24 Ağustos 2014 Pazar

HALKIN TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİNİN MERKEZ KOMİTESİNE AÇIK MEKTUP



HALKIN TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ'NİN MERKEZ KOMİTESİNE AÇIK MEKTUP

Yerinde bulmuştum, tarihin olağanüstü sıkışıklık yaşadığı bir zamandı, tarih hızlanmıştı ve bu zamanlarda olağanüstü insanların ve olağanüstü kararların cesaretle öne çıkması çok normaldi; bütününüzden kopuşunuzu böyle okumak istemiştim ve pek haklı olduğumu düşünüyordum!

Düşünürken, aklımda hep hatırladığım ve her yerde hatırlattığım 1905 Şubat devrimi vardı! 

Tam bir sıkışma ve hızlanmanın tarihidir; olağanüstü kararların cesaretle öne çıktığı ama gülünç mazeretlerle bu öne çıkışların boğulmaya çalışıldığı bir zamandı ve belki daha da önemlisi, başka coğrafyalar için de son derece önemli ve tetikleyici bir modeli, öncesi ve sonrası içindeki bütünlüğü ile tarih sahnesine çıkarmış zamanlardan biri idi!

Adı, Zubatov’un, gizli polisin inisiyatifiyle Rusya’nın işçilerini, politik ve devrimci mücadeleden alıkoymak için,“polis sosyalizmi” olarak anılan legal işçi örgütleri yaratmaktan ibaret olan eyleminden sonra, otokrasinin işçi hareketini polisin yönetimine geçirmek için kullandığı papaz Gapon’un girişimi ile tarihe geçen Ocak 1905 Kanlı Pazarına kadar, Rusya’da komünistler azınlıkta ve diğerleri çoğunlukta ve de hatta komünistlerin azınlık halleri ile dalga geçmekte idiler; Japonların tattırdığı yenilgi bir yanda, koca koca grevler diğer yanda ama işçiler ve emekçiler, Menşeviklerin ve SD’lerin alkışları eşliğinde Gapon’un peşine takılarak, yarı tanrı gördükleri çarlarına, onunla bin bir bağ ile bağlı fabrikatörleri şikâyet etmek için bir ellerinde arzuhalleri, diğer ellerinde kızıl bayrakları ile kışlık saraya yürüyorlardı!

Bolşevikler, Gapon’un niyetlerini açığa çıkaran birçok bildiri yayınlamışlar ve dilekçe vermek için çarın huzuruna çıkma eylemine karşı konuşmalar yapmışlardı ama bu, kitleleri çarın huzuruna çıkmaktan alıkoyamamıştı!

Böylece Kanlı Pazar gerçekleşmiş ve bundan, bu huzura çıkma eylemini tertipleyenlerin istek ve niyetlerine karşı ilk Rus devriminin başlangıcı doğmuştu; onca zaman komünistlerin sözlerinden çok, Menşevik vb. diğerlerinin sözlerine kulak asan Rusya’nın işçilerinin ve ezilen halklarının büyük çoğunluğunun gözü de kulağı da Kanlı Pazar’ın vahşeti ile birlikte komünistlere çevrilmişti ve azınlıkta olanlar, çoğunluk, çoğunlukta olanlar azınlık olmuştu!

Bu çoğunlukta başrol, burjuvalar ile büyük toprak sahiplerinin ittifakı olan ve “sınıf mücadelesi”nden özenle kaçan Kadetler yanında, proletaryayı, köylüleri ve entelektüelleri temsil eden ve “sınıflar arası” bir parti olduklarını savlayan Sosyalist-Devrimci’lere ve Sosyal-Demokrat Menşevik’lere ait idi; Bolşevikler, en son sırada yer alıyorlardı!   

Kendilerine ofis dahi açamayacak denli azınlıkta olan Bolşevikler, tümüyle ekonomik taleplerle ve kendiliğinden bir renkle öfkeleri şaha kalkmış olan azımsanmayacak bir çoğunluk haldeki işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin önüne geçmiş ve böylece Şubat 1905’te patlak veren burjuva devrimi ile çarın egemenliği iyiden iyiye sarsılmıştı!

Sonuçta burjuvazi öne geçmiş, işçiler ve emekçiler ve onlara fener tutanlar, mihmandar olanlar yenilmiş ama Rusya halkları artık dizüstü durumundan ayağa kalkmaları gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşlerdi!

Böylece, bu yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve Rusya’nın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen, güç biriktirmişler, kime, neye inanacakları ve dayanacakları konusunda önemli oranda netleşmişlerdir!

Tek eksik, politik bilinçti ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan benzerleri misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve giderek buna teslim olan, o zaman ki adları ile Menşeviklerin etkisinde kalmışlar ama eninde sonunda bu etkiden kurtularak, 1905 burjuva devriminden ve yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları, Ekim sosyalist devriminin tam zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in önderliğinde koşulsuz toplanmışlardı.

Bu sonuç, Çarı devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği sonuçtur ve 1905 devriminin biriktirdiği veya tetiklediği sadece bu sonuç değildir; bu sonuçtan çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete geçirdiği sonuçlardır.

Öyleyse, soru tektir ama çatallıdır ve cevapları ile birlikte son derece öğreticidir; Türkiye bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı kırılmak istenmektedir?

Ancak bu soruya itibar eden de, cevabını merak eden de olmamıştır; hatta ve hatta cevap yüksek sesle tekrar tekrar verildiği halde hâlâ duymazdan gelinmektedir; öyleyse, yeni ve daha önemli bir başka soru kendini dayatmaktadır!

Türkiye’nin devrimleri bu güne hiçbir şey biriktirmemiş midir?

Yoksa birikenler, günü kurtarmak için Türkiye’nin devrimini boğmak isteyenlerin ellerine mi teslim edilmektedir?

Bu hatırlatmalar ile 1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir papazın peşinden sürüklenen dindar, imparatorluk yanlısı işçilerden söz ediyorum; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçenin olduğunu, dolayısıyla reformist hayallerin pompalandığı ve işçilerin, büyük burjuvaziye yani egemen sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, bu büyük zenginlerin ayrıcalıklarını ve karlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı olan ve büyük toprak sahiplerinin başı olan çar babalarına patronlarını şikâyet ettiği bu dilekçe verme eyleminin, hem Kanlı Pazar’a neden olduğunu ve hem de böylece, ilk Rus devriminin başlangıcının doğduğunu hatırlatıyorum.
           
Ve gene bu hatırlatma ile tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanların, yani bugünün sahte sol gömleklileri ile ahmak solcularının, bu barışçıl dilekçeyi yüksek tuttukları ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete geçirmenin mümkün olabileceğini düşünüp, düşündürttükleri hatırlatılmaktadır!

Ancak, bu akıl bozucu çabalara ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan son derece kanlı ve acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerinin politik bilince uyanmalarının önüne geçilemiyordu. Ve elbette, bu noktadan itibaren azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanlarca, yani cahil işçilere kuyrukçuluk yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen reformistlerce dalga bile geçilen devrimci partiler, en başta da Bolşevikler, aniden binler olmuş ve milyonlarca proleterin önderi durumuna gelmişlerdi.

Ve proleter mücadele,100 milyon köylü kitlesi içinde bir mayalanma yaratmış, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurmuştu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin içinde bulmuştu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya’sına dönüşmüştü.

Lenin, bu geçişin en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam da, sosyal içeriği itibarı ile doğrudan hedeflediği ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması( ki tüm bunlar, Büyük Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi)itibarı ile “burjuva-demokratik” ; mücadele araçları itibarı ile “proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmişti.

1905 Devrimi, ancak ekonomik mücadelenin, ancak durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini uyandırabileceğini, onlara gerçek bir eğitim verdiğini ve – bir devrim döneminde- birkaç ay içinde onlardan bir politik savaşçılar birliği oluşturduğunu açıkça göstermiştir.

“Bunun için, elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, - reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi, bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.” (LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)

1905 Devrimi ve hem Lenin tarafından, hem de henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan Kautsky’nin öngördüğü gibi,1905 devriminin ardından gelen Ekim devrimi ve de Türkiye, İran ve Çin’in devrimleri ve elbette Meksika’nın devrimi çok geride kaldı!

Ancak şimdi, tıpkı Leninin de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük” kapitalist ülkeler dâhil, tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken, proletaryanın ileri kıtaları dâhil işçi ve emekçi kitleler ile onların politik bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği görünümünün yanıltıcı etkilerinin yaşanması, bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrofun ve onu çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin göz ardı edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.
 Şimdi buradayız ve duyduk ki, Halkın Demokrasi Partisi’nin Eş Başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’a “yiğidi öldür ama hakkını ver” misli bir yaklaşıma çok uzak bir yaklaşımla, ama övgü dolu eleştirilerle yüklü bir tebrik mesajı misli açık mektupla Türkiye’nin hali pür melalini anlatarak “gelin şimdiye kadar içinde olduğunuz masum hataları bırakıp, antiemperyalist ve gericiliğe karşı mücadele hattını güçlendirmek ve laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin (bunun adına sosyalist cumhuriyet demişsiniz) kurulması için bir ilerici halk mücadelesi ekseninde birlikte mücadele edelim…” demişsiniz!
Mektubunuzda önemli oranda doğru tespit ve çözümlemeler var ancak, siz de biliyorsunuzdur ki, bu doğru tespit ve çözümlemeler, çok küçük miktarda yanlış ve eksikli tespit ve çözümlemelerle sarmaş dolaş olduğunda dahi ortaya çok kötü bir yalanı ifade eden yanlışlar ve eksiklikler çıkar ve ne yazık ki mektubunuz son tahlilde böyle olmuş!

Mektubunuzun tamamını, belki gerekiyordur ama kelime kelime, cümle cümle eleştirel süzgeçten geçirecek değilim ama eleştirilerimi saklı tuttuğumu da arz etmeliyim; dediğim gibi, çok güzel ve yerinde bulduğum tespit ve çözümlemelerinize doladığınız yanlış ve eksikli birkaç tespit ve çözümlemenize dikkat çekerek mektubunuzun kıymeti-i harbiyesi veya tersi açısından eleştirel düşüncelerimi aktarmayı borç biliyorum!

Başlamadan önce, bu açık mektubunuzla, yüzünü yeni oluşumunuza dönmüş olan üstelik neden bir yeni oluşuma yelken açtığınızı en tam ifadesiyle kavrayamamış olan ama gene de heyecan duydukları muhakkak olan gençlerin heyecanlarının önemli oranda soru işaretleri ile sakatlanmış olacağını bir yere not etmenizi önerdiğimi belirtmek istiyorum!

Açık mektubunuzda,”Halkın Türkiye Komünist Partisi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olduğu, CHP ve MHP’nin AKP ile gericilik yarışına girdiği bir seçimin meşruiyetinin olmadığına dair bir değerlendirme ve seçimlerde boykot çağrısı yaptık” diyorsunuz ki şiddetle ve üzülerek itiraz ediyorum!

Hayır, bu bir AKP ile gericilik yarışı değildir; yanlış anlaşılmasın bu var ve bu bir devlet politikası olup, çok önceden beri vardır; söz konusu cumhurbaşkanlığı seçimi ise ve ille bir gericilik yarışından söz edilecekse buna, gericiliği dayatma ve perçinleme yarışı demek daha doğrudur; ancak, bu yarışa, RTE’nin cumhurbaşkanlığına giden yollarının temizlenmesi yarışı demek çok daha doğrudur; gericiliğin içine çoktandır ve hızla girmiş olan CHP ve MHP yönetiminin yaptığı ki bu, daha AKP kurulmadan, RTE Başbakan olmadan ve hatta vekil olmadan önce başlayan ve de bir devlet politikası olarak içinden çıkılamayan, yani içinde kalmaya mahkûm olunan bir yarıştır!

Bu yarış, Türkiye’nin, Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğuna dönüştürülmesinin sigortası olmayı sürdürmekten ibarettir; başka ifadeyle, Öcalan’ın ve Demirtaş’ların da reddettiği “devlet” in, “ulus-devlet”in ve “modernite”nin reddedildiği, dolayısıyla aydınlanma hareketinin ve modern işçi sınıfı mücadelelerinin yarattığı birikimlerin düzlendiği, cehaletin ve kayıtsızlığın kol gezdiği bir ümmet toplumu oluşturularak, bin yıllık bir istikrarın, bir sessizlik rejiminin; başka ifadeyle bin yıllık bir Pax- Amerikana’nın sağlanması için jokerlik yapmaktır!

Burada, post-modernizm ile birlikte, ABD emperyalizminin gerici milliyetçiliğinin bir başka yüzü olan ulusal nihilizm ve kozmopolitizm, bu yarışı mantıki ucuna, cehalet kokan, devlet’in ve modernitenin reddedildiği Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğuna sürükleyen en sinsi ideolojidir!

Dolayısıyla, en başından meşru olmayan bir seçim ve politika hattı üzerindeki son durak, Ekmeleddin’in, yeterince süslenmesine bile özen gösterilmeden, RTE’nin önüne bir köşk hediyesi olarak atılması olmuştur ki işte asıl bu, seçimlerin ve politikanın iflasının son fotoğrafı ve son ilanıdır; artık “yeni Türkiye”den sık sık söz edileceğinden emin olabilirsiniz!

Bununla birlikte yine bir yere not edilmesini öneririm ki, bu son durak, ayrıntısı ve derinliği bir yana, aynı zamanda yönetenlerin yönetememe durumlarının vardığı en son duraktır; yönetemedikleri yönetimi, yine yönetemeyenlerin yönetimi ile yönetmeye mahkûm olduklarının net göstergesidir ki buradan ne çıkacağını, bir işçi sınıfı partisi net olarak çözümleyip, sınıfsal dengeleri enine boyuna hesaplayıp, bu yönetememe durumu karşısında, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istememe durumlarını somut olarak ortaya koyarak ve bilinç durumlarındaki eksikliklerini ama daha çok içine hapsedildikleri “demokrasi” illüzyonunun etkilerini göz ardı etmeden, kitlelere katastrof için hazır olunduğunun sinyallerini vermelidir!

Doğrudur, MHP ve CHP’nin AKP den farkı yoktur ve temel politikaları da bir ve aynı olmuştur; ancak Demirtaşların, bu anlamda BDP’nin klonlanmış hali olan, daha çok da BDP’nin girdiği karanlığın örtüsü olan HDP’nin de bundan ayrı bir tarafı yoktur ve “politikaları bir ve aynıdır” demeye diliniz varmıyorsa, birbirleri ile senkronizedir diyebiliriz; bir bütünü tamamlıyorlar!

Ve işte bu, seçimin de politikanın da iflas ettiğinin resmidir ve artık kabak tadı verdiğini, pazarcı Salim’den, işçi Ahmet’ten, memur Hüseyin’den ve hatta Kürt Mehmet’ten duymadı iseniz kulaklarınız pas tutmuş demektir; amma ve lakin sonuç olarak Demirtaş nezdinde yüksek tutulacak bir “sol” bulduğunuza göre, MHP ve CHP’nin, AKP ile gericilik yarışına girmesinden, seçimin gayr-i meşru bir durum olduğu sonucunu çıkarmak, en azından bunu ağız dolusu söylemek mümkün değildir; çünkü bu, bugün başlamamıştır ve birbirlerini tamamladıklarını biliyoruz ve artık bu meşruiyeti sağlayan bir Demirtaş-HDP “sol” unuz vardır!
Demek ki, meşruiyetsizlik söz konusu ise ki bu doğrudur, ama bunu göstermek için dediğinizden daha fazlasını resmetmeniz gerekmektedir; içinde var olduğunuz bir bütünden, öyle ya da böyle politikalarının yanlışlığından hareketle ve bugünün ihtiyacı olan politikaları üretebileceğiniz iddiası ile irade göstererek kopmuş olmanızı göz önünde bulundurursak, bu eksikliğinizi manidar bulduğumu belirtmek istiyorum!

Sanki bu günü kurtarmak için, geleceği, “KÖH” ile bir ortak ve meşru zeminde buluşmaya kapı açmak üzere feda etmeyi, bir “komünist” politika olarak dayatmaya hazırlanıyor gibisiniz; bu, bütün birikimlerin egemen sınıflara teslim edilmesine göz yummak demektir!

Kürtlerin geldikleri ve park ettikleri yer tam da burasıdır! 

Öyleyse buradan bir açıklığa varmış olarak Demirtaşla devam edersek; Demirtaş’ın, Kürtlerin, devrimcisi kıt, gericisi bol, itaatkâr bir  “KÖH” çizgisinde, ama bir zaman yükselmiş bir dalga olan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin geçmişine dayanarak, Kürt halkını, Kürt egemen sınıflarının mutluğu için, içine sokmaya çalıştıkları karanlığın şirin yüzlü şövalyesi olduğunu ikircimsiz söyleyebiliriz!

Tarihe notumuzdur!

Ve dün, Demirtaş’ı da ayıramayacağımız BDP ve “KÖH” ve tabii Öcalan nezdinde baş gösteren bu şövalyelik, RTE –AKP’nin, 12 Eylül anayasa referandumundan istediği sonucu garantilemek için ama daha çok “yeni”  12 Eylül rejiminin dine dayalı osmanik-islamik faşist diktatörlüğünün zorsuz –zahmetsiz, hatta bir “ileri demokrasi” illuzyonu içinde konuşlandırılmasına koltuk değneği olmak için, pratikte “EVET” anlamına gelen ve hiçbir politik mantığı olmayan, yani Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının, devrimci bir yükselişe kesinkes inanmadığı, parlamentodan gelecek olanlara ise hâlâ inandığı bir zamanda, “BOYKOT” eğilimini bayrak olarak açmış ve Kürt halkına dayatmıştır!

Bu gün ise, yine aynı saikler ile hareket edilmiş ve RTE’nin olası bir ikinci etaba kalması ihtimaline karşı ve aynı zamanda bu süreçte pazarlık gücünü artırarak ve ikinci etaba kalınmasa bile, Türkiye’nin düzeni içindeki bir “sol” parti boşluğunu doldurmaya aday olunduğunu gösterme şansını artırmak üzere ve RTE’nin köşke çıkmasında koltuk değneği olmak için, üstelik son derece ikiyüzlü bir poltika izleyerek, önce bir CHP saylavına, HDP’nin ve elbette Kürtlerin Cumhurbaşkanı adayı olması için teklif götürmeleri ve ardından, sanki solun ortak adayının sondajını yapıyorlarmış gibi bir görüntü yaratarak ama HDP çatısı içindeki bileşenlerinden olan kimi grupların da eleştirilerine maruz kalmalarına aldırış etmeden, Demirtaş’ın kendisinin ve KÖH”ün, HDP’nin ve Öcalan’ın,”Kapitalist modernite”yi ve elbette “devleti” reddetmelerine ve de bu çerçevede “devletsiz devlet” e, daha özcesi, ilkel bir aşiret komününe vurgu yapmalarına rağmen, Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanlığına aday olunmuştur ki, bununla dünkü politik yaklaşımlarının devam ettirildiğini görmemek mümkün değildir!

Bu, dün de bu gün de, Demirtaşların, bile-isteye AKP-RTE ile dolayısıyla 12 Eylül dinci-faşist diktatörlük rejimi ile müzakereden fazlasının içindeki bir yakınlığı sürdürmeyi ısrarla istediklerini gösteren somut bir olgudur.

Bu gerçek ve net olgunun,işçi sınıfı ve emekçi kitlelerce görülememesi, örgütsüzlük ve bilinç düzeyindeki gerilikten ziyade, daha çok, oynanan illüzyonist, medyatik ve sahte sol gömlekli dinamiklerin ideolojik tetikçiliğini içeren akıl bozucu oyunlarla mümkün olmaktadır; ancak buna rağmen, işçi ve emekçi kitlelerin ve sol/sosyalist hareketin içinde olanların, Demirtaşların uzun süredir kendilerini,üstelik bu hareketten arta kalan bütün döküntüleri vitrin yaparak kendisine çekme çabalarına ilgi göstermemeleri, en az öbürü kadar önemli ve belirleyici bir olgudur!

Ne var ki bu, bütününden daha iyi politikalar üreteceği iddiası ile kopup, “halkın işçi sınıfı partisi” olma iddiası ile “HTKP”adını alarak (ki bunun, ayrıldığı bütünden ayırt edilmesi için olduğunu düşünmek istiyoruz), tarih sahnesine çıkan bir parti tarafından görmezden gelinmiştir ve üstelik bu olgunun, gericiliğe boğazına kadar batmış olan Demirtaşların ve HDP’nin daha fazla “sol” renk kazanması adına sakatlanması için son derece manidar bir adım atmış bulunmaktasınız!

Öyleyse partinizi en başta tarif eden isim kısmındaki “HALKIN” ibaresinin, HDP’deki “HALKIN” ibaresi ile senkronize olup olmadığı konusundaki soru işaretlerimizi anlayışla karşılamanızı istemek hakkımızdır!

Oysa Gezi ruhu var oldukça ama daha çok emek-sürecinin kapıda olan belirleyici çelişkilerinin sahne almasındaki kaçınılmazlık söz konusu oldukça, Türkiye’nin yönetilen sınıflarının hapsedildiği “demokrasi” dâhil, her çeşit illüzyonun kalıcı olması mümkün değildir; kalıcı olmadığının tarih aracılığıyla kanıtlanmış olduğunu hepimiz biliyoruz!

Ve yine öyleyse Türkiye sol/sosyalist hareketini, BDP’nin klonlanmış ve üstelik çok istense de doğru dürüst bir “sol” renge bile bulandırılamamış hali olan HDP’nin Türkiye’nin “sol” partisi olarak gösterilmesi üzerinden, Öcalan’ın bir zaman önceki ifadesiyle “ilkel milliyetçi”, bana göre, devrimcisi kıt, gericisi bol, itaatkâr bir “KÖH”ün; başka ifadeyle ABD emperyalizminin Kürt politikasının içinde olan bir “KÖH”ün kuyruğuna takmak, böylece, emperyalist politikalara sessiz kalınmasını sağlamak, dolayısıyla bu politikaların karşısında durulmasını engellemek kolay olmayacaktır; yani istenilen budur ve oynanan oyunlar bunun içindir ama bunun o kadar kolay olmadığı görülmektedir demek istiyorum!

Buna karşın, Demirtaş ve HDP’nin istediği bir gözü “HTKP” fazlasıyla vermiş olmakta ve bu zorluğu önemli oranda kolaylaştırmanın ilk adımını atmış olmaktadır; başka ifadeyle Demirtaş’a ve haliyle HDP’ye ve tabii “KÖH”e, sol/sosyalist bir renk “HTKP” tarafından, herhalde “demokrasi” adına, bahşedilmiş olmaktadır!

Diğer yandan, Türkiye’nin ezilen ve sömürülen sınıflarının önemli bir bölümünün de farkında olduğu, en azından sezinlediği, yukarda vurguladığım yakınlığın, Kürt halkının mutluluğu için kurulmamış olması bir yana, Türkiye’nin işçi sınıfının ve Kürt-Türk veya başka ulusal, etnik kökenli tüm halkların emekçilerinin mutsuzluğu pahasına; başka ifadeyle Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının ve elbette sol/sosyalist hareketinin,“yeni” 12 Eylül rejiminin, “yeni” Türkiye’nin, yani din tabanlı bir Osmanik-İslamik faşist diktatörlüğün baskı ve zulmü altında ezilmesi, ellerinin- kollarının, hem de arkadan bağlanması pahasına, kendi kaderini tayin hakkından da, ilkesinden de vazgeçmiş olan, ABD emperyalizminin kırk yıldır hayalini yaşadığı ve son tahlilde, pratikte Kürt halkı için bir “manda”dan öte anlamı ve içeriği olmayacak olan “Büyük Kürdistan” politikasına biat etmiş bir “kurtuluş”u, Kürt emekçilerine de, Türk emekçilerine de dayatmak için olduğu apaçık görülmektedir!

Ve evet, ortada bir kurtuluş vardır ki bu, Kürt emekçileri için değil, Kürt ağa, bey, aşiret reisi ve şeyhleri için ve elbette Türkiye’nin tekelleri ile bin bir bağ kurmuş olan ve onlarla birlikte bu kokuşmuş, pislik akan sömürü ve zulüm rejiminde Kürt ve Türk emekçilerini sömürmek için can atan Kürt burjuvazisinin, kısaca ABD-AB emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin “yeni” gerici-dinci karanlığından sebeplenerek mutluluklarına mutluluk katmak isteyen Kürt işbirlikçileri için bir kurtuluş olacaktır.

Ve asıl “kurtuluş”, elbette ki tarihinin en çaresiz günlerini yaşayan ABD-AB emperyalizmine ait olacaktır ki bu diyalektiktir; bir yerde emperyalizmin çaresizliğine çare olacak bir “kurtuluş” varsa, bu, bu bölgenin ezilen ve sömürülen emekçi halkları için çaresizliğin artması demek olacaktır!

Ancak bir başka gerçeğin daha olduğunu hepimiz biliyoruz ki, dayatılmış bir çaresizlik varsa, yanı başında çaresinin de filizleneceği açıktır!

Buna rağmen, çaresizliğin yanında açığa çıkmak ve en güzel, en çekici giysisi ile emekçi halklara görünmek için sabırsızlanan çareyi bulup çıkarmak için politik hüner göstermek gerekirken, bu çareyi de, çaresizliğin büyütülmesinde ve dayatılmasında payı olan ve bunu kendi çaresi bilenlerden beklemek, bunun için onlardan yardım istemek, bu toprakların artık başka türlü hareket ettiğini ve eskisi gibi sessiz sedasız durmadığını, onca zaman gerçeklere sahip çıkmayanların, hatta üzerini örtenlerin, gerçeklerle kavga edenlerin ayaklarının altından kaymaya başladığını görmemek demektir!

Öyleyse TKP’deki kopuşun bu anlamda pek bir kıymeti harbiyesi olduğunu düşünmemek gerekmektedir!
 
Bütün bu vurgulu ifadelerimden sonra, herhalde sizlere anlatabilmişimdir ki öyleyse “Kürt Özgürlük Hareketi”nin ve Halkın Demokrasi Partisi’nin, Demirtaş’ın adaylığında somutlanan seçim stratejisinin de, tam olarak, dayatılan dinci-gericiliğin içinde bir yerde olduğu ve sizin bunu her nedense görmezden geldiğiniz kendiliğinden anlaşılacaktır!

Bununla birlikte ve bu çerçevede, Demirtaş’ın elde etmiş olduğu oy oranının, Türkiye’nin sol/sosyalist hareketi açısından olumlu-önemli hiçbir yanı yoktur! Demirtaş’ın ve HDP’nin yaptığı da, CHP ve MHP’nin baştan beri (ne ki onlarınki, kendilerinin oy oranlarının düşük olmasını gerektiren bir mahkûmiyetin gereği idi) yaptığı gibi, Kürt halkını ve HDP’ye çekilmek istenen sol / sosyalist kişi ve grupları aldatmayı hedefleyen sözleri, inandırıcı bir üslupla haykırmaktır!

Dolayısıyla, Demirtaş’ın gerek seçimlerde kullandığı dilinin ve yaklaşımının, gerekse almış olduğu oy oranının önemsendiğinin dile getirilmesinin - bu tarzda bir tespitin -  içinde bulunulan bir bütünün politikalarının yanlışlığına karşı, doğru politikalar üretebilmek üzere irade gösterip kopan ve özgürce ve de daha doğru politikalar üretebilme imkânı elde etmiş olan bir KP olma iddiasındaki parti tarafından yapılmış olmasını üzülerek karşıladığımı belirtmeliyim!

Oysa o kadar net ki, Demirtaş’ı da, “KÖH”ü de, HDP’si de, ne demogojide, ne yalanda, ne de karanlığın içine girmekte sınır tanıyorlar; Kürt emekçilerinin refahı ise hiçbir zaman ilgi alanlarında değildir ve bütün çabalarının, ABD emperyalizmine ve Kürt, Türk işbirlikçilerine dayanarak ve Kürt halkının kurtuluşu için elde ettikleri birikimi, Kürt halkını gerici-dinci bir renk ile donatılmış itaatkâr köleler halinde, ABD-AB emperyalizmine teslim etmek için olduğu apaçık görülmektedir!

Ve ekliyorum ki, öyleyse bu konuda, adı konulmamış olan ve en başından kararlı bir şekilde ve hatta AKP-RTE’ye rağmen sürdürülen bir CHP-MHP ve elbette BDP/HDP’nin de içine girmiş olduğu apaçık görülen “muhalif” -ittifakının elde ettiği ve bugünkü son durağına getirdiği tüm seçim başarılarının önünde eğilmek de bunun doğal ve kaçınılmaz uzantısı olacaktır!

Ne de olsa, hepsinin dilinden AKP-RTE karşıtlığı ve muhalifliği eksik olmamaktadır ve ama bu, onca zaman ve hâlâ RTE-AKP’ye yaramakta ve daha çok da, ABD emperyalizmine, Türkiye’nin tekellerine, yani ezilen ve sömürülen sınıfların köleleştirmek üzere egemenliklerine egemenlik katan egemen sınıflarına ve Kürt işbirlikçilerine yaramaktadır

Öyleyse bir kez daha yineleyelim ki, artık “Yeni Türkiye” lafızları ve hayalleri yanında, buna göre konuşlanmayı içeren politik cambazlıkları çok sık duyacak ve göreceğiz demektir!

Çünkü son tahlilde hepsi bir bütünün parçası olmakla, emperyalist politikaları, emekçi halklara kabul ettirmek-dayatmak üzere, AKP-RTE’nin güçlü ve muktedir kılınması için yüklendikleri mahkûmiyetlerini tüketmektedirler; bu ise pratikte kimi zaman “başarı”, kimi zaman da “başarısızlık” olarak kendini gösterebilir ve bu da aynı mahkûmiyetin içindedir!

Bunu başka türlü de ifade edebiliriz ki, dayatılan bir karşı devrimdir ve buna, sessiz sedasız , “KÖH” ün metropol güzeli HDP üzerinden biat etmemiz dayatılmaktadır ve Demirtaşlar da bunun içinde ve tarafındadır.

Yani, Demirtaş, dün de, yani referandumda da, şimdi olduğundan farklı bir dil kullanmamış ve farklı bir yaklaşım içine girmemiştir ki, bir taraftan "Darbeyle hesaplaşmak yürek işidir, mangal gibi yürek ister; Başbakan 12 Eylül'ün yavrusu"dur nutukları atarken, diğer taraftan bu nutuklar gereği Kürt halkını, referandumu BOYKOT etmeye çağırıyordu ve yoğun kampanyalar yaparak, aynı Kürt halkını, “BOYKOT” eylemi ile “RTE’yi sandığa gömeceklerine”; kendi sloganları ile "İnkârcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceklerine” ve her şeyin  “Demokratik bir anayasa için olduğuna” ve böylece kurtulacaklarına inandırmak istiyordu!

Bugün de RTE’ye karşı en sert eleştiriler yöneltilerek sürdürülen bir seçim kampanyasında dilin kemiği olmadığını kanıtlarcasına Bay Demirtaş, bütün maharetini göstermiş, birbirinin tıpkısı iki adayın yanında, kendisini sütten çıkmış ak kaşık misli ve elbette onların yanında “sol” renkli göstererek, birbirinden farkı olmayan iki adaya mahkûm olmaktan kurtulmak için çare arayan Türkiye’nin “sol” tandanslı gençliğine, kendisini kolay pazarlamış ve sonunda da, elde etmiş olduğu oy oranından duyduğu sevinç eşliğinde, tıpkı sizin gibi, “demokratik” ve  “meşru”  bir zeminde yarıştıklarını vurguladığı rakiplerini arayarak, ayrı ayrı tebrik etmiştir!

Velhasıl, dün, yani 12 Eylül Anayasa Referandumu öncesi, ters köşeye yatırma aracı, 12 Eylül darbecileri ve/veya darbecilik ile hesaplaşmak idi; bu gün, 12 Eylül darbesinin failleri ile ve darbecilikle sözde hesaplaşan ve buna karşın, bu hesaplaşmanın bir kumpasın ifadesi olduğunu bizzat kendisi ilan eden AKP ile ama daha çok hükümetin başı olan RTE ile hesaplaşmak üzerinden işçi ve emekçi kitleler, bir kez daha ters köşeye yatırılmaya çalışılmış ve sonuçta, on beş milyonu ayrı tutarsak, kalan herkesin, elbirliği ile ters köşeye yatırılma işi kotarılmıştır!
Diğer iki adayın yanında Demirtaş’ın da zafer sarhoşluğunu göz önüne alırsak, illüzyonist oyunun başarılı biçimde tamamlandığını ve her üç aday da zaferden söz ettiğine göre, tıpkı 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi, Türkiye’nin işçi sınıfına ve tüm emekçi halklarına çok acı bir hap daha yutturulduğunu kabul etmemiz gerekmektedir!

Demek ki diyalektik burada da işlemiştir ve üç aday da kazandı ise, kaybeden Türkiye’nin tüm emekçileri olmuştur, emekçi Kürt halkı da buna dâhildir!

İşte böyle bir somut olgu ile karşı karşıya iken, siz daha iyi bir KP olma konusunda iddialı olan bayların, bu somut olgudaki payı hafife alınmayacak denli önemli ve manidar olan Demirtaş’tan ve partisinden, yani Halkın Demokrasi Partisi’nden, “Yeni bir cumhuriyet için, emekçilerin kardeşçe yaşayacağı bir ülke için, gerici AKP iktidarından bir an önce kurtulmak ve ayağa kalkan halkımızın hakkını alabilmesi için”, medet beklediğinizi ilan etmeniz, tarihe pek hoş bir tanımlama ile kaydedilmiş olmayacağı gibi, bir an için umutlanan yüzünü komünist partisine dönmüş gençlerin de umudunu kıracaktır; en azından aklını karıştıracaktır!

Oysa Öcalan’ın, daha önce dillendirdiği “demokratik cumhuriyet” söyleminin şimdilerde çok geride kalmış olduğu ve hatta “kapitalist modernite” ile eşdeğer tutularak reddedildiği, yerine de  “kapitalist modernite” den ve/veya “demokratik cumhuriyet”ten neresinin eksik veya fazla olduğu belli olmayan “demokratik modernite” nin ve ”demokratik komün”ün konulduğu ve dahi, sosyalist iktidarın da “kapitalist modernite” ile bir ve aynı tutulduğu, bu anlamda ille de sosyalizm olacaksa bunun, “demokratik” bir ümmet toplumunu içeren sosyalizmi inşa ederek mümkün olacağının çoktan söylendiği ve bir “toplum sözleşmesi” olarak, ya da bir anayasa olarak ilan ve tescil edildiği bilinmektedir!

Bu bilinirken, HTKP’nin siz Sayın Merkez Komite üyelerinin, adını “sosyalist” olarak koyduğunuz, laik, bağımsız ve eşitlikçi bir cumhuriyetin inşası için, Demirtaş’ın oy sayımının çokluğundan aldığı rüzgârın hakkını vererek, Demirtaşlar ve HDP ile bir ittifak için kapı açmanız son derece safça olmakla birlikte, saf olduğunuzu düşünmediğimiz için, son derece manidar görünmektedir!

Eminim ki, TKP’nin eski bir neferi olarak taşıdığım sorumluluk gereği dile getirdiğim bu ifadelerden, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve elbette kendi kaderini tayin hakkını yadsıdığım sonucu çıkaracak olanlar olacaktır ama tarihin mantığı, dile getirdiklerimin, Kürt ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve kendi kaderini tayin haklarını yüksek tuttuğum ve önemli bulduğum ve daha önemlisi, başta Öcalan, Demirtaşların, bu yüksekliği bir karanlığın içinde düzlemeye çalıştıklarına dikkat çekmek için olduğunu net olarak gösterecektir!

Şimdi olmasa bile, pek yakın bir zamanda, bu topraklarda yaşayan ve tarihin mantığı ile kesişen bir mantık ve bir akıl dinamiğine sahip olan kişi ve grupların bu netliği görmeleri pek zor olmayacaktır; buna yürekten ve daha çok aklımdakilere dayanarak inanıyorum!

Diğer yandan, bütün bu olguların, “KÖH”ün, eninde sonunda ve üstelik hızla, en tam ifadesiyle ABD emperyalizminin istediği kıvama gelerek, hem kendi içinde ve hem de Türkiye’nin bütününde, Türkiye’nin devrimi ile dolayısıyla devrimci hareketi ile karşı karşıya geleceğini; başka ifadeyle “KÖH” nezdinde yükseltilen gerici-milliyetçi Kürt çizgisi ile ilerici-devrimci Kürt çizgisinin karşı karşıya gelmesi yanında, gerici Kürt-Türk ittifakı ile İlerici-devrimci Kürt –Türk birlikteliğinin ve kardeşliğinin karşı karşıya geleceğini gösterdiği apaçık ortadadır!

Demek ki, evet yeni ve bir emekçi cumhuriyeti kurma mücadelesi, Kürt ve Türk emekçileri ile birlikte ve elbette ilerici-devrimci Kürt-Türk birliği ekseninde, gerici Türk –Kürt ittifakını bozarak ilerleyecek ve zafere ancak bu yoldan ulaşacaktır; ancak bu, Demirtaşlar’dan ve BDP’nin klonlanmış hali olan HDP’den, üstelik oy sayımında fazla oy oranına sahip oldukları gerekçesiyle ve söylemlerindeki kulağa hoş gelen ifadeleri ile başarılı bulunduğu için, yiğidi öldür hakkını ver misli bir yaklaşımdan bile, daha bir övgülü eleştiriler eşliğinde yardım isteyerek olmayacaktır! 
Peki, bu eleştiriyi yapmaya hakkım var mıdır? Sorabilir ve hatta hakkım olmadığına hükmedebilirsiniz; ayriyeten başka eleştirilerim de vardır; saklıdır demek istiyorum ancak şimdilik yeterlidir ve siz hangi hükme varırsanız varın, benim cevabım eleştirinin her zaman hakkımız olduğu ve hatta sorumluluğumuz olduğu yönündedir!

Bilmelisiniz ki, bu topraklar, en iyisini, en doğrusunu ve en hünerlisini hak ediyor ve geç kalınmış olmakla birlikte, bu hak edilenden uzak kalınmış olması nesneldir; ama öznel etmenleri de hafife almamak gerekmektedir ki nesnellik buradan gelmektedir!

Bu geç kalınmışlığa etki eden etmenlerin başında, bilinçli olarak engelleyici öznel çabalar yanında, bilinçsizce içine girilen öznel eksiklik ve yanlışlıklar gelmektedir ki, emekçi kitlelerdeki bilinçsizlik ve kayıtsızlık, bu geç kalınmışlığa etki anlamında daha az önemli ve daha az belirleyicidir!

Çünkü son tahlilde bu da, öznel çabalardaki sinsiliklere ve aynı orandaki eksikli ve yanlış olan öznel yaklaşımlara bağlıdır!

Demek ki, bütün yollar, bu toprakların, son derece hüner sahibi bir bağımsız, eli fener tutan, aklı da yüreği de bilimsel bir iyimserlikle yoğrulmuş iktidar perspektifi ve hırsı ile yüklü, bağımsız bir sınıf partisine duyduğu ihtiyacına açılmaktadır; ancak bütün yollar aynı oranda tuzaklarla doludur ve bu tuzaklardan, Metin Çulhaoğlu’nun deyişiyle “teorik ihtilalcilik” ile ve bilimsel bir iyimserlikle büyütülen cesaretle kurtulunur!

Çünkü tuzak var ise tuzakları kuranlar ve/veya kurduranlar, bütün yolların bu ihtiyaca açık olduğunu biliyorlar ve bundan korkuyorlar demektir ki bu da, tuzakları yıkmak için, tuzakların yetmeyeceğini bilen bir bilimsel iyimserlikle yüklü cesaretin ve teorik-politik hünerin yeteceğinin göstergesidir!

Amma ve lakin Demirtaş’lardan medet ummak, bununla birlikte Demirtaşların da içinde olduğu büyük resmi görmezden gelmek ve de öznel ve düzen içi reflekslerin yansıması olan söylemleri yüksek tutmak, ne teorik ihtilalciliğe ne de bilimsel bir iyimserlikle yüklü cesaret işaretine uymaktadır!

Üstelik içinde bulunduğu bütününe karşı durup, ondan koparak öne çıkan ve bu toprakların ihtiyacına çok daha fazla cevap vereceği iddiasında olan, adı ne olursa olsun, sınıfsal kökeni ile bağlı olarak, oynayacağı rolü önceden belli olan, dolayısıyla işçi sınıfının bağımsız politik savaş örgütü olmayı ve iktidarı hedeflemeyi peşin peşin kabul ve ilan etmiş olan, en azından yüzlerini kendisine dönmüş olanlarda bu algıyı oluşturmuş olan bir parti, bundan daha fazlasına sahip olmalı, en azından sahip olmayı hedeflemelidir!

Şöyle de söylemek mümkündür ki, sosyalist iktidar yolunda, izleyenlerini ve bünyesindekileri sarsmayı göze alacak şekilde, cesaretle ve şiddetli bir teorik yaklaşımla hazırlanacak programlar öngörüp, bütününden kopmayı göze alan bir savaş örgütü olduğunu iddia eden, bir sınıf partisi olduğunu iddia eden “parti”nin, sırf mücadele hattının güçlendirilmesi adına, neredeyse karşı-devrim ile devrimci durumun ayak seslerinin aynı anda, duyulduğu bir zamanda, karşı-devrimin içinde olan ve Türkiye’nin devriminin karşısına dikilmeye hazırlandığı, daha doğrusu buna hazır olmaya mahkûm olduğu aşikâr olan bir klonlanmış yapının, tümüyle söyleme dayalı “sol” rüzgârından medet ummak; yani bütününden kopup, karşı devrimin içinde olan ve “sol” renklerin tümünü çalmaya çalışan bir yapıya bulaşmak pek akıllıca değildir!

Bu, eninde sonunda, kendi burjuvazileriyle işbirliği yapmış olan 2. Enternasyonal partileri ile ittifak kurmak isteyen ve bunun için direten Bolşeviklerin tutumuna çıkacak olan bir tutumdur!

"Bitirirken arz etmeliyim ki, TKP’li gençlerin, cesaretle bütününden kopmayı göze alıp, işçi sınıfını ve emekçileri, kış uykusu misli olan “demokrasi” illüzyonundan uyandırarak, sosyalist bir iktidarı hedefleyen halkçı temelde bir sosyalist devrim mücadelesi için dizlerinin üzerinden ayağa kaldırmak üzere öne çıkmalarını, aklımdaki tüm soru işaretlerine karşın, bu topraklar ve üzerindeki ezilen ve sömürülen kitleler açısından olumlu bir rüzgâr olarak değerlendirmiştim; en azından böyle ummak istiyordum; ancak, bu açık mektup ile aklımdaki soru işaretleri,işaret olmaktan çıkıp, cevaplarını da içinde taşıyan net sorular haline gelmiştir!"

Bu nedenle öncelikli bulduğum bir iki noktadaki soru işaretlerinin izlerini takip ederek eleştirel bir yaklaşımla oluşturduğum düşüncelerimi aktarmayı, en azından, bünyenizdeki ve dışınızdaki yüzü hâlâ bu toprakların ihtiyacı olan partisine çevrilmiş olan arkadaşlarıma borç bildim ve aktarmış bulunuyorum ki, beni tanıyan arkadaşlarım bilirler, bu mektubum da, tıpkı sizin “açık mektubunuz” gibi, ilk önce tarihe bir nottur ve tarihin mantığı ile çakışıyorsa da, tam tersine, çatışıyorsa da, gelecek kuşaklar için her ikisinin de paha biçilmez dersler taşıyacağına inanarak düştüğüm bir nottur!

Son tahlilde en büyük doğrulayıcı tarihtir ve tarihin mantığına güvenerek, bu notları tarihe kaydetmemin tam zamanı olduğuna inanıyorum!

Fikret Uzun

23 Ağustos 2014

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Nietzsche



NİŞE

Önce bir soru; Sorum iki uca açılıyor; Nietzsche, bir referans noktası mıdır? Ve Nietzsche ihtiyaç mıdır?


İnsana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da, insanın zorunlu geleceğine inanmak demektir. Ahlak ancak burada var olabiliyor; zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.

Ahlak doğuştan gelmiyor, sonradan kazanılıyor ve sonradan kaybediliyor. Önceki ahlakı silip yeni ahlak yazmak başkadır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak anlamındadır ve bu apayrıdır.

Bu anlamda, Marxizmin kurucuları, “Hiçbir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlak diline çevrildiğinde red, inkâr demektir.” derlerken çok doğru söylüyorlardı.

Korku ahlak silicidir. İnsanlık için en büyük korku, ebedi korku, ölüm korkusu’dur; dinler, korkutmaktan
vazgeçmiyorlar. Diktatörler de ölüm korkusunu hep yüksek tutuyorlar. Ahlaksızlığa ihtiyaçları var.

Ahlaklı yaşamak için ölüm korkusunu yenmek şarttır.

Açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu ve giderek ölüm korkusu hep bir ahlak silicisi işlevi görüyorlar.

Ahlaksızlık propagandasının fazlası, insanın alçalmasını reklam etmek ile aynı yerdedir ve buna yozlaşmak demek isabetlidir. Yozlaşmış olan, sürekli olarak alçalmayı seçendir.

Buna en iyi örnek, Kundera’dır; Nietzsche’nin takipçisi, Çekoslovak döküntü Milan Kundera, yaratmaya çalıştığı karakterlerle ve tümüyle yalnızca alçalmayı vaaz ediyordu. Kundera yozlaşmış bir yaratıktır. Bütün yazılarında insanlığın kazanılmış değerlerine karşı bir kemirme stratejisi sürdürmesinin yanında, insanın değerlerini teker teker atmasını istemeyi bir yaşam biçimi yapmak istiyor. Buna “yoz” diyebiliriz.

Dahası var, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden aktarıyorum;”Sabina ihanet düşkünüdür” diye başlıyor ve “ İhanet. Küçük yaştan başlayarak babamız, öğretmenimiz bize ihanetin en alçakça suç olduğunu söyleyip dururlar. Peki, ama nedir, ihanet? İhanet setleri yıkmak demektir. İhanet, setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru alıp başını gitmektir.” Diye yazıyor ve şöyle bitiriyor Kundera: “Sabina bilinmeyene doğru başını alıp gitmekten daha harika bir şey düşünemiyordu.”

Yozlaşmış Kundera, ihanetin bir alçaklık değil, özgürlük olduğunu vaaz ediyor.

Nietzsche, Ecce Homo adlı eserinde şöyle yazıyor; “Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrılmaz güçten. Örneğin kadın öç gücüdür; başkasının acısına duyarlığı gibi bu da zayıflığından gelir.”

Nietzsche, ahlakı, insana karşı geliştirmeye çalışıyor. J.Paul Sartre, Egzistansiyalizmin hümanizm olduğunu ileri sürerken, Nietzsche ile karşılaştırıldığında çok daha haklı görünüyordu; Sartre, mevcut değer levhalarını silmeye kalkmanın ötesinde, yalnızca bağlanmanın akıl dışı olduğunu, anlamsıza bağlanan insan denilen varlığın özgürlüğe ve gelişme yollarına ulaşabileceğini belirtmekle yetiniyor. Sartre, kolektif insana olmasa bile, bireysel insana güveniyor. Fark buradadır.

Nietzsche bir ahlak yazıcısı olmak istiyordu. Bu nedenle ölümü yok etmeye çalıştığını düşünebiliriz. Edebi dönüş ile ölüm korkusunu silmeyi deniyor; ancak insana güvenmiyor. İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor. Ama boşunadır.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, şöyle yazıyordu; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu ve fakat yıkılana kadar geçen zamanda Marx ve Engels’in önermelerinin doğru olduğunu ve hâlâ geçerliğini koruduğunu bütün çıplaklığı ile göstermiş olduğu bir zamanda; Marxizm’in kurucularının, somutun zenginliğinden bulup çıkardıkları gerçeklikleri, bizler maalesef gözümüzün içine girecek denli açıklıkla önümüzde durduğu halde göremiyor ve başka reçeteler aramak için bin bir bahane öne sürüyoruz.

Bu, bizim, hep hatırlattığım gibi, hem sorunumuz ve hem de dramımız oluyor ve hem farkında değiliz ve hem de çözmeyi aklımıza getirmiyoruz.

Bahanelerden biri de, yakın zamana kadar Nietzsche idi - ki hâlâ devam ettiğini görebiliyoruz - ve sık sık internetin bu kalın duvarlarına asar dururduk Nietzsche’nin dediklerini; hâlbuki hâlâ en ileri, en devrimci ve en bilimsel bir teori olmaya devam eden; işçi sınıfının tarihsel görevinin, dünyanın komünist yeniden inşasını gerçekleştirmek olduğunu, dolayısıyla dünyayı değiştirecek ve yalnızca ekonomide ve politikada değil, kültürde de daha ileri gitmeyi sağlayacak toplumsal gücün, insanlığın eksiksiz daha yüksek ahlaki ve estetik değerlere ulaşması için gerekli koşulları yaratan gücün, işçi sınıfında bulunduğunu gösteren
Marksizm’i daha derinlemesine anlamak ve hatta onca zamandır üzerine konulmayan tuğlalardan koymaya çalışmak varken, Nietzsche’den veya aynı türde başka yerlerden medet umarak, buralardan üfürülen kelamları asmakla kendimizi oyalamamız son derece düşündürücü olmalıdır.
Bize, insana en çok yakışan düzenin kurulmasını çabuklaştırmak için Nietzsche’ler değil, Marksizm’i derinlemesine anlamaktır gereken.

Bu gün hâlâ iki felsefenin - İdealist felsefe ve materyalist felsefe - karşıtlığını yaşamakta olduğumuzun açıkça görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz; Dünya hâlâ bu karşıtlığın etrafında dönmekte ve sınıf mücadelesine de bu felsefi karşıtlığın mücadelesi damgasını vurmaya devam etmektedir.

İşte dananın kuyruğunun kopartılmak istendiği nokta tam da burasıdır, yani idealist felsefeyi insanlığın kafasına kakarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar, çünkü idealist felsefe, geriye dönüşü veya geride kalışı savunmanın felsefesidir ki merkezinde din ve sürü var.

İşte bu nedenle sınıf mücadelesi bu gün ideolojik planda şiddetlenmektedir, çünkü idealizmin cenderesine hapsedilmiş kitleler, tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasına bağlanarak edilgenleştirilmişlerdir.

Yine bu nedenle en devrimci işin, en sert ideolojik mücadele ile hücuma geçmek olduğunu öteden beri vurgulamaktayız. Ama kendimizi, elimizde hâlâ en ileri ve devrimci ve de bilimsel teori olduğunu kanıtlayan Marxizm varken, Nietzschelere hapsedersek, bu hücumu gerçekleştiremeyiz, gerçekleştiremiyoruz da, bu ideolojik mücadeleyi veremeyiz ve tekellerin ideolojik hegemonyasını kıramayız, bu da idealizmin dünyayı daha da saracağına işaret olur.

Demek ki, şimdi dünyanın bir aydınlanmaya daha ihtiyacı vardır ki, aydınlanma demek despotik aydınlanmacılara ihtiyaç var demektir, o da işçi sınıfının tarihsel görevini ve bu görevini sonuna kadar götürmek ve tamamlamak için ihtiyacı olan iradeyi öne çıkarmaktadır.

Öyleyse hatırlamak gerek;

Teolojik akıl düzeni de bir akıl düzenidir.

Aydınlanma ise, bir akıl düzenini ret etmekle bir yenisine geçiştir. Tüm aydınlanmaların başlangıcında ret var. Gerçekleştirilmesi mutlaka şiddet ile oluyor. Şiddet sadece süreyi kısaltmıyor; aklın frenlerini de kırıyor.

Kant, akıl düzleminde, bir isyan başlangıcıdır. Hegel, Kant’ın isyanını mutlaklaştırarak söndüren Alman’dır. Marx, yeni teknolojinin hızla egemenlik kurduğu bir zamandaki aydınlanmacıdır.

Eleştiri küçük bir isyandır.

Felsefe dinden doğuyor ve bütün doğumlar gibi, bir ölümcül savaş sonrasında nitelik değiştiriyor.

Felsefe doğumuna düşmandır.

Marx ve Engels, daha çok Alman Felsefe’sinden besleniyorlar. Alman felsefesini en iyi kodifiye eden Kant, tam bir aydınlanmacıdır; aydınlanma, sonsuz eleştiriye dayanıyor. Kant’ın bütün önemli çalışmaları,”eleştiri” başlığını taşıyor ve Marx’ın en önemli çalışmalarının ya başlığında ya da alt başlığında eleştiri yer alıyor.

Ütopya, aklın, toplumsal-egemen duvarlarını yıkabilmektir.

Fransa’da 14. Louis, İngiltere’de 8. Henry, toplumsal hayallerin önündeki yüksek duvarları yıkabilen tarihin kaydettiği önemli despotturlar. Böylece büyük aydınlanmanın kapılarını açmış oluyorlar.

Bununla birlikte, bunlardan 8. Henry, ütopya sözcüğünü de yaratan ilk büyük ütopyacı Thomas Moore’u idam etmiştir. Bu şaşırtıcıdır ancak daha sonra, tarihin kaydettiği en önemli aydınlanmacıların hepsinin aynı zamanda despot olmaları şaşırtıcı değildir. Eski aklın duvarları güçlü ve yüksek ise, bu var olan aydının düzeninden bağnaz ölçüde hoşnut olması demektir, aydınlanmacı despotik yollara başvurmak zorundadır. Başvurduğunu biliyoruz.

Açıkça görülüyor; her aydınlanma, bir aydınlar iç savaşıdır. Ölümlüdür.

Demek ki, ihtiyaç despot aydınlanmacılarda ise; ama bu gün despotlardan aydınlanmacı olmalarını beklemek ham hayal ise, kilise ve camilerden böyle aydınlıkçıların çıkması da pek zor ise, öyleyse iş gene işçi sınıfına kalmaktadır.
Öte yandan, Marxizm-Leninizm’in kurucuları, bunu da bizim önümüze teorik olarak koymuş, hatta Lenin ve Sovyet komünistleri bunu reel hale getirerek, olmazsa olmazını bütün dünyaya göstermiştir.

Burada, Marx ve Engels'in, aydınlanmanın yalnızca toplumsal düşüncedeki bir hareket olmadığını, büyük Fransız Devriminin öngünlerinde, feodal mutlakıyetçiliğe karşı savaşmak için ayaklanan ilerici burjuvazinin çıkarlarının ideolojik bir ifadesi de olduğunu gösterdiklerini hatırlatmak isterim.

Felsefenin temel konusu, doğru bilgi edinmedir. Ancak Nietzsche’nin ilgisi bu alanda değildir, onun ağırlığı, insan üzerine düşünmektedir. Ancak en çok insan üzerine düşünen ve belki de sadece insan üzerine düşünen Nietzsche’nin insana güvenmediğini görüyoruz. Dolayısıyla ilerlemeye de inanmamaktadır. Çünkü insana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir.

Bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof demek mümkün değildir; diğer taraftan, bilme ile ilgilenmek, bilebilecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Buradan hareketle, felsefenin insan ile ilgilenmesinin türetilmiş bir merak olduğunu söylemek doğru olur; dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık, insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamaya çalışmak, insan’ı anlamaksızın mümkün olmamaktadır.

Nietzsche, şöyle yazıyordu Deccal’inde; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Bunu kısaca şöyle anlamak mümkündür; Nietzsche, Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor ( 1844-1900) ve tekellerin, bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyor, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan “ arıyor. Nietzsche, Parmanides’in karşıtı, Herakleitos’a hayranlığını öne çıkarmaktadır.

Şöyle diyor,“Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yok, oluşun, yok edişin olumlaması ki, Dion-yosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır,- karşıtlıklara, savaşa ve ‘varlık’ kavramını kökünden yadsıyarak – oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünenler içinde bana en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. ‘Bengi dönüş’ öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek her şeyin durmadan yok olup yeniden doğması, Zerdüştün bu öğretisi daha o zamanda Herakleitos’ça öğretilmiş olabilirdi.” Nietzsche-Ecce Homo

Bir Nietzsche takipçisi olan Kundera da “bengi hafiflik” öğretisini savunmaktadır. İnsanlara bitkisel hayatı öneriyor.

Ancak Engels, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, bitkisel yaşamın resmini şöyle çiziyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

Engels, Anti-Dühring adlı yapıtında şöyle yazıyor; “iyi ve kötü kavramları, ulustan ulusa ve dönemden döneme o kadar çok değişiyor ki, genellikle birbiriyle tümden çelişir duruma geliyor. İnsanlar ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler.”

Marx ise, “…Stirner hep yapıyor, hâlbuki komünistler hiç ahlak vaaz etmezler. İnsanların önüne ‘birbirinizi sevin’ , ‘egoist olmayın’ türünden ahlaki talep koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur” diye yazıyor.

Bize Nietzsche’ler değil, Marx ve Engels’ler gerekiyor ve yetiyor diyorum. Marx ve Engels’in kurduğu Marxizm’e tuğla koyacak olanlara da razıyız ama Nietzsche’leri beklemiyoruz, takipçileri Kundera gibilerdir ki, “büyük yürüyüş” olarak tabir ettiği sosyalizm mücadelesini “kitsch” yapan, büyük anayurt savunmasında Hitler faşizminin işkencelerinde öldürülen Stalin’in oğlunun cesedini “kitsch” ile tartıp, kitschin daha ağır geldiğini ifade eden ve bir süre önce kısa bir eleştirisini yaptığım Çekoslavakya kaçkını Çekoslavaktır, onları hiç istemiyoruz.

Nietzsche’yi referans noktası yapmanın yanlışlığını göstermeye çalışmamın da anlaşılmasını ve bu gün, tekellerin ideolojik hegemonyasına yenik düştüğümüz koşullarda, anlamak da, anlatmak da dibe vurmuş durumda iken, üstüne üstlük sürekli olarak,”yorum” dan çok “değiştirmek” eyleminden söz edilirken, birimizin anlatamadığını, diğerimizin anlamak için, birimizin anlayamadığını diğerimizin tekrar tekrar anlatmak için sabır ve kararlılık göstermesi son derece önemlidir. Bunca cümleyi, karşılıklı olarak bu sabrı göstereceğimize inanarak alt alta dizdim. Yüklendiğimize inandığım sorumluluk gereğidir diye düşünüyorum.

Öte yandan Nietszce'nin kayda değer söylemleri elbette olabilir bu normal ancak bir bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı göstermektedir. Nietzcsche aklı zaten geriletilmiş ve illuzyonda yaşayan ama bir şekilde aydınlanmaya susuz olanlar için tam bir zehirdir. İlluzyonda yaşamaya alışan insanı bozuyor, daha doğrusu aklını bozuyor ve dünyanın bütün sorunlarının müsebbibi olarak düşündürtüyor, düşündürtmese bile hissettiriyor. Oysa asıl müsebbiplerden kurtulmak için onların teşhir edilmesi ve insanın kendine yönelttiği öfkeyi onlara çevirmesi gerekmektedir. Ancak “Nişe”lerden çıkamazsak bu mümkün olmuyor. Bu anlamda tartışmak için bir forum ortamı doğmasının mümkün olmadığını söylemeye çalışıyorum. Beni saymayın, ben her zaman aykırıyım, her şeyin olumsuzunu da düşünmek bende ilke olmuş ve olumlunun böylece sağlamasını da yapmış oluyorum. Ama pek çok, olumsuzu ortaya çıkarmış oluyor, deşifre etmiş oluyorum. İşte bu nedenle daha önce de Mevlana ya da Yunus Emre üzerinden aynı çıkışı yaptığımı hatırlıyorum.

Ancak görüyorum, Mevlana’yı öne çıkarmaktan vazgeçmiyorsunuz. Bu Mevlana’dan neden vazgeçmiyorsunuz anlamında değildir. Yani Mevlana’dan vazgeçmeyebilirsiniz ancak "Din Afyondur" sözüne bağlı kalarak, Mevlana'da kalmak mümkün değildir. Tersi de doğrudur, Mevlana’da ya da Yunus Emre'de kalarak o sözü sahiplenmenin bir anlamı yoktur. Kaldı ki, dinin o sözdeki afyondan daha fazlası olduğuna inanıyorum. Mevlana hem o Afyon'un içindedir, hem de fazlası içindedir.

Ve burada, eninde sonunda bizler de birer aydın olduğumuza göre, "Ben benim, kime ne" uymuyor. Elbette biz biziz ama bizim biz olmamız, başkaları için modeldir ve bu başka modellerle bulanıklaştırılırsa model eninde sonunda başka modeller olur.

İşte vurgum buradadır ve ileri gitmeyi, istemesem de rahatsız etmeyi göze alarak böyle ince konularda öne çıkmaktan çekinmiyorum ve biliyorum, çok düşman kazanıyorum ama bir o kadar da soru işareti bırakıyorum. Önemli olan budur.

Felsefe, Kuşku ile yürüyüp, mutlak olanı bulma işidir. Felsefe, bir boşlukta sonsuza doğru yürüyerek bilgiye ulaşma serüvenidir.

Felsefe de bir çözme, bir negation’dur. Doğa’nın negation’u, felsefenin ön tarihidir. Felsefe bu ön tarihin, ön hazırlığın, üzerine geliyor.

Kant, felsefesinin başlangıç noktasını, varlığın niteliği sorununun, bilginin niteliği sorununa dönüşünde buluyor.

Hegel, felsefesinin rüştünü, “niçin düşünce”, düşüncenin nasıl olduğu sorunsalında görüyor.

İnsanoğlunun arayışı, bilmenin ne olduğunun cevabını bulma yönündedir, insan böyle ilerliyor.

En mutlak olan, eninde sonunda ve mutlaka bilgidir, mutlaklığı ise görecedir.

Bilgiyi kilisenin veya din adamlarının egemenliğinde bırakarak, toprağı asillerin hükümranlığından çıkarmak ve böylece ulusallaştırmak mümkün değildir. Savaş iç içedir. Batı’da, İslam dâhil, Doğu’ya sınırlı kalan dinlerde de, ruhban sınıfının üst tepeleri asildirler; Avrupa’da kilise her zaman en büyük ve en güçlü feodaliteyi meydana getiriyor.

Feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş, aynı zamanda laik savaştır. Batı’da mülkiyetin biçim değiştirme savaşı bitince laisizm de gücünü yitirmeye başlıyor; aydınlanmış Avrupa, yoğun bir dinsellik tutkusuna bağlanıyor. Bugün emperyalist dünyada öne çıkan budur.

Öyleyse, Laisizm, bir savaş ve aynı zamanda bir güç çözme işidir. Laisizm, bir iktidar kavgasıdır. Bir politik mücadele anlamına geliyor.

“Nişe”lerle daha doğrusu “Nişe”lerin model yapılmaya çalışılması ile mücadele de bunun içindedir. Mevlanacılık ile mücadele de aynı yerdedir.

İşte Türkiye'de Laisizm'den uzaklaşmak, Laisizmi bulandırarak olmuştur ve aydınlanmanın yerine karanlığın yerleştirilmesi bu şekilde kolaylaştırılmış ve hatta hala daha fazla aydınlanıldığı illuzyonu içindeyiz. Neden mi, öne çıkartılan modellere ve bu konuda üzerine düşeni yapan "öğretilmiş düşünce" taşıyanlar yüzünden. Hassasiyetim bundandır

İnsanın düşüncesini belirleyen onun maddi yaşamıdır, dolayısıyla maddi varlığıdır. Öyleyse söz ile insanın kişiliği arasında diyalektik bir köprü vardır. Ama insanın kişiliğini söz belirlemez, o sözü insanın maddi yaşamı gereği varlığına içerilmiş kişiliği belirler.

"Sözü ile özü bir olmak" veya "olmamak" veyahut,"özde değil sözde" özdeyişleri bunun için olsa gerek.

Diğer yandan söz kulağa hoş gelebilir ve ama özü vermeyebilir ve söz konusu "söz" deki bağımsızlık ise, onu söyleyenden ayırırsak yani, bu yanlış olsa da, söz yani düşünce maddenin önüne geçmiş olur. Oysa biz biliyoruz ki, görünen ile öz aynı değildir ve öyle olsaydı bilime gerek kalmazdı tek söz gerçeği ortaya çıkarmakta yeterli olurdu.

Ve ayrıca, illa ki söz üzerinde duracaksak, söyledim, bunun için Nietzsche'lere gerek yok ama bilimsel bilgiye ulaştıracak çok daha öz ile görüneni birbirinin üstüne koyan sözler ve sahipleri var.

Ve bir zehri sadece ve sadece zehrin ana maddesi teşkil etmiyor, zehir, mutlaka ve mutlaka o zehirden tamamen ayrı ve zehir içermeyen bir madde içinde taşınıyor ve şırınga ediliyor. Ve hatta her zaman ambalajında zehir olduğu yazmıyor.

Ancak buna karşın, Nietzsche'nin bu sözü de öze dair değildir. Hayır! Bin kere hayır! Siz ve ben değiliz onun katili! Onun katili tek başına, soyut olarak, her şeyden bağımsız düzen de değil. Onun katili, tamı tamına emperyalist kapitalizmin, insanı insanlığından çıkaran, kendine yabancılaştıran, bunu fark etmesinin önünü tıkayan bir avuç sömürgen ve çok önce insanlıktan çıkmış, belki de hiç insan olamamış kapitalist sınıf ve onunla bin bir bağ ile bağlı yardakçılarıdır. Öz budur ve bu özü unutursak, sorumluluğu bütün insanlara yayarız ve onlara hiçbir şey bırakmayız. Nietzsche'nin bu sözü de, Deccal’inde yazdığı ; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.” sözü ile birdir. Nietzsche, tekellerin bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyordu, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Hepsi budur, ne söylerse söylesin, kulağa hangisi hoş gelirse gelsin bu öz değişmez.

Önce bir ansiklopedik alıntı ( Felsefe Ansiklopedisi –Düşünürler Bölümü- Orhan Hançerlioğlu- 1985 –Remzi Kitabevi.);

“ …İsviçre’nin Basel Üniversite’sinde10 yıl kadar filoloji profesörlüğü de yapan Nietszche, deliliği oranında ünlü, gericiliği oranında kendini aydın geçinenlere yutturmuş, bilimdışılığı oranında bilimci görünmüş, metafizik düşçülüğü oranında metafiziğe karşıt sayılmış, ahmaklıkla niteledikleri tarafından alkışlanarak, bir ölçüde haklı olduğunu tanıtlamış 19.yüzyıl sonlarındaki burjuva düşüncesinin çöküntüsünü gereği gibi temsil etmiş örnek tiplerden biridir. Usa karşı iradeyi çıkaran öğretisi, halk yığınlarından tiksinmenin ideolojisini sergiler. ‘Ahmaklar sürüsü’ olarak nitelediği halkı yönetmek için antidemokratik ilkeler ileri sürerek, faşizm ve Nazizm gibi ünlü canavarlıkların temelini atar. Ortaya attığı ‘insanüstü’ varsayımıyla ahlakı ikiye ayırır, halk için uygun gördüğü köle ahlak’ına egemenler için uygun gördüğü efendi ahlakını karşı çıkarır. Türkiye’de de çeşitli övgülerle yapılan çevirilerinden biri olan ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘ da şöyle der; ‘Erdemlerin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz edenler, bütün erdemleri uyumaya gönderin… En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana şu sırrını verdi; bak ben daima yenmek zorunda olanım… Erdem dedikleri, gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar, ömürlerinde bir kez sert konuşacak olsalar, ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar, üç büyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar, sağlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar şimdiyi geleceğe bağlayan köprülerdir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi. Parçalayın insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Kardeşlerim şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuş, oysa hiçbir şey bilinmemiştir. ‘Çalmamalısınız’ , ‘öldürmemelisiniz ‘ sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözlerin karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız.’
İşte Nietszche’nin ahlakı böylesine bir ahlaktır; insanlara çalmayı çırpmayı ve öldürmeyi öğütlemektedir. 19.yüzyıl kapitalizminin emperyalizme dönüştüğü son döneminde, yayılımcı ülkeler de böyle bir öğüt beklemekte idiler. Emperyalistlerin isteğine uygun olarak, Nişeye göre, kölelik, kültürün ve sömürü ise, yaşayan her şeyin özüdür. Toplumsal gelişmenin özü ise, irade gücü adını verdiği var olma savaşıdır. Ona göre, bilimsel ilerleme yoktur ve olanaksızdır, bilim daima bir kısır döngü içindeydi ve öyle kalacaktır…”

Burada Nietzsche’yi Marx’ın yanına mı koyuyor anlamadım ama Marx’ın düşüncesi ile de bir paralellik kurduğu anlaşılıyor. Bu yanlıştır ve devamında söylediği ise, tamamen yanlıştır; “Nietzsche’nin Sartre ile karşılaştırılmasının materyalistin değil, filozofun işi olduğunu” söylerken, yanlışı iki yönlüdür; birincisi Sartre ile karşılaştırılmasının materyalistin işi olmadığı çıkarımı; ikincisi ise materyalizmi felsefeden ayrı tutmasıdır ki, bu çok daha yanlıştır.

Materyalizm, tamı tamına bir felsefedir ve oysa Sartre gibi, Nietzsche’nin de kurucularından olduğu Egzistansiyalizm bir felsefe değildir ve Sartre’ı da, Nietzsche’yi de filozof sayamayız. Şu nedenle; felsefenin, bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilendiğini biliyoruz.

Egzistansiyalizm ise, eninde sonunda, bir ölüm korkusuyla “insan”ın içini boşaltıp, bir varlık’a indirgedikten sonra, insanı kendi varlık’ına bağlayarak özgürleştirmek isteyen bir yoldur ; burada özü silinmiş ve yalnızca varlık’a indirgenmiş insan, bir anlamsızlığa bağlanarak hareket edebiliyor; bu bir ahlak’tır.

Bununla birlikte bilme ile ilgilenmek, bilinecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamak, insan üzerinde çalışmadan mümkün olmuyor.

Kant, felsefesinin başlangıç noktasını, varlığın niteliği sorununun, bilginin niteliği sorununa dönüşünde buluyor.

Hegel, felsefesinin rüştünü, “niçin düşünce”, düşüncenin nasıl olduğu sorunsalında görüyor.

İnsanoğlunun arayışı, bilmenin ne olduğunun cevabını bulma yönündedir, insan böyle ilerliyor.

Felsefe dinden doğuyor ve bütün doğumlar gibi, bir ölümcül savaş sonrasında nitelik değiştiriyor.

Materyalizm, bir bilme yolu ve bir bilimsel bilgi kaynağıdır. Bir felsefedir diyoruz.

Marx ve Engels, daha çok Alman Felsefe’sinden besleniyorlar. Bu beslenmede Nietzsche’yi göremeyiz. Alman felsefesini en iyi kodifiye eden Kant, tam bir aydınlanmacıdır; aydınlanma, sonsuz eleştiriye dayanıyor. Kant’ın bütün önemli çalışmaları,”eleştiri” başlığını taşıyor ve Marx’ın en önemli çalışmalarının ya başlığında ya da alt başlığında eleştiri yer alıyor.

Kant, akıl düzleminde, bir isyan başlangıcıdır. Hegel, Kant’ın isyanını mutlaklaştırarak söndüren Alman’dır. Marx, yeni teknolojinin hızla egemenlik kurduğu bir zamandaki aydınlanmacıdır.

Marx, Felsefi araştırmanın ilk gereği bir cüretli, özgür kafadır.” Diyordu. Ve bu Nietzsche’de ilk gereklilik olarak var, görülüyor. Cüretli ve sınır tanımayan bir kafası olduğu kesin. Fakat Nietzsche, felsefenin temel ve tek konusu olan, doğru bilgi edinmenin dinamiğiyle hiç ama hiç ilgilenmemişti; sistematik olmaktan çok uzak, bir sanatçı sezgisiyle, insan üzerine düşünen belki de bir dehadır. Bu kadardır.

Nietzsche bir deha olabilir ancak ilerlemeye ve dolayısıyla insana inanmayan bir dehadır ve filozof sayamıyoruz.

Deccal’inde yazdıkları bunu açık olarak gösteriyor; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”
Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşayan Nietzsche, ( 1844-1900) tekellerin, bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyor, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan” arıyor.

“Nişe” budur ve benim öne çıkardığım da burasıdır. Yoksa ben ne Egzistansiyalizmi, ne de Nietzsche’nin dehasını mıncıklıyorum.

Buna karşın, Nietzsche’nin bir ahlak yazıcısı, bir ahlak koyucusu olduğunu vurguluyorum ve Egzistansiyalizmi de bir ahlak yazımı sayabiliriz diyorum; Sartre, var olan ahlakı bir düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için, savaştan doğan ölüm korkusuna bağlıyordu. Camus’de, Egzistansiyalizmi, Yabancı’da ve Veba’da hep ölüm olgusu çerçevesinde kurmak zorunluluğunu duyuyor; sanki var olan ahlakı silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkündür.

Ve biz yine biliyoruz ki, korku bir ahlak silicidir. Ve öyleyse korku en büyük ahlaksızlık üreticisidir. İnsanlık için en büyük korku ölüm korkusudur; Dinler, ölüm korkusunu yaymaktan vazgeçmiyorlar. Diktatörler de bir ölüm korkusu yayıcısıdır. Ahlaksızlık ihtiyaçlarıdır.

Öyleyse ahlaklı yaşamak için ölüm korkusunu yenmek gerekiyor.

İşte Sartre buradadır, var olan ahlakı, bir düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için, savaştan doğan ölüm korkusuna bağlıyordu. Camus’de, Egzistansiyalizmi, Yabancı’da ve Veba’da hep ölüm olgusu çerçevesinde kurmak zorunluluğunu duyuyor; Albert Camus’e göre, sanki var olan ahlakı silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkündür.

Nietzsche de bir ahlak yazıcısı olmak istiyordu. Bu nedenle ölümü yok etmeye çalıştığını düşünebiliriz. Edebi dönüş ile ölüm korkusunu silmeyi deniyor; ancak insana güvenmiyor. İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor. Ama boşunadır.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, şöyle yazıyordu; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

İnsana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da, insanın zorunlu geleceğine inanmak demektir. Ahlak ancak burada var olabiliyor. Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.

Nietszche’nin ahlak koyuculuğu, insana karşıdır. Bu görülüyor.

Diğer yandan ahlak doğuştan gelmiyor, sonradan kazanılıyor ve sonradan kaybediliyor. Önceki ahlakı silip yeni ahlak yazmak başkadır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak anlamındadır ve bu apayrıdır.

Bu anlamda, Marxizmin kurucuları, “Hiçbir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlak diline çevrildiğinde ret, inkâr demektir.” derlerken çok doğru söylüyorlardı.

Nişe’yi referans noktası olarak almak ve “önemi”ni vurgulayarak bir ihtiyaç saydığımızı kabul etmek; insanlığın önüne ilerlemeye karşı gerilemeyi referans noktası ve bir ihtiyaç olarak koymak demektir. Bunun, bugünkü tarihsel koşullarda ilerlemenin ayaklarına vurulan bir zincir olduğunu söylüyorum. Bu anlamda da Nietsche’leri değil, Marxist felsefeyi model olarak öne çıkarmak gerektiğine vurgu yapıyorum.
Bu anlamda hala en ileri ve bilimsel ve aynı tonda devrimci bir teori olan Marxizmi referans noktası ve hala ihtiyaç olarak öne çıkartıyorum ki Marxist felsefe, Diyalektik ve tarihsel materyalizmdir. Bugün insanoğlunun ihtiyacı buradadır ve bu ihtiyacı karşılayacak olan bu referans noktasının önüne “Nişe”leri koymak demek, atın önüne arabayı koşmak demektir.

Ben bunu diyorum ve Dolayısıyla Nietzscheler, insanı yok sayan ve tamamen yok olmasına muhtaç olan tekeller için bir modelken, Marxizm insanlık ve insanlığın ilerlemesi için bir modeldir diyorum.


Bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof denemez. Bununla birlikte bilme ile ilgilenmek, bilinecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamak, insan üzerinde çalışmadan mümkün olmuyor.
Gelelim kimilerinin “Nietzsche'nin matem özü”nün, “pratik eksikliği kavraması olarak” tam Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’sının giriş bölümünün sonundaki bir ifadesinde yattığını iddia ederek Marx ile paralellik kurmasına;
Bu yaklaşım, oldukça ilginç ve üstelik bir açıklama gerektiriyor, yani bu paralelliği biraz daha açmak gerekiyor. Nietszche’nin düşüncesi ile özdeşleştirmeyi kabul edersek, Engels’in, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, işçilerin bitkisel yaşamının resmini çizişini de aynı yere koymak gerekmektedir.

Engels, şöyle yazıyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

Bunlar, Engels’in tespitleridir ve aynı ifade de bu durumun insanoğluna yakışmadığını işaret etmeyi ihmal etmiyor, Nietszche’nin yaptığı ise bir güvensizliğin ve tiksinmenin ifadesidir.
Aradaki fark ancak zıtlık olarak ifade edilebilir.
Marx’ın Katkı’daki ifadesi de tamı tamına bir tespittir ve ilerlemeye içerilmiş diyalektiği anlatıyor. İçinde “insan “teorisine girişin başlangıcı var. Oysa bu Nietszche’nin çok uzağındadır, Nietszche ilerlemeye ve insana güvenmiyor ve bu tespitimiz kendi sözlerine dayanıyor.

Ve İdealistlerin de benzerlik kurduğu nokta tam burasıdır.

“Almanya'nın pratik içinde olanaklı tek kurtuluşunu, insanın en üstün özünün insan olduğunu ilan eden teorinin açısından kurtuluşu oluşturuyor. Almanya'da orta çağdan kurtulmak, eğer aynı zamanda orta çağın kısmi aşılmalarından da kurtulunursa olanaklı görünüyor. Almanya'da hiçbir kölelik biçimi tüm kölelik biçimi paramparça edilmeden sona erdirilemiyor. Olayların derinlerine inen Almanya, tepeden tırnağa devrim yapmaksızın devrim yapamıyor. Almanın kurtuluşu, insanın kurtuluşu anlamına geliyor. Bu kurtuluşun başını felsefe, kalbini, proletarya oluşturuyor. Felsefe proletarya ortadan kalkmadan kendini gerçekleştiremiyor, proletarya felsefe gerçekleşmeden kendini ortadan kaldıramıyor.
Bütün koşullar yerine geleceği zaman, alman diriliş gününün galya horozunun tiz ötüşü ile haber verilmesi gerekiyor.”

Ancak bu ifade, oraya kadar anlatılanlar ile erişilen sonucun bir özetidir, yani oraya kadar anlatılanların bir özeti oluyor.

Yani bu alıntı ile Marx’ın “Katkı” nın girişinde yazdıklarını tam olarak anlamak mümkün değildir. Öyle olsaydı zaten Marx, sadece bu sonucu yazar ve geçerdi.

Demek ki, açıklık şarttır. Ancak hep olduğu gibi, egemen sınıf için gerekli olan modelin yükseltilebilmesi açıklıkla mümkün olmuyor.

Aynı yerde daha önceki paragraflarda, “Öyleyse alman kurtuluşunun olumlu olanağı nerede yatıyor? “Sorusu ve altında cevabı var; cevap oldukça uzundur ve benim kullandığım ve sürekli eleştiri aldığım uzun cümlelerdendir. Ancak aktarmam gerekiyor ve şöyle;
“Yanıt: radikal zincirlere vurulmuş bir sınıfın, bir burjuva-sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, bütün toplumsal sınıfların yıkılmasını oluşturan bir toplumsal sınıfın, acılarının evrenselliği ile evrensel bir niteliğe sahip bulunan ve özel bir haksızlığa değil ama haksızlığın kendisine uğratıldığı için özel hak istemeyen, artık tarihsel bir nitelikle değil ama yalnızca insanal nitelikle övünen, Alman siyasal rejiminin salt sonuçlan ile değil ama tüm ön koşulları ile de çelişen bir alanın, son olarak kendini toplumun bütün öteki alanlarından kurtarmadan ve dolayısıyla toplumun bütün öteki alanlarını kurtarmadan kendini kurtaramayan, kısacası, insanın bütünsel yitimi olan ve öyleyse insanın bütünsel bir yeniden fethi olmadıkça kendini yeniden fethedemeyen bir alanın oluşmasında yatıyor.”
Bu uzun, kesintisiz cümleden sonra Marx, “Toplumun özel bir sınıf içinde gerçekleşen bu yıkımını, proletaryanın oluşturduğunu” vurgulayarak devam ediyor. Ve şöyle yazıyor;
“Sınaî gelişmenin ilk adımlarını atması sayesinde, Almanya'da proletarya ancak oluşmaya başlıyor; çünkü proletaryayı, hiç kuşku yok ki Germano-Hıristiyan toplumun doğal olarak yoksul olan yoksulları ile serflerinin de yavaş yavaş onun saflarına katılmasına rağmen, doğal nedenlerden kaynaklanan yoksulluk değil ama yapay olarak üretilen yoksulluk, toplumsal sınıfların toplumun ağırlığı ile mekanik olarak yol açılan ezilmesi değil ama toplumun hoyrat yıkımından ve en başta da orta katmanların yıkılmasından gelen insanal yığın oluşturuyor.
Dünyanın eski düzeninin yıkılışını bildirirken proletarya, kendi öz varoluşunun gizini açıklamaktan başka bir şey yapmıyor, çünkü o bu düzenin edimsel yıkılışını oluşturuyor.
Özel mülkiyetin olumsuzlanmasını isterken proletarya, toplumun olumsuz sonucu olduğu için, kendisi hiçbir çaba göstermeksizin kişileştirdiği şeyi, toplumun onun için ilke olarak koyduğu şeyi, toplumun ilkesi durumuna yükseltmekten başka bir şey yapmıyor.
O zaman proleter, gelecekteki dünyaya göre, halkın kendi halkı, atın kendi atı olduğunu söyleyen Alman kralının var olan dünyaya göre sahip olduğu hakkın tıpkısına sahip bulunuyor. Kral, halkın kendi özel mülkü olduğunu bildirirken özel mülk sahibinin kral olduğunu dile getirmekten başka bir şey yapmıyor.
Felsefenin proletaryada kendi özdeksel silahlarını bulması gibi, proletarya da felsefede kendi anlıksal (zihinsel) silahlarını buluyor ve düşüncenin yıldırımı bu erden halk toprağını özüne değin çarpar çarpmaz, Almanları insan durumuna getirecek olan kurtuluşun da gerçekleşmesi gerekiyor.”
Başka bir yerde ise şöyle yazıyor;
“Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın gerçeğini ortaya koymak oluyor. İnsanın özyabancılaşmasının (kendi kendine yabancılaşmasının) kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki özyabancılaşmayı da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşüyor.”
Ki bu da, daha yukarda yazılanların, yani;
“Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz hakiki gerçekliğe sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım vermek, dolaylı olarak dinin tinsel aramasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek anlamına geliyor.
Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.
Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aynasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.
Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor. ” ifadelerinin bir özetidir.
Buradan insanal öz hakiki gerçekliğe sahip bulunmuyor ( the human Essence has no true reality). İfadesi yer alıyor; Çok açık, insan özünün asıl, hep aslına uygun, doğru, tartışmasız bir gerçekliği olmadığını anlatıyor.
Bir yıl sonra yazılan Feuerbach Üzerine Tezler, bu anlamayı pekiştiriyor; Marx,“Feuerbach, dinsel özü, insan özüne dönüştürüyor” dedikten sonra, “ancak insan özü, her tekil bireyin bir parçası bir soyutlama değildir” diye sürdürüyor. “Kendi gerçekliğinde, toplumsal ilişkilerin toplam sonucudur.” Marx böyle bitiriyor.
İşte, bu, insanın aslına uygun ve değişmeyen, hakiki bir özünün olmadığı önermesi, insan teorisinin başlangıç noktası oluyor.
Diğer yandan, komünizmi, pratik hümanizmin yeniden gelişi saymak mümkünse, modern komünizmin kurucuları’nın insan sevgisinden kuşku duymamak gerekiyor; ancak böyle olmakla birlikte daha önce de hatırlattım, Engels, “İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında, burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde, insandan daha çok bitkisel hayat yaşayan canlılar görüyor. Ancak bu durumun insanoğluna yakışmadığını işaret etmeyi ihmal etmiyor.
Peki, buradan bir soru doğuyor, bugünün insanına insan denilebilir mi?
Sürekliliğini yitirmiş, korkak, ürkek, edilgen, güvensiz, sevemeyen bu yaratıklara insan denilebilir mi?
Soruyu ilerletelim; bunlar rekabetçi kapitalizmin insanı mıdır yoksa feodal düzenin sürülerine mi yakındırlar; bu bir liyakattan çok düzene biat etmenin öne çıktığı insan denilen varlıkların, insansızlığın anlatımı olduğunu varsayabilir miyiz?
Burjuvazinin yükseliş döneminde, insan teorisinde, temel çizgilerden birisi güvendir. Bugün ise temel renk güvensizlik oluyor.
Rekabetçi kapitalizmde temel ilke, liyakat oluyor; verimli iş yapabilme yeteneği, temel seçim ölçütüdür. Şimdi ise temel ölçü, hem de “hukuk”,”ekonomi”, ve “ahlak” cephelerinde, ”biat etmek” ya da “adamı olmak” oluyor.
Böyle olunca da insan daha asalak, çok daha az becerili, duygusuz, güvensiz ve ufuksuz yaratığa dönüşüyor.
Bu bir sonuçtur ve buraya gelene kadar insanın üzerinde egemen düzlemin dönüştürücü etkisi var. Bu etki, tekeller için gerekli olan ve Nietszche’nin de fark ettiği insanı sürüye dönüştürme çabasının içinde olan korku en başta geliyor. Allah korkusu bir yanda, diktatör korkusu öbür yandadır.
Tekelci düzen, insanın kaderinin elinde olmadığını yaymaya dayanıyor; Medya ve basının tekelleşmesi ve düzenle bütünleşmesi sonucunda, insanı edilgen hale getirmek hem daha kolaylaşıyor ve hem de daha büyük bir yoğunlukla uygulanabiliyor.
Nietszche’lerin model olarak sürülmesi bunun içindedir.
Tekelci düzen, sürekli baskı ve sürekli korkudur. Böylece insan küçültülüyor. Bugün insan halinden köle haline geçişi yaşadığımız artık daha açıklıkla görülüyor.
Öyleyse ve özellikle sosyalizmin çözülüşünden sonra, tekelci düzende, insan, çok daha fazla epistemolojik bir yaratık haline gelmiştir. İnsan teorisi artık önemli ölçüde bilgi teorisidir. Dolayısıyla insanoğlu, felsefeye dünden daha çok muhtaçtır. Ve felsefenin düşüncede eylemlilik olduğu bilgisinden hareketle; insanların küçültüldükçe küçültüldüğü bu günkü dünyada, yaşamın, aynı anlama gelmek üzere, eylemli olmanın, felsefe ile iç içe olmayı gerektirdiğini kabul etmek gerekmektedir.
Demek ki, Marx tarafından burjuvazinin çocukluk dönemi olarak adlandırılan 15. ile 17.yüzyıllar arasında çıkan “yeni insan” ın; Erasmuslar, Martin Lutherler, Galileolar, Newtonlar, ütopyacıların; feodal uygarlığın sonlarına doğru, burjuvazinin çocukluk döneminde, ilk ve mükemmel örneklerini ortaya çıkaran “yeni insan”ın (bunun neresi yeni insandır sorusu ayrıdır ve hak ediyor) yerini, kaynaşmış köle halinin örtüsü olarak, ekonomik olarak kendisini sürdürme ve gerçekleştirme ödevi içerilmiş, kendiliğinden ve bilinçsiz köleye bırakmıştır.
Bütün bunlar, insanın aslına uygun ve değişmeyen, hakiki bir özünün olmadığı önermesini doğruluyor. Ama Nietszche’leri doğrulamıyor.
Ve Nietszche’ler, model olarak yüksek tutuldukça, yine yeniden ve daha “yeni insan”a ulaşmak o denli zorlaşıyor. Zorlaştırılıyor.
Ve işte aslında, Marx’ın, “Hegel’in Hukuk Felsefesini Eleştirisine Katkı” da ifade ettikleri ve sonuç bölümünde özetledikleri bütün bunları anlatıyor ve özellikle de, bugün insanoğlunun, felsefeye dünden daha çok muhtaç olduğunu ve felsefenin düşüncede eylemlilik olduğu bilgisinden hareketle; insanların küçültüldükçe küçültüldüğü bu günkü dünyada, yaşamın, aynı anlama gelmek üzere, eylemli olmanın, felsefe ile iç içe olmayı gerektirdiğini kabul etmek gerektiği gerçeğini doğruluyor.

“Nişe”, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında, "’Erdemlerin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz edenler, bütün erdemleri uyumaya gönderin… En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana şu sırrını verdi; bak ben daima yenmek zorunda olanım… Erdem dedikleri, gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar, ömürlerinde bir kez sert konuşacak olsalar, ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar, üç büyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar, sağlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar şimdiyi geleceğe bağlayan köprülerdir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi. Parçalayın insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Kardeşlerim şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuş, oysa hiçbir şey bilinmemiştir. ‘Çalmamalısınız’ , ‘öldürmemelisiniz ‘ sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözlerin karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız.’ Yazmış mıdır, yazmamış mıdır.

Yazmadı ise veya çevri hatası varsa Hançerlioğlu’nu ve de ansiklopedisini biz mahkum ederiz.

Başka çeviri de var; "; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

Bir başkası daha;" “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Başkaları da var ve hepsi aynı sonucu verir. “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Benim baktığım yer burasıdır, bu dedikleri ile hüküm veriyorum ve herkese de model olarak öne sürüyorum, eleştirerek okuyup, çıkardığımız sonucu aktarmak... Bu yöntem veya yaklaşım olarak yanlış olmadığı gibi, bu yöntemle eninde sonunda eleştirilen yerden çıkarılan sonuçtur aktarılan. Yoksa Nietszche'nin kara gözü kara kaşı değildir. Hatta 1899 yılında delilik krizi geçirmiş ve hep bu tür rahatsızlıklar içinde yaşamış biri olduğundan da hareket etmiyorum ve bu yönüne değinen pek yoktur ki, bu bizim edebiyat alanındaki hastalıklarımızdan biri olduğunu düşünüyorum; örnek olsun bir Dostoyevskinin Sara hastası olduğunu hep saklamışlardır. Öte yandan Althuser de delilik krizi geçirmiştir. Bunlarla hüküm verilmiş olsaydı Delidir ne dese yeridir der geçerdik. Erasmus’un Deliliğe Methiye’si ise bambaşka bir şeydir. Diğer yandan Kafka var, insanı böcek olarak resimliyor ve çok da güzel anlatıyor. Diğer yandan Huxley var Cesur Yeni Dünya’sında insanı son derece edilgen yapıyor. Ama bunlar ayrıdır, bunlar habercidir, haber veriyorlar ve verdikleri haber yaşam tarafından doğrulanıyor. Evet “Nişe” de son tahlilde haber veriyor ve insanın edilgenleştiğini, sürüleştiğini görüyor ve ama ona güvenilmeyeceğini, onunla ilerleme olmayacağını hatta ilerlemenin kendisinin olmayacağını anlatıyor. İnsanın edilgenleşmesinin, sürüleşmesinin nedenini insanın kendisinde arıyor ve hep insanüstü insan arıyor. Hem insana güvenmiyor ama yine o insanda insanüstü insan arıyor. Bulduğu tekellerin düzenindeki egemen insandır ve insana karşı tekellerin yanında bir ahlak yazıcısı oluyor. Hepsi budur. Benim dediğim de budur ve ama insan üzerine düşüncesinde bir deha olduğunu da söylüyoruz ama o kadar çünkü bunu soyut insandan çıkarıyor; ancak doğru bilgi edinmenin dinamiği ile ilgilenmediği açıkça görülüyor.

Evet, bir kez daha altını çiziyorum, Nişe, gördüğünden çıkardığı sonuçla insana cephe alıyor ve tekellere "insanüstü" muamelesi yapıyor. Bu da onu Tekeller düzeninde model yapmaya yetiyor..

Buyur bir tane daha,"Yaşlı kadın hızla geçen Zerdüşte sesleniyor; 'kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!' " Bunu da Nişe ve Zerdüşt adlı kitabında yazıyor. Benim referans aldığım yerler buralarıdır, yani Nişe'nin kendi sözleridir

Nişe'nin filozof olmadığını ben uydurmuyorum, belki o gözle okumasam, irdelemesem, bu hükme varamam ama bu konuda otorite sayılabilecek kaynaklarda da filozof olmadığı, hatta Egzistansiyalizmin felsefe karşıtı olduğu açıklıkla yazılıyor.

1985 ki,12 Eylül rejiminin “Nişe” gibileri model olarak yükseltmeye adım attığı yıllardır ama ondan önce Türkiye'nin aydınlarını, vurgun yemiş yazarlarını kendine, yani devlet kapısına bağlaması gerekiyordu ve hepsi hızla kotarıldı. Ve sırayla ve de furya halinde tekellerin ideolojik hegemonyasının kalın bir duvar misli örülmesi için gereken yapıldı. Bireyler hızla sürüleştirilmeye başlandı. Zaten en büyük ahlak silici olan diktatör korkusu, diktatörden gelecek ölüm korkusu; yanına bir de katmerleştirilmiş tanrı korkusu dolaysıyla ölünce cehennem korkusu insanların sürüleşmesine, diplerde bir ahlaka sürüklenmesine yeter de artar bile.

İşte tekellerin model yaptığı budur ve ben Nişe'nin dehası ile ilgilenmiyorum, çünkü onun dehası insan için, insanlık için bir değer taşımıyor aksine insanın gelişiminin, toplumsal ilerlemenin önünde engel oluyor.

Bunun içindir ki, ardından Kunderalar ithal edilmiş ve model yapılmıştır ki, Türkiye’nin sayılı ve yetenekli edebiyatçılarının bile onların önünde secdeye vardığını biliyoruz, yaşadık. Ve hepsinin, düzenin yanında, yani 12 Eylül rejiminin yanında, ondan "insanüstü" bir "ilerleme" beklediklerini ve beklettiklerini de biliyoruz. Ancak şimdi gene sırasıyla hepsi "kandırıldık ey halkım "şarkısını söylemektedirler. Ki bu toplumu ancak bu kadar kandırabildiklerinin itirafıdır. Artık insanları kandıramıyorlar, o edilgen, sürüleştirilmiş, kendine güveni olmayan insan yavaş yavaş "insanüstü" olmaya başlamıştır. İşte “Nişe”lerin tekeller için önemi buradadır, bu "insanüstü" insan formunun eninde sonunda yükseleceğini bildiği için, yükselmesinin önüne engel koymak içindir.

Yani Nişe'de insanın kurtuluşu maalesef yoktur ve ben başka taraftan baktığım zaman da bunun olmayacağını görüyorum, öyle olsaydı,12 Eylül rejiminin yükselen yıldızı olmazdı diyorum. 12 Eylül rejimi, insana düşman ve insanın içinin boşaltılmış olduğu bir rejimdir. Buna ihtiyacı var ve ancak bu şekilde insanları gönüllü olarak köleleştirebilir.

Öte yandan ben hâlâ model olarak Marxist felsefeyi yüksek tutuyorum ve bunu öneriyorum. Ve bugün insanoğlunun felsefeye dünden daha çok ihtiyacı olduğundan hareketle Marxist felsefenin yükselen model olması gerektiğini vurguluyorum. İnsanın yükselişi, bu yükselişle birlikte kurtuluşunun kapılarının açılması ancak bu felsefe ile mümkündür. Nişe ile değil, egzistansiyalizm ile değil. Egzistansiyalizm felsefe de değil,bir ahlak yazımıdır ancak,bunun arkasındayım. Ve gerekirse, Baştan aşağı egzistansiyalizmi de, Sartre’yi de, Nişe'yi de inceler, enine boyuna arkasında olduğum tespiti derinlemesine anlatırım ama dedim ya benim dünyam sadece egzistansiyalizm ya da Nişe değil. Ben sadece tekellerin ideolojik hegemonyasına tuğla taşınmasına karşıyım. Nişeler bu tuğlalar oluyor.

Ve Engels yazmış, hâlâ güncelliğini koruyor, hâlâ derstir ve model olmayı hakediyor, ihtiyacımız buradadır; Engels, Anti-Dühring’te,"iyi kötü kavramlarının, ulustan ulusa ve dönemden döneme genellikle birbiriyle çelişir duruma gelecek kadar çok değiştiğini." yazıyor. Ve yine aynı yerde Engels şöyle yazıyor; "insanlar, ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler." Ve Marx şöyle yazıyor; "Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur."

Engels’in, İngiltere’de işçilerin durumunu aktarışını ve bunun insana uymadığını belirtmeyi ihmal etmediğini ise daha önce tekrarladım. Ben de bugün halihazırda insanın hangi formda olduğuna vurgu yaparken son tahlilde Nişe misli sürüleşmiş, edilgen insanı öne çıkartıyorum ama bunun tekellerin ideolojik saldırısına bağlıyorum ve bu gerçekliği sınıfsal bağlamından ayırmıyorum. Ve mutlak olmadığını ve hatta yükselmenin işaretlerini verdiğini de vurguluyorum.
Emperyalizm üzerine Lenin’den önce çalışan Hobson da bile insanın yabancılaşmasını, emperyalizmin bir ortaçağ düzeni rengi verdiğini ve dolayısıyla insanın sürüleştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu bulabilirsiniz. Ve Nişe bu kaçınılmazlıkla ilgilenmiyor, bu zorunluğu es geçiyor ve insanın çözülmesinde arıyor ve haliyle insana kızıyor ve de güvenmiyor. Oysa bu mutlak değil, insanın ne dünkü, ne bu günkü hali mutlak değil. Ve insan yükselebileceğinin, tüm olumsuz koşullara rağmen yükselebileceğinin örneklerini çok önce verdi ama bu, insanın kendi gizil doğasından değil, Engels’in ifadesiyle ki sınıfsal konumlarının dayandığı ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden" ortaya çıkıyor. Ve sonra yine aynı nedenle tam tersi bir durum gerçekleşebiliyor. Ve Marx şöyle yazıyor; "Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur."

Demek ki ilerlemedir insanı yükseltecek olan ve ilerlemenin önüne konulan engeller ise bunu sadece ve sadece geciktiriyor ama eninde sonunda yükselen insan sürekli yükselen insan formuna kavuşacaktır. Bu gelişmenin olmazsa olmaz koşuludur, kaçınılmazıdır, zorunluluğudur. Mutlaklık buradadır. Mutlaklık insanın sürü formunda takılı kalmasında değil. Tekeller kendi cennetini yaratmak için insanlığı cehennemde yaşamaya mahkûm ederken, insanın bunu kabul etmesinin koşullarını da yaratmaya çalışıyor, onu gönüllü köleliğe iten koşulları da yaratıyor. Bu tümüyle olmasa da ezici oranda öznellik taşıyor. Bu öznellik “Nişe”lerdir. Bu öznellik egemen sınıfın ideolojik hegemonyasıdır. "Zor" korkusudur, tanrı korkusudur, ölüm korkusudur. Kısaca korku diyoruz. Topluma içerilmiş korkudan söz ediyorum. Ve hepsi egemen sınıfların ideolojik hegemonyasının içindedir. Bu hegemonya insanoğlunu korkularına hapsediyor ve korkularından kurtulması için kendisine köle olmayı gönüllü kabul ettiriyor.
“Nişe”ye kalkan olmak, hele hâlâ kalkan olmak, tekeller düzenine kalkan olmakla eşdeğerdir. Ben böyle görüyorum ve böyle görülmesinin benim suçum olmadığını düşünüyorum. Çünkü “Nişe”lere asıl kol kanat geren, yükselen model yapan Tekellerin düzenidir ve bu düzene kapılanmış aydınlar yayıyor. Öyleyse böyle görmem için maddi temel son derece net olarak görünüyor.
Fikret Uzun
4 Kasım 2012