30 Kasım 2013 Cumartesi

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ dikta MIDIR?



PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ “DİKTA” MIDIR?
Gene demagoji yapıyorsun BORGA,

Hiç de görüşlerinin tamamı ile ilgili bir sorunum yok, çok net görülüyor ki, benim ifade ettiklerime verdiğin cevaplar üzerinden cevap veriyorum; tek fark, sen ille de kompozisyon veya bilgi yarışmasını kazanma mantığı ile veya kazandığını gösterme telaşı ile birkaç cümle ile kendince bir konu açıyorsun ve yalan yanlış ifadelerini bu konuya eklemleyerek sorunu çözdün sanıyorsun; oysa sorun ortadadır ve hâlâ açıklık sağlayamadık.

Çünkü sorunu çözmekle zerre kadar ilgilenmiyorsun!

Bununla birlikte, görüşlerinin tamamının tek bir kalıba sığdığı ortada, dönüp dolaşıp o kalıbın çeperlerini tırmalıyorsun ve sonunda gene başa dönüyorsun. Derdinin sorunu çözmek değil, aksine düğüm yapmak ve hatta başka sorunlar ekleyerek, çözümün önünü kesmek olduğu açıkça görülüyor.

Bu nedenle hep bir soyut suçlu buluveriyorsun, daha önce "şahsım" diye tutturdun, ondan önce "bey-paşa" diye tutturdun, şimdi de, güya, tartıştığımız konunun dışındaki görüşlerini okumadığım için, söylediklerimin yanlış veya kabul edilemez olduğunu veyahut da senin görüşlerini yansıtmadığını iddia ediyorsun ki bu iddianın saçma olması bir yana, benim dediklerimi teyit etmekten başka bir işe yaramıyor.

Sen devletsizliğin önünde nerdeyse secdeye varacaksın ama kalkmışsın, "bak daha önce ne demişim" yollu uyararak, "mazlumun kurtuluşu için gerekli olan üç şeyden birinin "proletarya diktatörlüğü" olduğunu" söylediğini ifade ediyorsun!

Peki söylüyorsun da arkasında mı duruyorsun?

Hayır, aksine kendi görüşünü kendin çürütüyorsun; ya proletarya diktatörlüğünün ne olduğundan bihabersin, ya bunu kendi aranızda başka temelde, sanki bir parola misli değerlendiriyorsunuz, ya da hâlâ demogoji yaparak işin içinden sıyrılmak istiyorsun.

Proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini telaffuz ettikten sonra dediğine bakalım;

"(kapitalizmi)Yıkmışız, sosyalizmi kurmuşuz ama düşman yeniden ayağa kalkabilirmiş."diyorsun: yani breh breh diyorsun ki boyundan büyük bir alaya almaktır!

Peki, kalkamaz mı? Kalkmadı mı?

Diğer yandan, bu ifadende, birincisi, alayı bir kenara bırakırsak, "yıkmışız" kısmı doğrudur ancak, "sosyalizmi kurmuşuz" kısmı iki kere yanlıştır; çünkü eğer sosyalist inşa tamamlansa idi, yıkılmazdı ve yine de ortada bir sosyalist düzen vardır ve sen bunu küçümsüyorsun. İkincisi, henüz sosyalizmin inşası tamamlanmadığı için, eski sınıfın senin ifadenle "ayağa kalkma", bana göre "kapitalist restorasyon" tehlikesinin somut olduğunu, proletarya diktatörlüğünün de bu tehlikenin önlenmesinin zor mekanizması olduğunu ve hatta bunun bilimsel açıklamasını önüne koyarak, proletarya diktatörlüğünün sınıf mücadelesinin zorunlu olarak varacağı nokta olduğunu söyledik; ama gözlerini ve kulaklarını mühürlediğin için ne görüyor, ne duyuyorsun!
Devam edelim, "o yüzden dikta lazımmış" diyorsun ki, senin ne denli laf cambazlığı içinde olduğunu yukarıdakiler göstermiyorsa bu ifaden net olarak göstermektedir.

"Mazlumun kurtuluşu için proletarya diktatörlüğüne gerek var" diyen sen değil misin? Öyleyse ne oldu şimdi,"proletarya diktatörlüğü", burjuvaziye de uyan biçimde, hatta "faşizm"i de içeren biçimde bir "dikta"oldu ki bu senin hâlâ burjuva bakış açısından zırvaladığını gösterir; "çerçevesi/sınırı yoksa" kaydı şartı ile "bu anlayış mantıklı" imiş, sana göre; yani "çerçevesi ve sınırı varsa külliyen reddederiz" diyorsun; halbuki çerçevesi de sınırı da proletarya diktatörlüğünün sınıfsal içeriğinde boylu boyunca duruyor ve gözlerinize batıyor neredeyse; işte bir kez daha sınıfsal bakmadığınız, bakıyorsanız da düşman sınıfın gözlüğünden bakıyor olduğunuz burada görünüyor.

Oysa binlerce kez anlatıldığı gibi, aynı derecede de pratik tarafından kanıtlanmış olan proletarya diktatörlüğü ile diğer diktatörlükleri aynı kefeye koymanız ahmaklık değilse, kötü niyettir, ya da daha açık ifade ile ve senin tabirinle düşmanın değirmenine su taşımak demektir.

Peki, ya şu ne demek?

"Dikta bu yüzden mi lazım hakikaten? " Bu"dikta", "mazlumun kurtuluşu için gerekli" olduğunu söylediğin o "proletarya diktatörlüğü"mü anlaşılmıyor ama biz proletarya diktatörlüğünün ne için lazım olduğunu, net olarak, hem de Marxizmin kurucularının ağzından ve kendi görüşlerimizi de ekleyerek açıkladık.

Peki sana göre ne yüzden lazım, "işçi sınıfı ve emekçi halk üzerinde, yani toplumun, anti-sovyetizmin bildik lakırdısıyla, bir avuç "revizyonist-bürokratik-sınıf" dışındaki çoğunluğu üzerinde "faşist" baskı kurmak için mi lazım?

Sen bunu net olarak ortaya koymaktan kaçınıyorsun ve demogoji yaparak, "proletarya diktatörlüğüne inanıyorum ama hem şartım var hem de devletsiz bir proletarya diktatörlüğüne inanıyorum diyorsun ve açıklamalarınla da "inandığın" proletarya diktatörlüğünün farklı olduğunu gösteriyorsun ki, bununla proletarya diktatörlüğünü yadsımış olduğun anlaşılıyor ve iyiden iyiye zırvalamış oluyorsun!
Diğer yandan, hepsi bir yana, proletarya diktatörlüğü her ne şekilde olursa olsun, yani senin indindeki her ne ise o çerçevede bile olsun, eninde sonunda bir "zor"u, bir "otorite"yi ve bir "iktidar"ı ifade eder ki son tahlilde bu, senin ne kadar canını sıkacak olsa da, "devlet"ten başka bir şey değildir. Ama sen bu gerçeği, önce kabul etmiş görünüp, sonra da etrafında tur atarak karartabileceğini sanıyorsun!

Ama biz defalarca hatırlattık, proletarya diktatörlüğü, hem eskisine göre kızgınlığı yüz kat artmış olan eski sınıfı bastırmak için; yani (ezmek için değil), eski düzeni yeniden kurmasını önlemek için baskı altında tutmak ve dolayısıyla sosyalizmin kuruluşunu gerçekleştirme yolundaki çalışmaları güvenceye almak içindir. Yani, kapitalizmden komünizme geçerken bir geçiş devletidir; ne tam devlet, ne de tam devletsizlik, öyleyse gerçek anlamda devlet olmayan devlettir.

Ayrıca, devlet mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey değildir. Bu da, tüm halk temsilcilerinin iktidarı elinde tuttuğu koşullarda sosyalizme barışçı yolla geçilebileceğinin "düşünülebilir " olduğunu söyleme "suç"unu işleyen Engels'e aittir.
Ama sen ille de "dikta"diyeceksin ya, asıl kendinin sosyalizmi de komünizmi de "fi " tarihine postaladığını gizleyerek, sosyalizme kara çalacaksın ya, işte en mükemmel demogoji burada yatıyor ve bir taraftan "proletarya diktatörlüğü gereklidir" diyorsun, diğer taraftan proletarya diktatörlüğüne vurup duruyorsun; ama hesapta proletarya diktatörlüğü olmazsa olmaz; tabii ah bir de şartı/şurtu olmasa, o zaman daha rahat reddedebilirdin!

Sonra da,"saf mıymışız, sahtekâr mıymışız!"

Kime yakışır bu soru acaba, bana mı sana mı? İyi düşünmelisin!
Oysa, bu dediklerini çoktan çürüttüğümü sen de biliyorsun ki, öncekiler bir yana, en son mektubum da bu temeldeki açıklıklarla doludur.
Belli ki, fena sıkışmışsın, bu nedenle de zırvalarını hiç düşünmeden fütursuzca salvo atışıyla fırlatıyorsun!

Proletarya diktatörlüğünün "İçerdekinin ümüğünü sıkmak için devlet kurmak" ve "dışardaki ile de barış içinde bir arada yaşamak ." olduğunu, dolayısıyla "böyle sosyalizm olmayacağını" ve bunun "Marx'ta olmadığını" buyuruyorsun!

Yukarda da ifade ettim, proletarya diktatörlüğü, bir kimsenin, eski sınıfın bile, ümmüğünü sıkan bir "zor"u ifade etmiyor ve böyle bir şey de olmamıştır; iki, proletaryanın düzenine saldıranlara karşı savunma amacıyla ümmüklerini sıkmanın her halde bu temelde bir sıkma olmadığını sen de biliyorsun; üç, ama evet proletarya diktatörlüğü, proletaryanın devlet mekanizmasıdır; bu da sınıf mücadelesinin sürdüğünün ifadesidir ki, sınıf mücadelesi bitmeden, sınıflar ortadan kalkmadan, devletin ortadan kalkamayacağını da gösteren somut bir olgudur.

İşte sen, bu olguda çok net olarak, sahtekârlığını örtme çabası içindesin ama mahkum olduğun anlayışı kafamıza kakmaktan vaz geçemediğin için, bu sahtekarlığını yine yeniden ve mecburen öne çıkarıyorsun; çünkü mahkumiyetin var ama ne yaparsan yap gerçeklerin üzerini örtmen mümkün olmuyor.

Diğer yandan " proletarya diktatörlüğü" Marx'ta var ama "Barış içinde bir arada yaşama politikası" yoktur; bu politikanın, Sovyet sosyalizminin pratiğinin bir dayatması olduğunu artık beş yaşında zekâ taşıyanlar bile algılayabilir ama sen ısrarla algılamamak için çaba sarf ediyorsun; çünkü mahkumiyetin var ille de çarpıtacaksın ve kendini en babayani sosyalist göstereceksin ama sosyalizmin de artık gerekli olmadığını, bunu da "demokratik komün" lafzınızın içine hapsederek, yani yerine "aşiret komününü" koyarak kanıtlamaya çalışacaksın!

Dilimin ucuna geliyor ama "oldu paşam" demeyeceğim, sana sözüm var.
Oysa defalarca tartıştık ve kimileriniz Lenin üzerinden, daha doğrusu sanki Lenin'e siper oluyormuş gibi, itirazlar etti, "Barış içinde bir arada yaşama politikası", Lenin'in formüle ettiği ve geçici bir politikadır ki, dışarıdan beklenen saldırıya karşı bir savunma mekanizmasıdır; içerden gelecek küçük burjuva saldırısına karşı ortaya konulan ekonomik politika ile yani NEP ile aynı zamanda ortaya atılmıştır ki bilumum sahtekârlar yanında, Marxizm düşmanları ve elbette sosyalizm düşmanları, kapitalist yolcular, bu iki politikayı da pek çok sevmişlerdir; hatta Stalin'i her kötülüğün taşıyıcısı sayanlar bile, Stalin’i bu iki politika "suç"undan vareste tutmuşlardır.

Bu iki yüzlülükler artık midemi bulandırıyor!

Ama nafile çaba içindesin, kendinin bile inanmadığın bu çaban, eninde sonunda elinde ve dilinde patlayacaktır, daha doğrusu çoktan patlamıştır ama "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğması sayesinde henüz etkileri görünmüyor!

Yani BORGA, biz ne "saf"ız ne de "sahtekârız" ,tamı tamına gerçeğin bekçileri ve yayıcıları, yönelen sinsi saldırılara karşı gerçeğin koruyucularıyız!

Gerçeğin bilim ile bağlı olduğunun bilincinde olduğumuz için, bu konuda tereddüdümüz ve umutsuzluğumuz yoktur; aksine en tam ifadesiyle bilimsel bir iyimserlik içinde gerçeğin düşmanları ile savaşıyoruz!

Şimdi de, çaresizliğinin yansıttığı lakırdılara geldik: "Sosyalizm, silahlanmış proletarya demek."miş. Ne cafcaflı bir söz ama içinin boş olduğu çok çabuk, öteki ifadelerinle anlaşılıyor.

"Silahlanmış proletarya" var ama "proletaryanın devleti" yok öyle mi? Yoksa proletarya diktatörlüğünü,"silahlanmış proletarya" olarak mı telakki ediyorsun? Ne desen, nasıl süslesen, en cafcaflı terimleri de icad etsen gerçeğin üzerini örtemiyorsun!

Al bir cafcaflı biraz da yaldızlı söz daha,"Sosyalizm, bütün dünya tek bir bayrak, kızıl bayrak altında toplanana dek kesintisiz devrim" demekmiş!

Herhalde,"Bütün dünyada sosyalizm gerçekleşene dek, durmadan öyle ya da böyle mücadele etmek gerek, yani sürekli olarak devrim yapmak gerek, mesela "aşiret komünü" ile başlayıp, tedrici olarak toplumu dönüştürüp, dünyayı da aynı tedrici "devrim" ile demokratize etmek ve aşağıdan ve üstelik düşmanlı dünyadaki düşmanları da demokratize ederek, "saf " demokrasiyi bütün dünyaya yaymak ve ilkel olmayan komünizmi kurmak için sürekli savaşarak, kızıl bayrak sayısını artırmak gerek "demek istiyorsun! Yani, "bir gün mutlaka", gelecek de gelecektir, işte o, beklediğimiz gelecek olacaktır yani en tam "demokrasi" olacaktır, siz bayrakları artıra arttıra ilerleyin,
artırdıkça "demokrasi" birikmekte ve "saf"laşmakta olacaktır!
Ah kargalar ah gülmeyin ne olur, kulaklarımı tırmalıyorsunuz!

Aç oku Öcalan da bu temelde konuşmaktadır ama sanırsın ki, gelmiş geçmiş en büyük filozof ve Marxizm-Leninizm'i bertaraf ederek, Öcalanizm'i ortaya çıkarmıştır!

Oysa senin yaptığın, birincisi, Bernstein'i tekrarlamak oluyor, ikincisi "mazlumun kurtuluşu için proletarya diktatörlüğüne gerek var" dediğin için, yani bu lafzınla birlikte, anarşistlere anarşistliğini, sosyalistlere sosyalistliğini göstermek istediğin için, kendini bir bulamacın içine hapsetmen demek oluyor.

Oysa bunların hepsi zırvadır ve hepsinin zırva olduğu pratik olarak kanıtlanmıştır.

Öte yandan, sosyalizm kuruculuğunda duraklamak demek, elbette gerilemek ve eninde sonunda kaybetmek, yani eskiye teslim olmak demektir; işte proletarya diktatörlüğü mekanizması, bu durmayı engellemenin ve bu ilerlemeye engel teşkil eden etmenlere karşı önlem almayı ifade etmektedir; tıpkı bisiklet misli, proletarya diktatörlüğü koşullarında sosyalizm kuruculuğu, sürekli pedal çevirmek demektir; ve pedal çevirmeyi bırakırsan, bisikletin devrilmesi kaçınılmazdır.

Yani proletarya diktatörlüğü, bir sınıf mücadelesinin ifadesidir; başka ifadeyle sosyalist inşa sırasındaki sınıf mücadelesinde proletaryanın iktidarını korumanın ve düşmanlarını yenmenin mekanizmasıdır ki bu da bir sürekli devrim demektir; aynı zamanda sosyalizm kuruculuğu da sürekli devrimi ifade eder amma ve lakin, bütün mesele, proletarya diktatörlüğünü sosyalizmin çeperini genişletmek üzere, bütün dünyaya yaymaktadır ve bu da sürekli devrimi ifade eder ve hepsi bir bütündür; tamamlandığında, "katastrof final "diyoruz, yani "finalin finali" demek istiyoruz, son tahlilde, bayrağın proletarya tarafından, insanlığa devredilmesi demektir diyoruz ki, işte bundan sonrasının bilimin ve insanlığın işi olduğu apaçık görülmektedir.

Ancak sizin bütün lakırdılarınız, nesnel olanı atlayıp, gelecekte çözülecek olanı ve bu gün çözülmesi mümkün olmayan sorunları öne çıkarıp, nihai çözümü sürekli ötelemek, mümkünse "fi" tarihine postalamak içindir.

Ve evet, sosyalizmi kurma çalışmasında bir milim duraklamak, bu duraklamada, bu çalışmayı güvence altında tutan mekanizmayı yeterince çalıştırmamak ve iktisadi durumun doğurduğu tehlikelere karşı önlem almakta zayıflık göstermek, eninde sonunda eski düzene kapı açmak demektir ki, bu anlamda "ulus-devlet" kapıdadır ve kapıdan içeri girip, sosyalizm evine temelli yerleşerek, sosyalizmi kovduğunu görüyoruz.

Amma velâkin senin kuruntun olarak kalacak ki sosyalistler, devletin de, ulus - devletin de meraklısı değildir; ulus-devleti, tarihsel bir kategori olduğunun bilinciyle ve feodalite karşısında onayladığımızı; yani öncesinde ilkel komünal topluma varana kadar bir dizi toplumsal yapılar olduğunun ama geleceğinde ise komünist toplumun olduğunun bilinciyle onayladığımızı sen de biliyorsun! Ve hep diyoruz ki, olmadığı zamanlar da oldu ve şimdi varsa tarihselliğindendir ama olmayacağı zaman da kaçınılmazlıkla olacaktır ve kapıdadır!

Ama ABD emperyalizminin açtığı kozmopoltizm kapısında değil!
Ancak, sosyalizm karşısında, ulus-devlete dört elle sarılmadığımızı ve önünde eğilmediğimizi sen de biliyorsun! Sosyalist devlet'i ise, yani proletaryanın devletini ise, geçici olduğunun bilinciyle ve proletaryanın kurtuluşunun tamamlanmasının, sınıfların ve sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasının ve elbette devletin sönümlenmesinin, demokrasisizliğin ortaya çıkmasının velhasıl komünizmin tarih sahnesine çıkmasının güvencesi olarak onaylıyoruz.

Ama sen burada da, sahtekarlık yapmıyorsan, kötü niyetli bir demagojik bir çaba içindesin demektir ki,artık "devlet"e değil,"ulus-devlet"e hücumunu öne çıkarıyorsun. Oysa hem daha önce her ne şekilde olursa olsun genel olarak "devlet"e de hücum ediyordun; şimdiyse, sırf "proletarya diktatörlüğünü" sözde onayladığın için, bundan,yani genel olarak "devlet" e hücum modundan geri durmuş gibisin. Oysa düşüncelerin "aynı tas aynı hamam" misli yerli yerinde duruyor!

Sadece bilmecelerin değişmiş ama akıl taşıyanları kandıramadığı kesindir!

Sosyalist devletin bir geçiş devleti olduğu ve bu anlamda devlet sayılmayacak bir devlet olduğu açıkken, hatta komünü de içermesine rağmen, hâlâ bu "devlet"i burjuva "ulus-devlet" ile özdeşleştirme çaban beyhude ve nafile çabadır!

Ve bir kaç adım öncesinde sen demiyor musun ki,"bu, Marx’ta yok" ? Peki ne oldu da şimdi, hem aynı nakaratı gene tekrarlıyorsun ve hem de sanki Marx'ı referans alıyormuşsun gibi yapıyorsun?

Yani,"Lenin Plehanov’dan öğrendi. Plehanov ana/babasının evinden mi getirdi. O da Kautsky’den öğrendi. Kautsky günah keçisi mi. O da Engels’den öğrendi." diyerek son tahlilde bile değil, alenen, Marxizm-Leninizm’in kurucularının ortaya koyduğu düşüncelerin "soslu-yal " olduğunu ifade ederek, Marxizm- Leninizm düşmanlığında çığır açmış oluyorsun ki, aynı zamanda Marx, Engels ve Lenin'i azmetirici, Plehanov ve Kautsky'yi Marxizm-Leninizm kurucuları tarafından kandırılan mağdurlar olarak lanse ediyor gibisin!

Yani senin derdinin "gerçek" olmadığı belli oluyor; Marxizm-Leninizm’i nasıl olur da çürütebilirsin, gerçeğin üzerini nasıl olur da örtebilirsin, bunun formülünün derdine düşmüşsün! O nedenle de bu temelde ne söylense, tez elden, BoRGA'ya has bir kaç bilmece çukuruna batırdığın lakırdılarla "mezbeleliğe dökülmesi" için canhıraş bir çaba göstermekten başka derdin olmadığı görülüyor!
Diğer yandan, onca uğraşınıza rağmen, dediklerimizi mezbelilğe dökemiyorsunuz ama her tarafınızın döküldüğü görülüyor; iş "aşiret komünü"ne gelince, tarihsel kökler en kutsal konunuz ve dayanağınız oluyor ama iş sosyalizm ve Marxizm olunca, bu kökler en kötü lafız, senin yeni deyiminle,"sol-yal" oluyor ve böyle dediniz diye, kuruntunuzdan geçilmiyor ama hiç de dediklerimizi mezbeleliğe dökemiyorsun(uz)!

Oysa Modern sosyalizmin, içeriği bakımından, her şeyden önce bir yandan modern toplumda varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın ürünü olduğunun söylenmesinin üzerinden çok ama çok zaman geçmiştir.

Ve bir şey daha söylenmiştir ki Modern sosyalizm, teorik biçimi bakımından başlangıçta 18.yüzyıl Fransasındaki büyük aydınlanma çağı filozofları tarafından konulan ilkelerin daha gelişmiş ve daha tutarlı olmak isteyen bir uzantısı olarak ortaya çıkar.

Öyleyse, her yeni teori gibi, modern sosyalizm de kökleri ekonomik olguların derinliklerine daldığı ölçüde, ilkin daha önce var olan düşünler temeline bağlanmak zorunda kalmıştır.

Ama siz bunun etrafında tur atarak, bu bilimsel ve tarihsel olarak da kanıtlanmış gerçekliğin üzerini örteceksiniz ya, o nedenle Avusturyalı komünistler, şöyle demiş, Kautsky itiraz etmiş, Lenin de olduğu gibi katılmış ve BORGA kardeşimiz de bu konularda herkese yetermiş!

Peki konumuz bu muydu BORGA kardeş asıl konunun açıklığa kavuşturulması konusunda bir arpa boyu yol almamışken, sen şimdi bir de başka konuda yarışa davet ederek, asıl konudan uzaklaşmaya mı çalışıyorsun?

Oysa ben sana, hiç de yarışamayacağın kadar açık ve net cümlelerle ve argümanlarla sosyalizme dair de,kapitalizme dair de yeter miktarda bilgi vermiş bulunuyorum; sen bunları çürütememekle kalmıyorsun, sanki bunları özümsemiş ve çürütebilmişsin gibi böbürlenerek, başka bir yarış ile işin içinden sıyrılmaya çalışıyorsun!

Demek ki sen kurnazsın, biz saf oluyoruz sana göre ki hep aynı hikâye ile işin içinden sıyrılacağına pek güveniyorsun!

Oysa Marx çok önce, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisatın karşıtı bir bilim olarak düşündüğünü göstermiştir; Felsefenin Sefaletinde,"Tıpkı iktisatçıların burjuva sınıfının bilimsel temsilcileri olmaları gibi, sosyalist ve komünistlerin de proleter sınıfın teorisyenleri olduğunu." yazarken, aynı zamanda, siyasal iktisadın, burjuvazinin iktidar bilimi olduğunu vurgulamış oluyordu.

Bununla birlikte, Marx ve Engels'in, Ütopyacı sosyalistlerle mücadele ederken, sosyalizmin bilimsel yanına ısrarla parmak basarak, sosyalizmin, toplumun bilimsel yasalarına dayanarak kurulan ve gelişecek olan bir düzen olduğunu ön plana çıkarmış olduklarını da biliyoruz. Böylece "bilimsel sosyalizm" deyimi yaygınlık kazanmıştır.

Öyleyse,Marx'ın Felsefenin Sefaletinde yazdığını göz önüne alırsak, bu "bilimsel sosyalizm" deyiminin pek öyle rahatlıkla kullanılamayacağını da görürüz; Çünkü Marx'ın, sosyalizmi tıpkı iktisat gibi bir bilim olarak düşündüğü anlaşılıyor. Eğer bu anlayış doğruysa,"bilimsel sosyalizm" deyimi, "bilimsel bilim" demekten farksız olacaktır; bu yüzden de "Bilimsel "sosyalizm" deyimini kullanmak bilimsel açıdan sakıncalı olacaktır.

Bunlardan şunu kendiliğinden çıkarmak mümkün, ama önce düşünmek gerekiyor, dolayısıyla düşünmeyi unutmuş olanların hızla arttığı bir zamanda düşünmenin önemi ortaya çıkıyor; düşünürsek, çıkaracağımız sonuç ise şu olmalıdır: sosyalizmi bir bilim olarak değil de, bilimsel olması gereken bir mücadele ve düzen olarak anlamanın sosyalizmi kurmamış ülkelerde , sosyalist mücadeleyi kısırlaştırdığıdır.

"Bilimsel sosyalizm ,"birtakım "bilim havarileri" aracılığıyla sosyalist mücadeleyi kısırlaştırıyor, buradaki "bilimsel" sıfatı, çok zaman,topluma bilimsel gözle bakma yerine, temel kitaplardan bazı sureler aktarma ve daha önemlisi, bir derviş rahatlığıyla başarısızlıkları kapatma eğilimlerini de kolaylaştırıyor.

Eğer sosyalizm bir bilim ise bunun bir teorisi ve bir de pratiği vardır. Bunlar birbirinin kopyası değildir. Bir politikası vardır; bilimseldir, ancak bir sanat yanı vardır.

Neticede, Marx'ın düşünceleri bir icad değildir, olsa olsa bir keşiftir ve diyalektiğin seyrinden, toplumsal gelişmenin yasalarından bulup ortaya çıkardığı bir keşfin ifadesidir;ama masasının başına oturup,saatlerce düşünerek öznel olarak kurgulayarak ortaya koyduğu bir icadlar dizilimi değildir; bu anlamda Marx, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşünüyor ve bu yeni bilimin temellerini atıyor. Kuşkusuz bu temellerin bir bölümünü mücadele ettiği Ütopik sosyalistlerden alıyor. Bir bölümünü ise doğrudan doğruya burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan alıyor.

O halde tekraren hatırlatıyorum ki sosyalizm bir bilimdir ve dolayısıyla bir kaç çapulcunun kurabileceği bir sosyo-ekonomik yapı da değildir. Önce bu bilimi özümsemek gerekir; özümsemek için ise bilimsel bakış gerekir!

İşte bunun içindir ki, bu bilimsel bakışı taşımayanlar, sosyalizmi yererlerken karşısına ondan daha üstün imiş gibi gösterdikleri, tarihin çoktan eskittiği ilkel denemeleri koymaya yeltenirler!
İşte bu nedenle çabaları nafiledir ve her zaman bilimin duvarına çarpacaktır!

Demek "sizin işiniz hareketin yasalarını ve bunun içinden toplumsal hareketin yasalarını bilmek!" Nasıl olacakmış o,bir desen de biz de bilsek? Sen ki hareketin yasalarını kaba bir "determinizm"e hapsederken, toplumsal gelişmenin ilerleme içerikli olduğuna dair yasalara burun kıvırırken, neymiş acaba senin indindeki bu "hareketin yasaları"?

Bak bak, hızını alamamışsın bir de, komünist hareketin nasıl "üretileceğinden" söz etmişsin ! Etmişsin ama bu senin cehaletinin ve "hareketin yasaları" lafzının ezbere olduğunun tescili olmaktadır! Ne demişler,"kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış! "
İşte bir ton lafı kullanmamın kıymet-i harbiyesini anladın mı BORGA ? O bir ton lafın yarısını derinlemesine irdelesen, böyle içi boş turşu fıçısından üzerimize fırlattığın yalan-yanlış ifadelerle bir arpa boyu ilerlenmeyeceğini idrak ederdin!

Ve o bir ton laf ile seni, aslında cepheden saldırdığın ve kesinkes reddettiğin proletarya diktatörlüğüne sahip çıkmak zorunda bıraktığımın farkına varırdın!

Ama nerdeee, sen hâlâ aynı tas aynı hamam, bütün bilmeceleli bulmacalı lafızlarınla gerçeklerin etrafında tur atmaya devam ediyorsun ki, bütün bunlar senin samimiyet katsayının oldukça düşük olduğunu göstermeye yetiyor!

Sen gene kuruntularına devam et ve dediklerimin, hatta bu güne kadar denilenlerin topunun birden mezbeleliklere yuvarlandığına inan!

Ve BORGA kardeş, boşuna işçi sınıfına methiyeler düzme; çünkü eninde sonunda onun da öncülüğü ve devrimciliği konusunda itirazların olduğunu ortaya koymuş olacaksın! Hem bizim, tasan olmasın ki, işçi sınıfının düzen değiştirici ve devrimci rolüne güvenimiz tamdır ve hiç eksilmedi. Ama işçi sınıfını peygamber ya da mesih olarak da görmüyoruz.

İşte turnusol buradadır, düğüm buradadır ve bizim için bu düğümü çözmek zor olmuyor ama sen ki buradaki düğümü çözmekte zorlanırken, işçi sınıfına methiye düzüyorsun,öyleyse kendini sorgulamalısın; çünkü hem bir ikiyüzlülük var ve hem de,tam burada, Marx’tan ve Marxizm’den kalanı tartışmanın, bu determinist güveni kabul etmek ve reddetmekten ibaret olduğu görülmektedir.
Ama senin göremediğin görülüyor.

Yani BORGA kardeş, demek istiyorum ki, temel olarak ve hiçbir biçimde vazgeçilmez olarak,işçi sınıfının düzen değiştirici ve devrimci rolü,Marx'a ve Marxizm'e ait bir renktir!

BORGA burada milyonda bire bile giremeyecek denli bilim dışıdır;bu nedenle de "hareketin yasaları","toplumun yasaları" lafızları ile durumu kurtaramaz!

Yani BORGA, ne yaparsan yap, tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisindeki determinizmin bilimsel tonunu anlayamayacaksın; oysa samimi olsan anlamaman mümkün değil ve o zaman da Avusturyalı komünistlerin, Marx'ın bilimsel olarak öne sürdüğü ve "katkı" da, ekonomi politiği eleştirirken çıkardığı sonucun klavuzluğunda (yani karganın kılavuzluğunda değil)geniş olarak açıkladığı "maddi hayatın üretim tarzının, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırdığını ve insanların varlığını belirleyen şeyin bilinçleri değil, tam tersine, onların bilincini belirleyen şeyin onların toplumsal varlıkları olduğu yönündeki çıkarımına uyarak kabul ettiklerini ilan ettikleri ve sınıf mücadelesi ile bağladıkları önermeden "çelişki" çıkararak, Marxist düşüncelerin "sol-yal" olduğunu tanıtlamak ve kanıtlamak beyhude çabası içinde olmana gerek kalmayacaktı.

Ayrıca çabanın özünün, Marxizmin kılavuzluğunun karganınki gibi olduğunu kanıtlamaya çalışmak olduğu da görülüyor.Oysa farkında değilsin ama o saçma sapan,yalana-dolana sarılı lafızların, bu tanıtlamayı tam da senin hak ettiğini gösteriyor!

Kaldı ki, defalarca konu ettik ve samimiyetle anlattık; Marxizm-Leninizm nereden doğmuştur gösterdik ve Marxizm-Leninizm’in düşmanlarının, neden Marxizm ile Leninizm arasına çomak soktuğunu da gösterdik, dahası Leninizm’i de düşmanın silahı haline getirme çabalarından da söz ettik; ve şu soruyu sorduk; madem ki Marksizm -Leninizm karganın kılavuzluğu mislidir, neden burjuvazi hâlâ ondan korkuyor,neden sizin gibi Marxizm-Leninizm düşmanları, düşmanlıklarını Marxizme dayandırmaya çalışmaktadırlar?

Neden dobra dobra değil de, dolambaçlı yollara saparak,kör karanlıklardan saldırarak bu düşmanlıklarını yaymaya çalışırlar?

Madem ki Marxizm "sol-yal"dır, neden sıkışınca ve çoğu kez de Marxizmi çarpıtmaki çin, bu "sol-yal"ı dayanak gösterirler?

Oysa Lenin, çok net olarak Marx'ın bilimsel olarak, o senin dediğin tarihsel-toplumsal "hareketin yasaları"na dayanarak ortaya koyduğu "tarihsel kaçınılmazlık"la bağlı önermesine, devrimci ve bir o kadar da bilimsel müdahale ile yaptığı katkı,Marx'ın bilimsel ifadesine en tam anlamını vermiştir.

Ve olayların akışı, Lenin ile bütünsellik kazanan bu önermenin özündeki bilimsel önermenin ne denli doğru olduğunu da, Lenin'in katkısının ne denli isabetli ve tarihsel olduğunu da, üstelik Lenin'in önermesinin Marx'ın bilimsel önermesine dayandığını da pratik olarak göstermiştir.

Yani, söz konusu olan işçi sınıfının maddi yaşamı ve bu maddi yaşamın, işçilerin görüp görmemesinden, bilincinde olup olmamasından bağımsız olarak taşıdığı, yansıttığı gerçeklikler olmasaydı,işçi sınıfına dışardan bilinç vermenin mümkünatı olabilir miydi?

Tersten soralım, işçi sınıfına dışardan verilen bilinç, maddi yaşamı işçi sınıfının tam zıddı olan burjuva sınıfına verilseydi acaba onlar sosyalist bilinç sahibi olabilecekler ve sosyalizm için çabalayacaklar mıydı; dahası bu mücadelenin önüne dikilen engellere karşı kararlı bir şekilde sosyalizmi savunacaklar mıydı?

Tabii ki hayır ve bin kez hayır!

Ve öyleyse, son tahlilde, işçi sınıfının bilincinin kaynağı, maddi yaşamın üzerindeki gerçeklerden yansımış olmuyor mu; dışardan verilen bilinç eninde sonunda bu yansımanın ifadesi değil mi?

Ama siz Ütopyacı sosyalistlerin bile gerisine düşen bir ütopyaya sığdırdığınız "demokratik (aşiret) komünü" nüzü hem sosyalizmin üstünü örtmek için kullanırken ve hem de kapitalizmin sınırları içinde, emperyalizmin çaresizlik içindeki en azgın bir zamanında, üstelik bütün hızıyla tarihte belki de görülmedik bir karanlığın içine doğru sürüklendiği bir zamanda, bu "komün" ile, uluslararası planda halkları demokratize edeceğinize hem kendinizi ve hem de Kürt halkını inandırmaya çalışmanız bir tarafa, kapitalistleri-emperyalistleri de demokratize edeceğiniz hayalini pompalamıyor musunuz?

Bunun maddi yaşamda bir karşılığı olmadığını, dolayısıyla maddi yaşamın üzerindeki gerçeklerin yansıması olmadığını görmüyor musunuz?

İşte sizin kılavuzluğunuz bu iken, öyleyse neyi, kimi mahkûm ediyorsunuz? Siz bilimdışı,yalan-yanlış kurgularınızla, bilimsel yasaları ters yüz edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Öyleyse belki daha çook hayal kurabilirsiniz ama sonunda uğrayacağınız hayal kırıklığının kaçınılmazlığından kurtulamazsınız!
Ama daha önce yaptığın gibi bu ifadelerimden benim işçi sınıfını küçümsediğim sonucunu üreterek bu hayal kırıklığından kurtulmaya çalışacağın kuvvetle muhtemeldir!

Evet, şimdilik yadsıyamıyorsun ve işçi sınıfının değiştirici ve öncü misyonunu teslim ediyorsun ve işçi sınıfına peygamber rolü vermeyi, bu anlamda tarihin motoru olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyorsun ama sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğu önermesine kuşkulu baktığın, "tarihsel kaçınılmazlık" önermesine karşı kuşku tohumları ekme çabandan anlaşılıyor!

Ve sınıf mücadelesini olsa olsa burjuvazinin kabul ettiği sınırlarda kabul ediyorsundur; çünkü sınıf mücadelesinin kaçınılmazlıkla proletarya diktatörlüğüne varacağı önermesine ve bunun pratikte kanıtlanmış olmasına burun kıvırıyorsun!

Bu burun kıvırman, seni sınıf mücadelesinin hâlâ tarihin motoru olduğu önermesine yabancılaştırmaktadır!

Ve sorunun öneminin, işçi sınıfının niceliğinde değil, niteliğinde gizli olduğunu yadsıdığın belli oluyor ki, Avusturyalı komünistleri anarken işçi sınıfının niceliğine önem verdiğinin işaretlerini veriyorsun; ama aynı zamanda da işçi sınıfının sayısının arttığı çıkarımına katılmadığını belli ediyorsun.

Öyleyse açıklık gerek ve öncelikle Marx'ın işçi sınıfına değiştirici ve devrimci rol vermesinin tümüyle ve tarih felsefesi yöntemiyle elde edilen bir teorik sonuç olduğunun altını çizmeliyim. O zaman işçi sınıfının devrimci misyonu ile ilgili hiç bir ampirik veri bulunmuyordu.

Marx, insanlığın gelişmesinin durmayacağına inanan bir kuşaktan geliyor; yaptığı, burjuvazinin değiştirici rolünü , emek süreci alanına kaydırmak ve burada ayrıntılandırmak ve ayrıştırmaktan ibaret görünüyor. Bu nedenle emek-süreci belirleyicidir diyoruz ve buna inanıyoruz ki,son mektubumda da bunun nesnel nedenlerine vurgu yaptığımı hatırlıyorum. Marx,ayrıca, sınıf çelişkilerine yer çekimi ölçüsünde önünde durulamaz bir güç veriyor. Bu nedenle sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğunu söylüyor ve inanıyoruz. Bütün bunlarda en küçük bir yanılgıya düştüğünü düşünmediğimi, yine önceki mektubumda ve bir kez daha,argümanlarıyla beraber vurguladım,Eğer Marx,bir milimetre ile ölçülecek kadar yanlış olsaydı, bütün baskı mekanizmaları,işçi sınıfını harekete geçirmek isteyen bir avuç devrimcinin üzerine çullanmazdı,bunu görüyorum ve gösteriyorum!

Marxizm’in formülasyonunu anlamak gibi bir derdin olmadığını da biliyor ve görüyorum; ancak anlamadan eleştirmenin öğretilmiş bir düşüncenin içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ve daha önce söyledim; ve buradan hareketle Menşeviklerin, Lenin öncesi Marxizm’e Lenin'in kendisinden çok daha yakın olduklarını ama Leninin, Menşevizmi açığa çıkararak, yalnız Rusya'daki devrimci mücadeleyi değil, aynı zamanda Marxizm’i de kurtardığını söylemenin yanlış olacağını düşünmüyorum.

Menşevikler, Emek-sermaye çelişkisinin sosyalizmi getireceğini ve henüz gelmiyorsa , bunun, bu çelişkinin yetersizliğinden kaynaklandığını ve çaresinin emek-sermaye çelişkisinin artmasında olduğunu ve artmasının kaçınılmaz olduğunu,önlenemez olduğunu ve bu önlenemezlik içinde devrimin de ortaya çıkacağını savunuyorlardı; yani Menşevikler,Marx'ın devrim teorisine dayanarak,herhangi bir poltik müdahale olmadan kendiliğinden olacağını savunuyorlar ve bunun "Hakiki Marx'a ait"olduğunu ileri sürebiliyorlardı.

Ve sen, bunu, yani Menşevik tutumu, Engels’in, Erfurt Programını eleştirirken, "düşünülebilir" deme "suç"u işlediği üzerinden kınarken, aynı zamanda Menşeviklere ve Plehanov'a daha yakın durduğunu gizleyemiyorsun.

Gerçekten dökülüyorsunuz, artık iki yüzlülüğünüz bile dikiş tutmuyor!

Menşevizmin, Narodniklerle mücadele kanalından ve Pyotr Struve ile Plehanov'un başını çektiği legal Marxist aşamadan geçtiğini de biliyoruz. Bu, kapitalizmin okulunda okumayı ifade ediyor ki daha önce Rusya'da Marxistlerin işe,kapitalizmin haberciliğini yaparak başladıklarını hatırlatmıştım;ve başlangıçta Lenin'in de burada olduğunu biliyoruz.Ama içindeki bitmek tükenmek bilmeyen proletarya tutkusuyla Lenin, Struve'nin hayranı olmasına ve hatta ilk önemli çalışmasını, Struveyi doğrulamak için yazmasına karşın, menşevizmi geride bırakarak bu aşamalardan çok daha başka yerlere fırlayabiliyor.

Sen ise, sapla samanı, üstelik tekrar tekrar bu gerçekliğe vurgu yapmama karşın, karıştırarak, Plehanov ile Kutsky'yi aklayıp, bütün günahları, azmettiren olarak gösterdiğin ve klavuzluğunu kesinkes kabul etmediğin, Marxizm’in kurucularının sırtına yüklüyorsun!

Öte yandan, her halde bir çok Marxist ve marxolog yazmıştır ki, Marx, sanayi devriminin teknolojik başarılarının realize edildiği bir zaman aralığında olgunlaştı;bu zamandaki kapitalist perfonmansın gözle görülür ve elle tutulur parlaklığına,kapitalizm,bir daha hiç bir döneminde yaklaşamadı. Marx'ın dışındaki düşünürler, bu parlaklıktan kapitalizmin ebediliğini çıkartırken, Marx, kapitalizmin bütün çelişkileri ortadan kaldırarak emek-sermaye çelişkisini hızlı bir biçimde derinleştireceğini ve dolayısıyla kapitalizmin mezarına önemli bir hızla yaklaşacağı güvenini buldu.

Bütün bunların ışığında,işçi sınıfının değiştirici ve devrimci rolünü, Lenin’in işçi sınıfına bilincin dışardan verilmesi gerektiği yönlü işareti ile birlikte ele almak gerekiyor; ele alınca, işçi sınıfının misyonunun asıl kaynağının,işçi sınıfının gizil güç olmasında olduğunu görmek zor olmayacaktır.

Dışardan aldığı bilinçle, bilincin geldiği yer dahil, toplumun bütün katmanlarının önüne geçerek değiştirici rolünü kabul ettiriyor! Demek ki, sosyalist bilinci ancak dışardan alarak edinebilen işçi sınıfının bu durumu, onun gücünü azaltmıyor ama yapılacakların netleşmesini sağlıyor.

Ayrıca, bilincin sadece sözle ve yazıyla ele alma döneminin de geride kaldığının görülmesinin önemi de öne çıkıyor; hem Paris Komününün ve hem de Ekim Devriminin taşıdığı bilincin, sözle veya yazı ile bilinç götürmekten çok daha etkili olduğu görülüyor; başkaları da var elbet; öyleyse insanların eylemli öğrenmeye yatkın olduklarını kabul etmek gerekiyor. Papaz Gapon’un peşinden ve ellerinde aziz ikonları ile çar babalarına, bugünden bakıldığında son derece naif görülen istekler içeren dilekçeyi vermek üzere yürüyen ve öte yandan büyük grev dalgası yürüten işçiler, çarın ordusunun, tarihe geçen kanlı saldırısı ile kırıldığı andan itibaren, her şey değişiyor ve ardından çarın japonlara yenilmesinin yarattığı berraklık, işçilerin daha önce kulak vermedikleri az sayıdaki devrimcinin ve en başta Lenin'in ve arkadaşlarının sesine kulak vermesine ve bu seste yankılanan öngörüleri ikircimsiz kabul ederek çara karşı öfkeli bir kararlılıkla kavganın en önünde saf tutmasına sıçratıcı bir etki yaratıyor ve tarihte ve de başka hiç bir ülkede görülmemiş büyüklükte siyasi grevler örgütlüyorlar, köylülere bilinç taşımaya başlıyorlar.

Ve Türkiye'de belki bunun prototipi olabilir ama özü aynı olduğu için, yani bir eylemli bilinç taşıdığı için, Türkiye tarihine Gezi Eylemi olarak geçen direniş, çalışan sınıfların, korkmalarına yer olmadığını ve kararlı olunursa korkutanların korkularını açığa vurduklarını görmesine, bilincine varmasına önayak oluyor.

Ol tarihten bu yana Türkiye'de korkutanları bir korkunun sardığını görmek için, söze gerek kalmıyor! Korkutan cephenin şirazelerinin hızla kaydığını görmek şaşırtıcı olmuyor.

Daha önemlisi, teorik olarak, pratiğin bir yansıması olarak ve uzun zamandır, reddetmek anlamında değil ama sendikaların mevcut haliyle işçi sınıfının iktidar mücadelesinde önemli bir kanal olmadığını ve bu önemi gittikçe daha da yitirdiğini ne kadar ifade etsek de, kabul edilmiyorken, artık işçiler ve hem de eskisinden çok daha kararlı olarak, kendi kararlarını kendileri alıyor ve uyguluyorlar; bu, aynı zamanda sendikaları ve sendikacıları da sarsıyor, kimini kendine getiriyor, kimini dışarı atıyor!

Ve tarihe baktığımızda işçi sınıfının örgütlenmelerinin çoğunun gizli olarak geliştiğini, açık mücadeleye pek yatkın olmadıklarını ve demokratik mücadeleye aşırı vurgusunun bile gizlenmek, yani barınak ve sığınak bulmak içgüdüsünü yansıttığı görebiliyoruz.

Öte yandan fabrikaların, işçiler için, tıpkı üniversitelerin yasalarla kazandığı bir dokunulmazlık alanları olduğunu,bu alanlarda kendilerini güvende hissettiklerini görüyoruz ki, kimi fabrikalarda direniş gösteren işçilerin, kendilerini fabrikaya kilitleyip, kimseyi sokmamaları ve çoğu kez sonuç almaları bunu net olarak doğruluyor.
Bu, gizil güçlerinin ve güven duyduğu alanlarının bilincinde olan işçilerin,işçi sınıfının açık örgütlenmesinin yalnızca düzenin reformasyonuna yaradığını, eylemli ve çoğu kez kendi eylemleri ile edindiği bilinçleri ile görebildiklerini gösteriyor.

Bu nedenle, Türkiye'nin işçi sınıfı ve emekçileri, nerden gelirse gelsin, kitlesel bir eylemli bilinç ile uyumadıklarını ve gizilgüçlerini depo ettiklerini kitlesel olarak gösterecekler ve kendi yarattıkları eylemli bilinçle hem kendilerini ve hem de toplumun diğer çalışan kesimlerini politize edeceklerdir.

Bir de BORGA kardeş, BORGA'dan seçme saçmalar geçidi misli, önümüze son derece anlamsız ifadeler koyarak, Engels'in, oportünistlerin, Almanya'daki hukuk düzeninin, bütün taleplerin barış yoluyla gerçekleştirilmesine elverişli olduğunun kabul edilmesinin istendiği bir zamanda ;yani o günkü koşullarda,toplumun gelişerek yavaş yavaş sosyalizme geçeceğine, hem partiyi ve hem de kendilerini inandırmak istedikleri bir zamanda ifade ettiklerinden hareketle ,üstelik sanki bugün kendin farklı tutum izliyormuşsun gibi, onu gözden düşürebileceğini sanmışsın; ama yanılmışsın.

Engels öncelikle saydığı koşullar ne kadar elverişli olursa olsun, yine de oportünistler gibi mutlaklaştırmıyor ve "düşünülebilir" diyor; bu sözcüğün ne anlama geldiğini biliyor musun acaba BORGA?

Evet "düşünülebilir" dediği aynı yerde Engels, önceki ifadesinin devamı olarak şunu da söylüyor : "ve" diyor "kendilerine toplumun sosyalizme geçerken eski toplumsal yapıyı yarı yolda bırakmak zorunda kalıp kalmayacağı, bu eski kabuğu istakoz yavrusunun kendi kabuğunu parçalarken gösterdiği kadar bir şiddete başvurarak atıp atmayacağı sorusu sorulmadan yapılmaktadır; sanki Almanya'da toplum, bundan başka henüz yarı-mutlakiyet niteliği taşıyan ve üstelik de son derece karmakarışık olan siyasi düzenin engellerini de kırıp aşmak zorunda değilmiş gibi."

Ve senin buraya taşıdığın ifadesinden sonra da ,"Ama" diyor Engels, "hükümetin bütün iktidarı elinde bulundurduğu, Reichstag'ın ve öteki temsili organların fiilen hiç bir güce sahip bulunmadıkları Almanya'da, böyle bir şeyi, hem de hiç gereği yokken, iddia etmek, mutlakiyetin asma yaprağını kaldırıp, onun çıplaklığını kendi vücudunla örtmeye benzer."

Demek ki burada ana fikir, Alman sosyal-demokratlarının içindeki oportünist tutumu deşifre etmektir! Sen bunu görmemeyi suç kapsamından çıkartırken, Engels'in ifadesindeki "düşünülebilir" sözcüğünü de "suç" kapsamına alıyorsun.

Öyleyse mahkûmiyetin, bakacağın yerlere sınır koymuştur, bunu görmemek mümkün olmuyor!

BORGA kardeş, hepsi bir bütün olarak, sana bir şey çağrıştırmıyor mu? Engels en azından Halk temsilcilerinin bütün iktidarı ellerinde topladıkları ülkeleri kastederek, sana göre bir "suç " işliyor; ya siz, şu ütopik "demokratik (aşiret) komünü"nüzle, şeriata dayalı ve ABD emperyalizminin bölgedeki "eş-başkanı" olduğunu defalarca ve övünerek ilan eden gerici - faşist 12 Eylül diktatörlüğünün çıplaklığını ne ile örtüyorsunuz, işçisine de, emekçisine de, yoksul köylüsüne de ,gencine de,yaşlısına da dünyayı dar eden, tekellerin kanını emmesi için elinden ne gelirse yapan bir rejimi, şu ünlü "komün"ünüzle demokratize etme hayaliniz hangi suçun kapsama alanı içine girmektedir?

Yoksa siz hâlâ kendinizi en kahraman ve gelmiş geçmiş tek teorisyen ya da filozof sanıyorsunuz da, Engels'i fayton şöförlüğü yaparken, taşıdığı soylu efendilerin lakırdılarını mı taşıyor sanırsınız?

Siz de hiç ölçü kalmamış demekle ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gösteriyorsun; şuraya bakın hele; Engels'in, Alman sosyal-demokrat partinin oportünist temsilcilerinin program taslaklarını eleştirirken yazdıklarından ,üstelik yalnızca küçük bir bölümünden, çıkardığın sonuca bak; "Orda burda asker/ordu konusunda uzman, deha diye sıfatlar atfedilen Engels, mali oligarşinin en kuvvetli olduğu yerlerde silahı atlayıp iktidarı tarif ediyor"muş. "O da yetmiyor" muş, "proletarya diktasını parlamento üstünden mümkün görüyor." muş!

Buna ancak gülerler ama bu, sizin gibi, emperyalizmle en sıkı işbirliği içinde olan, üstelik şeriata dayalı bir faşist diktatörlük olan 12 Eylül rejimi ile barış içinde bir arada yaşanılabileceğine ve eşitlik-kardeşlik-özgürlük düşlerini yayan bir "demokratik" komün ile bütün sorunları çözdüğüne hem kendilerini hem de bizi ve zorla inandırmaya çalışanlardan gelirse acıklı bir güldürüden başka şey olmaz!

Dahası var, siz, "demokratik bir barışla" emperyalizmi bağdaştırmanız yetmiyormuş gibi, demokrasi ile şeriata dayalı bir faşist dikta rejimini de bağdaştırdığınızı; üstüne üstlük, bu faşist dikta rejiminden, ancak demokratik bir cumhuriyette yerinde olabilecek şeyler talep ettiğinizi görmediğimizi sanarak,pişkin pişkin,Engels'i olmadık şeylerle suçluyorsun(uz),üstelik bu suçlamalarınızın temelsiz olduğunu, bir önceki mektubumda göstermiş olduğum halde!

Ve görülüyor işte; ULAK bir kamyon dolusu laf etmiş, ama içinde bir tane içi boş turşu fıçısına sığacak ifade yokken, bir kaç cümleden ibaret olan, senin benzetmenle orantılarsak, bir oyuncak el arabasına ancak sığacak olan ifadelerinin neredeyse hepsi dökülüyor!

Ama sen hâlâ, üstelik henüz dediklerimin, o bir ton ifadenin, hiçbirisini çürütememişken, Engels'i gözden düşürmek için, son derece komik ifadelerin ile böbürlenerek, benim ifadelerimi, mezbeleliklere döküyorsun; dök bakalım, mezbereliklere döktüklerinin mi, yalan-yanlış etrafa saçtıklarının mı izi kalacak?

Diğer, yandan şimdi de "tek ülkede sosyalizm" olgusuna göz kırpmışsın; neden acaba, Öcalan'ın adını da zikrettiğine göre, Öcalan'ın ütopyasına bilimsel ton vermenin argümanı olarak kullanacaksın demektir! Nafile çaba ama umut fakirin ekmeği değil miydi, ne yaparsın?

Fakat yine de "tek ülkede sosyalizm" den size ekmek çıkmaz; Öcalan'ın ütopyasının olabilirlik katsayısını artırmaz ama ikiyüzlülüğünüzü açığa vurur; Engels'in halk temsilcilerinin iktidarı elinde tuttukları bir koşulda, "düşünülebilir" dediği için, yererken, hatta alaya alarak, oportünistlikle mahkûm ederken, emperyalizmin en azgın zamanında, 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünü konuşlandırmaya hızla devam ettiği koşullarda, aşağıdan, tedrici olarak demokrasinin "düşünülebilir" olduğunu değil, kesinkes mümkün olduğunu buyurmanızdaki iki yüzlülüğünüzü açığa vurur.

Öte yandan ,"tek ülkede sosyalizm" bir teori değil, pratiğin dayattığı bir zorunluluktur; bu nedenle Marx'ta olmaması gayet normal; ama senin aklın bunu almıyor tabii.

Ve ben bunu da ayrıntılı olarak anlattım; ve Ekim Devrimi, Batı Avrupa'dan, gelişmiş kapitalist coğrafyadan beklenirken, geri topraklarda patlak vermiş ve bu devrimin erken olduğu savları ile, devrimi burjuvaziye teslim etmeyi en büyük devrimcilik sayanların sarıldığı aynı teranelere hâlâ sarılındığı bir zamanda BORGA kardeşimiz, bu pratikten bir teori çıkartmış ve bunun Marx'da olmadığından söz ediyor; demek ki işine gelince pratik, BORGA nezdinde teori olabiliyor; ama olmaz; pratik, teori değildir.

Teori de pratik değildir. Teori tek tek pratikten çok ötedir ve teorinin geçerli sayılabilmesi için, kendisine tıpatıp uyan bir tek pratik bile gerekli değildir.

Ancak sosyalistler için ilk ve tek ülkedeki sosyalist iktidarı savunmak ve yaşatmanın en temel görev olduğu zamanlarda, bu tekil pratiklerin "teori" sayılması da inkâr edilemez, değeri küçümsenemez, bir tarihsel zorunluluk olmuştur. Fakat bu tekil pratiklerin bazılarını "teori" katına yükseltme pratiğinin, sosyalist teori üzerinde kısırlaştırıcı bir etki yaptığını da kabul etmek gerekir.

BİZ KABUL EDİYORUZ, AMA SİZ BURALARI GÖRMÜYORSUNUZ BİLE! ÇÜNKÜ BAŞKA YERLERİ GÖRMEYE MAHKûMSUNUZ VE BURALARA BAKAMIYORSUNUZ BİLE!

Velhasıl pratik günü yaşamaktır, teori geleceği yaşamaktır; pratik geleceği hazırlar, teori ise geleceği haber verir. Lenin haber verdi ama BORGA bihaberdir ve hâlâ dualar okuyor, Öcalan'ın "demokratik" komününü kutsuyor.

1917 yılının Eylül ayında Lenin, geleceğe dair şöyle yazdı;" İhtilal, siyasal sistem söz konusu edildiğinde, birkaç aylık bir zamanda Rusya'nın ileri ülkelere yetişmesini sağladı. Ancak bu yeterli değildir. Savaş merhametsizdir; alternatifleri acımasız bir katılıkta ortaya koyuyor: Ya mahvolma ya da ileri ülkelere ekonomik olarak da yetişmek ve geçmek."

Görülüyor, Lenin, Stalin'in omuzlarına kalan bir pratiği, "Yetişmek ve geçmek", (dognati peregnata) politikasını Ekim devriminden sonra değil, önce formüle etti.

Hem de şöyle formüle etti,"Mahvolmak ya da tam yol ileriye atılmak. Tarihin yazdığı alternatif budur."

Bu sözler, tamı tamına teoridir ve üstelik on yıl kadar sonra ortaya çıkan pratik, bu teoriyi doğrulamıştır.

Tek ülkede sosyalizm mi demiştin BORGA?

İşte böyle bir şey ve Lenin, bunun haberini çok önce veriyor ama sen bilimdışı, hatta ecüş bücüş, yalana da yaslanan, yanlışı da kucaklayan anlamsız ifadelerinle bu gerçekliğin ağırlığını hafifletebileceğini sanıyorsun; bunu çek döküntüsü, kapitalist yolcu, Milan Kundera bile başaramadı, sen mi başarabileceksin?

Neyse, meramını sonunda anlatmışsın, demek ki senin ütopyan da "komün" ile jakobenist bir "proleter diktası" karışımının güler yüzlü versiyonu!

Daha doğrusu güler yüzüyle, intikam çığlıkları atan ve düşmanları değil bastırmak, karnındaki bebesini dahi yok edecek denli yok edecek bir haleti ruhiye ile "hareketin ve toplumun yasalarını" harekete geçirmeyi hedef alıyorsun.

Hadi bakalım,"vatan"a ,"millet"e hayırlı olsun,"komün"leri neşe ile doldursun, ütopya sahiplerinin yüzünü güldürsün, Kürt halkına "eşitlik-kardeşlik-özgürlük" ekseninde ve Amerikan "dost"luğunda, 12 Eylül faşist rejiminin "inayetinde",Öcalan'ın "önder"liğinde mutluluklar ihsan eylesin!

İşte böyle BORGA kardeş, bütün samimiyetimle ve laflarımı dolandırmadan ne ise onu bir kez daha anlatmaya çalıştım; senin ya da benim kazanmamızın hiç önemi yok; kazanması gereken gerçekliktir ve elbette bu gerçekliğin bilincine varması gereken işçi sınıfı ve emekçi halkımızdır, Kürt halkını ayırmıyorum, öyleyse aynı samimiyetle dediklerimi derinlemesine irdelemelisin, benim gerçeğe sarılıp kimselere kaptırmama gibi bir niyetim yok, ama tümüyle dediklerinden yola çıkarak, senin gerçeklik ile bir derdin olduğu anlaşılıyor; bu derdin her ne ise, ancak ve ancak gerçekliğin içindekilere vakıf olarak bundan kurtulabilirsin; ama bunun için, lütfen biraz olsun bilime tutunmalısın!

Bu sana da bana da kazanç getirmeyecek ama düşmanlara kayıp, emekçi halkımıza kazanç getirecek ve hafife alma ki buradaki bir kaç doğru ifadenin bile, bu kazancı artırmada ve emekçi sınıfların, halkımızın zaferini yakınlaştırmada son derece önemi ve katkısı vardır.
İşte bizim kazancımız da bu olacaktır; bundan daha büyük kazanç ne olabilir?

Bu nedenle, biliyorum seni ifadelerimle zorluyorum ve canını da sıkıyorum, ama hepsi emekçi halkımız için, eğer gerçekten derdin emperyalizmin, tekellerin ve onların baskıcı rejimlerinin kanını emdiği, Kürt veya Türk emekçi halkın kurtuluşu ve mutluluğu ise, inan ki kurduğun cümlelerle bunu gerçekleştirecek tek bir tuğla bile koyamazsın!

Üstelik, kurduğun ifadelerin, çoğunun anlamsız olduğu ve maddi yaşamda karşılığı olmadığı görülüyor; sen de farkındasın aslında; bu nedenle farkındalığının gereğini yapmalısın, sahne ışıklarına kapılmamalısın, alkışlarla heyecanlanmamalısın, heyecanın gerçeklerin baskısı ile artmalı, bu topraklara hepimizin borcu var, elbette devrimci sorumluluk taşıyorsak, bu nedenle bu sorumluluğumuzu hatırlayarak, bu borcu en tam ifadesiyle ödemek için, biraz olsun yüzünü bilime dönmelisin!
Bunu başardığın andan itibaren arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Ama bilimi "hurafe" diyerek gözden düşüremezsin ve üstelik böyle bir arpa boyu ilerleyemezsin! Düşmanın değirmenine taşıdığın, ki zaten taşırken çoğu yerlere dökülüyor, su ile kalakalırsın !

Kürt ve Türk emekçi halkı bunun için sana aferin demez ama diyecek birilerini illaki bulursun!

Öyleyse seçimini yapmalısın, bilim mi, bilimdışı ve çoktan eskimiş takıntıların mı?


Saygıyla ve sevgiyle kal

Fikret Uzun

29 Kasım 2013

17 Kasım 2013 Pazar

toplumsal sorunları kendine dert edinmek



BORGA kardeş,
Alınganlık göstermen, duygusallık içerse de, bana göre olumlu bir tepkidir; çünkü bu, senin, bulunduğun yerin bu alınganlığına konu olan yer olmadığına inandığını gösterir; ancak şuna da inanmalısın ki,"bay", "bey","paşam" ifadeleri bir aşağılama ya da "burjuva" vurgusu değildir; sadece eleştiriye konu olan meselenin ciddiyetini yansıtan bir vurgudur; "BORGA mahlaslı üye" veya "bu isimli forum üyesi" vurgusu ise burada konum alanların takma isim kullanmalarından kaynaklanan bir azizlikten başka şey değildir, yani diğeri yanında, senin alınganlığını ölçü alırsak, çok masumdur; ben aynı vurguyu yansıtmak istersem, "maske"li ya da "maskeyi kullanan" nitelemesini tercih ediyorum.

Ve eleştirimin şiddetini zaman zaman böyle nitelendirmelere yansıttığım vurgular ile bir doz artırıyorsam, tartışılan konunun veya meselenin öneminden ve ciddiyetinden kaynaklanmaktadır; kaldı ki, şunu da değerlendirmelisin,bu vurgular,şahsıma yöneltilen nitelemeler yanında son derece masum ve tamamıyla politik bir tartışmanın ciddiyetini ve şiddetini ortaya koyan nitelemelerdir.
Ayrıca, mesele, gerçek-ve gerçeğin karartılması çerçevesinde süren ve "tartışma" adıyla ortaya atılsa da, tümüyle ideolojik -teorik bir mücadelenin konusudur.

Bu nedenle devrimciler, özellikle de gerçeğe aşkla ve sorumlulukla bağlı olan ve de feleğin çemberinden geçmiş devrimciler, asıl meselenin karartılması için sürdürülen hücumlar dururken , bu tür nitelemelere yansıyan eleştirilerin şiddetinden muzdarip olmamalıdırlar;yani bırakalım bundan, gerçeklerden uzak olan ve gerçeklerden uzaklaştırmayı politika sayanlar muzdarip olsunlar.

Diğer yandan hep hatırlatıyorum ki, burada okul müsameresi de yok, kompozisyon yarışmasında da değiliz; denizaşırı diyarlardan buraya akın edip, filozofçuluk da yarıştırmıyoruz.

Ne yapıyoruz?

İdeolojik-teorik ve politik tartışma yapıyoruz ama dediğim gibi tartışmadaki konuların veya meselelerin ciddiyet ve önemine göre, tartışma pek çok zaman şiddetli oluyor ki, bu zamanlarda tartışmanın boyutu ve niteliği tamı tamına bir ideolojik-politik mücadeleyi ortaya koyuyor.

Diğer yandan, buradaki tartışmacılar veya tartışılması için konu açanlar nezdinde, bir çok yerden ayrı olmayan çok önemli bir ortak nesnel karakter söz konusudur; ideolojik-politik tartışmanın , ideolojik-politik kavga haline dönüşmesinde,bu karakter, peşin peşin olumsuz işlev taşımaktadır; şüphesiz bu karakter bütün tartışmacıları kapsamıyor ama çoğunluğun yüzdesi diğerlerinin oranını önemsizleştiriyor.

Bu karakter, çeşitli biçimlerde ve çeşitli bakış açılarına göre farklı algılanabilir şekilde kendini gösterebilir ama genel olarak şöyle özetleyebiliriz; bu karakteristik yaklaşım biçimi, Türkiye devrimci hareketinin ve Kürt devrimci-demokrat hareketinin sorunlar ve çözümündeki tıkanıklıklar, aşağı yukarı görülüp tespit edilmesine karşın, geniş ölçekli bir politik çaba ile çözülebilecekken, bu sorunların ve çözümündeki tıkanıklığın üzerini örtme çabası olarak kendini göstermektedir; başka ifadeyle, bu yaklaşım, nesnel durumu hemen hemen doğru ölçütlerde tespit edebilme yetenek ve birikimine sahip bir profil verildiği halde, yetersizlikten ve birikimsizlikten çok,görülebilenleri görmemeye,duyulabilenleri duymamaya mahkum olunduğu için,bu nesnel gerçeklerden çaresizce kaçıldığını ifade etmektedir.

Bu olgunun hareket halindeki varlığının ve bu varlığına, adında "sosyalizm" olan ve bir "sosyalist okul "iddiası taşıyan tartışma ve fikir alışverişi alanı olan böyle bir forumda geniş bir alan bulması, haliyle Türkiye coğrafyasındaki ve dahi Türkiye'nin içinde bulunduğu geniş coğrafyadaki yumak olmuş toplumsal sorunların ve tıkanıklıklarının çözümü konusunda hassasiyet ve sorumluluk taşıyan ve elbette bu hassasiyet ve sorumluluk çerçevesinde kendini bu topraklardaki ezilen ve sömürülen halklara borçlu hissedenleri,önce şaşırtıyor, sonra tartışmaya çekiyor ve en sonu kendilerini ideolojik-politik bir mücadele içinde görmelerine neden oluyor.

Bu nedenle de buradaki tartışmaların zaman zaman şiddetlenmesi ve bir ideolojik-politik mücadele zeminine kayması kaçınılmaz oluyor.
Yani BORGA, buradaki hitaplar kişisel değildir ve kişisel algılanmaması gerekir!

Ancak bu hitaplar ağır kaçıyor ise, muhatabının alınganlığından bağımsız olarak,haddini aşıyor ise, elbette sürdürmek kesinlikle doğru olmaz;kaldı ki muhatabı kişisel algılıyor ve alınganlık gösteriyorsa ve bunu dile getiriyorsa da bunu sürdürmek gereksiz, yararsız ve yanlış hale gelmiş demektir, öyleyse sürdürmemek ,ciddi tartışmalar içinde olanlar açısından ilkeseldir.

Bu, karşılıklı sözümüz olsun!

Ben bu foruma dahil olduğumun bir adım öncesinde, CHE_1956 da hatırlayacaktır, böyle bir forumun varlığından bile haberdar değildim, haberim; CHE_1956 tarafından mevcut yazılarımın bu forumda paylaşılması yönünde dolaylı olarak öneri gelmesi üzerinedir ve açıkçası ol tarihte bu öneri ve bir anlamda davet, beni ziyadesiyle sevindirmişti; çünkü adı "Sosyalist Forum" ve iddiası "Sosyalizm Okulu" olan bir alanda ciddi ve içeriği dolu eleştirel tartışmalar ve fikir alışverişleri yapılabileceğini,dolayısıyla at izinin it izine karıştığı ve anlamanın da , anlatmanın da önemli oranda dumura uğratıldığı bir atmosferde olumlu açıklıklara kapı açmak mümkün olabilecekti.

Sanırım bunda, o sıralarda yazdığım veya yazmayı düşündüğüm, "Özgür Üniversite"nin kurucusu ve lideri ve de öğretmeni olan, zamanında önemsediğim ama yanlışın dümen suyuna girdiğinin işaretlerini veren adaşım Başkaya'nın Dühring'liğine dair yazının gündemimde olması da etmen olmuştu!

Ancak sevincim uzun sürmedi ki bu sonucu resmeden olgunun Forum sayfalarında boylu boyunca durduğunu, merak eden herkes, bir kaç mektubumu ve karşılığında ortaya konan kayıkçı kavgası misli tartışmalar yanında,türlü çeşit yaftalama yarışlarını ve en yaygını da "uzun yazdığım" için yöneltilen eleştiriler yanında,önerileri ve dahi nasihatleri ve elbette küçümsemeleri okuyarak görebileceklerdir, işte o zamandan beri ne çizgim değişti,ne kararlılığımda bir duraklama oldu ,ne de yöneltilen türlü çeşit ve zaman zaman çirkin, düzeysiz ve en az bu kadar da dayanaksız yaftalamalara pabuç bıraktım ; mektup göndermekten de, tartışmalara katılmaktan da,eleştirilerimi en tam ifadesiyle ortaya koymaktan da vazgeçmedim;ve ortada sevinecek bir durum olmadığının farkına vardığımdan ve bunun nedenine vakıf olduğumdan itibaren,hiçbir zaman tartışmaya dahil olanların kararlı cehaletlerinden ve ilke edindikleri "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğmasından vazgeçecekleri,dediklerime kulak vererek,en azından bir kez enine boyuna eleştirel bir süzgeçten geçirip, doğruluklarını sınayarak,gerçeğe sahip çıkmak için kolları sıvayacakları ham hayaline kapılmadım.Çünkü tekke miskinliğini ifade eden bu dinamikte,sorgulama ve eleştirel düşünme olmazdı, peygamber bellediklerinin ifadelerinden her ne söylenirse söylensin, söylenenlerin içeriğinden değil,söyleyenin dilinden bal damladığını varsayacaklardı.

O halde ne yaptım?

Çok basit, yaptığım ideolojik -politik mücadeledir ve bu mücadelenin merkezinde her zaman şiddet katsayısı yüksek bir eleştirel ruh ve bu ruhu yansıtan üslup vardır; işte BORGA kardeşim, hitabımı kişisel bir hakaret veya aşağılama temelinde değil,bu temelde almalısın ve bu temelde de ağır kaçıyorsa, vardır bir sebebi diyerek,tabii ki gerçeklerin üzerini örtmeye mahkum bir pozisyonun yoksa,dolayısıyla neyi dillendirirsen,sadece ve sadece gerçeklere sahip çıkmak için ise, bu ağırlığı tuzla buz etmek, BORGA'ya değil,bu isim altında alınganlık gösteren,duyguları olan, konumunun bilincine vakıf olan canlı varlığa düşer ve yapacağı tek şey, konumu, yani yaşadığı maddi koşullar ne ise, dolayısıyla gözlerinin önünde duran,elleriyle tutabildiği canlı yaşamın nesnel gerçekliği ne ise,yani sınıfsal konumu ne ise, bunu yansıtan bir düşünce dinamiği ile alınganlığına konu olan hitapların, nesnel karşılıkları olmadığını; yani bu hitapları hak edecek bir ifade tarzı, bir anlatım biçimi, ve dahi gösterdiği profile ters bilgi ve bilinç aktarımı içinde olmadığını, samimi ve daha çok da sorumluluk duygusuyla ve elbette ki bilmece misli değil,tam tersine hepimizin anlayacağı bir dille anlatabilir.
Hepsi budur! Burada kişinin küçük-burjuva olması, ya da işçi veya köylü, dar gelirli ya da yüksek gelirli vb olması önemli değildir. Önemli olan düşünsel olarak, derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselen dünya görüşü olarak taşıdığı sınıfsal yapısıdır!

Kaldı ki, Lenin söylediği için değil ama gerçekten öyle olduğu için ve elbette başkalarını küçümsemek için de değil,ve elbette bunları sen de biliyorsun, sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebileceği içindir ve gerçekten de modern iktisat bilimi,modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur ve proletarya ne denli isterse istesin ,ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar.Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır ; modern sosyalizm, bu tabakanın tek tek üyelerinin zihinlerinden kaynaklanmıştır ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuşlardır. Demek oluyor ki sosyalist bilinç, proleter sınıf mücadelesine dışardan verilen bir şeydir. Proleterlerin konumları ise, bu bilinci içermek için elverişli bir koşul yaratır ama sosyalist bilinç, işçilerin konumları nedeniyle sınıf mücadelesinden kendiliğinden doğmaz.

Ayrıca, işçilerin ağır çalışma koşulları ve yaşam kaygıları ve de ekonomik güçsüzlükleri nedeniyle bu dinamikten her zaman uzak kalmışlardır; okumak için hem parasal güç ve hem de zaman gerekmektedir; okumak derken sıradan bir okuma faaliyeti de değildir söz konusu olan, derinlemesine ve bilimsel bilgiye yönelik olunmasından söz ediyoruz ve bu nedenledir ki işçi sınıfı ve emekçiler,kitlesel olarak ekonomik mücadele içinde değil, (elbette bu da emendir) politik mücadele içinde sosyalist bilince erişirler.

Totoloji yaparak uzatmayayım, malumumuz durum budur ve bunu sen de eminim biliyorsun ve işte bu nedenledir ki bu günkü koşullarda, her ne kadar egemen sınıfın toplumsal düşünceyi ve özellikle de kendisine tehdit oluşturacak düşünceleri zaptı rapt altına almak üzere açtığı, açılmasına göz yumduğu ve hatta yaydığı internet ortamındaki böyle alanlar, son derece önem taşımaktadır. Taşıdığını çok net olarak gördük.

Demek ki geriye bu alanlarda konuşurken, yazarken,yererken veya överken, bir mihenk noktası olarak, derinlemesine bilimsel bilgi temelinde hareket etmek kalmaktadır.

Bu bilgiler elbette işlenmiş olarak koca koca kitaplar halinde, herkesin ulaşabileceği kitapevlerinin raflarında ve dahi internette dahi mevcuttur ama bunları sıradan bir eylem olarak okumak yetmiyor, derinlemesine irdelemek, içerdiği anlamların canlı yaşamdaki karşılıklarına vakıf olmak ve zihinde yeniden kurgulanıp, düşünce olarak yansıtmak sıradan bir iş değildir; geniş çalışan kesimlerin ve onların çocuklarının buna ne ekonomik gücü, ne zamanı, ne de bilgi birikimi yeter; öyleyse bu eylemi sıradanlıktan kurtarmak da dışardan bilinç götürmenin içindedir ki, mevcut yapıtların içerdiği bilgileri doğrudan yansıtarak da sosyalist bilinci içermek o kadar kolay olmamaktadır;ve biz biliyoruz ki bunun için önce solcu olmak, toplumsal sorunları kendine dert edinmek ve çözümü konusunda hassasiyet gösteren bir konumda olmak gerek şarttır;demek ki sana ve senin gibilere, kullanılan ismin altında, bir burjuvanın veya bir işçinin ya da emekçinin olması bir şey fark ettirmez ama derin bilimsel bilgi temelinde yükselmiş olan bir sosyalist bilincin var olması kesinkes gereklidir,ki mihenk noktası burasıdır,her zaman ihtiyaç vardır.

Öyleyse BORGA kardeşim, bu anlamda da, hadi "paşam" neyse, ama "bey", "bay" gibi nitelemelerden, vurgusu can sıkıcı olsa bile, alınmak veya çekinmek yersizdir .

Diğer taraftan, daha önce de dile getirdim ve altını çizdim,ben "her şeyi bilen" değilim; dolayısıyla bilmediklerimin bilgisine ulaşmadan hiç bir konuda ahkam da kesmem,işkembe-i kübradan da konuşmam; konuştuklarımın yanlış veya eksik bir tarafı söz konusu olup da, bunu önüme koyanlara her zaman şükran duyarım ve hiç bir zaman da, yanlışım ve/veya eksiğim olmaz, iddiasında değilim; ancak bu güne kadar,somut ve dayanakları ile bunu gösterebilen olmamakla birlikte, şu da bir gerçek ki, konuştuklarım elbette doğruluğuna ve tamlığına inandığım, dayanakları olan ifadelerdir; ama bu benim inancımdır ve konuştuklarım, aklımdakilerle gördüklerimi süzgeçten geçirerek kurgulayıp, aktardıklarım oldukları için, yaklaşık olarak nesnel gerçeği yansıtan görüşlerimdir; ya da aktardıklarım salt bilgi ise,kaynaklara dayanmaktadır ve aktardığım görüşlerimi,çok zaman,daha önce aktarılan ve sınamadan geçmiş,bir anlamda mutlaklık kazanmış,en azından pratiğin doğrulamasından geçmiş olgu ve ifadelerle desteklemeye özen gösteririm.

Öyleyse başka bir yönden ama yine de gerçekliğe bakan bir pencereden bakıp, konuştuklarımın yanlış veya eksikliğini göstermek mümkündür ki, bunda hiç bir kayıp söz konusu olmaz, sadece yanlışımı ve eksiğimi görürüm ve düzeltme,tamamlama imkanı bulurum, o zaman da hep beraber kazanırız, yani gerçeklik kazanır ve öyleyse, gerçekliğe sahip çıkanların mücadelesi kazanır,ki buna bugün son derece fazla ihtiyacımız vardır!

Dolayısıyla üstenci görünen,dolayısıyla iddialı bir tartışmacı profili veren yapımdan,dolayısıyla her konuda her şeyi biliyormuşum gibi fikir beyan etmemden,ya da itiraz yükseltmemden yanlış sonuçlar çıkarılmamalıdır; evet savunduğum görüşlerin doğruluğu konusunda son derece iddialıyım ama bunun, yani iddiamın,bilgimden çok sosyalizme inancımdan; deneyim ve birikimimden çok,deneyim ve birikimimden kaynaklanan kararlılığımdan; dahası,bu günden çok, geleceğe olan güvenimden,dolayısıyla bilimsel iyimserliğimden,yani iyimserliğimin, geçmişe bakarak,günü yaşayarak değil, gelecek açısından iyimserlik olduğu görülmelidir.

Ancak iddialı olduğum kadar alçak gönüllü olduğumun da görülmesi zor değildir.

Bilime inanmayıp,sosyalizme inanmak olmayacağı gibi,tersi de olmaz;yani sosyalizme inanmayıp,bilime inanmak da olmaz! Bu nedenle sosyalizme inananların, bilimden uzak bir sosyalizmi dayatanların martavallarına inanması da beklenmemelidir;öyleyse bu martavallara ve bu martavalları ulu orta sıkanlara karşı mücadele etmeden, karşısına dikilmeden ,bu sorumluluğu taşımadan,dolayısıyla bu martavalları paçavraya çevirmeden sosyalist olunmaz!

İşte iddialılığım bu temeldedir; ama dostlarla ilişkide, eleştiride, tartışmada, araştırmada son derece alçak gönüllü olduğumu herkes bilir ki bu zoraki olacak bir şey değildir;bu,yukarda arz ettiğimin, yani geleceğe olan güvenin, geleceğe bakarak duyulan iyimserliğin, dolaysıyla bu iyimserliğe içerilmiş yüksek moralin kaçınılmaz sonucudur.

Yani sosyalist iktidara inancımızda alçak gönüllülük olmaz; sınıf düşmanlarına ve onlara yataklık edenlere hıncımızda alçak gönüllü olunmaz; başka ifadeyle tekellere kin duymada, tekelleri benimsetmeye çalışanlara tiksinti duymada alçak gönüllü olunmaz!

Buralarda alçak gönüllü olan teslim olmuş olur; sosyalizmden vazgeçmiş olur;kapitalizmden ümidini kesmemiş olur.

Demek ki alçakgönüllülüğümüzü yoldaşlarımıza, iddialılığımızı ise düşmanlarımıza sergiliyoruz.

Hepsi budur ve hepsi, Türkiye sosyalist hareketini ulaşması gereken düzeye yükseltme sorumluluğundandır!

Yani, dile gelmiş hiç bir düşünce, BORGA'ya veya bir başka kişiye kaşının üstünde gözü var diyerek hınç duymak ve laf sokuşturmak için değildir; tamı tamına içerdiğimiz sorumluluktandır!

Kavgacı ruh halimiz ise, eşyanın tabiatına uygundur; çünkü yolumuz sosyalist iktidar yoludur ve ne kadar uzaklaştırmaya çalışılsa da, uzaklaşıyor gibi görünse de, biz biliyoruz ki bu yol, hem nicel ve hem de nitel olarak genişlemekte ve aynı oranda sosyalist iktidara yaklaşmaktadır!

Bu nedenle bu genişlemeye, bu uzaklığın daralmasına karşı durmak üzere önümüze çıkanlarla kavga etmek kaçınılmazdır; çünkü kavgasız iktidar olmaz,iktidarsız kurtuluş ise hiç olmaz,bunu da, yolumuzun açık olduğunu da biliyoruz!

Şimdi gelelim asıl konuya:

"BORGA ise, önüne pas düştü ki aman kaçırmayayım telaşı ile olsa gerek, şutu ne yana çekeceğini şaşırmış bir halde, Zasuliç ile Plehanov’un,Tkaçev geleneğinin içinde olduklarını; ikisinin de silahlı mücadeleden vazgeçtiklerini (ki silahlı mücadele dediği Tkaçev'in sık sık önerdiği ama pek karşılık bulmadığı terör eylemleridir). Başka bir yol arayarak yeni bir örgüt kurduklarını (Emeğin Kurtuluşu’nu kastediyor olsa gerek ki bu da Marxist bir örgüttür). 2 yıl kadar sonra da o örgütü bırakıp bilim yoluyla devrim işine girdiklerini (burasının da RSDİP olduğu biliniyor ama Menşevik kısmını mı, Bolşevik kısmını mı kastettiğini bilemiyoruz) buyurmuş ki bu ifadesini ironik bulmamak elde değil!"

Şahsıma ait bu ifadeleri ve etrafında dile getirdiklerimi silip, verdiğin linkteki (linkde yazanları) şahsına ait olan ifadeleri baz almamı önermişsin. Olabilir, seninkilerin doğru ve kapsamlı, benimkilerin ise, yanlış veya kapsamı çok dar olduğu için eksik ve/veya yanlış görünüyor olduğunu düşünerek böyle bir öneride bulunmuş olabilirsin ama BORGA kardeşim, gene yanılıyorsun ve belki gene canın sıkılacak ama verdiğin bilgiç profil, bu yanılgıya gönüllü kapıldığını düşünmeme neden oluyor.

Bu ifadeler durup dururken ortaya konmadığı gibi, gerçekleri yansıtmayan bir özellik de taşımıyor; sadece senin ifade tarzına karşılık olacak şekilde ve özet olarak kurgulanmıştır o kadar.

"Lenin’e sorarsak Tkaçev isyanının adı köylü devrimidir. Marks ise Vera’ya eski örgütünü adres gösteriyordu."

"Plehanov ve Vera’nın Rusya’da uzun yıllar boyu yaptıkları şey, militanları silahlı mücadeleden vazgeçirmeye çalışmaktır."

Bunlar senin ifadelerin ve tam olarak bir şey anlatmıyor, okuyucunun kafasında oluşan sorunu ve bu soruna yönelik çözümdeki tıkanıklığı çözmüyor yani; ben buna vurgu yaptım, bu noktadaki kısırlığa ve bu kısırlığın bilinçlice yaratıldığına vurgu yaptım sadece ve belli ki gene önce senin dikkatini çekti;neden acaba?

Yani BORGA, özcesi, Tkaçev'in adına yazılan ve bunu Lenin'in "köylü devrimi" olarak adlandıracağı bir "isyan" mı vardır ki böyle bir cümle kurguladın? Marx ise Vera'ya eski örgütünü adres gösteriyormuş; Vera'nın o tarihteki örgütünün örgüt olduğunu bu ne demek, eski örgütünden kastın nedir ve bunu neye dayandırıyorsun? Bunlar muğlak ve bir önyargıdan çok, bir hınç olgusunu açığa vuruyor ki bunu taşıyan her halde senden başkası değildir!

Diğer yandan şu ifadene bak, "Plehanov ve Vera'nın Rusya'da uzun yıllar boyu yaptıkları şey, militanları silahlı mücadeleden vazgeçirmeye çalışmaktır."

Bunu okuyan okuyucu, sanki binlerce militanı olan ve dağlarda veya şehirlerde gerilla savaşı veren bir örgütün militanlarını bundan vazgeçirmeye çalışıyorlarmış sanır; oysa Vera da Plehanov da uzun zaman, Emeğin Kurtuluşu adlı Marxist örgütün kuruluşuna kadar, senin "silahlı mücadele" dediğin, komploculuğu siyasi mücadele biçimi sayan örgütün "terörist" eylemleri içindedirler ve hemen hemen hepsi, özü aynı olmakla birlikte farklı çizgilerden hareket etmektedirler.

Hele Tkaçev, Lavrovla birlikte hareket ederken, onu eleştirerek öne çıkmış,Bakunin’den de, Blanqui'den de etkilenerek ve hatta Jakoben çizgiyi de yansıtan bir eğilimle hareket etmiştir.

Ama Plehanov ile Vera yine giderek "köylü sosyalizm"i fikrinden uzaklaşıp, Marxist bir eğilim göstermeye başlamış ve"Emeğin Kurtuluşu" örgütü ile bu eğilimleri cisimleşmiştir. Sosyal-Demokrat partiye de girmişler ve İskra’nın yazı kuruluna da katılmışlar ama sonunda ve çok da fazla sürmeden partinin ikinci kongresinde Menşeviklere katılmışlardır ki Lenin'in, Bolşevikleri Jakobenler olarak, Menşevikleri ise Jirondenler olarak nitelemesi nereye gittikleri açısından net bir fikir verebilir.

Diğer yandan, Lenin'in, siyasal mücadelenin komploculukla sınırlandırılmasının yanlışlığına en sert vurgu ile işaret ettiği bilinir; buna karşın Blankicilikle suçlanmaktan kurtulmadığı ve bu suçlamayı kabul etmediği de bilinir ve senin Plehanov ile Vera'nın etrafındakileri vazgeçirmeye çalıştıklarını" söylediğin "silahlı mücadele" budur ve bunun bir terörist mücadele olduğu ortadadır.
Marxistlerle Narodnikler arasındaki tartışmada önemli bir yer tutan sorunlardan birisi terörizm idi. 1875 yılında Narodniklerin devrimci kanadı, bir devrimi ateşlemek ve kurtuluş vaktini yaklaştırmak için teröre başvurmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardılar.Marxistler ise başta son derece çekingen olmakla birlikte, bir işçi partisi kurulmasından itibaren çekingenlik ortadan kalkarak terörizmi kınadılar.

Narodnikler, daha sonraki sosyalist devrimciler gibi, Marxistlerin bu saldırılara devrimci olmadıkları için, kan dökülmesinden korktukları için ya da cesaretten yoksun oldukları için mesafeli durduklarına insanları inandırmaya çalıştılar.

Oysa Marxistler, ilkesel olarak hiçbir zaman teröre karşı olmadılar. Marxizmi benimsedikten sonraki Plehanov bile birçok kez, her infazın cinayet olmadığını, bir caniyi öldürmenin suç sayılmayabileceğini söylemiştir.

Puşkin'in çarlara karşı yazdığı ,"Aşağılık otokrat,/Sana ve ırkına nefret duyuyorum;/ Senin ve tohumlarının yok oluşunu/Gaddar bir keyifle izleyeceğim." dizeleri de sık sık hatırlatılmıştır.

Marxistler, şiddeti yadsımadıklarını, bunu devrimci bir etken olarak gördüklerini her zaman vurgulanmışlardır, çünkü bazı şeyler yalnızca şiddetle yok edilebilir. Ama burada söz ettikleri kolektif şiddettir. Şu ya da bu bakanın öldürülmesi, Marrxistlere göre hiçbir şeye hizmet etmez; daha doğru ifade ile egemen sınıfa hizmet eder.

Kitleler içinde çalışmalı, milyonlarca insanı örgütlemeli ve işçi sınıfını aydınlatmalıdır. Tayin edici zaman, ancak bu görev tamamlandığında gelip çatar. Dolayısıyla terörü, Marxistler, bireylere karşı değil, bir bütünlüğe karşı kullanırlar; silahlı ayaklanmaya önem atfederler.

Senin vurguladığın silahlı mücadele ise silahlı ayaklanmayı içermemektedir; sadece silahlı ve" Vera'nın deyimi ile "kızıştırıcı" teröre vurgu yapıyorsun ama başka türlü algılatmaya çalışıyorsun.
Rusya'da 1905 yılında ilk kez denenen tam da budur. Üstelik 1917 Ekim Devriminin zaferle sonuçlanmasının deneyleri de buradan gelir.
"Güçlü bir devrimci örgütten yoksun bulunduğumuz ve devrimci hareketin hızla ve kendiliğinden büyüdüğü şu anda, iki karşıt ucun meydan geldiğini (ki bunlar son tahlilde bir ve aynıdır) daha şimdiden görmekteyiz." derken, Lenin, bu uçlardan birinin "tamamen tutarsız ve aşırı ölçüde ılımlı bir ekonomizm olduğunu" ifade ederken, öteki ucun ise "birincisinden daha az tutarsız olmadığını" vurgulayarak, Vera'nın sözleriyle, "ilerleyen ve güçlenen ama henüz amacından çok, başlangıç noktasına yakın bulunan bir harekette, yapay olarak bu hareketin nihai noktasının belirtilerini arayan kızıştırıcı terörizm." olduğuna işaret ediyordu.

Bir örnek daha vereyim," tarihsel zorunluluk" belasını Lenin’e bunlar (Vera ve Plehanov) ezberlettiler. " diyorsun ki buna senin bile inanman mümkün değil; üstelik "bela" olarak nitelemene mi yoksa bunu Vera ile Plehanov'un Lenin'e öğrettiği lafzına mı itiraz edeyim sen söyle ki "bela" saplantın bir yana, Leninin, Plehanov'un taşıdığı narodnik düşüncelerle ve bundan vazgeçtikten sonra Marxlı yola girip daha sonrasında savrulduğu düşünceler ile mücadele ederek Rusya'da Marxizmi ve devrimi ilerletmiş ve Ekim Devrimine kadar taşımış olduğu göz önüne alınırsa, bunun Lenin'e Plehanov ve Vera nine tarafından "ezberletilmesi" fikrin abesle iştigaldir.

Evet, Lenin'in Plehanov'un yanında ve hatta Struvenin çevresinde Marxizmi öğrenmeye başladığı doğrudur. Ama bu, sırf "tarihsel kaçınılmazlık" ilkesinin "bela" olmasını ama Lenin'e ve Marx'a laf söylemeden bunun üstesinden gelmeyi kotarmak için, Vera ve Plehanov üzerinden ihaleye çıkarman ve sonuçta okuyucunun algısına sadece "tarihsel kaçınılmazlık" ilkesinin "bela" bir şey olduğunu yerleştirmen, zekice bir tutumdur ama hem akıllıca değildir ve hem de anti Marxist ve Anti Leninist tutumunu gizleyememektedir; üstelik sendeki bu fikir doğru da değildir, dayanakları da yoktur ve üstelik bu ilkenin gerçek bilimsel içeriği konusunda netlikten inatla uzak durmaktasın.

Ben, zırva dememek için, saçma nitelemesiyle biraz yumuşatarak ifade edip belirtmeliyim ki, bu ifadelerine itirazlarımı dayanakları ile ama biraz da senin zorlayarak kurguladığın ifade biçimine karşılık gelecek şekilde ortaya koydum ve bu nedenle mektubumu bitirirken düştüğüm notta Quantuma gönderme yaparak, Mikroskop ile mikrop arasındaki ilişkiye vurgu yaptım.

İşte bu minvalde kısa ve senin bilmecelerine uydurarak ifade ettiklerimi, sen her daim böyle yaptığın halde mesele olmazken, bak bende mesele olmuştur. Ve sen,senin ifade tarzında ama gerçek olguları işaret ederek ortaya konan bu ifadelere itiraz ediyorsan, yanıldığını bildiğini ve üzerini örtmeye çalıştığını düşünmekte haksız olamam!

Ve bu çerçevede iddialı olduğumu, işkembeden atmadığımı göstermek için o kısa ve kendince yanlış ve/veya eksik bulduğun ifadelerimi, tut ki attım ve aşağıda o kısa ifadeye dayanak olan bilgiyi yanılgını kabul etmenin bir erdemlilik olduğunu hatırlatarak, bilgi ve görüşlerine sunuyorum.

Sığmayacaktır ama sen gene de boşalan yere monte etmenin bir yolunu bulursun.

Pavel Borisoviç Akselrod ,(1850-1928)- Menşeviklerin önderlerindendir; Plehanov ve Zasuliç gibi o da, 1883'te "Emeğin Kurtuluşu" grubunun kuruluşuna katılanlardandır; 1900'den itibaren İskra ve Zarya yazı kurulunun üyesidir; O da Vera gibi partinin ikinci kongresinden sonra Menşeviklere katılmıştır.

İşçi sınıfının kurtuluşu için mücadele birliği St. Petersburg’un 20 Marxist işçi çevresini birleştirerek Lenin tarafından 1895 te kuruluyor. Ancak 1898 in ikinci yarısında, ekonomistler bu birlik içinde ağırlık kazandı. Gaeteleri R.Mysıl aracılığıyla Rusya’da sendikalizmi ve Bernsteinciliği yaydılar.

1879 Haziran'da,1876 sonunda kurulmuş devrimci Narodnikler tarafından olan Zemlya -i Volya,(Toprak ve Özgürlük )ikiye bölünerek, eski taktikleri destekleyenler,(Plehanov ve Zasuliç başı çekiyor) Çorni Peredel(Kara Üleşim veya Genel Yeniden Dağıtım), adlı bir örgüt oluştururken, terörizmi savunanlar da, (A.İ. Zelyakabov , Vera Finger, M.F.Frelenko, A.D.Mihaylov..) gizli bir örgüt olarak Narodnaya Volya( Halkın İradesi)'yı kurdular.

Zemlya-i Volya grubu,( Mark,Plehanov, Olga Natanson,O.V.Aptekman, S.M.Karavçinski, S.L. Perovskaya) köylüleri başlıca devrimci güç olarak görüyorlar ve onları çarlığa karşı isyan ettirmeye çalışıyorlardı. Köylüler arasında ajitasyon amaçlı Volga boyu ve Rusya'nın verimli bölgelerinde kırsal merkezler kurdular; İşçiler ve öğrenciler arasında da çalıştılar. Zemlya-i Volya, tıpkı öteki Narodnik grupçuklar gibi, İşçi sınıfının öncü rolünü yadsıdıkları için, işçi sınıfı hareketine önderlik edemedi. Ayrıca siyasal mücadeleye de inanmadılar. Devrimci çalışmaları başarısızlığa uğrayınca, siyasal terörizme dönmeye başladılar.

"Aramızda,'yaşam gerçekleri'ne karşı o kadar duyarlı olanlar vardır ki, dünyada bundan korktukları kadar başka hiçbir şeyden korkmazlar " diyen Lenin,İskra'nın Sosyal-Demokratlar arasında bir Narodnaya Volya organı olarak nitelenmesi üzerine, o zamana kadar devrimci hareketin tarihinin pek bilinmemesi nedeniyle "Narodnaya Volya" adının, çarlığa karşı kesin savaş ilan eden bir merkezi militan örgüt düşüncesini ifade etmek için kullanıldığını hatırlatır ve "ama" der, "1870'lerde devrimcilerin kurdukları ve bizim için de örnek olması gereken o yaman örgüt, Narodnaya Volya grubu tarafından değil, Zemlya-i Volya hareketinin taraftarlarınca kurulmuştu; bu daha sonra Çorni Peredel (Kara Üleşim)) ve Narodnaya Volya(Halkın İradesi) olarak bölündü; onun için, militan bir devrimci örgüte, özellikle Narodnaya Volya niteliğinde bir şey olarak bakmak, hem tarih, hem de mantık bakımından saçmadır; çünkü eğer ciddi olarak mücadeleye girişmeyi düşünüyorsa,,hiçbir devrimci akım böyle bir örgüt kurmadan edemez. N.V'nin hatası, bütün hoşnutsuzları bu örgüt içinde toplamaya ve örgütü otokrasiye karşı kesin mücadeleye yöneltme çalışması değildi; tam tersine, bu, onun büyük tarihsel erdemiydi. Hata, özünde hiç de devrimci olmayan bir teoriye dayanmaktan ileri geliyordu ve N.V. üyeleri, gelişmekte olan kapitalist toplum içindeki sınıf mücadelesiyle kendi hareketlerini ayrılmaz bir biçimde bağlamayı ya bilmiyorlardı ya da başaramıyorlardı."

Narodnaya Volya, bir yandan Narodnik ütopik sosyalist fikirlere inanırken, diğer yandan "halk her zaman isyana hazırdır" görüşünü ileri süren Bakunin’in (Tkaçev de buradadır ancak o, Blanquici-jakobenci karışımı bir yaklaşımla ama aynen Bakunin gibi, Rus devletinin hiçbir dayanağı olmadığını ve hükümetin kolayca fiziksel olarak ortadan kaldırılabileceğini ve terör eylemleri ile halkın kolayca harekete geçirilebileceğini savunuyordu) taraftarlarının aksine, temel amaç olarak, mutlakıyetin yıkılması ve siyasal özgürlüğün elde edilmesi için siyasal mücadelenin gereğine inanıyordu.

N.V.Mart 1881'de 2.Aleksandr'ın katledilmesinden sonra başlatılan vahşi misilleme hareketi sırasında varlığı son buldu, bir daha da canlandırılamadı.

Kara Üleşim,(Plehanov,Zasuliç,Akselrod, Aptekman ve Popoy gibi önderlere sahipti). "Plehanov,N.V.yi eleştiren makalesinde, "toplumdaki ekonomik ilişkiler bütün ilişkilerin belirleyicisidir. Bu nedenle radikalizm, her şeyden önce ekonomik radikalizm olmalıdır." diyerek ekonomik mücadele dışındaki bütün mücadeleleri reddediyor, Bakuninci ve geleneksel Narodnik görüşlere sadık kalıyordu. Siyasal mücadele sürdürmenin devleti desteklemek olduğunu savunuyordu.

Plehanov ayrıca,"Rus köylülüğü sosyalizmin en doğal kurucusudur ve Rus proletaryasının ortaya çıkmasına karşı koyacak en önemli güçtür. Batı Avrupa sosyalizminin hedefi olan ortak mülkiyet bizde var olan bir gerçekliktir. " diyordu.

Kara Üleşimin taşıdığı "köylü sosyalizmi" fikri, gelişen süreçle birlikte değişime uğradı, kentlerde faaliyet sürdürmeyi reddetmiyorlar ve bunun kırsal kesimde sürdürülen mücadelenin tamamlayıcısı olduğunu savunuyorlardı. Giderek "Bayrağımıza işçiler, fabrikaya, köylüler, toprağa sahip çıkın" yazmalıyız anlayışı gelişti.

Bu süreci hızlandıran, Rusya’da kapitalizmin gelişmesi idi.

Dolayısıyla işçilerin sayısı ve örgütlenmeleri artıyor, işçi mücadeleleri yükseliyordu. Öte yandan devrimin ve sosyalizmin temeli olarak değerlendirilen obşinalar (köy komünleri) parçalanıyor ve köylüler proleterleşerek topraklarından kopuyorlardı. Bu gelişmeyi dikkatle takip eden Kara Bölüşümün Rusya dışındaki liderleri,Marxın görüşleri ve Batı Avrupa işçi hareketinin de etkisiyle "sosyalistler burjuvazinin ekonomik ilkelerinin,halkın kolektif mülkiyeti üzerinde zafer kazanacağı ihtimalini dışlamamalıdırlar.Bu nedenle sosyalistler dikkatlerini her gün giderek güçlenen sanayi işçilerine çevirmek zorundadır." diyorlardı.

Sonuçta, Plehanov'un, Marx ve Engels'in eserleri üzerine yaptığı çalışmalarının da etkisiyle Plehanov'daki değişim Kara Üleşim'e de yansıdı; Çerniy Peredel'in eski programı yerine, Rus işçi sınıfının, mutlakıyete karşı mücadelesinde ayrı bir parti olarak örgütlenmesini öngören bir program getirildi. Eski anarşist eğilimlerden tümüyle kopulmasının öngörüldüğü Osvobojdeniya Truda'yla (Emeğin Kurtuluşu) Rus devrimci hareketinin ilk Marxist örgütü kurulmuş oldu.

İşte Plehanov ve taraftarları, tarihsel koşullara uymadığını anladıkları bir noktada, taşıdıkları yanlış düşüncelerden uzaklaşıp, Rusya'da marxizmi başlatmış ve yaymışlar, hatta Lenin'i bile o genç yaşında içlerine almışlar ama bir yere gelmişler, takılıp kalmışlar, sonunda burjuvazinin çukuruna girmişler ve marxistleri de o çukura gömmeye çalışmışlardır; yani gelip gelip bir yerde takılıp, kurtuluş için karanlığın veya gelirken kavgalı olduğun hasmının bahçesine veya çukuruna girersen, hem kurtulmuş olmuyorsun ve hem de kimseyi kurtarmış olmuyorsun.

İşte senin kafanın karışıklığı buradadır ki samimiyetle bu karışıklığını açmaya ve netleştirmeye çalışıyorum;sen ise hala bin dereden su getiriyorsun;üstelik gerçekte itirazın kimedir onu da net olarak, dobra dobra,söz uygunsa, ağız dolusu ifadelerle ortaya dökmüyorsun!

Burada bir tarihsel anektodu aktarmak istiyorum ki Plehanov'un siyasi prestijine ilişkindir; sadece Plehano'un değil, genel olarak Menşeviklerin tüm liderlerinin parti içinde otoritesinin yüksek olduğu bir zamandı ve Lenin onların yanında, tüm etkileyiciliğine rağmen, çok genç hatta söz uygunsa çocuk kalıyordu ve eski tüfek olmak büyük önem taşıyordu.

İşte bu zamanda Plehanov, partinin genç üyelerine verdiği söylevinde şöyle buyuruyor ve gençler bunu oldukça ikna edici buluyordu:

"Kimin peşinden gidiyorsunuz? Bakın bizin safımızda kimler var; Martov, Akselrod, Zasuliç,ben ve diğer pek çıkları! Sizin safınızda ise yalnızca Lenin .Bir kaç ay içinde herkesin sizin Lenin'inizle alay edeceğini anlayamıyor musunuz? Siz ise onun peşinden gidiyorsunuz!"

Ama sonuç hiç de Plehanov'un söylevindeki gibi olmadı, Plehanov'un saydığı bütün eski tüfeklerle Lenin yollarını ayırdı ve bugün onlar tarihe karışırken, Lenin hâlâ tarihteki yerini korumaktadır!

Sonuçta kazanan gerçekler oldu ve tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisi üzerinde cereyan eden sınıf mücadelesinin içeriğini ve önemini doğru ve derinlemesine tahlil edenlerin öngörülerini ciddiye alanlar Ekim Devrimi'nin en ön saflarında proletaryanın zaferini kucakladılar!

Ve her şey ortadadır ki biz ne Plehanov'a sahip çıkıyoruz, ne Vera Zasuliç'e, ne de Tkaçev'e ve ne de kişisel olarak onlarla bir derdimiz vardır; ama bunlar tarihte bir olgu ve bir tarihsel öznedirler ve bir bütün olarak nedir ne değildirler ortaya koyuyoruz amma ve lakin, Lenin de, Marx ve Engels de başkadır ve elbette, örnek verdim, Rosa da, Gramschi de başkadır; hepsi, tarihsel süreç içinde devrimci işçi sınıfı hareketi içinde, sosyalist iktidar mücadelesi içinde, Marx'ın teorilerinin irdelenip, çözümlenip yayılmasında, işçi sınıfı hareketinin güçlenip,gelişmesinde ve zafere yakınlaşmasındaki etkileri ve katkıları açısından bir bütün olarak değerlendirilirler; bu anlamda veya buradan hareketle, biz sosyalistler ve marxistler, elbette ki Marx ve Engels'e de,Lenin'e de diğerlerinden farklı sahip çıkıyoruz ve öngörülerini hala ciddiye alıyoruz ama sizin Öcalan'a taptığınız gibi bir sahip çıkma değildir bu;yani Öcalan'ın sözünün üstüne söz söylemeye korkan müritleri gibi,biz ne Marxs'ın ,ne Engels'in,ne de Lenin'in sözlerinin üstüne,eğer doğru biliyorsak, teoriyi bir doz ileri götüreceğine inanıyorsak, söz söylemekten çekinmeyiz, çekinmiyoruz; dolayısıyla Öcalan'ı eleştirirken de , Marxizm-Leninizm'i eleştirirken de safımızın bilimin yanında, gerçekliğin ve doğrunun yanında olduğunun bilincinde hareket ediyoruz;yani tarafı ve taraftarı olmadığımızı ve hatta karşısında olduğumuzu ilan ettiğimiz bir teoriyi ne sahipleniyoruz, ne de orasını burasını eğip bükerek bize uygun hale getirmeye veya taraftarlarının kafasını bulandırmaya çalışıyoruz!

Ne veya nasıl mı yapıyoruz ?

Dobra dobra ve dayanaklarını göstererek ve hem de iddiamızda kararlı olarak ama o denli de alçak gönüllü, aynı oranda da kavgaya hazır olarak eleştiriyoruz! Ve bizim yandaşı olduğumuz veya içinde olduğumuz teoriye,bu teorinin sahibine yöneltilen eleştirileri, her ne biçimde olursa olsun hakaret veya küfür olarak niteleyip, dikkate almamazlıkla püskürteceğimizi düşünmüyoruz, her eleştiriyi doğru ise doğru kabul ediyoruz,değilse ne olduğunu ve ne için olduğunu enine boyuna deşifre ediyoruz.

Örnek olsun, bugün hala ve özellikle Marxizmle ilgisi kalmamış olanlar ve bunu gurur duyarak ilan edenler, Komünist Parti Manifestosu'nu pek yüceltirler; hatta laf söyletmedikleri zamanlar da, referans gösterdikleri zamanlar da olmuştur ve hatta bu günün koşullarında güncelliğine vurgu yapmaktadırlar; ancak marxistler, bu eserin zamanlı olarak ortaya çıktığını yadsımazlar ve aynı zamanda,
Manifesto'nun 1848 Devrimi ve Paris Komününün tarihsel deneyimlerini yaşamadan kaleme alındığı için eksiklik taşıdığını da, tıpkı Marx ve Engels'in kendi önsözleri ile buna vurguda bulundukları gibi kabul ederler ama bu eserin, Marx ve Engels de bunu vurgulamışlardır ki, bugün daha fazla olmak üzere, uzun zamandır hem güncel olduğunu ve hem de öncelikli bir başyapıt olduğunu düşünmezler; bunu da çekinmeden ortaya dökerler. Bu onların marxistliklerine de Komünist Manifestonun bu güne kadar ki işlevine de halel getirmez. Ama Marx ve Engels'in Paris Komününden sonra ekledikleri önsözle dedikleri gibi,"Manifesto'nun, üzerinde artık hiç bir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline geldiğini." hiçbir zaman unutmazlar.

Ama öte yandan bilirler ve kabul ederler ki, Kapital hâlâ bilimselliğini ve güncelliğini koruyan son derece önemli bir eserdir.
Buna karşın her türlü eleştiri mevcuttur ve hiçbirisini hakaret veya küfür saymıyoruz, öyle olanlar olsa bile, eleştirilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda fikir yürütüyoruz ve eleştiriler yanlışsa çürütüyoruz, doğru temelde ve yanlışlığına ya da eksikliğine veyahut da güncele uygunsuzluğuna dair somut eleştiriler ise, "hakarettir" veya "küfürdür" ya da "kutsalımıza dokunamazsınız" yollu diklenerek eleştirileri savuşturmaya çalışmıyoruz; savunumuz bilimi savunma çerçevesindedir ve Marxizm-Leninizm'i de, söz gelimi Atomun bölündüğünün kanıtlandığı bir koşulda atomun bölünemezliği tezini savunmadığımız gibi ve bu tür savunuculara karşı da gerçeği savunarak karşı durduğumuz gibi savunuyoruz!

Peki ya Öcalanistler? Onlar ne yapıyor, Öcalan'ın, ki her şey ortadadır, Öcalan kimin tilmizidir, karar vermek zordur, teorilerine veya tezlerine veya tutumuna karşı yöneltilen eleştirileri çürüteceklerine,"hakarettir", "iftiradır" veya "küfürdür" yollu niteleyerek, eleştiri sahiplerine, ağıza alınmadık küfürler bir yana, tehditler de öyle ama daha çok türlü çeşit yaftalarla eleştiri sahiplerini püskürtmeye çalışıyorlar; böylece de kendilerini, eleştirileri çürütmüş sayıyorlar! Ama çürütemedikleri yanında gün be gün geriledikleri ve canlı yaşamın gerçekleri karşısında aciz ve çaresiz kaldıkları görülüyor.

Bunu karikatürize etmek de mümkün, Öcalan'ın ü-topyasını ille de kabul ettirmek ve bu anlamda ilerleterek yaymak için, bu ü-topyaya dayanarak onu iteleyenler, bu ü-topya'da bir ilerleme motoru olmadığı için ve zorlama bir çaba ile ağırlaştırıldığı için, itmekte başarılı olamayanlar kendilerini geriletmiş oluyorlar; ve bütün önyargılarınızdan arınıp, dediklerimizi bir an için bile olsa doğruluğunun ihtimal dahilinde olduğunu düşünseniz bu fotoğrafı kendiniz de görebilecek ve ne denli gerilediğinizi anlayabileceksiniz.
Dolayısıyla, bu durumunuzun, ne Kürt halkına, ne KÖH'e ne devrimci harekete,ne de ulusal ve işçi sınıfının kurtuluşuna bir fayda veya bir katkı sağladığını göreceksiniz!

Ama şu açıktır ki, katkılarınız, kesinkes ABD emperyalizminin bölgedeki emellerine ve 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğüne ve elbette gerici-dinci Kürt ağa ve beylerine, aşiret reislerine, şeyhlere ve yerli ve uluslararası tekellerle bin bir bağ içinde Kürt ve Türk emekçilerinin kanını emen Kürt burjuvalarına ve elbette reformist politik çevrelerin palazlanmasına yaramaktadır.
Peki ya sen, onca konuda ve kendine has iddialılığın ile fikir sunmada hazır ve nazır bir profil sergilerken, bu gerçekliğe vakıf değil misin? Bunun aksine inanmamız için tek bir neden ve belirti gösterebilir misin? Hem Kürt ulusal hareketine vakıf birisin, hem de Türkiye’nin devrimci hareketi konusunda azdan biraz daha fazla,çoktan biraz daha az da olsa vakıf olduğunu gösteren bir geçmişin varken,bu gün gelinen noktadaki canlı gerçekliğe içerilmiş olgulara vakıf olmadığına inanmamız mümkün mü?

Daha da önemlisi bu gerçeklere dikkat çektiğimiz için, tut ki yanlış öngörüyoruz,öyle bile olsa bu bizi Kürt düşmanı veya Kürtlerin haklı davasını inkar eden yapabilir mi?

Ne yapalım yani, hiç sorgulamadan biz de biat mı edelim, bunun tarihsel, sınıfsal ve politik sorumluluğu yok mudur?

Ezen ulusun sosyalistlerinin ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıma ve onu savunma konusunda sorumluluğu var da, bu gerekçe ile ulusal kurtuluşun ağaların, mollaların, tekellerle iş pişiren Kürt burjuvazisinin ve Kürt halkını devrimcisizleştirmek, dolaysıyla gericileştirmek ve hatta dincileştirmek isteyen reformist çevrelerin palazlanmasına payanda yapılması karşısında sorumlulukları yok mudur?

Hatırlamaz mısın ki tam da 1905 öncesi grevlerin ve işçi eylemlerinin hızla yayıldığı bir zamanda Reformistler, Papaz Gapon'un peşine takılarak çara dilekçe vermeye ve bundan bir çözüm etmeye çalışan işçi ve emekçi kitlelerini teşvik edici beyanatlar verdikleri gibi, bu günkü bu gerçekliğin üzerinden atlayıp, Kürt halkına ihanet demek olan tutumlarda diretmenin kime faydası olacağı belli değil mi?

Tarihte önemli olayların iki kez ama biri trajedi, diğeri acıklı güldürü olur tezi,çoğunuzun dipnotu halinde burada asılı veya tekrar edilip durmuyor mu?

İşte tarih bilincinin, bu nedenle önemli, gerekli ve ilerletici olduğunu; tarihin, dolayısıyla pratiğin, tek doğrulayıcı olduğunu senin bilmemen mümkün mü?

Ne tarih bilincine, ne bilime ne de politik hünere uyan ama sizin takıntılı bir şekilde uymakta direttiğiniz yaklaşımların ve öngörülerin ve dahi kurduğunuz, kurulmasına kutsallık atfettiğiniz ittifakların çoktan yaşamın canlı gerçekleri tarafından ölü hale geldiğini neden görmek istemiyorsunuz? En azından ihtimal olarak göz önünde bulundurmanız gerekmez mi? Dahası siz bunu görmemekte direttikçe döküldüğünüzü de göremiyorsunuz!

İşte bu nedenle, bunları görmemen, en azından ihtimal dahilinde saymamanı mümkün kılmayan bir profil gösterirken, tam tersi bir eğilimle hareket etmenin dikkatlerden kaçması mümkün değil ve işte iddialılığımı artıran en önemli etmen de budur; dolayısıyla senin bu gerçeklikten bihaber olamayacağına dair düşüncem temelsiz değildir.

Öyleyse BORGA kardeşim, alınganlık göstererek asıl konudan uzaklaşacağına sadede gelip, samimiyetle meramını ve gayeni, neye inanıp neye inanmadığını,kimi dost belleyip, kimi düşman bellediğini, somut, açık ve net olarak nedenleri ve dayanakları ile paylaş bizimle.
Ama lütfen bilmeceli-bulmacalı ve kinayeli olmasın, bu tür yaklaşım burjuva politikacılarına ve ideologlarına yakışır, oysa senin bir proleter politikacıya, o yoksa, bir proletaryanın veya halkın çıkarlarını savunan teorisyene, o da yoksa, halkın dertlerini ve toplumdaki haksızlıkları kendisine dert edinmiş bir sade halk çocuğuna yakışır biçimde, dolayısıyla sade bir halk çocuğunun anlayacağı ve fikir yürütebileceği, sonuç çıkarabileceği ve çıkardığı sonucu paylaşmasında cesaretini yükseltecek biçimde paylaşmalısın!

O zaman göreceksin ki her taraftan "bay" ,"bey" hitapları değil, "yoldaş" hitapları yağacaktır! Çünkü tarihin mantığı ile canlı yaşamın, yani pratiğin mantığı bir ve aynıdır, dolayısıyla bu canlı yaşamın içinde yaşayan ve tarihin taşıdığı mantık enine boyuna önlerine konulan kitleler, bu mantığı çabuk kavrarlar; kavradığı andan itibaren de hitabı da, kucaklayıcılığı da değişir ve en tam ifadesini bulur!

Nedir bu, hâlâ "köylü sosyalizmi" takıntınız, 21 yüzyıldayız ve kapitalizmin de kapitalistlerin de, dolayısıyla küçük-burjuvazinin de ve hatta işçilerin ve emekçiler, genel olarak halkın da çürümeye yüz tuttuğu, egemen olan sınıflardan ve onların düzenlerinden akarak her tarafı kaplayan pisliklerden toplumun en geniş kesimlerinin de etkilendiği, bu anlamda egemen sınıfların ve rejiminin geniş tabanlı bir dayanağı haline geldiği tarihsel koşullarda ütopya olduğu çoktan kanıtlanmış,karşısına konulan teorik öngörülerin onca pratik ile ve olayların akışındaki diyalektiğin canlı yaşama yansıması ile kanıtlanmış ve vücut bulmuş bir halde önümüzde durmasına karşın,hala eski formüllerle,hatta ölü formüllerle canlı yaşamın üzerindeki gerçeklerin üstünü örtmeye çalışmak akla zarar değil mi?

Fark edilmediğini mi zannediyorsunuz, aynı elmanın dilimleri gibi, biriniz bir telden, diğeriniz başka telden ama söz konusu devrimcisizleştirilmeye ve emperyalist entrikalara biat ettirilmeye çalışılan bir Kürt çözümünde dilim haldeki elmanın bütün hale gelmesi misli sizlerin de bütün olduğunuzu fark etmiyor muyuz? Dilimlenmiş elmanın nasıl ki bir bütün hale getirilmesi için bir dış güce ihtiyacı varsa, sizinde aynı dış güce ihtiyacınız olduğunu ve bu ihtiyacı nereden karşıladığınızı görmediğimizi mi sanıyorsunuz?

Örnek olsun, biriniz, ki her zaman Kürt sorununun çözümünü bilim dışı ve emperyalist güçlerin hegemonyası çerçevesinde ele almaktasınız, kapitalizmin çoktan kabuk değiştirdiğini ve kapitalizmle pek ilgisi kalmadığını, dolayısıyla emperyalizmin dünyayı kapitalizmin kendi tarihsel alanının da gerisine sürüklemeye çalıştığını, özcesi ortaçağa döndürmeye çalıştığını dillendirdiğimizde, önümüze tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini koyarken, yani bu çizgiye göre bunun mümkün olmadığını savunurken, bir diğeriniz, Kürt çözümünün, ütopik yaklaşımlarla ve reformist çabalarla emperyalist senaryoların hegemonyasına sürüklenmesine karşı çıkanlara karşı,"tarihsel kaçınılmazlık" ilkesinin dünyaya bela olduğunu savunarak öncekinin tam zıddı konuma düşmektedir!

Son olarak, "yazar değilim" diyerek, "yazarlar ile yazarlık heveslilerinin yazım usulleri" nin, "şahsına değmeden geçtiğini " ifade etmen de, söz konusu ettiğin alınganlığının yansıması olmakla birlikte, tamı tamına asıl konudan uzaklaşmaya çalıştığını yansıtan bir haykırışı çağrıştırmaktadır.

Tabii bir ucunda da beni "yazar" yaptığının vurgusu vardır ki bu, "yazar" olmanın ölçütü nedir, daha doğrusu evrensel bir ölçütü var mıdır sorusunu öne çıkarmaktadır; ve ben, yazmak için, öncelikle okunacak her şeyi okumuş olmak gerektiğinin bilincinde olduğumdan, hiçbir zaman kendimi bu anlamda bir "yazar" olarak nitelemedim ve ilan da etmedim ama yazıyorsam okuma konusundaki eksikleri ve sorunları önemli oranda aştığıma inandığım da kuşku götürmez bir olgudur; ama buradan hareketle hiçbir zaman ne yazarlık iddiası ile yazarlığımı dayattım ve ne de yazarlık heveslisi olmanın güdüleri ile, zorlama ifadelerle yazma yarışı içine girdim ki bunu en çok senin görmüş ve idrakine varmış olman gerekir.

Aynı cümlenin devamında ise,"Borganın düşman olduğu bir dizi şey varken, onun komünizme dair az çok akıl yürütenlere, fiil üretenlere düşman olması türünden ifadeler, bu yazarlık işlerinin içinde olan zorlama ifadelerdir." diyorsun ki bu ifaden, sadece seni bağlar; çünkü olgular ve ifadelerine yansıttığın halet-i ruhiyen tersini göstermektedir ki sen bunun aksini kanıtlayan hiçbir argüman ortaya koymadan, sadece iddianı ortaya koyuyorsun; ki herhalde sen de hatırlıyorsundur, Marx'ın ifadesiyle, bir kimse hakkında, onun kendisi hakkında taşıdığı fikre dayanılarak bir hükme varılamaz; oysa benim ortaya koyduklarımın, öznel olarak kurguladığım fikirlerim olmadığını görebiliyorsun ve senin tutumunu göstermeye yatkın olan ve maddi dayanakları ile birlikte kurguladığım en yakın cümlelerdir ve mantığında da pek bir sakatlık yoktur; dolayısıyla haksızlık da yoktur; yani cümlelerim şahsına değil ama cümlelerine illa ki değmektedir ve bunu, yazım usullerine taklalar attırarak değil, öncelikle kendi ifadelerinin içeriğini ortaya dökerek ve beraberinde, canlı yaşamın üzerindeki nesnel gerçeklerin, bu gerçekliğe ,yaklaşık da olsa, en yakın yansımasını temel alarak yapıyorum. Dolayısıyla son tahlilde şahsına da değmektedir; yani seni de enterese etmektedir demek istiyorum; işte bu çerçevedeki halet-i ruhiyeni yansıtan yukardaki itirazların, bunu, bizzat kendileri ortaya dökmektedir.

Ben sabırlıyım, istediğin kadar ya da ihtiyacın olduğu kadar çalış, bu günün canlı yaşamının taşıdığı nesnel gerçekler ile kafanın içinde biriktirdiklerini karşılaştır, uyanları tut, uymayanları at; hatta daha iyisini yap, şu an itibarı ile aklında olanları unutabildiğin kadar erken unut ve bu günü yorumlamak için gerekli olan ve eskiye göre çok daha geniş olan bilimsel envanteri incele, ondan sonra itirazlarını ve eleştirilerini ve hatta öngörülerini ortaya koy; emin olmalısın ki çok daha ilerletici bir sonuç alacağını kendin de göreceksin.

Kaçınılmazlık meselesine gelince, burada "tarihin ilerleme motorlu, kaçınılmazlık içeren, toplumsal gelişme " çizgisi üzerinde daha önce yazdım, ve şu da bir gerçektir ki bu nokta hep Marxizmin düşmanları tarafından marxizmin yumuşak karnı olarak kullanılmak istenen noktalardan birisidir ki hem marxizmin bir bilimsel teorik kaynak olması ve hem de bu kaynağı zenginleştirecek ve düşmanları tarafından yönelen saldırıların hangi noktalara isabet ettirilmeye çalışıldığını tespitle o noktaları revize ederek veya içeriğini en tam ifadesiyle ortaya koyacak marxistlerin mevcudiyeti bu noktayı marxizmin düşmanlarının saldırılarına karşı, yine bilimsel katkılarla sağlamlaştırmışlardır ve elbette gene yazarım ve yazacağım da ama şimdi kısaca hatırlatmam yeterlidir:

Bilimsellik, hep kaçınılmazı bulup ortaya çıkarmayı ifade etmektedir. Marxizm de, kaçınılmazı bulup ortaya çıkaran bir teorik yapıdır. Marxizmin kaçınılmaza bağlılığı, kaderci değildir, bilimseldir, taşıdığı iyimserlik de bu bilimsellikle bağlıdır ve Marxizmin kaçınılmazı bulurken takip ettiği bilimsellik, kapitalizmin gelişmesindeki yıkıma giden yolun, kaçınılmaz olarak yeniye açılan bir kapıyı açtığına işaret etmektedir.

Kapitalizmin ideologları ve bilim adamları hep insanlığın yıkıma sürüklendiğinden dem vururken, Marxizmin kurucuları, yıkıma gidenin Kapitalizm ve kapitalistler olduğunu bulup çıkarmış ve öyleyse, insanlığın önündeki ve kapitalizmin yıkımına açılan kapının, iyimserliğimizin kaynağı olduğunu göstermiştir.

Kapitalizmin ideologları kadar, sahtekâr solcular ve elbette Marxizmi, Marxist kılıkla tahrif etmeye mahkûm olan oportünistler, idealizmin kaderciliği ile Marxizmin kaçınılmazı işaret etmesini özdeşleştirmeyi pek bir cingözlük sayarlar. Buradan hareketle de, sosyalizmin eninde sonunda geleceğini ve lokomotifinin işçi sınıfı olmadığını, burjuvazinin de buna katılacağını, o nedenle de işçi sınıfının tek başına kuracağı iktidarının yadsınmasını, yerine burjuvazinin de ortak olduğu "özgürlükçü sosyalizm" modelinin konulması gerektiğini öne çıkarmaktadırlar.

Dolayısıyla bu modelde, tarihin lokomotifi olarak işçi sınıfı "out", insan "in" olmaktadır.

Yani işçi insan ile burjuva insan el ele sosyalizmi kuracak ve kardeşçe yaşayacaktır ki, ilaveten dindar işçi ve dindar burjuva eninde sonunda, dünyadaki kötülüklere karşı, deccalin yeryüzünü talan etmesine karşı, elbirliği ile mücadele edecek ama etse de, mesih inmeden deccal ile baş etmesi mümkün olmayacaktır,dolayısıyla da eninde sonunda kardeş olacak olan işçilerle, işverenlerin kavgasına da gerek yoktur. Çünkü asıl düşman, insanlığın ve dünyanın düşmanı olan deccaldır ve mesih inmezse, ne işçiler,ne burjuvalar ne de genel olarak insanlık bir şey yapamaz.

İşte S.S.Önderlerin sosyalizm mücadelesinde Nurculuğu işaret etmesi, Halil Berktayların, dindar solcuyu işaret etmesi, Nabi Yağcı ile başlayan "mülakat" furyası ile dinci akımların yayın organlarında solun rengine yönelik mülakatlar verilmesi, hatta mürteci olmaya aday olunduğunun mesajlarının verilmesi ve en son olarak bir komünist partinin, kuruluşunu müjdelerken, başka bir komünist partinin isim hırsızlığının dinci akımların yayın organları yanında, 12 Eylül düzeninin diktatoryal konumunu demokrasi görünümüyle sürdürmesinin en önemli kuvveti durumunda olan tekelci medyaya şikâyet ederek mülakat vermesi, tekellerin ve emperyalist ABD-AB'nin ideolojik hegemonyanın, Marxizmin hâlâ dimdik ayakta duran üç temelinin çürük olduğunu göstermeye, en azından akıllardan uzaklaştırmaya yönelik olarak sürdüğünü kuşku götürmez biçimde göstermektedir.

Bu, diğer yönüyle sözünü ettiğim, Marxizm'in temellerinin yani, işçi sınıfının düzeninin sosyalizmden başkası olmadığı; tarihin lokomotifinin hala işçi sınıfı olduğu; ve belirleyici olanın hala emek süreci olduğu önermelerinin sapasağlam ayakta durduğunu ve sosyalist iktidar perspektifini elden bırakmayanlar için, önemli ve belirleyici bir iyimserlik kaynağı olduğunu da kuşkuya yer vermeyecek biçimde göstermektedir.

Bu temel önermelerden kıl kadar bile sapmış olmak veya kuşkuya düşmek, vagonları emperyalist kapitalizmin peşine takmak demektir.
Burada keskin laflar etmek veya keskin ifadelerle veya doğru tahlillerle yüklü programlar üretmek, işin örtüleme kısmıdır ki, her halde en amansız Marxizm düşmanlarından bile, açık açık işçi sınıfına, “haydin burjuvazi ile barışalım” demeleri ve marxizmin en melanet teori olduğunu söylemeleri beklenemez; fakat durum öyle gösteriyor ki, onu da diyecekleri zaman gelecektir. Çünkü bu zamanın gelmiş ve geçmiş olduğu zamanları biz biliyoruz!

Diğer yandan, yukarda kısaca değindiğim "Tarihsel zorunluluk" ilkesini derinlemesine irdelediğimizde;

Senin baş müsebbip olarak Plehanov'dan başlayarak,Lenin'e de değdirip, Marx'a kadar vardırdığın ve "bela"ların anası olarak nitelediğin İlerleme fikrini Marx'ın icad etmediğine ve icad edilmediğine varırız; ilerleme fikri, 18.yüzyılın Turgot, Condorcet ve Herder gibi önde gelen burjuva düşünürleri tarafından formüle edilmiş ve 19.yüzyılda egemen fikir haline gelmiştir.

Ne var ki Marx öncesi filozof ve sosyologlar, tarihsel ilerlemenin asıl özünü, yasalarını ve itici güçlerini açıklayamamışlardı.

İdealist konumlardan yola çıkan bu kişiler, insanın gelişiminin nedenlerini (Turgot ve Condorcet'de olduğu gibi) manevi ilkede, insan zekasının kendini yetkinleştirebilme konusundaki sonsuz yeteneğinde ya da (Hegel'de olduğu gibi)"Mutlak Ruh"un kendiliğinden, kendi kendine gelişiminde aramışlardır. Buna bağlı olarak, ilerlemenin ölçütünü tinsel bir mahiyete taşıyan fenomenlerde, toplumsal bilincin bilim, ahlak, hukuk ve din gibi özel bir biçiminin gelişmişlik düzeyinde görmüşlerdi.

Ancak, bu toplumsal bilinç biçimlerini fiilen neyin harekete geçirdiğini ya da bunların değişmesine ve gelişmesine neyin neden olduğunu ya hiç açıklayamamışlar, ya da yanlış açıklamışlardır.
Marx öncesi toplumsal ilerleme anlayışlarının pek çoğunun önemli bir başka eksikliği, onların toplumsal yaşam konusundaki diyalektik olmayan görüşleridir. Bu anlayışlara göre, toplumsal ilerleme devrimci sıçramalar, geriye dönüşler barındırmayan dümdüz, evrimci bir gelişme ya da düz bir çizgi halinde düzenli bir yükselme olarak yorumlanıyordu. Örnek olsun, Auguste Comte ve Herbert Spencer gibi sosyologlar, kendi zamanlarındaki toplumsal ilerlemenin çelişkili, uzlaşmaz mahiyetini dikkate almamışlardır, ezilen yığınların burjuva sistemine karşı savaşımına "hastalıklı bir fenomen", uygarlığın gelişimine bir engel gözüyle bakmışlardı.

Sonuç olarak burjuva düşüncesi, toplumsal ilerlemeyi kapitalist toplumun çerçevesi içine hapsetmeye çalışmış, böylelikle de bu toplumun sınırları dışına taşan her hangi bir çabanın geriye götürücü ve esas itibarı ile başarısızlığa mahkum bir çaba olduğu sonucunu çıkarmıştır.

Marxizm, tarihsel ilerlemeye ilişkin Marx-öncesi anlayışların zayıflıklarını ve eksikliklerini aşmış, toplumsal ilerlemenin asıl özünü ve itici güçlerini bulmuştur. Marxizmin kurucuları, genel olarak toplumu olduğu gibi, tarihsel ilerleme sorununu da soyut bir şekilde incelemeyi reddetmişlerdir. Marx şöyle yazmıştır:

"İlerleme kavramı, bütün olarak alışılagelmiş soyut bir biçim içinde kavranmamalıdır." Bu, (örneğin kapitalizm gibi) tarihsel bir çağda ilerici nitelik taşıyan fenomenlerin, bir başka çağda gerici nitelik taşır hale gelebileceğini dile getirmektedir. Somutun analizine duyulan gereksinim, farklı sosyoekonomik yapıların özgül özelliklerinin ortaya çıkarılmasını gerektirir.

İnsanlık tarihi, barındırdığı çelişkilere, geçici duraklamalara ve geriye dönüşlere karşın, son tahlilde, eskiden yeniye, basitten karmaşığa doğru yükselen bir harekettir. Bu hareket geliştikçe, insanlık daha yetkin üretim güçleri, daha etkin bir ekonomi ve insanın olanaklarını ve özgürlüğünü adım adım genişleten daha yetkin politik yönetim biçimleri yaratır.

Toplumsal yaşamın materyalist tarzda yorumlanması, tarihsel ilerlemenin itici güçlerinin bizzat toplumun bağrında yattığını gösterir. Toplumun gelişimini belirleyen güçler, aynı zamanda tarihsel ilerlemenin de itici güçlerini oluştururlar. Tarihsel ilerlemenin kökleri, önce maddi üretim alanında, toplumsal yaşamın sonucu belirleyici alanı olan ekonomide aranmalıdır.

İlerici sınıfların, köhneleşmiş üretim ilişkilerine, gerici sosyo-politik sistemlere karşı savaşımları, geçmişte olduğu gibi, bugün de yükselen tarihsel gelişimin güçlü, gerçekten sonucu belirleyici gücüdür.

Tarihsel ilerleme, sosyo-ekonomik yapıların birbirinin yerini almasında, son derece açık bir şekilde gözükür. Komünizmden önceki sosyo-ekonomik yapılar, zorunlu olarak, birbiri ardı sıra kendi olumsuzlamalarını hazırlarlar.

Gelişmenin belli bir aşamasında, belli bir sosyo-ekonomik yapıya egemen olmuş olan tarihsel bakımdan sınırlanmış üretim ilişkileri, üretim güçlerinin ilerlemesini engellemeye ve böylelikle kendini yıkıma sürüklemeye başlar.

Üretici güçlerin gelişimindeki ilerleme, son tahlilde, üretim ilişkileri alanındaki, toplumsal yapılardaki ve toplumun manevi gelişimindeki ilerlemeyi koşullandırmaktadır.

Toplumun ilerleme yönündeki gelişimi, kendisini yalnızca bir sosyo-ekonomik yapıdan diğerine geçişte değil, aynı sosyo-ekonomik yapının çerçevesi içinde de gösterir.

Bu, her özel sosyo-ekonomik yapının varlığı boyunca yükselen bir çizgi halinde gelişmesi anlamına gelmez.

Tarihte her aşamada, köhneleşmiş düzenlerin savunucuları, ellerindeki tüm araçlarla tarihsel ilerlemeye karşı çıkmaya çalışırlar. Ancak, bu güne dek tek bir gerici sınıf, insanlığın gelişimini durdurmayı başaramamıştır. Böylesi çabalar, olsa olsa, yeni toplumsal sistemin utkusunu kısa bir süre geciktirebilmiştir.

Yalnızca toplumsal ilişkiler değil, bununla birlikte, halkların kültürleri ve ahlak bilinçleri de yükselen bir gelişme çizgisi izler. Bir bütün olarak, insanlığın gelişimi, hem köhneleşmiş olanın olumsuzlandığı bir süreç, hem de doğa güçlerine egemen olmamızı sağlayan ve insanın toplumsal gelişiminin kendiliğinden akışı üzerindeki gücünü artıran maddi, manevi ve ahlaksal değerlerin korunduğu süreçtir.

Burada, eski sistemin, tüm olumlu kazanımlarının korunduğu ve çoğaltıldığı diyalektik bir olumsuzlamayla karşılaşırız.

O halde, tarihsel süreç, sosyo-ekonomik düzenlerin basit bir şekilde birbirini izlemesi halinde değil, ilerleme yönündeki bir hareket halinde ortaya çıkar; çünkü her yeni sosyo-ekonomik düzen, çalışmanın üretkenliği, toplumsal ve politik örgütlenme ve zihinsel kültür açısından, yani mevcut toplumun insanın gelişimi için sağladığı koşullar açısından, kendinden önceki sosyo-ekonomik düzenlere baskın çıkmıştır.

Sosyo-ekonomik düzenlerin ardarda birbirini izlemesi, yeni, daha ilerici bir sosyo-ekonomik yapı ortaya çıktığında, eski sosyo-ekonomik yapının dünya üzerinden birdenbire kalktığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu süreç, daha karmaşık ve daha uzundur. Farklı sosyo-ekonomik yapıların dünya üzerindeki tek bir tarihsel çağda yan yana var olabildikleri bilinen bir gerçektir. Fakat eninde sonunda köhneleşmiş toplumsal yapı, yerini daha yüksek toplumsal biçimlere bırakarak, kaçınılmaz bir şekilde tarih sahnesinden kaybolmaktadır.

Geçmişte olduğu gibi bu gün de, toplum biçimlerinin aşılması süreci, sınıf savaşımı ve toplumsal devrim yoluyla gerçekleşmektedir.
Bunlar tarihsel ilerlemeye dair bilimsel ifadelerdir!

Marxizm-Leninizmin müzmin muhalifleri ise, toplumsal ilerlemenin özüne ve itici güçlerine ilişkin bilimsel yorumlamayı çarpıtmaktadırlar.

Marxizm-Leninizme, üretim güçlerinin gelişme düzeyinin, otomatik bir şekilde, zihinsel kültür alanı da dahil olmak üzere, toplumsal yaşamın tüm diğer alanlarının ilerleme düzeyini belirlediğini ileri süren fikri atfetmeye çalışmaktadırlar. Bu fikir,toplumsal pratikle ve M-L ilkeleriyle çelişmektedir. Çok iyi bilindiği gibi 19.yüzyıl Rusya'sı, üretim güçlerinin gelişmesi açısından bir dizi Avrupa ülkesinden geri durumdaydı: ne var ki bu durum onun büyük düşünürler, yazarlar, besteciler ve sanatçılar yaratmasına engel olmamıştır. Öte yandan, tekelci düzenlerdeki üretici güçlerin göreceli olarak yüksek gelişmişlik düzeyi, egemen sınıfların ahlaksal bakımdan yozlaşmasıyla ve faşizm, ırkçılık, soykırımlar ve emperyalist savaşlar gibi barbarlıklarla yan yana var olur.

Zihinsel kültürün ve genel olarak üstyapısal fenomenlerin gelişimi, gerek üretim ilişkileri, gerek apaçık sınıf çelişkileri, gerekse çok sayıdaki diğer etkenler göz önünde bulundurulmadan, doğrudan doğruya üretici güçlerin düzeyine bakılarak kavranamaz. Üstyapısal fenomenlerin ekonomiden göreceli bağımsızlığını ve zaman zaman bu bağımsızlığın kendini alabildiğine sert bir şekilde dile getirebileceğini unutmamak gerekir.

Marx bu konuda, örnek olarak, sanatın gelişimindeki belli doruk noktalarının "hiçbir şekilde toplumun genel gelişimine, böylece de onun örgütlenmesinin adeta iskeleti olan maddi temel yapıya denk düşmediğini yazmıştır.

Marxizm-Leninizm, bir bütün olarak bir sonraki sosyo-ekonomik yapının bir öncekinden daha ileri bir karakter taşıdığını söylemesine karşılık; bu önermenin basitleştirilmesine karşı uyarıda bulunmaktan da geri durmaz.

Yeni sosyo-ekonomik yapının, kültürün tüm biçimlerinde eskisini aşması zorunlu değildir. Nitekim zihinsel kültürün bazı alanlarında (örneğin felsefede) feodal toplum, köleci topumdan daha geridir; fakat köleci toplumdan feodal topluma geçiş, bir bütün olarak toplumsal gelişimde gerilemeye değil,ilerlemeye işaret etmiştir.

Engels,18.yüzyılın burjuva aydınlanmacılarına, bunların ortaçağı, tarihin akışının olduğu gibi kesikliğe uğradığı bir çağ olarak görmelerine karşı çıkarak, şöyle demiştir;

"Ortaçağda elde edilen büyük ilerleme, yani Avrupa kültürünün alanının genişlemesi, birbirinin ardı sıra yaşayabilir büyük ulusların biçimlenmesi ve sonuç olarak, 14.15.yüzyılların dev teknik ilerlemesi, tüm bunlar anlaşılmamıştır."

Tarihsel ilerleme, geçmiş ile bugün, bugün ile gelecek arasındaki süreklilik olmaksızın düşünülemez. Tarihin akışı içinde, bazı kuşaklar ve halklar tüm temel yaşamsal önem taşıyan değerleri diğer kuşaklara ve halklara geçirirler.

Bununla birlikte tarih, tüm kültür değerlerinin, tarihsel ilerlemenin genel akışına uymadığı yönünde bilgi verir!

Bir birinden uzaklık, coğrafi yalıtlanmışlık, halkların ekonomik ve kültürel gelişiminde görülen aşırı eşitsizlik gibi, pek çok neden yüzünden, geçmişte belli bir uygarlık tarafından yaratılmış bulunan değerler,hiç bir zaman başkalarına geçememiş ve böylelikle sözü geçen uygarlıkla birlikte ortadan kaybolup gitmiştir.

Marxizm-Leninizm, ilerlemeye tarihsel gelişimin nesnel bir yasası gözüyle bakmasına karşılık,toplumsal ilerlemenin ilkel bir tarzda alt düzeyden daha yükseğe doğru düzgün ve durmaksızın bir yükselme olarak yorumlanmasına karşı uyarıda bulunur.

Yani, yeni sistemin utkusu, katı bir önceden saptanmış takvimi izlemez. Bazı koşullar, tarihsel bakımdan ilerleme güçlerinin geçici yenilgisine neden olabilmekte ve nesnel olarak olgunlaşmış tarihsel görevlerin yerine getirilmesini geciktirebilmektedir. Kapitalizmin kuruluşunun tarihi, bu sürecin farklı ülkelerde nasıl zikzaklı ve çelişkili bir karakter taşıdığını göstermiştir.

Lenin, ilerlemeye ilişkin basitleştirilmiş yorumlamalara karşı çıkarak şöyle yazmıştır: "...Dünya tarihinin akışına, geçici dev geriye dönüşleri olmayan, dümdüz ve her zaman ileriye doğru giden bir hareket gözüyle bakmak, diyalektik ve bilimsel olmayan, teorik bakımdan yanlış bir anlayıştır."

Bu bilimsel genelleme, gerek yükselen gelişimi otomatik bir süreç olarak yorumlamaya, gerekse tarihte rastlantıların oynadığı rolü göz ardı etmeye karşı olan bu uyarı, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde büyük teorik ve pratik bir öneme sahiptir.

Kaba ekonomik maddecilik, tarihin akışını, toplumsal gelişimin bir aşamasından diğerine yükselişini, toplumsal olayların kıpırdanışında , içinde yaşayan insanların bilinçlerinin ve iradelerinin, bir kum fırtınasından yükselen kum taneciklerinden daha fazla bir ağırlık taşımadığı,tamamen kendiliğinden bir süreç olarak sunmaktadırlar.
Üstelik burjuva ideologları, bu anlayışı çoğunlukla Marxizme atfetmek istemektedirler.

Örneğin,Alfred G.Meyer,"Lenincilik" adlı kitabında, Marx'ın dünya tarihinin tezahürlerini her şeyde aradığını ve kendisine dünya tarihinin peygamberi ve yorumlayıcısı gözüyle baktığını ileri sürmüştür. Meyer şöyle yazmıştır: "Marx için tarih, diğerlerinin kutsal güçlere atfettikleri bir rol, yani insanlığı cennete yöneltme rolünü oynar."

Oysa gerçekte Marx ve Engels, tarihsel zorunluğun, insanlar ve onların davranışları üzerinde egemenlik kurmuş bulunan dış bir güç olarak kaderci bir anlayışla yorumlanmasına karşı çıkmışlardır. Engels şöyle yazmıştır;

" Tarih hiçbir şey yapmaz; 'hiçbir dev zenginliğe sahip olmadığı gibi, hiçbir meydan savaşı açmaz'.Tüm bunları yapan, sahip olan ve savaşan insan, etiyle kanıyla insandır; 'tarih', kendi özgül amaçları için insanı bir araç olarak kullanan apayrı bir kişi olmayıp, insanın kendi amaçları doğrultusunda gösterdiği faaliyetten başka bir şey değildir."

İlerlemeye ilişkin kaderci yorumlama, insanı temaşaya ve pasifliğe mahkum eder ve gerek kendiliğindenliğin gerekse olayların peşinden sürüklenmeyi haklı gösterir.

Toplumsal gelişime ilişkin bilimsel bir anlayışla donanmış bulunan Marxist-Leninist partiler, dünyanın köklü bir şekilde dönüşüme uğratılması için, devrimci bir iradeyle ama bilimsel temele dayalı bir stratejiye ve taktiğe göre hareket ederler.

Toplumsal ilerlemeye ilişkin Marxist-Leninist anlayış, yalnızca kaderci yorumlara değil, bunun yanında öznel idealist ve iradeci yorumlara da karşı çıkar. Bu öznel idealist ve iradeci yorumlar, tarihin nesnel yasalarının yadsınmasından ve böylelikle ilerlemenin özünün gelişigüzel değerlendirmeler temelinde kolaylıkla yadsınmasından, ya da kabul edilmesinden türerler.Bu yorumların tam tersine,Marxizm-Leninizm, tarihsel ilerlemeye ilişkin ölçütü kesinlikle nesnel bir temele oturtmuştur.

Toplumsal ilerleme, farklı toplumsal süreçlerin oluşturduğu karmaşık bir karakter taşır.

Toplumsal yaşamın (üretici güçler, ekonomi, politika, hukuk, bilim, ahlak, sanat gibi) özgül her alanı, kendine özgü gelişme ölçütlerine sahip olup, bu alanlara ilişkin somut, özgül bir değerlendirmeden uzaklaşılmadığı sürece başka bir alanla karıştırılmaz.

Marxizm-Leninizmin, bir sosyo-ekonomik yapıdan kastettiği şey, kendine özgü yapısı, gelişimi ve işleyişi olan, bütünsel, canlı bir organizma, belirli bir toplumsal sistemdir. Eğer ayrı ayrı parçaların toplamıyla değil de, bunların diyalektik bütünüyle, bütünselliğiyle ilgileniyorsak, çok açıktır ki bu, tek tek parçaları karşılaştırmak için ve hangisinin ilerici, hangisinin gerici bir karakter taşıdığını bulabilmek için genel bir ölçüte sahip olmak gerekir.

Ekonomik ilişkiler, herhangi bir sosyo-ekonomik yapının temelini oluşturduğuna ve son tahlilde toplumsal yaşamın tüm yanlarını koşullandırdığına göre, ilerlemenin genel ölçütü, her şeyden önce ekonomik ilişkiler alanında, üretim alanında aranmalıdır.

Lenin,"1905 1907 Rusya'daki Birinci Devrimde Sosyal-Demokrasinin Tarım Programı" adlı çalışmasında, üretici güçleri "toplumsal ilerlemenin en yüksek ölçütü ..." olarak tanımlamıştır.

Bu tanım, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin bütünlüğü içinde, üretici güçlerin, bir yandan en dinamik öğe olarak üretim tarzının içeriğini oluştururken, öte yandan gerek üretimin, gerekse tüm sosyo-tarihsel sürecin gelişiminde sürekliliği sağlayan etken olması gerçeğine bağlıdır.

Üretici güçlerin, böylesi bir özellik taşımasının diğer bir nedeni, bunların gelişiminin, düzeyinin ve karakterinin açık bir şekilde tanımlanabilmesi ve gerçeğe yakın bir şekilde ölçülebilmesidir.

İlkel komünal sistemi, köleci toplumu, feodalizmi ve kapitalist sistemi birbirleri ile karşılaştırdığımızda, tarihsel bakımdan, bu sosyo-ekonomik yapıların ilericilik ölçüsünü, esas itibarıyla bu sosyo-ekonomik yapıları, üretici güçlerin gelişimini ne ölçüde güvence altına aldığının belirlediğini görürüz.

Komünist sosyo-ekonomik yapının kapitalizme üstünlüğü, onun üretici güçlerinin daha planlı, daha hızlı ve uyumlu gelişme olanağını ortaya koymasında yatmaktadır. Üretici güçlerin ve çalışmanın üretkenliğinin yüksek düzeyi, komünizm koşullarında maddi ve manevi bir ürün bolluğunun yaratılmasını ve bunların halkın gereksinimlerine göre bölüşülmesini olanaklı kılacaktır.

Ne var ki bir toplumsal sistemin ilericiliği ya da gericiliği değerlendirilirken yalnızca üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine, karakterine ve gelişme hızına bakmak yetmez; bunların gelişiminin toplumsal sonuçları, insanların çıkarları da göz önünde bulundurulmalıdır.

Bugün pek çok burjuva sosyologunun, kendilerini keyfi görüşlere ve hatalı değerlendirmelere yönelten bir şekilde, üretici güçleri, üretim ilişkilerinden soyutlamaya hazır olmaları bir rastlantı değildir. Örneğin, Amerikalı Sosyolog ve İktisatçı William Rostow, toplumsal gelişmenin aşamalarını sınıflandırırken, üretim ilişkilerinden tamamen kopuk bir şekilde ele alınan üretici güçleri ve her şeyden önce de teknik donatımı kullanmayı yeğlemiştir.

Bu şekilde eğer toplumsal gelişimin sınıflandırılmasında, yalnızca üretim ilişkilerinden, toplumsal yapıda, bizzat üreticilerin fiili konumundan yalıtlanmış bir tarzda ele alınan üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi kullanılacak olursa, Amerikan kapitalizminin toplumsal ilerlemenin başını çektiği gibi yanlış bir sonuç çıkabilir.

Gerçekte ABD'deki üretici güçlerin yüksek gelişmişlik düzeyi, zamanını doldurmuş, sınıflara bölünmüş bir sosyo-politik sistemle bir arada bulunmaktadır. Üstelik, gerçekler yalnızca istatistiklere bakılarak bulunamaz; gelişimin dinamiği de göz önünde bulundurulmalıdır.

Velhasıl BORGA kardeş, eğer ki maddeci bir dünya görüşü taşıyorsak, tarih bilincinin önemini yadsımıyorsak ve diyalektiğin içeriğini, anlam ve önemini doğru kavradı isek, "tarihsel zorunluk" ilkesini veya daha geniş ifade edersek,"tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini" yadsımanın bilimsellik karşısında haddimize olmadığını da kabul etmemiz gerekir!

Yani, "tarihsel ilerleme" ve "tarihsel kaçınılmazlık", tarihsel ve diyalektik materyalist gözlükle doğanın ve toplumun gelişiminin içinden bulup çıkarılan bir diyalektik yasadan başka şey değildir.

Öyleyse bu yasa ile ne alıp veremediğiniz olduğunu öncelikle sizin süzgeçten geçirmeniz ve bize, bu yasayı koruyup-kolluyoruz diye kızmanızın yersiz mi, yoksa yerinde mi olduğuna net olarak karar vermeniz gerekmektedir; biz ise, bu yasayı, zaten materyalist açıdan derinlemesine irdelediğimizi ve işkembe-i kübradan değil, bilimin penceresinden ortaya attığımızı her fırsatta gösteriyoruz!

Yanıldığımız ve eksik bıraktığımız nokta varsa bize aittir ve emin ol ki bu dahi, bu yasaya hücum etmenizi haklı çıkarmaz, olsa olsa, bu yasayı irdelerken, bilimsel açıdan eksik bakmış olduğumuzu, ya da bizden önceki değerlendirmeleri yeterince süzgeçten geçirmediğimizi açığa çıkarır ki, birisi bu eksikliği ve yanlışlığı bulup, çıkarıp, bilimsel açıdan tamamlayarak veya düzelterek önümüze koyarsa, ona şükran duyacağımız konusunda kimsenin kuşkusu olmamalıdır!

Saygı ve sevgi ile

Fikret Uzun

14-Ekim-2013