerine, bu konuşlanmaya meşruiyet kazandıracak eylem ve taktiklerle değil, hatta “demokrasi”yi genişleterek bu konuşlanmayı kısıtlamayı hedefleyerek de değil ama bu dinci-gerici-osmanik-islamik faşist konuşlanmanın egemenliğini tümüyle ortadan kaldırıp, egemenliğin laik, halkçı, ilerici, devrimci güçlerin mihmandarlığında emekçi halkın eline geçmesi için iş başında olmalıdır veya işbaşı için bir araya gelmeleri gerektiğini işaret ediyor!

Bunu Kürt cephesine uygularsak, buradaki gerçeklerin, “demokratik özerklik” rüyaları ile Kürt emekçi halkını emperyalizmin kozmopolitizm ve ulusal-nihilizmine bağlamaya çalışan Kürtlerden daha gerçekçi olduğunu görüyoruz; bu, Kürtlerin laik, halkçı, ilerici, devrimci temelde ve dinci-gerici-osmanik-islamik faşist diktatörlüğün büsbütün karşısında olarak işbaşında olmadığını veya iş başına gelmeye niyetleri olmadığını ama bu işbaşı eğiliminden rol çalmaya ve dinci-gerici-osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejiminin egemenliği pekiştirilmiş diktatörlüğüne ortak olmaya niyetleri olduğunu gösteriyor; artık, bunun karşılığında,Kürtlerin ve daha çok yoksul Kürt emekçi halkının ihtiyacı olan bir kurtuluşun peşinde koşmadıkları da iyiden iyiye anlaşılıyor!

Öyleyse taşlar yerine oturuyor;“demokratik özerk komün” projesi, en masumundan “ulusal kültürel özerkliğin” bir versiyonudur ki, bu masumiyetini korusa çok daha iyidir; çünkü asıl ve vahim niyetin bu kadar masum olmadığı artık daha net görülmektedir ve “bu demokratik özerk komün” projesinin,işte bu kötü niyeti,yani ABD emperyalizminin (bu niteleme beğenilmezse, küresel emperyalist tekeller nitelemesi verelim) elini güçlendirecek niyeti, yani Kürt emekçi halkını, ABD emperyalizminin (Küresel emperyalist tekellerin ihtiyacı olan küresel ekonomik özerkliğin yolunu açmayı kolaylaştıracak olan) ulusal nihilizmine ve kozmopolitizmine teslim etmeyi ve bu arada Kürt ulusal hareketinden budanan devrimci renkleri, yalancı devrimci renklerle donatmayı kolaylaştırmak için bir örtü olduğunu görüyoruz; böylece Kürtler, açıkça ve hazırlop bir Doğu despotluğunu,ABD emperyalizminin hamiliğinde ve dinci-gerici- osmanik-islamik-faşist 12 Eylül rejiminin bünyesinde,faşist diktatörlüğün egemenliğine parlamento içi ya da dışında ortak olarak, yıllardır kendi kaderini kendisinin özgürce belirleyeceği hayali ile örgütüne ve hareketine destek olan,peşinden giden ve önemli oranda devrimci bir yükseliş göstermiş olan Kürt emekçi halkının tepesine kondurmayı veya inmeyi kotarmış olacaklardır; hesap budur demek istiyorum.


Ama ayrıntısı da var ki, her zaman derim, egemen sınıflar, emperyalizm, gütmeyeceği eşeğin önüne iştahla yenecek otlardan koymaz ve Kürtlerin de önüne konulacakların pek öyle kolay lokma olması beklenemez;öyleyse Kürtleri ve daha çok Kürtlerin silahlı gücünü, Amerikan emperyalizmi daha çoook tehlikeli ve meşakkatli emperyalist serüvenlerin içine sokup, kırk yıldır güttüğü ”Büyük Kürdistan” projesini sekteye uğratan hangi etmen varsa, IŞİD dâhildir, hepsini kestane misli, kızgın ateşten aldırıp, kendisine hediye etmeleri için işe koşacaktır!


Ancak ondan sonra, ABD emperyalizminin BOP’ unun ve BİP’ inin içindeki büyük ve emperyal devletin adı “Kürt” olacaktır; ABD emperyalizmi için bunun “demokratik özerk komün” olmasında sakınca yoktur; çünkü feodal kalıntıları epey fazla olan ve hatta henüz bir ulusal-sanayi burjuvazisi bile olmayan böylesi bir “Kürdistan devleti” Kürt halkına başlangıçta en sevimli haliyle görülebilir; yalınayak gezen ve/veya çalışan Kürt yoksul halkının ayağını, bir valinin, bir köylümüze hediye ettiği lastik pabuçlar misli örtmek, bu sevimli hale ne kadar sevimlilik görüntüsü verir bilinmez ama asıl sevimlilik, zaten sanayisi olmayan ,kırı ise son derece feodal bir renk taşıyan böyle bir coğrafyada, dağlarda kimseyi bırakmayacak, ovada yalınayak dolaştırmayacak, zorunlu, kaçınılmaz ekonomik hamlelerin görüntüsünü yansıtacaktır; bir de başımızda yıllardır kültleştirilen bir “önder”in “demokratik” despotluğu varsa, yeme de yanında yat olacaktır; ve zaten TÜSİAD patronlarının sevinçten Newruz ateşinde Kürtlerle kol kola ip atlamalarının kıymeti harbiyesi de buradadır!


Peki tarihin mantığı ne diyor ve buna, bu mantığı özümseyen Türkiye'nin Kürt-Türk emekçileri, bu eksendeki ilerici-devrimci güçleri ve giderek laik-halkçı temelde konuşlanan devrim güçleri izin verir mi?

İşte asıl soru budur ve tarihin mantığı epeydir bu sorunun cevabına işaret etmekte ve Kürtlerin pek görmek istemedikleri görünen köyde, bu işaretler dalga dalga ve yatay değil, derinlemesine; nicel değil, nitel bir gelişme eğilimiyle yayılmakta ve Türkiye'nin devrim güçlerini biriktirerek belirginleştirmektedir!


Yani Türkiye'nin bir tarafı tarihin mantığının gösterdiği işaretleri alarak laikliğe ve Haziran rüzgârına yelken açmaktadır; bir başka tarafı ise, Kürtler çoğunluktadır, bu mantığın işaretlerini sulandırmaya, yatay dalgaları yükseltecek formüllerle hem bu laik ve haziran rüzgârının kanatlarını koparmaya veya kanatsız bırakmaya ve hem de osmanik-islamik dinci -gerici 12 Eylül rejiminin faşist diktatörlüğününe bir “demokrasi” rengi verip, demokrasinin artacağından hareketle onunla ortaklığını güçlendirmeye çabalamaktadır!

Öyleyse tarihin mantığının işareti, bu coğrafyadaki sınıf mücadelesinin, ilerici-devrimci Kürtler ile ilerici-devrimci Türklerin (buradaki ilerici kavramı geniş anlamlıdır) birliğinin, dinci-gerici ve işbirlikçi Kürtler ile dinci-gerici-işbirlikçi Türklerin ittifakının karşı karşıya gelmesi şeklinde konuşlanacağını ve kuvvetle muhtemel, halkçı temelde bir sosyalist cumhuriyet için nesnel ve öznel bütün güçleri harekete geçireceğini göstermektedir!

Bu tümüyle diyalektiktir; bir yerde gerici-dinci güç birikimi varsa ve alanını genişleterek ilerliyorsa; buna karşı ilerici-devrimci bir güç de kaçınılmaz olarak birikecek ve bu birikim de kendi alanını genişleterek ilerleyecektir!

İşte tarihin mantığı bu diyalektik gözlükle görüyor ve akıl taşıyanlara gösteriyor!

Tarihin bu coğrafyanın önüne koyduğu sınıfsal alternatif budur; ayrıntıları elbette olabilir, eksikleri de olabilir ama fazlası yoktur ve fazlası peşinde koşarak bu alternatifi sulandırmak, öteki cephenin işini kolaylaştıracaktır!

Öyleyse sorumuzun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır işbirlikçi Kürtlerinki de, ABD emperyalizmininki de ve elbette dinci-gerici-osmanik-islamik 12 Eylül faşist rejiminin diktatoryal konuşlanma çabalarının da nafile çaba olduğu,buna Türkiye'nin nesnel olarak laikliğin ve Haziranın rüzgârına,ki bunun dipten geldiğini daha önce gördük,bir anlamda yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin yansıması olduğu da anlaşılmıştır, yelkenlerini açan devrimci güçlerinin birikim hızının izin vermeyeceği görülmektedir!
Elbette, söz konusu Türkiye olduğu için Tarihin mantığını ve işaretlerini bu coğrafyaya uyguladık;bu,bütün bir ortadoğu ve kafkas coğrafyası için de geçerlidir,ama kuvvetle muhtemel belirleyici olan Türkiye'deki birikimin ve ilerici-devrimci konuşlanmanın rengi olacaktır!

Öyle olmasa bile bu da benim eksiğim olsun; bu eksiklik, tarihin mantığının işaret ettiği tarihsel-nesnel gelişmeyi rotasından saptıramayacak bir eksikliktir!

Yani bu geniş bölgesel coğrafyada, tarihin mantığının öteden beri işaret ettiği nesnel-tarihsel konuşlanma, ortadoğu halklarının ilerici-devrimci-halkçı birliği temelinde, büyük ve “BOP”a da,”BİP” e de taş çıkartacak bir halk cumhuriyetleri birliği olarak çiçek açmaktadır!
En azından sınıfsal bakınca tarihsel gelişmenin eğilimi böyle görülmektedir!

Amerika’nın korkusu da en çok bundandır ama korkunun ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin eceline faydası olmayacaktır!
Şimdi bu gerçekliği, en kavisli ve bir o kadar da takiyeli ama daha çok da itiraf niteliğindeki ifadeleri ile çocuktan al haberi misli, Demirtaşlar pek güzel açık etmektedir!

Geldiğimiz nokta da, Ne hak,ne hukuk,ne adalet,ne yargı,ne eğitim,ne seçim,ne sendikal ne de politik ve demokratik örgütlenmenin ve hatta ne de şu “adaletin temeli” sayılan mülkiyetin bile kıymeti harbiyesi kalmış ve ne de işçilere,emekçilere, yoksul halka ve ne de ilerici-devrimci güçlere, ve hatta ne de küçük toprak sahibi köylülere ve küçük mülk sahibi kentlilere bir güvence sağlamaktadır; ne üniversiter, ne üreticilerin kalesi, ne de demokrasi anlamında ve hatta ne de demokratik komşular anlamında bir sığınak ve barınak kalmıştır; hatta ve hatta Türkiye'nin çalışan sınıfları ve ilerici-devrimci kesimleri,hızla Tanzimat öncesi bir karanlığın pençesine hapsedilmektedir; hepsi ama hepsi, yeni 12 Eylül rejiminin dinci-gerici-faşist diktatörlüğünün kollarında ama kavgalı ortaklarının güç birliğinde, zaptı-rapta alınmış ve bu, yine de bir ”demokrasi” olarak gösterilebilmektedir!

İşte “KÖH” bir yana, BDP'den klonlanmış HDP, bu “demokrasi” görünümündeki illüzyonda, dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminin ve üstelik ona rağmen,hem bir truva atıdır ve hem de en önemli sacayağı olma yolunda ilerlemektedir!

Bu anlamda, bu Truva atının kapısını açıp içine giren herkesi, hem de HDP değil, dinci-gerici-faşist diktatörlük rejimi ham yapmış olacaktır; ancak zaman dünkü zaman değildir ve Truva atları az nicelikle işe yaramayacağı gibi, Truva atı olduğunun renklerini örtebilecek bir niteliğe de sahip olması gerekmektedir ve bu, her ne kadar nicelik yönünden tamamlanmaya çalışılsa da, gene yetmeyeceği için, nitel renklerin de peşine düşülmesi gerek şart olacaktır ve bu da Haziran hareketine de ahtapot kolların uzanacağını göstermektedir!

Tek engelleri, hadi popülist yaklaşımlarını “halkçılık” olarak gösterebilirler; ya laiklik ? ya devlet veya cumhuriyet? İşte burada tereddütleri ve engelleri büyüktür; bu renkleri de ve takiye içinde de olsa sahiplenseler, bir taraftan içlerindeki ikircimler çözülecek, bu renkler açığa çıkacak ve eninde sonunda gerçek-nesnel zeminine kayacaktır; diğer taraftan ise bu renklere katiyen yaklaşmak istemeyenler, bu truva atının içinden çıkıp, kendi nesnel zeminine kayacaklardır ve sonunda gene elde kalan, tarihin mantığının işaret ettiği, ilerici- devrimci eksen ile gerici-dinci eksenin nesnel ve öznel ortak güçlerinin, sınıfsal olarak birbirlerine karşıt saflarda konuşlanması olacaktır!


Bunda bizim bir suçumuz da manipülasyonumuz da yoktur; tarihsel-nesnel gelişmenin ürettiği mantığın tarihin bu dönemecine sürüklediği alternatif budur ve olsa olsa suçumuz bunu haber vermek ve bu mantığın anlaşılmasını sağlamaktır; bu alternatifin karşısında ne tank, ne top, ne entrika ve ihanet, ne de ahmaklık beş para etmez; ayrıca, etmemiştir de ! Çünkü bu coğrafyadaki sıkışma da sınıfsaldır; kaynağı emek sürecinden yükselen çelişkilerdir ve bu sıkışma, eninde sonunda bu sınıfsallığın bu sıkışmanın içinde biriktirdiği ve sıkıştırdığı güçleri, bir tarihsel-nesnel zorunluluk içinde özgürleştirerek ve devrimci yönde fışkırtarak, tarihin önümüze koyacağı alternatifi doğuracaktır; işte bunun önünde durabilecek güç yoktur; durabilir ama dayanamaz demek istiyorum; yani tamamen diyalektiktir!

Şimdi bütün iş, tarihin bu mantığını ve tarihin Türkiye'nin önüne koyduğu bu alternatifi, ilerici-devrimci güçlerin ciddiyetle ve devrimci bir kavrayışla ele alıp,bu alternatifin emrettiği görevleri üstlenmesi ve bu temelde güç biriktirmesi,birikmiş güçleri tasnif ederek politika geliştirmesi gerekmektedir!

Şimdi gelelim, bu gerçekliği en kavisli ve bir o kadar da takiyeli ama daha çok da itiraf niteliğindeki ve çocuktan al haberi misli açık ettikleri, Demirtaşların şu pek güzel ifadelerine:

İzmir Kongresinde,” AKP’nin, insanları bir yandan kimliksizleştirirken, diğer yandan da yoksullaştırdığını belirterek, Biz artık hükümetten bir şey talep eden olmayalım. Bizzat hükümet olalım. Kürt’ü, Alevisi biz yönetelim... “diyen ve “O barajı getiren Evren olmak üzere AKP’nin de üzerine yıkacağız... Daha fazla çalışacağız barajı tarumar edeceğiz” diye konuşan, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne de değinerek, “AKP’nin din istismarcılığı yaptığını” ve “İçinde Allah korkusu olan Roboski’de 34 çocuğu katlettirmez, çocukları sokak ortasında öldürtüp annelerini yuhalatmaz. IŞİD gibi AKP de Müslümanlığı tüm dünyaya yanlış tanıttığını” da söylemiş.

Çok doğru ama Roboski katliamında da, Haziran direnişindeki cinayetlerde de Demirtaşların sorumluluğu vardır; ellerine kan bulaşmıştır demek istiyorum; tarihi geri sarın,açın sayfalarını, bakın ne demişler, nasıl bir tavır izlemişler, o zaman neden sorumlulukları olduğunu anlarsınız!

Şu kadarını hatırlatayım, dün Roboski de 34 çocuğun katledilmesinin sorumluluğunu şimdi olduğu gibi AKP'ye değil, resmi olarak bir kumpasın ifadesi olduğu belirtilen şu ünlü “Ergenekon”a yüklemişlerdi!

Şimdi, Demirtaşların dilini kullanarak söylemek gerekirse, bu beyefendilerin uyanmak için keyifleri gelene kadar,” atı alan Üsküdar'ın eşiğine kadar gelmiştir şapşikler!” demek gerekiyor!


Ayrıca, eğer gaza gelmek de bir politik tutum ise, Demirtaş'ın da aynı tür bir gaza geldiğini söylemek mümkün ve ama Demirtaş gaza gelmemişse, demek ki, gaza getirenin de gaza gelenin de gazına takviye yapmıştır ; Demirtaşların mahalle jargonunu kullanırsak, “haticeye değil, neticeye bakın şapşikler” demek gerekir; çünkü AK- SARAY'da Demirtaş değil, Ekmeleddin hazretleri de değil, önceden CHP-MHP-HDP’nin eli değen bir el birliği ile planlandığı gibi, RTE oturuyor; ve “gaza geldi” ise, bu gazda Demirtaşların da payı büyüktür!


Demirtaş'ın kafasına ya taş düştü, ya da o da gaza geldi ki, artık “AKP'nin insanları bir taraftan kimliksizleştirdiğini, diğer taraftan yoksullaştırdığını” söylüyor; Buna da mahalle jargonunu kullanarak şöyle demek mümkün, ”uyanın da balığa çıkalım şapşikler”; hâlbuki bunu yapanların başkaları olduğunu, yani “Kemalistler” olduğunu, hem de iktidarda AKP olduğu halde, zat-ı muhteremlerimiz pek çok söylemişlerdir! Ve madem öyle, neden yıllarca AKP ve RTE başlarından eksik olmasın diye çırpınmışlardır? Bir sorun bakalım, Demirel gibi onlar da DÜN DÜNDÜR BUGÜN BUGÜNDÜR MÜ DİYECEKLER?


Demirtaşların her dediği ve öteden beri, bir yanı itiraf, diğer yanı takiye olan lafızlardır; ne yazık ki, hala kandıracak bir kitle bulmaktadır!

Şimdi de bu devletsizliğin cengâverleri,”TC'yi yönetmeye” talip olduklarını açık açık ifade etmektedirler!

Böylece, aslında devletsizliğe vurgularının, devleti toplumdan özerk hale getirmeye işaret etmek olduğunu açık ediyorlar! Devlet toplumdan özerk ise, o devlet despotik devlettir ve bunu kendileri de pekâlâ biliyorlar!


Deccal devleti, canavar devleti, korkunç olmaktan çıkarıp, sevimli devlet haline getireceklermiş! Demek ki devlet, böyle tarihe karışacakmış! Yani Türklerin elinde, Kemalistlerin elinde ve en sonu Demirtaş beyefendiden öğrendiğimize göre “AKP ve RTE'nin elinde deccal devlet, canavar devlet olan TC”, Kürtlerin, yani, Kürt ağa ve beylerinin, şıhlarının ve elbette Newruz ateşinde ip atlayan Türkiye'nin tekelleri ile birlikte daha da zengin olmak isteyen Kürt burjuvalarının elinde ve ABD emperyalizminin hamiliğinde pek bir sevimli olacakmış!

Burada da Demirtaşlar gibi “hadi kolay gelsin, seviyoruz bu halinizi şapşikler“ mi demek gerekiyor?

Ve eğer bu dediklerinde ciddiyseler, burada da fena halde gaza geldiklerini söyleyebiliyoruz;çünkü görünen köyü hepimiz görüyoruz ve ne dediysek onu, Demirtaşların itiraf ve takiyeyi birlikte içeren ifadelerinde görebiliyoruz!

Ama görünen köye damgasını vuran gerçeklik, gaza gelmeyi değil, gaza getirmeye taraf olmayı işaret ediyor!


Gaza getirilmek istenenler belli ki, Kürt emekçi halkıdır!

Dediğim gibi, bir yanıyla itiraftır, diğer yanıyla takiyedir! Yersen yani! Ama Demirtaşların göremediği, Kürt emekçilerinin de, Türk emekçilerinin de bunu yemeyecekleridir ve yemediklerini biz görüyoruz!

Sol/sosyalist harekete mi yedirmek istiyorlar? Tüm açıklıklara karşın yiyenler, zaten onlardandır; Demirtaşların, onların değilse “KÖH” ün ya da Öcalan’ın müritleridir demek istiyorum ki bu sol/sosyalist olmadıkları anlamındadır; hatta onlara rağmen onlardandır; onlardan bağımsız, devlet politikasının içindedirler demek istiyorum!

Ve tekrar ediyorum, HDP, BDP'nin klonlanmış halidir ve bir devlet projesidir! Demirtaş mı? Hem projedir ve hem de bu projenin kendi çapındaki yönetmenlerindendir!

Hızla parlatılıyor!

Yani “demokratik özerk komün” bahane, egemen politikalara eklemlenmek hala şahanedir!

AKP, İslam dini ile, Demirtaşlar da “Demokrasi” dini ile kitleleri uyutacağını sanıyor; ama gelip görün ki, emekçilerin pek uyutulduğu söylenemez; işte bu nedenle Demirtaşlar, bir gün öyle, bir gün başka türlü vaazlar verirken, işte geldiler geldiler, hem bir karanlığın içine girdiler ve hem de sanki onunla mücadele ediyorlarmış gibi, gene aynı teraneyi önümüze sürüyorlar; yani “demokrasi”yi!


“Demokratik özerk komün”leri, bir anahtar misli şifredir! Hem “demokrasi” dinini koyulaştırıyor ve hem de “devrimci” renkli bir illuzyon yaratıyor!

Ben bunu pek ciddiye almıyorum ama küçümsemiyorum da; fakat komik buluyorum; daha açıkçası bir acıklı güldürüdür ve bu acıklı güldürüyü henüz göremeyenler, çok uzak olmayan bir zamanda bütün çıplaklığı ile göreceklerdir; görmek istemeyenler ise, bu acıklı güldürü burunlarını gıdıklasa bile göremezler; çünkü görmemeye mahkûmdurlar ve bu mahkûmiyetlerinden kurtulmaya pek de niyetleri ve hevesleri yoktur!

Demirtaşlar gaza mı geldi, yoksa gaz mı veriyor?

Bizce malum ama herkesin aklı var ve mutlaka hangisini yaptığını görecektir; şimdi ve akılla görmezlerse, gerçekler burunlarını gıdıklamaya başladığında mutlaka göreceklerdir.

Demirtaş, ”artık hükümetten bir şeyler isteyen taraf olmamaları gerektiğini ve bizzat kendilerinin hükümet olmaları gerektiğini, devleti kendilerinin yönetmeleri gerektiğini, bunun zamanının geldiğini” de vaaz ediyor!

Ne gam değil mi; hem AKP’nin “din istismarcılığı yaptığını”, ” AKP’nin, insanları bir yandan kimliksizleştirirken, diğer yandan da yoksullaştırdığını” ve “İçinde Allah korkusu olan'ın Roboski’de 34 çocuğu katlettirmeyeceğini, çocukları sokak ortasında öldürtüp annelerini yuhalatmayacağını” söyle ve aynı “hükümetten bir şey istememek gerektiğini” vaaz et, diğer taraftan uzun zamandır, bu aynı hükümetin bütün politikalarını kolaylaştıracak politikalar yürütmeye devam et ve hep bir şeyler iste ve istediklerini almak için, mutlak bir sulh içinde “barışçıl” bir müzakere trafiği izle; bugüne kadarkiler bir yana, tam da şimdi, yani “Hükümetten bir şeyler isteyen taraf olmayalım” dedikleri bir zamanda,“ yeter ama yani sabrımız taştı ama size 4 -5 ay daha süre veriyoruz” de!

Buna da “siz kafayı mı yediniz, yoksa bizim zekâmızla alay mı ediyorsunuz şapşikler” denir ancak!


Ve üstüne üstlük, Deccal devleti bunların elinden, yani AKP’nin elinden alıp Kürtlere verip, ya da devlet yönetimine Kürtleri de ortak edip, yani Kürt eli değdirerek TC'yi, yani tekellerin devletini, yani 12 Eylül rejimini sevimlileştireceklerini vaaz etmek, gaza gelmek midir, gaza getirmeye çalışmak mıdır akıl taşıyanlar kendilerine sormalıdırlar!

Ya buna ne dersiniz?

“Zannedersiniz ki devlet gökten zembille inmiş” miş!

Böyle buyuruyor Demirtaş beyefendi.

Ya ne, siz de öyle demiyor musunuz? Biz aksini söyleyince bizi "devletli" olmakla suçlamadınız mı?

Ve siz, dilinizden düşürmediğiniz gökten zembille inmiş bir kapitalist moderniteden, ona sahip ve egemen olan tekellere dair bir tek söz söylemeden,aksine onlarla birlikte Newruz ateşinde ip atlaya-atlaya, ”demokratik modernite” ye geçmek suretiyle kurtulunacağını hep vaaz etmediniz mi?

Alın işte bir tane daha; “...devleti özel insanlar değil,halk yönetirmiş! ...Eğer vatan ortaksa, bu ülkeyi birlikte yönetmelilermiş!” Demek ki, aslında devletten değil, devleti yöneten özel insanlardan kurtulmaktan söz ediyorlarmış; oysa tarih boyunca, emekçi halkları, onları boyunduruk altında tutmak isteyen sömürgenler hep bu masal ile kandırmadılar mı?


Bu özel insanlar, deccal devletle birlikte emekçi halkların karşısına deccal misli dikilerek kanlarını emmediler mi ve devleti yöneten bu özel insanların birileri gidip, başka birileri gelmedi mi tarih boyunca? Hangisinde devletten, en azından deccal olanından emekçi halklar kurtulabildi?

Bunun, ancak ve ancak, bu deccal devleti yöneten, daha da canavarlaştıran özel insanların elinden almakla değil, devlete egemen olan ve devletten daha deccal olan zalim ve sömürgeci sınıfları baskılayarak, devleti onların elinden alıp parçalayarak, yani emekçi sınıfların yönetebileceği bir mekanizma haline getirerek gerçekleştirilebileceğini yakın tarihimiz bize göstermedi mi?

Oysa siz,tamı tamına mevcut ve hem zalim, hem sömürgeci olan ve deccalleştikçe deccalleşen egemen sınıfların egemen politikalarının içinde, kendinize de yer ayırmaya çalışıyorsunuz; hem de bu deccal devlet dediğiniz devleti, bir kaç özel insanın yönetiminden kurtarıp, Kürt ağalarının, beylerinin ve elbette daha da zenginleşmek için can atan zenginlerinin eline vererek,en azından az ya da çok bir ortaklık içinde ellerini değdirerek, sevimli hale getirebileceğinizi vaaz ediyorsunuz!

Ama biz buna da “bu masal artık beş yaşındaki çocukları bile kıs kıs güldürüyor şapşikler!” diye cevap vermek istiyoruz!

Bir de Demirtaş beyefendi, “ ...bu ülkenin, yani Türkiye'nin % 80 gelirini kendisini de içine kattığı yoksulların ürettiğini ama bu gelirin % 80'inin bir avuç zenginin cebine girdiğini ...” buyurmuşlar ve doğru demişler de, buna “Üsküdar'da sabah oldu, uyan da balığa gidelim şapşikler” mi demek lazım şimdi?

Neyse bu ayrı;” biz yoksullar ” diyor Demirtaş beyefendi! Birisi anlatsa da Demirtaş’ın ne kadar "yoksul" olduğunu biz de anlasak! Öyle değil mi?

Diğer yandan, Kürtleri ABD emperyalizminin ulusal-nihilist ideolojisinin sarmalına sokmak isteyenler, Türkiye'nin, Kürt-Türk emekçilerinin % 80'inin ürettiği ve biriktirdiği servetler, uluslar arası tekellerin mülkiyetine geçerken , Marx'ın deyişiyle bir primitif akümülasyon ameliyesi sürerken,“emekçilerin vatanı yoktur, bırakınız yapsınlar, bırakınız satsınlar” yollu ahkâm keserlerken,en azından bu ahkâmı kesenlerle ittifaklarını yere göğe koymazlarken, bu gün Kürtlerin bu noktaya gelmeleri, Demirtaşların, emekçilerin ürettiği servetlerin bir avuç zenginin cebine gittiğini hatırlaması, acıklı bir güldürü değilse nedir?

Dahası, Demirtaş beyin hala dili asıl meseleye varmıyor; Türkiye'nin Kürt -Türk emekçilerinin birlikte ürettiği ve bir avuç zenginin cebine giren servetin yüzde 80'inin, emekçi halkın cebine gitmesi gerektiğinden değil, daha çok zenginin cebine gitmesi gerektiğinden söz ediyor ve bunu, “Bizler sermayenin, paranın, gelirin tabana yayılacağı, özgürce çalışılabilecek bir düzeni kurabiliriz.” diyerek örtemiyor, aksine daha çok açık ediyor!


Neresinden tutalım, yıllardır” demokratik özerk komün” dediler; üstelik, komünist artıklarına, bunun sosyalizmden de ileri olduğunu, üstelik bir ümmet düzeni olarak da sosyalizmden daha ileri olduğunu söylettiler; devletin, “yok ol” denilerek “yok olacağını” vaaz ettiler; hatta bu “demokratik özerk komün”de,her ne kadar,“Kapitalist modernite” yerine “demokratik modernite” diyerek kapitalizmin sınırları içinde hareket edileceğine işaret edilmiş olsa da, üretilenlerin ortak üretileceğine ve eşit bölüşüleceğine vurgu yaptılar ve hala yapıyorlar ama işte bakınız, şimdi Demirtaşlar ne buyuruyorlar!

Yahu para-sermaye, mal-mülk, işçide emekçide ne gezer ki tabana yayılması eksik kalmış olsun?

Sanılmasın ki, devleti halkın yönetmesine bir itirazımız var; ama zaten şimdi de devleti “oylarıyla” halk yönetmiyor mu; genel oy ile nur topu gibi “demokratik” yasalar ve cumhurbaşkanları, halka, cumhura hediye edilmiyor mu?

Ve gene sanılmasın ki, demokrasi devletin yönetimine halkın da ortak olması demektir; hayır hayır, hesapta öyledir ama eğer devlete egemen olan sınıf zalim ve sömürücü ise; bu sayede paraya da, sermayeye de ve dolayısıyla ekonomik güç yanında, askersel bir güce de sahip ise ve bunda sınır tanımıyorsa, orada demokrasi çiçekleri de yetişmez, devlet yönetimine halk ortak da olamaz!

İyi bakın, tekellerin sahibi ve egemeni olduğu 12 Eylül faşist rejiminin, yani yönetiminde hala çoktan tasfiye edilmiş “Kemalistlerin” olduğu yanılsamasını pompaladığınız devletin yönetimine halk ortak olabiliyor mu? Kararlar da bir yavaşlık mı var yoksa hepsi jet hızıyla mı geçiyor?

Eğer bu olursa, yani halk devlet yönetimine ortak olursa, o devlet içindeki iki karşıt sınıflar arasında bir yenişememe durumu vardır ve devlet yönetiminde, yani bu yönetimin altında alınan kararlarda bir yavaşlık var demektir; yani halkın denetimine tabi olma oranı yüksek demektir!

Öyleyse, devlete asıl egemen olan sınıf buna sürgit izin vermez ve işte 12 Eylül faşist darbesi bu izin vermemenin ifadesidir; bu da, yenişilemeyen diğer sınıfların, yani bütün servetleri üreten emekçi sınıfların, kanlı biçimde zaptı rapta alınmasının ve uzun süren bir köleleştirme operasyonunun, sürüleştirme operasyonları ile birlikte sürdürülmesinin adıdır!

Demek ki, tekellerin devletinde u-demokrasi vardır! Öyleyse çok basit değil mi, yani soruyu şöyle sormak gerekmez mi?

Türkiye'nin ilerici-devrimcilerinin omuzlarına tarihin yüklediği görev, bu devletin yönetimine ortak olmak için mi, yoksa bu devletin, servetlerin % 80’ini üreten işçilerin, emekçi halkın yönetimine geçmesi için mi mücadele etmeyi içermektedir?

Demek ki, şimdi Demirtaşların, işkembe-i kübradan konuşarak,bu sürüleştirildiğini, köleleştirildiğini sandıkları emekçilerin,her denileni, her buyurulanı yiyecekleri,önünde eğilecekleri kıvama geldiklerini düşünerek, itiraf gibi ama takiye niteliğindeki vaazlarına başlamaları, gerçekten bir acıklı güldürü niteliğindedir!

Acz içinde olduklarının göstergesidir!

Acz içinde olmasalardı, köylü kurnazlığına değil, ilkelere ve gerçeklere yüzlerini dönerlerdir! Oysa görünen o ki, hem ilkelerden vazgeçilmiştir ve hem de köylü kurnazlıkları ile bunun üzeri örtülmeye çalışılmaktadır!

Hepsi, bugün hala tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğu gerçeğine gözlerini sımsıkı kapatmalarındandır; tarihi, kötü bireylerle, iyi bireylerin, ya da özel insanlarla, sıradan insanların çekişmesine indirgemelerindendir!

Kısaca, gönüllü olarak, gerçeklere karşı kör olmaya mahkûm edilmeyi canı gönülden sindirmelerindendir!

Oysa apaçık ortada, tarihin lokomotifi, uzlaşmaz karşıtlık içindeki iki sınıfın amansız mücadelesidir ve bu mücadelede kim aman verirse yenileceği gibi, kim aman dilenirse yenilgiye mahkûm olmayı kabul etmiş olacaktır!

İşte Kürtlerin haklı mücadelesi de, bu uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıf savaşımının yansımasıdır ve bu köylü kurnazlıkları da bu sınıf savaşımında Kürtlerin haklı mücadelesini,karşıt sınıfların haksız savaşının peşine takmak içindir ve gene bu sınıf savaşımının içindedir!

İşte HDP’nin eş ama tek başkanı gibi hareket eden Demirtaş beyefendi, Kürt ve Türk emekçilere, bu aman vermenin ve aman dilemenin “demokratik” sırlarını anlatmaya çalışmaktadır!

Bir de şu baraj meselesi var; dün TKP kurmayı, bugün TKP artığı ve KÖH muhibbi Sarısözen pirimizden almıştık müjdeyi ve bendeniz, bunun kıymeti harbiyesine lafı dolandırmadan işaret etmiş, akıl taşıyanların aklına soru işaretleri doldurmuştum ve elbette pek kimsenin ilgisini çekmediğini düşünmüştüm ama Demirtaş beyefendinin itiraf misli takiyelerinden anladığımıza göre, bu ilginin az buz olmadığı ve benden başkalarının da soru işaretleri yarattığı anlaşılmaktadır.

Öyleyse, bu soru işaretlerinin de sessizlikle boğulması ameliyesi içinde olunduğunu anlamış bulunuyoruz!

Artık Demirtaşlar için, yani HDP için, “yüzde on barajı sıkıntı-sorun değil”miş; ama Demirtaşlar geç de olsa fark etmişlerdir ki,”o barajı getiren (“darbeci başı”) Kenan Evren ise, onca zamandır savunan da (12 Eylül'ü “yargılamak” için, Demirtaşların da,-daha doğrusu Öcalan'ın da -“BOYKOT” politikası ile omuz verdiği, şu ünlü anayasa referandumunu yapan ve en sonu 12 Eylül'ü “yargılayan” ve “cezalandıran”) AKP imiş”; bir kez daha “uyan da balığa çıkalım şapşikler ” diyesi geliyor insanın!

Daha önemlisi, Demirtaş gene gaza mı geldi, yoksa Kürt halkını mı gaza getirmek istiyor sorusunu gündeme getiriyor ki, bu barajı, “hem Kenan Evrenlerin ve hem de AKP'nin üzerine yıkacaklarmış”!

Demirtaş aynı söylemi, şu ünlü anayasa referandumunda “Boykot” eğilimini pazarlamak için de tutturmuştu ve kimse unutmamıştır ve de sonuç ortadadır ama kimsenin yüzü kızarmamaktadır; çünkü mesele iyi niyetli bireylerle, kötü niyetli veya ahmak bireyler arasındaki devleti yönetme çekişmesi veya yarışı değildir; tamı tamına ve amansız bir sınıf savaşıdır; bu nedenle yüzlerinin kızarmamasına, utanmazlıkta sınır tanımamalarına şaşırmıyoruz;çünkü bu amansız sınıf mücadelesinde Kürt emekçi halkının değil, onların amansız düşmanları olan sömürücü sınıfların yanında ve onların gözlükleri ile hareket etmektedirler ve dün anayasa referandumunda “Boykot” diyerek ”AKP'yi sandığa gömeceklerini” vurgulayan ifadeleri nasıl ki tarihe kaydedildiyse, şimdi “baraj” sorununda söylenenler de tarihe kaydedilmektedir; zamanı gelince, bu sorunun şimdi gündeme getirilip,hodri meydan denilmesinin kıymeti harbiyesi de net olarak görülecek ve gene kimsenin yüzü kızarmayacaktır ama bakalım Üsküdar’ın eşiğinde eşelenenler Üsküdar'a geçebilecekler mi yoksa eşikten gerisin geriye tarihin çöplüğüne mi gidecekler o zaman göreceğiz; tabii bunları görürken, HDP'nin ki, Öcalan'ın politikalarından ayrı tutamayız; ayrı ise,Öcalan tez “HOOP dedik” diyecektir, politikalarına içerilmiş gerçek niyetlerin ve amaçların veya hesapların ne olduğunu da göreceğiz!


Dün BDP ve haliyle aynı Demirtaşlar, bir taraftan,"Darbeyle hesaplaşmak yürek işidir, mangal gibi yürek ister; Başbakan 12 Eylül'ün yavrusu"dur nutukları atarken, diğer taraftan bu nutuklarla verilen gaz ile, Kürt halkını referandumu BOYKOT etmeye çağırıyor ve yoğun kampanyalar yapıyorlar ve bu kampanyalarda "Tayyip seni sandığa gömeceğiz" sloganları attırıyorlar, nutuk attıkları alanları "İnkârcı, tekçi, imhacı, statükocu anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceğiz.

Demokratik Anayasa için mücadelemizi sürdüreceğiz" yazan afişlerle donatıyorlardı!

Böylece çok kolaylıkla anayasa referandumunda Türk halkına da Kürt halkına da çok “şahane” bir “demokrasi” hapı yutturulmuştur ki, bu hapın nelere mal olduğunu artık hep beraber görüyoruz!

İşte şimdi de Demirtaşlar gene sahnede ve gene aynı türden nutuklar atmaktadırlar; dün “boykot” diyerek ne Tayyip'i, ne de 12 Eylül anayasasını ve ne de değişiklik paketini sandığa gömebildiler; ama zaten yok hükmünde olan “demokrasi”nin, çok daha fazla yerin dibine sokulmasına, nur topu gibi bir İslamik-Osmanik- faşist diktatörlüğün konuşlanmasına pek “şahane” bir sacayağı vazifesi görürlerken, aynı “demokratik” sorumluluklarını, yani birbirinden hiç farkı olmayan iki aday karşısında, aynı “cinliği”, yani “boykot”çuluk cinliği” ni göstermediler ve bu kez, reddettikleri “deccal devlet”in yönetimine talip oldular ve en uygun aday olarak Demirtaş'ı öne sürme “cin”liğini gösterdiler ve “cinlik” leri bitmiyor ; şimdi de, “Barajı üzerinize yıkacağız” yollu kükreyerek devam ediyor ve aynı anda Öcalan'ın “sabrımız taştı,ama size 4-5 ay daha süre veriyorum” çıkışı “cinlik” lerinde rekor niteliğinde oluyor!

4-5 ay sonra mı demişti Öcalan? Peki 4-5 ay sonrasındaki Türkiye'nin politika sahnesinde ne var? Genel seçimler var ve kısa süre önce kendileri CHP ile ittifakı dillendirirlerken, şimdi “CHP ile ittifak olmaz biz halk ile ittifak yapacağız ve HDP olarak seçime girip,barajı AKP'nin üzerine yıkacağız” yollu konuşmaktadırlar!

Ve Demirtaş beyefendi, "HDP ile AKP anlaştı demek alçaklıktır” yollu kükremektedir!

Öyle ya da başka türlü, bu “baraj” bu günkü “cinlik” lerinin şifresi değilse nedir?

Yani, anayasa referandumundan itibaren “cin”likte “yetmez ama evet” çi sahtekârları bile sollayan bu Kürtler, şimdi de “yetmez ama 4-5 ay daha” diyerek bir “cin”liğe daha imza atmışken ve “CHP ile değil halk ile ittifak yaparak barajı da parçalayacağız” nutukları eşliğinde ve devleti yönetmeye talip olduklarını belirterek, "HDP ile AKP anlaştı demek alçaklıktır” yollu kükremeleri,ki bu yönde daha önce de suçlanmışlar ama bu kadar hırçın kükrememişlerdi, bu “baraj” meselesinde de bir “cinlik” olmadığına inanılmasını sağlamaya yetmiyor.

Üstelik onca zaman bir “demokratik özerk komün” söylemi tutturarak, Türkiye’nin devrimcilerinin, devrimci-demokratlarının , devrimci sosyalistlerinin zaten cılız olan direnme mevzilerini, büsbütün kaybetmelerine ve daha da önemlisi, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin büsbütün silahsız, savunmasız kalmalarına ve AKP’nin ve elbette yeni 12 Eylül faşist rejiminin elinin son derece güçlenmesine seyirci kalmaları bir yana,üstüne üstlük bile isteye yardım etmeleri, koltuk değneği olmaları;başka ifadeyle, Kürt halkına bir gramı bile düşmeyecek olan ama Kürt egemenlerine , emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarından arta kalanların hepsi düşecek olan bir “kurtuluş” masalı uğruna, Türkiye’nin ezilen, sömürülen işçi ve emekçilerini, yani Kürt,Türk bütün emekçi halkları, dinci-faşist bir diktatörlüğün pençelerine atmakta tereddüt bile etmemeleri göz önünde tutulursa, Kürtlerden daha çoook “cinlik” bekleneceğini kabul etmek gerekmektedir!

Bakalım, bu kez kim kimi ters köşeye yatıracak?

“Devletsizliğe” felsefi methiyeler düzerek, “devlet”e gülle atan bir yaklaşım mı, buna rağmen, devletin en tepesine oturmayı hedefleyen anlayış mı,ya da “baraj” üzerinden tasarlanan ve kuvvetle muhtemel aynı devlet projesi içindeki bir oyunun parçası olan “cinlik” yaklaşımı mı Kürt halkını ters köşeye yatıracak?

Yoksa Kürt ve Türk emekçileri, bütün bu anlayışları ters köşeye yatırıp, bu “cinlik” lere karşı, bu “cinlik”lerden sıkıldığını gösterip, ortaya koydukları kendi cinlik”lerinin arkasından, Türkiye'nin tüm egemen sınıflarının ve onların dinci-faşist 12 Eylül rejiminin, baka kalmalarına mı neden olacaklar?


Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bunu hep beraber ve ürküten çıplaklığıyla ve pek de uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz!

Yeni yıla girerken bu dediklerimi unutmayın sevgili şapşikler!


Fikret Uzun

26-Aralık-2014