27 Nisan 2013 Cumartesi

HİZBULLAH AÇILIMI VE ÖCALAN



HİZBULLAH AÇILIMI VE ÖCALAN


Kusura kalma kurban! Cehaletinize laf yetiştirmem mümkün değil; her birinizin iler tutar yanı olmayan, en azından adı "sosyalizm okulu" olan böyle bir foruma yakışmayan (bu arada bunun utancı, bu okulda öğretmenlik yapmış veya mihmandarlık yapmış olanlaradır), sözlerinize ayrı ayrı cevap vermem anlamsız; bununla birlikte, sorularınızın da, itirazlarınızın da cevapları önceki anlatımlarımda mevcuttur, eğer dikkatlice okursanız görmemeniz için hiçbir neden yok. Tabii, tersten okumuyorsanız!
Ancak şu nettir ve hatırlatmalıyım, anlattıklarımda, "İnsanları dini duygularından dolayı rencide etmek, dini değerlerine saygısızlık yapmak” yoktur. Ayrıca “dindar insanları ötekileştirmek” de söz konusu değildir ve aslında tam tersi söz konusudur, yani dindar olmayan insanların ötekileştirildiği apaçık ortadadır. Ve dindar olmamak dinsiz olmak demek değildir. Ayrıca “dinci” olmak ile ”dindar” olmak da aynı şey değildir.
Peki, laisizmi dinsel gericiliğin egemenliği karşısında engel olarak görenler, onu din düşmanı, inanç ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan ve/veya yasaklayan bir yaklaşım olarak göstererek, laik düşüncede olanları hem dinsiz gösterip, hem de ötekileştirmiş olmuyorlar mı? Kaldı ki, laisizm bu değildir!
Laisizmin özü, kamu işlerine aklı egemen kılmaktır. Laisizmin temeli, toplum yaşamını akıl ilkeleri üzerine kurmaktır. Bu da, sosyalistlerin gericiliğe karşı laisizmin yanında olmasında şaşırtıcı bir yan olmadığını göstermeye Yeter.
Diğer yandan, laik bir düzende insanların dini inançlarına, ibadetlerine saldırı ya da engel yoktur. Dahası, laisizmin din düşmanlığı veya dindar insanları ötekileştirmek olmadığını da apaçık görülmektedir. Laisizmin dinsizlik olduğu yalanına ise gülüp geçmek gerekir! Bu tümüyle dinsel gericiliğin önünde engel olarak gördüğü laisizmi ortadan kaldırmak için uydurduğu yalandır.
Öyleyse, ortada din temelli bir partinin veya tarikatların devlet iktidarına egemen olması durumu varsa, ortada din temelli bir devlet düzeni var demektir ve böyle bir düzenin, laisizme yer vermeyeceği, yani dn temelli devlet düzenine egemen olanların buna izin vermeyeceği açıktır; bunun da sizin gibi cehalette sınır tanımayanların kırık plak gibi tekrarladığı “ötekileştirme” nin dik alası olduğu ve bunun devletin “zor”u ile dayatıldığı apaçık görülmektedir; sonuç olarak, bunun kamu işlerine, aklı değil, dini egemen kılmak demek olduğunu görmek ve anlamak zor değildir!
Öyleyse bunun, tersinden de anlaşılır bir şey olduğu açık değil mi? Yani din temelli politik partilerin laik düzende yeri olmaması da son derece akla yatkın değil mi?
İşte bu karşıtlığın temelinde bilimin insanlığın ilerlemesi ve gelişmesinin, gericilik ile çatışması vardır ve bu çatışma sınıf mücadelesi içindedir ve sınıf mücadelesinin sürdüğü aynı eksen üzerinde yani tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan etmektedir!
Eğer gerici ya da dinsel- gerici bir yaklaşımla bakarsak bu ilerleme çizgisini de, üzerinde süren sınıf mücadelesini de anlamamız zordur; hatta kabul etmekten bile uzak kalırız. Oysa gericilik, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan eden ve emek sürecinin açığa çıkardığı çelişkilerin üzerinden yükselen sınıf mücadelesinin, bilimin ve insanlığın gelişimi doğrultusunda ilerlemesinin önünde engel olur; öyleyse sosyalistlerin ilericilerin ve devrimcilerin gericilik ile ittifak yapması değil, ya da bu anlamda halkların dinsel inançlarının kuyruğuna takılmak değil, bu çerçevedeki gelişimlerine, devrimci yönde dönüşümlerine engel olan gerici mekanizmalara ve saldırılara karşı mücadele etmeleri son derece haklıdır ve tekrar ediyorum, bu, dine ve insanların dini inançlarına cepheden veya sinsi bir saldırının ifadesi değildir!
Şimdi ben bunları dedim diye kimin dini inançlarına saygısızlık etmiş oluyorum ya da kimi dininden vazgeçirmeye çalışıyorum? Demek ki dediklerini cehalet dışında başka bir şeyle açıklamak mümkün değildir. Ama eminim, sen hala bozuk plak misli, aynı nakaratı devam ettireceksindir.
Çünkü size göre ki ABD emperyalizminin kendi çaresizliği için yazdığı reçetedir ve siz buna biat etmişsiniz, Kürtleri illa Türkiye’den ayırmak gerekiyor ve gericileştirilmiş, ilkel –milliyetçileştirilmiş, devrimci renkleri budanmış, itaatkâr hale getirilmiş, ümmileştirilmiş, bu hiç önemli görülmüyor; ayrıca Kürtlerin refahı filan da önemli görülmüyor; üstelik Kürtlere ABD emperyalizminin, devlet mevlet koklatmaya niyeti olmasa da fark etmiyor, bir bayrak gölgesi bile Kürtlerin özgür olmasına yeter yaklaşımı hakim kılınmaya çalışılıyor; Kürtler aç da kalsalar, köleleşmiş de olsalar, bir bayrak gölgesi her şeyi çözer! Mantık budur.
Bu mantığın böyle olduğu dün “demokratik cumhuriyet” olan çizginin, bu gün “demokratik özerklik” şeklini almış olması ve artık “statü” denilmesi ile daha da netleşmiştir; bunun anlamı ABD nin “Kürt politikasına” biat etmektir.
Yani burada Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını özgür iradesi ile belirlemesi yoktur! İrade ABD emperyalizmindedir! Öyleyse özgürlük yoktur!
Peki, geldiğimiz noktada,” madem bu forma dünden razı idiniz, onca meşakkata, onca acıya ne gerek vardı? “ diye soranları suçlayabilir misiniz? Diğer yandan, Kürt halkını, ABD emperyalizminin dinci, gerici, ilkel ve itaatkâr bir Kürt devletine mahkûm etmenize, dolayısıyla Kürt halkını ABD emperyalizmine teslim etmenize devrimcileri alet etmenizi, ulusların kaderini tayin hakkı nutukları atmanızı hangi devrimci yutar sanırsınız? Kaldı ki, bu gerici yönelişe ne Kürt ilericileri ve devrimcileri ne de Türk ilericileri ve devrimcileri izin verir!

Ve meselenin senin dediğin gibi olmadığı, yani “Allah’ın olmadığından,” , “dinin yalan olduğunu anlatmak”tan, “Kürtleri bu yönde ikna etmeye çalışmak”tan söz eden olmadığı apaçık ortadadır; senin ifadenle “eğitim seviyesi düşük Kürt halkını, dini değerlerine sövüp sayarak” örgütlemeye çalışan da yok! Buna hiçbir ilerici-devrimci örgüt, devrimci-demokrat örgüt yeltenmez. Ancak buna tersinden, Kürtleri, onların eğitimsizliğinden ve dini inançlarından yararlanarak daha kolay sömürmek ve ümmileştirerek kendisine taban yapmak isteyen gerici - dinci örgütler rahatlıkla yeltenir.

Devrimci örgütlerin bu temelde hareket etmesi ise, Ekim_Arat vurgulamış, popülizm olur!

Eğer dikkatli okusa idin emek sarf edip yazdıklarım dikkatinden kaçmayacaktı.

Böylece halkların saflığı, halkların mutlak temizliği düşüncesinin, Rus Narodnizminden, Rusya Marxizmine ve buradan da Komintern söylemine aktarılan bir doğma olduğunu hatırlattığımı görecektin.
Halkçı olmak, bu doğmadan çıkarak mümkündür, Kürt ulusal hareketi, çıkışında halkçı olduğunu ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptamasını yaparak göstermiştir.

Bunları yazdım ve belli ki sen okumamışsın!

Bir de, “devrimcileştirme" nitelemesi var; halka yeni bir biçim ve yükseliş vermeyi anlatıyor. Halkı yeni bir teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatmaktan geçiyor. Dolayısıyla devrimcinin işi, halkı değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmektir.

Buradan çıkan sonuç ise popülizm ile devrimciliğin, birbirinin zıddı iki yol olduğudur!

Popülizm, halkın mutlak saf olduğunu kabul ediyor, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi hedeflemiyor.

Oysa halklar, sadece gerçektirler, hem hain, hem kahramandırlar. Hem bozulmuş, hem de yücedirler. Belki de böyle oldukları için bizim dışımızdadırlar ve biz onların içindeyiz.

İşte bu nokta, devrimci olmanın, popülist politikalardan ayrılmak demek olduğunu ve bunun önemini ortaya çıkarıyor.

Yani Kürtlerin Yaklaşık "%50 den fazlasının" kendini ''dindar'' olarak gördüğünden hareketle Kürt ulusal hareketini bu dindarlığın kuyruğuna takmak demek olan popülist yaklaşımın yerine, Kürt halkının devrimcileştirilmesini koymaktan söz ediyoruz ki bu,” dinsizlik” ya da Kürt halkına “dinsizliği aşılamak” değildir. Ama Kürt halkının devrimcisizleştirilmesinin, gericileştirmek demek olduğu çok nettir!

Gericilik, adı üstünde, bilime, insanlığın ilerlemesine, karşıdır. Bu anlamda, dinsel gericilik, bu karşıtlığı daha da kolaylaştırır.
Yine bu anlamda bilimin ilerleme yönünde gelişmesi, insanlığı kadere boyun eğmekten, edilgenlikten kurtarıp, kaderine hükmetmesi için, gericilikle mücadele etmesine, din alanının geriletilmesine olanak sağlar.

Ama bu zor yoluyla hesaplaşmanın ifadesi değildir. Bilimin ve ilerlemenin galip gelerek, din alanının insan bilincindeki tahakkümünü daraltması ve insanın bilincinin özgürleşmesini sağlaması demektir.

Diğer yandan, “İnsanın dinsel olmayan yurttaş (devlet dininden özgür olan birey) ve dinsel özel kişi (dine karşı bir kamu görevi olarak değil, kendi özel işi olarak yaklaşan birey) olarak ayrışmasının siyasal kurtuluş ile hiç de çelişik durumda olmadığı” nettir; buna bağlı olarak, "eğer devlet, dini uygar toplum çerçevesinde kendi kendine bırakarak, kendini devlet dininden kurtarırsa; bireyin de, dine, karşı artık bir kamu işi karşısındaymış gibi davranarak değil ama onu kendi özel işi sayarak, dinden siyasal olarak kurtulacağı” da açıktır.

İşte laisizm buradadır; devletin, dini uygar toplum çerçevesinde kendi kendine bırakması ve devlet dininden kurtulması ve bireyin de dini kamu işi olarak değil, kendi özel işi olarak görmesidir. Burada bireyin dini yasaklanmıyor ama onu devlet dininin siyasal tahakkümünden dolayısıyla gerici tahakkümünden kurtararak kendi özel işi olarak dinini yaşaması açısından özgürleştiriyor.

Bu da, sakin, sabırlı bilimin yasalarına sahip çıkılarak, entelektüel bir tavırla mücadele etmeyi işaret eder.

İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise, sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele sınıf mücadelesinden ayrı değildir.
Bunu, daha önce, “Benim Kürtlüğüm, Bedirhan’lara, Barzani’lere (Talabani’lere) hiç benzemez, ben Kürtlüğün bittiği noktada ortaya çıktım. Çünkü ben Kürmanc kesiminden sayılırım ve Kürmancım da; Kürmanc, aşiret bağlarının çözüldüğü, aynı zamanda güçten kuvvetten düşmüş Kürt oluyor. Sanırım buna, aşiret ve serflik ilişkilerinden biraz kopmuş, aile çevresinde de olsa bir emek sürecine girmiş yoksul köylü de diyebiliriz. İşte benim Kürtlüğüm böyle bir tanıma dayanıyor” diyen “önderiniz” Öcalan'ın da böyle ortaya koyduğunu, kendi ve daha önceki ifadelerinden biliyoruz.

Şöyle diyordu,1990lı yılların başında;

"Peki, (sömürgecilerin ve işbirlikçilerinin ) elinde geriye ne kaldı? Tekrar eski silah! Bin yıllık saldırı silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kez daha kullanalım’ dediler. Zaten Özal tarikatçılığı, Evren’in dinciliği boşuna değildir. Böylelikle yayılmak, Türklüğe atılım kazandırmak isteniyor. Bu, eski ideolojik silaha sarılma, anlamına geliyor."

"Sonuçta bildiğimiz gibi,12 Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildi. Ve mali destek verildi. Bu konuda, özellikle Suudi’nin desteği alındı. Gördüğümüz gibi, Batman, Diyarbakır, Urfa, Silvan gibi yerleşim merkezleri, önemli Kürt şehirleri, böyle tarikat yuvaları ile dolduruldu. O pansiyonlarda, 7 yaşındaki çocuklara gece gündüz o doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr ettirmek için ne lazımsa o yapıldı. Bu, tıpkı Osmanlı dönemindeki Yeniçeri Ocakları’nda Hıristiyan çocuklarının Türkleştirilip, Müslümanlaştırılması gibidir. "

Yeterince açık değil mi? Dün dedikleri de açıktır, bu gün dedikleri de açıktır ve Duran Kalkan’lar bu açıklıktan girerek Hizbullah ile İttifak’a kapı açıyorlar, Altan Tan’lar da, S.S.Önderler de, aynı açıklıktan giriyorlar ve buradan devrimci renklerin budanmasına meşruiyet alanı sağlamaya çalışıyorlar, siz de bu alanı, dinsel alana saygı temelinde genişletiyorsunuz.

İttifak böyle gelişiyor. Gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakının geliştirilmesi böyle yürüyor.

İşte bu nedenle "Kürtler, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içindeydiler, özendiler, Kürt İlleri İşçi Partisi’ni, Partiya Karkeran Kurdistan'ı, kurdular ve geldiler geldiler, şimdi emperyalist ABD'nin dayattığı "dost"luğun açtırdığı kapıdan karanlığa girdiler. Hepsi budur ve şimdi esas çocuk yeniden Öcalan'dır." diyoruz ve bunda pek haksız olmadığımızı söylüyoruz! Bu dediğimizin doğruluğu ise açık ve net olarak ve daha da yaygın olarak görülüyor.

Ama sen, senden öncekilerin de tekrarladığı aynı nakaratı, tekrarlıyor ve “dinsizlik” yaftası ile ortalığı bulandırmaya çalışıyorsun.

Bu nedenle buraya kadar aktardıklarım sana yeter ama şimdi bu tartışmayı izleyip laf yetiştirmek, ya da yaftaya boğmak isteyenleri de unutmamak gerek; bu nedenle konumuz Hizbullah ise ve Duran Kalkan artık onunla bir sorun kalmadığını, birlikte hareket edebileceklerini buyurdu ise, dün Öcalan’ın bu konuda dediklerini de bilmek epey zihinlerini açacaktır ama daha önemlisi, sen şimdi en küçük bir söz söyleyeni bile dinsizlikle ya da Kürtlerin dini duygularını hiçe saymakla yaftalıyorsun ya, ol tarihlerde “önderiniz” Öcalan’ın da aynı bakış noktası ile hareket ettiğini senin de görmen gerekir!

Belki sen de elini vicdanının üzerine koyarsın ve aklını da çalıştırırsın da, “geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler” dediğimiz için, mesnetsiz yaftaları kusmak yerine, ne demek istediğimizi anlamaya çalışırsın; pek sanmıyorum ama eğer aklın kendine ait ise ve muhakeme yetini kaybetmedi isen neden olmasın?

İşte Öcalan’ın 90’lı yılların başında yaptığı Hizbullah açılımı; ne değişti de Duran bey, Hizbullah ile ittifaka bile göz kırpıyor acaba bakalım bunu düşünecek kadar muhakeme yeteneğin kalmış mı, göreceğiz?

"Kürtler açısından İslamlık söz konusu olduğunda, Türk İslamlığı ile aynı tespitler söylenemez; Türkler İslamlaşmayı hem uluslaşmanın, hem devletleşmenin en temel silahı olarak geliştirdiler. İslamlığı düşünmeden Balkanlarda, Anadolu’da Türklük düşünülemez. O halde Türk İslamcılığının işgalci, asimilasyonist, yayılmacı karakteri çok açık. Bu, yüz yıldır böyle sürüyor.

Kürtler, ister Arap, ister Acem, ister Türk eliyle olsun, İslamlığı yutulma biçiminde yaşadılar. Yeni bir İslam Kürtlüğü doğmadı. Veya İslamın Kürtleşmesi, Kürt milli rengine bürünmesi sağlanamadı. Bazı tarikatlar, mezhepler var, fakat bunların milli değerleri fazla yoktur. Said-i Nursi, Şeyh Said, değişik tarikatlar, Nakşibendilik benzeri var ama bütün bunların milli bir çerçeveye çıktıklarını söyleyemeyiz. Çünkü hepsi aynı İslami emperyalist ekollerin ajan temsilcileri durumundadırlar. Bir İdris-i Bitlis Nakşidir. Yavuz'un ajanıdır. En son Barzaniler, Nakşidirler; güçlü ajan durumunu ifade ediyorlar.
Şimdi,12 Eylül döneminde, çok güçlü tarikat yardımları oldu.

Desteklendiler. Bizzat devlet tarafından finanse edildiler. Bunun anlamı şu: Kemalizm ideolojik olarak Kürdistan'da tutunamazdı. Hele PKK'nin yükselişi ortamında bir hiçtir. Dolayısıyla büyük bir psikolojik boşluk vardı. Elbette bu boşluğu gördüler ve sistemli bir tarikatlaşmayla doldurmak istediler. İçişleri bakanı Abdulkadir Aksu, Nakşidir ve Nakşi tarikatlarının örgütlenmesi çok güçlüdür. Onu alabildiğince finanse ettiler, güç verdiler. Bu süratle binlerce, on binlerce çocuğu adeta eskiden yeniçerilikte yaptıkları gibi, o zamanlar on binlerce Hıristiyan çocuğu bozup, Türk yayılmacılığı için kullandıkları gibi, şimdi de Kürt çocuklarını da devşirip, öyle devlete hizmet eder hale getirdiler. Bu birinci aşamaydı. Yani kadro derleme aşamasıydı. İşte İmam Hatip Okulları daha önceden vardı, tarikatlar bunun üzerinde bina edildi. En son, bunların hepsinin üzerinde bina edildi. Hizbullahın böyle bir imam hatip, bir tarikatlar geleneği içinde taban bulması var. İlaveten, İran devriminin etkileri gelişiyordu. İran devriminin kendisini yayması bir Kürdistani Hizbullah yaratma durumu vardı. Büyük ihtimalle Türk emniyeti veya istihbaratı, onu da kontrol altına almak için içine girdi.

Kadrosu, yarı yarıya İrani-Türkidir. Hatta yer yer anlaşmalı bir şekilde İran'ın etkisiyle ve bunların baskısıyla birleşmişlerdir. Türk İmam Hatip ve tarikatlar geleneğini Hüzbullahlaştırarak PKK'ye karşı büyük bir saldırı amacına ulaşmak istemiştir. Dolayısıyla kendi Hizbullahını,Türk Hüzbullahı ile birleştirerek, sonuçta PKK'nin, Kemalizmi dıştalaması nedeniyle Kürdistan’da yaratılan boşluğu doldurması için bir ittifaka girmişlerdir.

İkincisi PKK'den çok rahatsız olan işbirlikçi çevreler vardır. Çok geniş bir kesim, PKK'nin darbelediği işbirlikçi kesim, kendisini Hizbullah adı altında yeniden militarize etmek istemiştir. Bunun çok bir sosyal dayanağından da bahsetmek gerekiyor. Şu anda PKK'den en çok zarar görenlerin buna destek ve güç verdiğini biliyoruz. Böylece geleneksel işbirlikçilik, Türk İslami yayılma eğilimi ile İran İslami yayılma eğiliminin üçü el ele vererek Hizbullah denilen, tehlikeli, ajan, işbirlikçi, militarist örgütlenmeyi - buna faşist de, düpedüz kelle avcıları örgütlenmesi de diyebiliriz-ortaya çıkarmışlardır.

BUNUN İÇİNDE DÜRÜST MÜSLÜMANLAR OLABİLİR AMA BUNLAR İSTİSNADIR; İDEOLOJOSİ, ÖRGÜTLENMESİ BU ÇERÇEVEDE OLMUŞTUR.

Hizbullah,70'li yılların MHP'sinin Kürdistanlaşmış biçimidir. Kürdistan Devrimine dayatılan İslami renkte, uluslararası İslami devrim geleneğini de, İran Devrimini de kullanarak biçim değiştirmiş MHP'dir.

İçinde çok güçlü bir polis kolu olduğu açıktır. Ayrıca İran'ın Türkiye'nin belki Suudi'nin eli vardır. Böyle birçok İslami çevrenin çıkar temelindeki bir koalisyonu olduğunu da söyleyebiliriz.
Ancak içinde önemli bir politik kesim olarak, bizzat MHP vardır. Kurucu kesimin önemli oranda MHP kökenli olduğu kanısındayım.

Ulusal kurtuluş savaşımız en önemli ve sonuç alıcı bir döneme giderken, birdenbire "Hizbullah" adında bir oluşum ortaya çıktı. Tarihin gerçekleri ışığında başımıza musallat edilmek istenen bu "Hizbullah" maskesi altındaki oluşum nedir?

Günümüzde çok karmaşık bir durum ortaya çıkmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte komünizm hızla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Aslında Rus deneyiminin, ne kadar komünist olduğu bugün daha iyi görülüyor, tartışılıyor. Ne zaman komünizmden uzak düşmüştür? Ne zaman emperyalistleşmiştir? Veya emperyalist özellikleri nelerdir? Bunlar tartışılıyor. Ve reel sosyalizm, bugün etkisini yitirmiştir. Özellikle TKP eliyle yaptığı tahribatlar tehlike olmaktan çıkmıştır. Yine, sosyal-şovenizme karşı mücadelenin haklılığı da anlaşılmıştır. Ve bu mücadele başarılmıştır. Dolayısıyla bu kanaldan gelebilecek tehlike artık fazla söz konusu olamaz.

Bu (tehlike) ilkel-milliyetçilik için geçerlidir. KDP'ler biçiminde dayatılan ilkel-milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş KDP'cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970'lerde bazı Kürt dernekleri eliyle bu dayatılmak istendi. DDKD, KUK, ÖY vb. bir sürü Kürt grupçuğu eliyle ilkel-milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan devriminde ilkel -milliyetçilik teşhir ve tecrit edilmiştir.

Bunların çok çeşitli fraksiyonları çıktı. Ama en temel güçleri yine de Barzani-Talabani'ydi. Barzani'ye dayalı Özgürlük Yolu da günümüzde kendisine, sosyalist parti, diyor. Ekolü o güçlendirdi. Sömürgecilik, Rizgari, Ala Rizgari, KUK, KAWA vb. adlar altında etkili olmak istedi. Ama bunun esas kökü, feodal-aşiretçi güçlerdi. Bunlar bir de Türk milliyetçiliği ile irtibatlıydılar. Özellikle de Türk MİT'i ile irtibatlıydılar. Tüm bunlar, tutarlı yurtseverliğin, devrimci-yurtseverliğin gelişmesini elbirliğiyle boğmak istiyorlardı.

PKK, bunlara karşı da çok tutarlı bir mücadele verdi. Bunların ağa-şeyh-aşiretçi güruhu teşkil etmeleri, öte yandan Kürdistan’ın sosyal temelinin emekçi olması gerçeği,1970'lerin ortalarından itibaren bizim halkı kolay aydınlatmamıza ve bunları tecrit etmemize imkan verdi.

Kısacası iki mücadele verildi. Bu iki mücadele hem Türk ve hem de Kürt ilkel-milliyetçiliğini, Kürdistan halkının içinde teşhir ve tecrit etti.

Bilindiği gibi, PKK'nin ideolojik egemenliği bu mücadele sonucunda belirlendi. Aynı zamanda PKK'nin güçlü bir siyasi doğrultuya girmesi de bu ideolojik mücadelenin başarılması temelinde gerçekleşti.

Dolayısıyla 1980 sonrasında gerillaya doğru askeri açılımlara yönelmeye çalıştığımızda, karşımızda ister sosyal-şovenizm olsun, ister ilkel-milliyetçilik ve isterse Türk milliyetçiliğinin çok çeşitli biçimleri olsun, cevabını almıştır.

15 Ağustos atılımı, çizgimizin ideolojik ve siyasi temelde bu akımlara karşı başarılı olmasıyla gerçekleştirilmiştir.

PKK'nin özellikle ilkel-milliyetçiliği işlemez hale getirmesi, sosyalizm maskesi altındaki sosyal-şoven grupların safları bulandırmasının etkisizleştirilmesi anlaşılınca; egemen burjuva milliyetçiliği,12 Eylül faşizmi, bu silahlarla artık PKK'ye karşı savaşamayacağını veya Kürdistan UKM'ne karşı, bunlara dayanarak mesafe alınamayacağını iyi biliyordu. Peki elinde geriye ne kaldı? Tekrar eski silah! Tekrar eski silah! Bin yıllık saldırı silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kez daha kullanalım’ dediler. Zaten Özal tarikatçılığı, Evren’in dinciliği boşuna değildir. Böylelikle yayılmak, Türklüğe atılım kazandırmak isteniyor. Bu, eski ideolojik silaha sarılma, anlamına geliyor.

Şimdi en gözükara bir örgüt olan Hizbullah olayı var. Sözde İslamiyette ırkçılık, ulus farkı yoktur. Belki ulus da yoktur. Ama bu katillere veya gözü karalara şunu soralım; sen hangi dille saldırıyorsun? Senin paran nerden geliyor? Yaşamın nasıl ve nerden örgütleniyor? Tüm bunlarla sen hangi ulusal çerçevedensin? Ondan sonra kalkıyor ırkçılık diyorsun? Irkçılığın en büyüğünü yapıyorsun!
Evet Hitler faşizminden çok daha tehlikeli bir ırkçılık bu. Rusya'da bir ara Karayüzler ırkçılığı vardı. Bunların, Hizbullah'ın da böylesi Karayüzler ırkçılığığını tam ispatlayacağız ve gerçeklerini ortaya çıkaracağız. Bu nitelikte olanların Türk ırkçı örgütleri olduklarını söylemeliyiz. Bunlar dörtdörtlük Türkçüdürler. Kürtlüğü ağızlarına bile almazlar. Kürt denince,"bu ırkçılıktır" derler. Gözükara Türkçüdürler. Kemalist aydınların bazıları bile-örneğin bir İlhan Selçuk- Kürtleri tam inkâr etme gereği duymazlar. Bunlar inkâr ederler.

Demek ki, ortada bulunan tarikatlara İslam tarikatları demek yerine, İslam maskesi altındaki gözükara, yüzükara veya kendisi kara, kısaca karayüzler, Türk şoven örgütleri demek gerekir.

Nakişicilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu rejim ve karanlık güçler değil mi? Türkse Türkler, Arapsa Araplar, Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler bu parayı ne için veriyorlar? Çok mu adaletten yanalar? Niye bu halka yardım yok da, ulusal inkarcılara, milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var?
Meseleye böyle politik bakmak gerekiyor.

12 Eylül rejimini iyi değerlendirmek gerekiyor. Tekkecilik ve tarikatçılık yapmıştır. Evren ve Özal tarikatçılık ve tekkecilik politikasına öncülük ettiler.

Sadece Sünni kolunda değil, Alevilik cephesinde de yaptılar. Bir sürü sahte alevi dedesi çıkardılar. Evren ve Özal, hem Alevicilik yaptılar, hem de Nakşi tarikatını desteklediler. Yaydılar. Hepsini, hem yurt içinde ve hem de dışında örgütlediler.

Açıkça niyet şu idi, Kuzeyde Aleviliği, Güneyde tarikatçılığı örgütleyerek mücadelemizin önüne geçmek istediler.

Evet Nakşi şeyhlerinin bazıları buralara kadar geldiler. Her üyeden alacakları paralar milyarlar yapıyor. Beş-on milletvekili, bir kaç bakanları var. Aslında bir anlamda resmen devlet ortaklığıdır. Onlara karşı tavır alınması durumunda, bunlar elden gidiyormuş ve bu nedenle dehşete kapılmışlar.

Kürdistan devrimi, tarihler boyunca işbirlikçilik yapmış ağa, şeyh ve aşiret reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri ve sömürgecilerin bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar; ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için, hem sömürgecilerle ve hem de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar.

Her kılığa giriyorlar. Türk yönetenleriyle Türk oluyor, Suriyelilere, "biz Araplığı temsil ettik" diyorlar. İşbirliği yapmayacakları kötülük yoktur. Kürt ağaları Sünnidir. İran ise Şiidir. Bu nedenle arada böyle bir olumsuzluk var.

Türk milliyetçiliği bu olumsuzluktan yararlanmak istiyor. Hizbullahçılığın bir koluyla İran’a dayanmak istiyor.
Hizbullah tümüyle İran’a bağlıdır demek doğru değildir. Esas itibarıyla ve özellikle son yıllarda ortaya çıkan gerçeklerden anlaşılıyor ki, Hizbullahçılığın genel polis merkezleriyle, yerel tarikat merkezleriyle ve en başta da Olağanüstü Hal Yönetimi ile ilişkisi vardır.

Kısaca Türk sömürgeci rejiminin kurumlarına, emniyet teşkilatına bağlı olduğunu görüyoruz. İran, ideolojik yayılım aracı olarak etkisini kullanmak istemiştir. Fakat onun bu durumu belirleyici değildir. Belki de İran kullanılmaya çalışılmıştır. Hizbullahçılığın yerel işbirlikçi çevrelerle bağları çok somuttur.

Sonlarının geldiğini gören Kürt işbirlikçileri, Hizbullahın yardımcılarıdır. İran devriminin ideolojisinden yararlanmak isteyen bir oluşumdur. İçlerinde her örgütte olduğu gibi inanmış insanlar da vardır ama azınlıktır. TKP içinde bile inanmış komünistler olmuştur.
Açıktır ki, özel savaş yönetimi Hizbullahçıları satın alıyor ve "yakalandığın zaman seni gizlerim" diye teminat veriyor.

Polisin oyuncakları düzen savaşı veremez. Yurtsever katletmek, Türk devletine yardım etmek, halkı kafa karışıklığına itmek istiyorlar.

Polisin elindeki Hizbullah iktidar savaşı vermiyor, iktidarın elinde bir piyondur. Bunlara soruyoruz; cenneti polisin himayesi altında mı kuracaksınız? "Allahın partisi" ,Kemalist polisin, özel timin himayesi sayesinde mi amaçlarını gerçekleştirecek, cennete gidecek veya bu dünyayı cennete çevirecek? Polis hangi rejimin hizmetindedir? Açık ki Amerika’nın ve Siyonizmin hizmetindedir. Bunlar çokça antisiyonist geçinirler ama mevcut rejim İslamizmden daha ziyade Siyonizmi temsil ediyor.

İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ne söyledi: "Siz Kürtlere ne yapıyorsanız biz onaylarız; siz de, biz Araplara, Filistinlilere ne yapıyorsak onaylayın." dedi. Bu saldırıyı Herzog’un emriyle Türklük yürütmüyor mu?

Veya siz Türklüğün, polisin emrinde bir saldırı piyonu değil misiniz? Ve bu anlamda emperyalizmin uşağı değil misiniz?

Çok açıktır ki Hizbullahçılık, Siyonizmin de, en az Türk faşizmi, Kemalizm’i kadar uşağıdır. Kemalizm’e ve resmi ideolojiye karşıyız, diyorsunuz ama onların himayesinde savaşmak, onların uşağı olmak anlamına gelmiyor mu?

Şimdiye kadar bir tek Siyonistin burnunu kanattınız mı? O halde Türk rejimini, Kemalizmini besleyen, Siyonizm ise sizi de besleyen Siyonizmdir. Dolayısıyla siz, dolaylı yoldan da olas Siyonizmin uşağı oluyorsunuz.

Saf  Hizbullahçılarla bizim alıp vermediğimiz yok ama gerçekten onların çok bilinçli olarak Siyonizmin üçüncü koldan piyonu olduklarını, kesin söylemek zorundayız. Onların, anti-Siyonistlikle, anti-emperyalistlikle, anti-Kemalistlikle asla alakaları yoktur.

En büyük anti-Siyonizm, anti-emperyalizm PKK'nın yönlendirdiği harekettir. Bu anlamda, İslamiyeti de savunan PKK'dir.

İslam halklarının düşmanları bugün çok bellidir. Bunlar emperyalizm ve onun uşağı olan Kemalistler, Siyonistlerdir. Onlara karşı dişe diş acımasız savaş veren PKK'dir. Hizbullahçı şefler, hiçbir zaman böyle bir savaş geliştirmiş midirler? Madem emperyalizme karşıyız diyorlar, biraz dürüst olsunlar. "En büyük kafir PKK'dir, tek tehlike PKK'dir" diyorlar. Bunun anti-emperyalistlikle ne alakası var?

Sonuç olarak: yüce devrimci ulusal kurtuluş hareketimize, özellikle Hizbullahçılar adı altında dayatılan oluşumun anlamı budur.

PKK, her zaman Ortadoğu halklarının geleneğine, İslamın devrimci özüne, herhangi bir tarikattan, mezhepten daha fazla bağlıdır.Önder düzeyde onu emperyalizme, Siyonizme, Kemalizm’e karşı savunan bir harekettir. Her ne kadar İslami sözcükleri kullanmıyorsa da özü böyle olan bir harekettir. Derin bir dinsel hoşgörüye sahiptir.

Çeşitli dinlere ve mezheplere demokratik yaklaşır; onların en olumlu, özellikle milli ve sosyal gelişmeye hizmet eden tarihi değerlerine yüksek değer biçmektedir.

Ortadoğu halklarının tarihinde çok güçlü olan, gerek İslamiyette, gerekse de Hıristiyanlıkta çok etkili olan enternasyonalizmi, halkların eşitliğini görmek gerekir. Eğer bu, günümüzde olumlu değerlendirilir ise, şovenizme ve faşizme kaçmadan, halklar arasındaki dayanışmaya hizmet edebilir. Biz buna büyük önem veriyoruz.

Gerçekler bu iken ve bunun uğruna savaşımı partimiz önderliğinde halkımız verirken, onu başka türlü değerlendirmek sadece ve sadece savaştığımız azgın Türk sömürgeciliğine, onun arkasındaki Siyonizme ve emperyalizme hizmet eder. Demek ki, onlar için PKK'yi doğru tanımamak, kendileri için engel olarak görüp saldırmak, o çokça karşılarında olduklarını söyledikleri düşmanlarla aynı safa düşmektedir.

Biz üzerimize düşeni, hem eylemimizle hem de siyasi tavrımızla bu kadar açıkça ortaya koyarken; aldatılan veya belirli bir karmaşıklığa itilen çok çeşitli yeni çevrelerden kişilerin de, sadece sözleriyle değil, eylemleriyle doğru belirlemelerini, İslamın eşitlikçi, özgürlükçü özüne sadakatle bağlı olmalarını ve bunu ispatlamalarını istiyoruz.

Biz bunu hem sözle hem de eylemle gerçekçi bir biçimde bütün dünyaya ispatlamışız. Şimdi sıra bunlara geliyor. Bunu yapmadıkça ve karşımızda savaştıkça kendilerine sonuna kadar yükleneceğimizi ve çok acımasız bir biçimde ezeceğimizi belirtmek istiyoruz."

Çok açık ve benim, Kürtlerin dini inançlarına karşı herhangi bir olumsuz tutumum yoktur; Kürtlerin birey olarak kendi özel işi görerek dini inançlarını yaşamalarına yönelik bir saygısızlığım veya itirazım yoktur. Sadece iki çizgiyi ortaya döküyorum ve "geldiler geldiler karanlığın içine girdiler!" tezine açıklık getiriyorum. Hepsi budur ve bunu aslında ben yapmıyorum, iki Öcalan'ın dedikleri apaçık gösteriyor. Tabii yine eğer tersten okunmazsa bu açıklık kolaylıkla görülebiliyor. Görmüyorsanız, görmekten kaçtığınız ve herhangi bir özgürlüğünüz olmadığı içindir.Yani özgür düşünme yetiniz yanında özgürlüğünüz de yoktur!

Fikret Uzun

27 Nisan 2013

26 Nisan 2013 Cuma

GERÇEKLER KARŞISINDA MİDESİ BULANANLARA



GERÇEKLER KARŞISINDA MİDESİ BULANANLARA
Boş meraklar peşinde koşan bay,

Önce bu boş merakını mazur görüp, hemen gidereyim, Yalçın Küçük ile akrabalığım yoktur!

Ancak bir noktayı benzeştiriyorsun ki, bu merakını ortaya koyup, mide bulantını konu ediyorsun; demek ki benim ifade ettiklerim de, tıpkı Yalçın Küçük'ün bulandırdığı gibi, gerçeklerden midesi bulanan herkesin midesini bulandırıyor!

Ancak bu bulantıdan kurtulmak için, başka çareler aramak nafile çabadır, bundan kurtulmak için, gerçekler karşısında yiğit olmak lazım, yürekli olmak lazım ama en çok net olmak lazım! Üzerine örtmeye çalışmak ise korkaklığın ve "kurtuluş"u başka yerde aramanın yansımasıdır!

Benim dediklerim ise nettir ve bu ölçüde gerçektir ve işte mideni bulandıran da budur; evet, sen "yatağa atmak" olarak nitelendiriyor isen, benim için mahsuru yoktur ve nitelemeyi bulan sen olduğuna göre, o dediklerinin şimdilerde, ABD emperyalizmi ve gericilik ile flört ettiğinin farkındasın demektir; yatağa girerler mi bilmem ama yaptıkları tamı tamına budur ve bunu yaparken Kürt halkının fikrini almadıkları gibi, fikrini manipule etmeye çalışarak onları kandırmaktadırlar.

Öyleyse kör olan ben değilim ve nereye baktığımı çok iyi biliyorum ama eğer sen kör değilsen, kör olmayanların her sözünün mideni bulandırması kaçınılmazdır!

Ve dediklerim nettir, diyorum ya! Onca şey demiştim anlamazdan gelmiştiniz ve "tıp" oyunu oynuyordunuz! Şimdi çok fazla net gelmiş olacak ki zülfiyareye dokunmuş gibi mideniz bulanıverdi ve kusuverdiniz bütün zikrinizdekileri!

Dediğim ise son derece açıktır ve "...geldiler geldiler, bir karanlığın, ki baş mimarı ABD emperyalizmidir, içine girdiler!"

Başka ne dedim, daha da netleştirerek? "Gerici Türkler ile gerici Kürtlerin ittifakı" dedim!

Ve bunun kırk yıldır ABD emperyalizminin can attığı amaç olduğunu söyledim!

Allahtan istedi bir göz, şimdi Öcalan ile alacak iki göz! Bunu da şimdi ekliyorum!

Be hey her şeyi "gören", başka herkesi görmez belleyen zat-ı muhterem, bunun için, yani gerici Türkler ile gerici Kürtlerin ittifakı için, kırmızı görmüş boğa misli saldırdığınız Kemalist yüksek komutanlar, 12 Eylülden sonra, faşist 12 Eylül rejiminin tabanına Türk -İslam sentezini sererek, Diyanet İşleri başkanlığı ile birlikte Türkiye'de gericiliği egemen kılmak için çok uğraşmadılar mı? Bundan Kürtleri ayrı tuttuklarını mı sanırsın? Türk-İslam sentezi, alın işte oldu size, Kürt-İslam sentezi! Ve bunun için on yıllardır Kürt coğrafyasına bütün dinci akımlar üşüşmedi mi? Hatta Bunu, sizin "önderiniz" sık sık konu etmiyor muydu ve şimdi bunları unutmuş olduğunu görmüyor muyuz?

Peki, Hizbullahı sahaya boşuna mı sürdüler sanırsınız? İşte tam da bugünler için, yani devrimci renkleri budanmış, ilkel-milliyetçi, gerici, itaatkar bir Kürt -devleti için, ABD emperyalizminin her türlü sinsi oyununu kurduğu apaçık ortada değil mi? Ve Hizbullah artık yasal ve meşru bir siyasi güç olarak, öngörülen ABD patentli "Kürt Devletinin sac ayaklarından biri olmaya hazırlanmıyor mu?

Peki, ben burada sosyalist, ya da komünist diyor muyum? Demiyorum! Ne diyorum? Devrimci diyorum, ilerici diyorum! Peki devrimcilik bu noktada neyin adı? Elbette Kürt halkını devrimcileştirmenin adı, değiştirmenin, dönüştürmenin adı ve bunun için sosyalizmi bekleyin mi diyorum? Bunun da cevabı koca bir HAYIR! Ama değişim ve dönüşüm ileriye doğru olursa devrimci olur, ilerici olur; geriye doğru olursa gerici ve karşı-devrimci olur. Hepsi budur ve gerici Kürt-Türk ittifakına karşı, ezen ulusun egemenlerine nasıl bakıyorsak öyle baktığımızın ifadesi bu temelden çıkıyor ve karşısına ilerici Kürt-Türk birliğini, kardeşliğini koymanın hem nesnel ve hem de devrimci olmanın gereği olduğunu söylüyoruz!

Kim kör? Sen mi ben mi?

Peki gelip, gelip buraya, yani ABD emperyalizminin gönlünde yatan karanlığın içine girecektiniz de, Kürt halkına neden umut verdiniz, diye sormazlar mı adama? Kürt halkı, bu soruyu akıl etmez mi sanırsınız?
Ve başka ne dedim? İlerici Kürtler ile İlerici Türklerin birlikteliği dedim, kardeşliği dedim ve hâlâ diyorum öyle değil mi?

Ne oldu peki? Mideniz bulandı, kramplar girdi ve bu sancıdan kurtulmak için, işte hepiniz eteklerinizdeki taşları döktünüz; bir o kalmıştı, şeriatçı bile oldunuz! ABD "dost"luğu nelere kadir değil mi?

Şimdi bir süre Şeriata güzelleme yaparak ABD nin "dost" luğunu hak etmeye çalışırsınız!

ABD dün Kemalist yüksek kadrolarla Kürtlerin canına okuyordu, şimdi Kemalist yüksek kadrolar hükümran olmadığına göre, kiminle, kimlerle bu işe devam ediyor bunu görmekten uzak durursanız, midenizin bulanması, hatta kramplar girmesi benim suçum mu?

Ve politik ahmaklığınızı yüzünüze vurunca, "önderlik" sosyalizmi bıraktı diye kına yaktığınızı ilan edip, ABD emperyalizminin ittifakları olan şeriatçıları baş tacı yaptığınızı kusuveriyorsunuz!
Peki biz ne diyoruz tekrar hatırlatayım; Kürt halkı gerici Türklerle gerici Kürtlerin ABD emperyalizminin desteğindeki ittifakına hapsedilmeye çalışılıyor; işte şimdi midenizin bulantısını aşmak için, ne dediğinizin bile farkında olmadan, dediğiniz tam da budur; "biz bu yolda önümüze çıkan her devrimci, her ilerici rengi düşman görüyoruz" diyorsunuz! Yani dediklerimizin doğruluğunu teyit ediyorsunuz!

Neden?

Ahmak olmadığınızı göstermek için; ama bu daha kötü ve tıpkı merdi kıptinin maharetini gösterirken kabahatini göstermesi gibidir! Sizin ki de, mert çingene misli, gerçekleri yüzünüze vurduğumuzda midenizi bulanıyor ve her şeyi gördüğünüzü ama gericilikle ve aynı anlama gelmek üzere ABD emperyalizmi ile dostlukta sınır tanımadığınızı her türlü kirli savaşına onay verdiğinizi, sosyalizmi ise hiç düşünmediğinizi bağıra bağıra, yani hâlâ duymadınız mı,"...biz sosyalizm istemiyoruz, mollaların, ağaların, aşiret reislerinin gerici, çağ dışı düzeni bize yeter" diyorsunuz!

Ve artık açık açık "şeriat da gelse kabulümüzdür" diyorsunuz! Bundan ala kepazelik olur mu?

Peki ya, bu forumun, yani adı "sosyalizm okulu" olan bu alanın yöneticileri, bu kepazeliği görmüyorlar mı? Bu forumun ilkelerinde ve amaçlarında bir de şeriata güzelleme yapmak mı var?

Peki öyleyse amaç ve ilke başlığında bu foruma üye olmak isteyenlerin önüne konulan aşağıdaki ifade bir demagoji midir, bir yalan mıdır? Değilse nedir?

"Sitemiz Sosyalistforum’un amacı; egemen burjuva kültürü parçalarken, onun yerine, yeni ve insana ait olanı; komünist kültürü bugünden kurmak ve yaşatmaktır. Sosyalistforum, bu amacını, komünizm kültürü kendi iç işleyişi ile (internetin tüm kısıtlarına rağmen) somut olarak örnekleyip yaşatırken, sınıf savaşımıyla olabildiğince canlı, pratik bağlar kurarak gerçekleştirmeyi hedefler"
Şeriat veya dincilik veya gericilik, egemen burjuva ideolojisinden ayrı mıdır, başka ifadeyle komünist kültürü bugünden kurmanın içine sığar mı? Yoksa bunu, halkın dini duygularına saygı adı altında mı kılıflıyorsunuz?

Ve işte her şey ortada, dün bugüne dair söylenenleri yalan olarak, demogoji olarak, hatta Kürt ulusunun kaderini özgürce tayin etme hakkına ihanet olarak ve hatta yer yer Marksizm-Leninizm’e ihanet olarak nitelendiriyordunuz, bu gün ise eteklerinizdeki taşlar tamamen dökülmüştür; "Sosyalizm filan istemiyoruz, hatta demokratik cumhuriyet de istemiyoruz, bize şeriat da yeter!" diyorsunuz.

Yani Kürt ulusunun kendi kaderini tayinini Allaha havale ediyorsunuz!

Halkların kardeşliğini ise İslam kardeşliğine endeksliyorsunuz!

"Demokratik özerklik" diye diye Kürt halkını gericiliğin karanlık çukuruna gömmek için, Ezen ulusun egemenleri ile ve elbette ABD emperyalizmi ile her türlü ittifakı meşru göstermeye çalışıyorsunuz; bu gerçeği yüzünüze vurunca da zikrinizdekini açık ederek, bunu, yani ortada bir yatağa atma olayı olduğunu, biz söylüyormuşuz gibi veya biz uyduruyormuşuz gibi yansıtmaya çalışıyorsunuz!

Ama artık sizin köylü kurnazlıklarınızın dikiş tutmadığı apaçık ortadadır ve lime lime döküldüğünüzü çok daha net görebiliyoruz.
Hepsi budur ve buradayız ama sınıf mücadelesinin, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan ettiğini ve bu mücadelenin ezilenlerin, sömürülenlerin kavgasının şiddeti ölçüsünde, bu çizgiyi geriye ya da ileriye doğru hızlandırdığını ve hatta zaman zaman sıçramalı bir şekilde ve ileriye doğru hızlandırdığını unutuyorsunuz! Dolayısıyla Kürt yoksul köylülerinin, emekçi halkının ve işçilerinin sınıf mücadelesinin de bu çizgi üzerinde sürdüğünü ve Türkiye’nin işçi sınıfının, emekçi Türk halkının kendilerini ezen ve köleleştiren egemen sınıflara karşı verdiği sınıf mücadelesinden ayrı olmadığını aklınıza hiç getirmek istemiyorsunuz!

Ama akıl taşıyanlar ve gerçekten ezilenlerin, sömürülenlerin kavgası içinde ve yanında olanlar, bunu hiçbir zaman unutmadığı gibi, tam da bu anlarda hainlerin, döneklerin, sahtekârların ve ezen ulusların gönüllü kölelerinin, bu anlamda tetikçilerinin arttığını da; ezen ulusun egemenleri ile ittifak halinde, ezilenleri daha koyu bir karanlığın içine sokmak, köleleştirmelerini kolaylaştırmak üzere en sinsi çabaların içine girdiğini de biliyorlar ve görüyorlar.

Ve unuttuğunuz bir nokta daha var, sosyalistler emperyalizm ile mücadele ederken güç hesabı yapmaz; aynı şekilde ezilenlerin kendi kaderlerini tayinini özgürce belirlemeleri hakkının yanında yer alırken de güç hesabı yapmaz ve adı üzerinde "ÖZGÜRCE" belirlemelerinin yanındadır... Ama "özgürce olmayan" hiçbir tayine sürüklenmelerine izin vermez; yani bir hesap yapması olmazsa olmazdır ki; ezilenlerin kaderini özgürce belirleme hakkının önüne konulan her türlü sinsi çabaların, sis bulutlarının, manipulasyonların, sahtekârlıkların ve zorbalıkların karşısında mücadele etmek, buradan gericiliğin palazlanmasına, emperyalistlerin güçlenmesine ve ezen ulusun egemenlerinin hükümranlığının artmasına yönelik bir sonuç çıkmasına izin vermemek bu hesabının içindedir!

Ve bugün ABD emperyalizmi ile mücadele etmeden, üstüne üstlük onunla "dost" olarak, ezilen halkların kurtuluşunun mümkün olmadığı gerçeğini, gerici bir çizgide, tarihin gerisindeki bir düzene sürüklenilerek Kürt ulusunun özgürleşmesinin mümkün olmadığı gerçeğini, siz ne kadar örtmek için çabalasanız da, üzerindeki örtüleri yırtarak göstermek, ezilenlerin gerçekten yanında olan herkesin boynunun borcudur!

İşte sizin midenizi bulandıran, kramplar girdiren tam da budur ve ama ne yapsanız nafiledir; dün engellenemedi, bugün de engellenemeyecek ve Kürt halkı bu yalanlara, bu demogojilere, bu manipulasyonlara kanmayacak, oynanan tiyatroların perdelerini bir bir yırtacak ve ardındaki gerçekliği çırılçıplak bırakacaktır.

Siz ise şeriat mı istiyorsunuz? Sizi tutan yok, hangi bataklığa gitmek istiyorsanız gidebilirsiniz, yeter ki Kürt halkını kandırarak bu bataklığa sürüklemeyin ve işte gerici Kürt-Türk ittifakının karşısına, ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin birliğini, kardeşliğini koymamız bundandır ve tarihin akışının işaret ettiği nesnel yön budur ve bundan tek dişi kalmış, o da sallanıyor olan, ABD emperyalizminin oyunlarına ve sinsi ve de kanlı saldırılarına rağmen ezenlerin ve emperyalistlerin kurtuluşu yoktur!

Bu coğrafya, ABD-AB emperyalizminin içine girdiği ve bir daha çıkamayacağı, içinde yok olup gideceği, tarihin bu coğrafyadaki halkların önüne koyduğu tarihsel fırsatın nesnel alanıdır!

Son olarak,567 Kürt çocuğunu öldürenin; insanların dilini kesenin; işkencelerden geçirenin; 4000 köyü yakıp yıkanın, halkını göçe zorlayanın ve en sonu 34 kürdün üzerine bomba yağdıranın bu devlet olduğunu söylerken bile gerçeklerin burnunuzun dibinde olduğu ama görmemek için gözlerinizi yumduğunuz açıkça görülüyor!

Bu devlet dediğin şey, demonte bir şey midir ki, ya da TV de bir patentli programın adımıdır ki, sahibi değişince, toplanıp, yerine başka bir devlet monte edilsin?

Devlet üzerine onca cümle kurduk, siz ne denli cahilmişsiniz ki, hâlâ devleti her şeyden bağımsız, demonte özelliği olan bir mekanizma olarak görüyorsunuz!

Devlet yine aynı devlettir ve sahipleri de aynıdır; büyük büyük zenginler ve büyük büyük toprak sahipleri! Ancak eski egemen politikalarla ve ideoloji ile bu mekanizmayı işletmek zor olduğundan, eski egemen politikayı ve ideolojiyi, bu anlamda bu politikayı ve ideolojiyi uygulayanları yönetim sahnesinden çekip, uygun olan ve egemen olması gereken ideoloji ve politikaları yerleştirmek ve uygulamak için yönetim sahnesine yenileri çıkmıştır ve dün yapılmak istenenler, artık yeni ideoloji ve politikalarla sürdürülmektedir ve dün yapılmak istenenlerin, bu yeni politik ve ideolojik uygulamalar ile daha kolay gerçekleştirileceği hesap edilmektedir.

Evet o dediklerini yapan Türkiye Cumhuriyetinin devletidir ve bu devletin 12 Eylül rejiminin devleti olduğunu hepimiz biliyoruz; demokrasi diye diye, Kemalizm diye diye, hatta laisizm diye diye geldiler ve Türkiye’yi dinci-gericiliğin karanlığına hapsettiler ve o dediklerini Kürtlere yapmaya devam ettiler; ama dün de, şimdi de o dediklerin olurken, arkasında ABD emperyalizmi vardı ve en son o 34 Kürt kaçakçının üzerine sınırda bomba yağdırılması tamı tamına ABD emperyalizminin iki uçlu "dost"luğunun eseridir!

Ve devlet bir devamlılık içerir, sadece dar gelen politika ve ideolojisi zaman zaman ve bazen sürekli olarak "reform" adı altında genişletilir; genişletilirken daraltılan ise emekçi halkın hakları ve hukukudur! Bu genişlemenin içinde sadece egemen sınıfların hakları ve hukuku vardır!

Şimdi bunca lanetlediğin karşısında, Kürtlere uygulanan bu baskı ve saldırıların asıl faillerini "dost" belleyip, uyguladıkları baskıları kalıcı kılmak üzere çare gördükleri karanlığı ki, Altan Tan adını net olarak koymuştur ve "şeriat" müjdesi vermiştir, Kürtlerin "kurtuluşu" için en ileri noktadaki bir çare olarak davet etmekten çekinmiyorsunuz ama Kürt halkının gerçek düşmanlarını gene başka yerde aramaya cüret ediyorsunuz.

Bunu kime yutturabilirsiniz ki?

Bu, cehaletten öteye, hatta politik ahmaklıktan öteye, ezilenlerin topyekün ve sonsuza kadar ezenlere köle olmasını kolaylaştırmak için emperyalist senaryolara kölece teslim olmak ve gönüllü tetikçiliğini üstlenmektir.

Bunu ne Kürt halkı affedecektir, ne de tarih affedecektir! Başaramayıp, tarihe kapkara harflerle kazınmanız ise cabası olacaktır!

Fikret Uzun

25 Nisan 2013

22 Nisan 2013 Pazartesi

MARXİZM İYİMSERLİĞİN BİLİMSEL YÜZÜDÜR CEHENNEMİN ORTASINDA CENNETİ GÖRMEK EN BİLİMSEL İYİMSERLİKTİR



MARXİZM İYİMSERLİĞİN BİLİMSEL YÜZÜDÜR CEHENNEMİN ORTASINDA CENNETİ GÖRMEK EN BİLİMSEL İYİMSERLİKTİR

Peki Borga, Marxizm’e uzak olduğunu daha önce anlamıştık ve Öcalan'ın tamamen, PKK'nin de bir bölümünün öyle olduğunu ama şimdi PKK'nin büyük bir bölümünün Öcalan ile birlikte gerici, ilkel- milliyetçi ve şoven bir çizgiye doğru koşar adım ilerlediğini zaten söyledik ve bunun bir gerici Kürt ve Türk ittifakına yol aldığını da söyledik; bunun ise ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü "büyük Kürdistan" politikası ile aynı yerde olduğunu da söyledik ve bugün bu, çok daha net görülmekte iken sizin görmezden geldiğinizi de söyledik ama değişen bir şey olmadı; yani sen hâlâ bilmece misli ve birbirinden çok uzak kavram ve olguları çiftleştirerek önümüze koyarak kabul edilmesini dayatmaya devam ediyorsun!

Dahası Marxist solun tarihsel sorumluluğunun burada başladığını ve bu sorumluluğun da, gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakını engellemek ve buna kaşı ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin ittifakını güçlendirmek olduğunu da söyledik ve gene görmemek için duymamak için gözlerinizi ve kulaklarınızı sımsıkı kapadınız, tıkadınız!

Ancak Marx, insanlığın gelişmesinin durmayacağına inanan bir kuşaktan geliyor. Yaptığı, burjuvazinin değiştirici rolünü, emek süreci alanına kaydırmak ve burada ayrıntılandırmak ve de ayrıştırmaktan ibarettir. Belki de bilimselliğe nerede ise mistik bir güç izafe eden en son kuşakta yaşadığı için, sınıf çelişkilerine fizik bilimindeki yer çekimi ölçüsünde önünde durulamaz bir güç veriyor.

Bütün bunlarda Marx'ın en küçük bir yanılgıya düştüğünü söyleyebilir misin?
Düşmüyor ve bunun için Türkiye'ye bakmak yeter; bu emekçileri sersemletici saldırıların hüküm sürdüğü atmosferde bile, eninde sonunda en belirleyici olanın emek süreci olduğu net olarak görülüyor; Türkiye'nin emekçi örgütleri değil, ABD ve AB devletlerindeki planlamacılar, Türkiye emekçilerinin patlama noktasına yaklaştığının sinyallerini hem de öteden beri veriyorlar. Türkiye'deki bütün politikaların, hem de uzun zamandır, işçi ve emekçilerin bu patlamasını önlemek çerçevesinde oluştuğunu görmemek için kör olmak gerekiyor.

Eğer Marx, bir kıl ölçüsünde bile yanlış olsaydı, bütün baskı ve şaşırtma mekanizmaları, işçi sınıfını harekete geçirmek isteyen bir avuç devrimci üzerine üşüşmezdi!

Bütün bunlar, Marxist teorinin önermelerinin geçerliliğinden kuşku duyulmaması gerektiğini göstermeye yetiyorlar.

Şimdi sen, bunlara da kapanarak, dediklerimizi teyit ederek ilerliyorsun ve arkanda nasıl izler bıraktığını görmek için bile geri dönüp bakmadan saçmalamaya devam ederken, yavaş yavaş kimin, hangi sınıfın bahçesinden konuştuğunu açık ediyorsun.

Eskimiş ve çoktan mahkum edilmiş Menşevik savı ve ölçüsüzce "Leninist" gömleğini göstererek, tekrar ediyorsun, daha doğrusu bu temelde kanal açmaya çalışıyorsun!

Menşevik sav mı? Emek -sermaye çelişkisi sosyalizmi getirecek diyorlardı ve buraya kadar sorun yoktu ama "henüz gelmiyorsa bu, bu çelişkinin yetersizliğinden kaynaklanıyor" diye eklemişlerdi ve bu yetersizliği aşmanın çaresinin emek -sermaye çelişkisinin artması olduğunu" da buyurmuşlardı! Dahası da var,"artması kaçınılmazdır ve önlenemez " diyorlardı. Ve "devrimin, bu önlenemezlik içinde ortaya çıkacağını, üstelik kendiliğinden gerçekleşeceğini" de yani "devrimin önemli bir politik müdahale olmadan gerçekleşeceğini" buyuruyorlardı.

Bunların da, yani her tarafından ekonomizm akan bu savların,"hakiki" Marx'a ait olduğunu ileri sürebiliyorlardı.

Senin bütün zırvalarının adresinin, istediğin kadar türlü çeşitli ifadeyi bir biri ile çiftleştirsen de örtemiyorsun ki, buraya, yani ekonomizme çıktığı apaçık ortadadır!

Diğer yandan, Lenin'in Blanquici suçlamasıyla karşılaşmasının nedeninin, bu Menşevik savın karşısında bir yerde olması ve politik müdahaleyi öne çıkarması olduğunu da biliyoruz ve Lenin'in bunu reddettiğini ama Jakoben suçlamasını reddetmediğini de biliyoruz!

Dahası da var, Bernstein ve Menşevikler, kapitalizmin, işçi sınıfının artan eylemlilikleri ile tedricen ve zaman içinde değişebileceğini ileri sürerlerken, bu değişimi beklemekte bir sakınca görmüyorlardı. Lenin ise ani geçişten yanadır ve Bernstein ve Menşevikler için, perspektiflerini yitirmiş tekke miskinleri olduklarını söylediğini de biliyoruz.

Sen bu gerçekliklerin etrafında dönerek ve çeşitli zırva ifadeleri birbirine dolayarak, onları yok sayabilirsin, ama hâlâ cevaplamaktan kaçındığın önemli konuların, ortada durduğunu unutturamazsın; "Kürdistan"i devlet,"devlet olmayan devlet"midir? Komün müdür? Yoksa tamı tamına bir ulus-devlet' midir? Cevap vermekten kaçıyorsun!

Öte yandan, Komün,"sönüp giden devlet"midir yoksa buna kanal açan devlet midir? Bunu da cevaplamıyorsun.

Ve proleter devrim ile birlikte devlet ortadan kaldırılmış mı olur? Bu konuda da ne düşündüğünü açıklıkla söyleyemiyorsun.

Ya da burjuva devlet tedrici olarak, yani zora dayalı bir devrime gerek olmadan, ortadan kalkabilir mi? Ve böylece de "devlet" olgusundan tümüyle kurtulunabilir mi? Yani devlet bu şekilde sönümlenmiş olur mu? Sınıflar ortadan kalkmış olur mu? Bunların da cevaplarını da cevaplarını veremediğin gibi, bunun, yani burjuva devletin nasıl yıkılacağını da açıklıkla söyleyemiyorsun. Sadece "komün" sözcüğünü, bin bir çeşit anlamsız ifadeyle çiftleştirerek ağzında geveliyorsun!

Devletin sönümlenmesi fikrinden ise bihaber imiş gibi davranıyorsun.

Böyle olunca da, elbette Marxizm’den uzaklaşmış olmana şaşırmıyoruz ama uzaklaştığın yerde Marxizm’den daha ileri ve bilimsel bir başka teorinin olduğunu da gösteremiyorsun; yani savundukların ileri ve bilimsel bir teoriden akıp gelenler değildir! Öyleyse, yani Marxizm’e uzak olduğunu kendin de onayladığına göre, ayaklarını bastığın yerdeki teorinin ne olduğunu ve Marxizm’i tü kaka yaptığına göre, Marxist teoriden ne kadar ileri olduğunu açıklaman gerekmez mi?

Yani, Marxizm’e uzak isen, nereye yakınsın veya hangi düşünün üzerine basıyorsun bunu da açıklaman gerekir!

Diğer yandan hem Marxizm’den uzak olup, hem de "devlet olmayan devlet"e ve de "Komün"e ki Paris Komünü'nü refere ediyorsun, vurgu yapmanın da bir açıklamasını yapman gerekir.

Böylece sana ve düşüncelerine karşı haksızlık yapmadan tartışmaya devam etmiş oluruz; yani hangi düşüne yakın olduğunu bilirsek, bilmece gibi sözlerine aldanıp, seni farklı bir düşün ile irtibatlandırmamış oluruz. Kim bilir, belki Marxizm’den daha ileri bir teori keşfetmişsindir de biz bilmiyoruzdur ve bilirsek, biz de yararlanmak isteriz! Yani, Marxizm’den daha net ve net olduğu kadar da ileri bir teori varsa bize de göster ki biz de ona yönelelim.

Oysa devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, çok nettir! Ve bu öğreti, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlıdır.

Bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir.

Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Ancak, burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çiziyordu.

Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx ise "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi."

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz. Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

Son derece dayanaksız, bir o kadar da zırva ifadelerin ile nereye varmak, neyi örtmek istediğin apaçık görülmekle birlikte, yine de bu zırvaları çürütmek tarihe not düşmek için zorunlu olmaktadır!

Bu nedenle Proletarya diktatörlüğü kavramının Marx ile birlikte var olduğunu hatırlatmak gerekiyor; Marx'ın Weydemeyer'e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda, sınıfların varlığını ve aralarındaki mücadeleyi keşfetme onurunun kendisine ait olmadığını vurgulayarak yaptığı açıklamasını hatırlarsan, orada "sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü" yazdığını göreceksin!

Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü, küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı.

Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür.
Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı çoktan açmıştır.

Bilinçli işçiler ve komünistler de, bu kanaldan geçerek, Marx'ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına vardığını çoktan görmüşlerdir.

Diğer yandan, Marxist devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Dolayısıyla, vurgulamak zorundayım ki, senin hüsnü kuruntularını yüzüne vurmaktan usandım ama bu gün,"demokratik halk devrimi" veya "halk cephesi" diyenler ve yahut burjuva demokrasisinin ama en çok bir din olarak "demokrasi"nin önünde secdeye varanlar Marxistler değildir.

Kimler olduğu ise anlatımlarım ile belli olmaktadır.

Ayrıca, bu gün hâlâ ve öteden beri, daha çok da, şu "demokrasi" dininin kafalarımıza kakılmaya başladığından ve bir illuzyon ile renklendirildiğinden beri, ne "demokrasi" ye, ne de halk devrimlerine, halk cephesine methiye düzdüm; tam tersine, her fırsatta tekellerin düzeninde,12 Eylül rejiminde, demokrasinin artık "yok demokrasi" yani "u-demokrasi" olduğunu ve "halk cephesi"nin, burjuva düzeninin sınırları içinde olduğunu; burjuva düzenin içinde bir ilerleme alanı arama durumu olduğunu vurguladım durdum!

Yani, burjuva cumhuriyet’in, sınıflı bir toplum olduğunu; burada sosyalizm değil, demokratik formun hedef seçildiğini biliyoruz. Yani halk cephesi formülü, eninde sonunda burjuvazinin sözünün geçtiği bir rejimi korumayı ön plana çıkarıyor. Bu gayet açık.

Diğer bir bakışla, halk cephesi formülü, işçi sınıfının toplumsal mücadeledeki öncelikli yerinden vazgeçmek demek oluyor. Eğer savunulan burjuva cumhuriyetse, işçi sınıfının, tarihin tekerleği anlamında, arka plana itildiği kesindir. Ön plana çıkarılan, burjuvazinin kendisi olmasa bile, ayrımları veya katmanları olmak durumundadır.

Ayrıca her araç veya sınıf, doğasına uygun işler yapmak zorundadır; sınıflar ve araçlar, doğasına uygun işler yapmadıkları sürece tanımlarını ve doğalarını yitiriyorlar. İşçi sınıfının, tarihsel çıkışına ve doğasına uygun olmayan bir role mahkûm edilmesi, kendisi olmaktan çıkarılması demektir; halk cephesi, işçi sınıfını kendisi olmaktan çıkarma yönünde önemli bir adım oldu; arkasının gelmesi zorunlu idi ve geldiğini biliyoruz.

Arkasından gelen, İşçi sınıfının toplumu değiştirmede öncü ve kaçınılmaz rolünden vazgeçmek ve işçi sınıfını bu rolden vazgeçirmek oluyor. Bu, görenler az olsa da, açıkça görülüyor. Ancak ve ne yazık, en çok göremeyenler, "halk" ile "cephe" kavramlarını yan yana veya ayrı ayrı ve temel çizgileri olarak kullananlar oluyor! Saplanıp kaldıkları temel düşünce ise, halkların saflığı ve mutlak temizliği düşüncesidir.

Ancak bunun tersi de var, işçi sınıfına "efendimiz" ya da, "kurtarıcımız" türünden yaklaşımları en çok ekonomizm peşinde koşanlarda görüyoruz ki bu da, işçi sınıfının öncü rolünden vazgeçme ve onu vazgeçirme ile aynı yerdedir. Yani işçi sınıfına güvensizlik ile işçi sınıfına fetiş yaklaşmak bir ve aynıdır.

Hep bunları söyledim ve söyleyip duruyoruz! Ancak Paris Komünü ile ilgili olarak ortaya konulan model "halk devrimi"nin bunlarla ilgisi yoktur ve ne ile ilgili olduğunu ilerleyen cümlelerimle ve Lenin'in ifadeleriyle ve Marx'ın vurgusuyla aktaracağım ancak şimdi zırvalarını ayıklamam gerekiyor!

Borga kardeş, burjuva demokrasisi de bir devlettir ve burjuvazinin çocukluk dönemi diyebiliriz ki bu da mutlak bir şey değildir; yani tarihsel bir kategoridir ve koşulları dar geldiği andan itibaren burjuvazi bundan derhal vazgeçecektir ve elbette çoktan vazgeçmiştir.

12 Eylül rejimi, bu anlamdaki demokrasinin tümden ortadan kaldırılmasının yani tekellere bir düzen oturtmanın adıdır ve bu, bir yandan Kemalizm diye diye, diğer taraftan demokrasi diye diye kotarılmıştır. Ama gel gör ki, 12 Eylül rejimi, onca zaman ve çokçası sahte sol gömlekli azapların, şimdi hemen hepsi 12 Eylül rejiminin en "akil" adamları olarak atanmışlardır ve geleceğin Yahudi-Kürt devletinin birinci sıradaki yöneticileri veya vekilleri olacaktır, sosyalizm yolundan çark ederek,"barış ve demokrasi" programını bir hedef saymaları, zamanını çoktan doldurmuş olan demokrasi hedefini birincil kurtuluş yolu sayarak Avrupa emperyalizmini kurtarıcı olarak göstermesi ile çalışan sınıfların bütün haklarını budadığı ve topyekün köleleştirdiği Türkiye'de, konuşlandırdığı ortaçağ faşizmini bir "demokrasi" illuzyonu ile ambalajlayabilmiştir ve hâlâ da bu ambalaj ile konuşlanması tamamlanmak üzere olan bir ortaçağ faşizmi'ni "demokrasi" olarak yutturulabilmektedir.

Bunda senin ve senin gibilerin de payı olduğu apaçık ortadadır!

Ve sen şimdi kalkmış "burjuva demokrasisi" hikâyeleri anlatarak, Marxizm'i bu hikâyelerle çiftleştirmeye çalışıyorsun. Çok komiktir ama yaşadığımız koşulları göz önünde bulundurursak, trajikomik demek daha doğru olacaktır. Yaşar Kemal’in deyişiyle ise "ölmüşüz de habarımız yoktur."

Dahası Marxistlerin burjuva demokrasisine aşkla bağlı olduğu iddianı ölçüsüzce ortaya saçıyorsun ama bir ABD emperyalizminden dostluk ve dolayısıyla, insan hakkına saygı, hatta demokrasi beklediğini unutuyorsun!
Ama bizim gözümüzden kaçmıyor ve Marx, evet kapitalizmi abartmıştır ama buradan burjuva demokrasisine, oradan da burjuva devlete aşkla bağlı kaldığını, en azından takipçilerine bunu önerdiğini söyleyemeyiz! Bu ölçüsüzlükten başka bir şey değildir.

Marx'ın, tarihin kaydettiği devrimlerin mekaniği ile ilgilenmediğini hepimiz biliyoruz; ancak bunları veri kabul ediyor. Bu noktada 18.yüzyılın devrimler çağı olduğunu ve önemli devrimlerin bolluğunun yaşandığını hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla Marx'ın devrimlerin geleceği konusunda kaygısı olmaması anlaşılır bir şeydir ve determinizmini bu temelde anlamak gerekiyor. Kaçınılmazlık ve zorunluluk ile devrimcinin ve müdahalesinin dizilişi tarihin aynı ilerleme çizgisi üzerindeki aynı noktadadır; bu çizginin sınıf mücadelesinin sürdüğü çizgi olduğunu da biliyoruz. Çelişkiye son derece önemli bir misyon vermesi de bu noktaya, yani tarihin ilerleme çizgisi üzerinde seyreden sınıf mücadelesinin gelişimine dayanmaktadır.

Marxizm, insanlığın gelişmesini, bir yandan pek çok çelişkinin ortadan kalkması ve diğer yandan bütün çelişkilerin bir tek çelişkiye dönmesi olarak ortaya koyuyor; bundan, emek ve sermaye arasındaki çelişkinin bütün çelişkilerin üzerini örttüğünü ve bu çelişkinin derinleşmesiyle devrimin yakınlığı arasında bir korelasyon kurulmasını anlıyoruz.

İşte Marx'ın kapitalizmi abartmasını da bu temelde anlamak gerekiyor ve aynı zamanda Manifesto'da Engels ile birlikte, kapitalizmi geleceğe dönük olarak da ve daha da fazla abarttığını yadsımamak gerekiyor.

Ama bütün bunlar, Marxizmin burjuva demokrasisine ve burjuva devletine aşkla bağlı olduğunu göstermez.

Diğer yandan, bu forumda da, başka yerlerde de aktardım ki, Lenin’in Marx'ın devrim teorisine devrimciyi ve müdahalesini sokmasaydı, Marx'ı tahrif ederek kendiliğindenliğe methiye düzmek için Marx'ta dayanak üretenlerin işi daha kolay olacaktı; bu doğru, ancak Lenin'in, Marx'ın teorisine yaptığı müdahale, yine Marx'ın teorisinin bütününden çıkardığı sonuçtur. Bunu unutmamak gerekir.

Bunu unutup, ABD'nin "dost" olabileceğini, dolayısıyla emperyalizmin "demokratikleşebileceğini" veya "insan hakları şampiyonu "olabileceğini hatırlamak acıklı bir güldürüden başka ağırlık taşımaz.

Bu, aynı zamanda Lenin'in formüle ettiği, ama geçici olduğunu vurguladığı "Kapitalizmle barış içinde bir arada yaşama politikası"nda kapitalizmle sınıf uzlaşması görüp, ABD'nin, önünden "emperyalizm" sözcüğünü de kaldırarak, "dost"luğundan medet umarak ezilen bir halkın kurtuluşunu planlamakta bir sakınca görmemenin yarattığı yaman çelişki misli bir acıklı güldürüdür.

Oysa apaçık ortadadır ki, devrimden dönüş kapısı, iki karşıt düzlemin önce düşüncede bir birine yakınlaşmasıyla ardına kadar açılır; dolayısıyla bu gün ABD emperyalizmi ile "emperyalist"liğini görmezden gelerek, "demokrasi", "insan hakları" ve "barış" ekseninde yakınlaşmak, ABD emperyalizmine teslim olmak demektir.

Bugün ve öteden beri, devlet ve iktidar sorununun çözümünün, kocakarı ilaçları misli safsata düşüncelerle sağlanacağına inandırmaya çalışan ve "Devletsiz demokrasi" vaaz eden,"demokratik özerklik ve özyönetim" üzerine de nutuklar sıralayan Marxizm'in düşmanlarının, bütün korkularının, Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girildiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil.

Ancak, devletin, nasıl ki, var olmasını gerektiren koşullar oluştuğunda kaçınılmaz olarak tarih sahnesine çıkmışsa,var olmasını gerektiren koşullar ortadan kalkınca veya yok olmasını gerektiren koşullar oluştuğunda ve gene kaçınılmazlıkla ortadan kalkacağı gerçeğini görmek de zor değil.

Dolayısıyla Marxizm düşmanlarının çabalarının nafile olduğunu görmek de zor değildir.

Çünkü belirleyici olan "devlet" olgusu ile mücadele değildir, bu olgunun varlığının ifadesi olan, sınıfların mücadelesidir ve bu mücadele her zaman, en sakin olduğu zamanda bile, bir zor olgusunu içinde taşımaktadır.

Dolayısıyla keşfedilmiş olanı yeniden keşfetmek değil, anlamaktır mesele ve bu anlaşılmayı engellemek için, zırva teorilerin icad edilmesi, 21 yüzyılda akıllar ve hafızalar geriletilmedikçe mümkün değildir. Bununla birlikte, en tam hızıyla bellek yıkımı sürdüğü halde,akıl taşıyanların inatla akıllarına sahip çıktıklarını da görüyoruz; artık sadede gelmek gerekir,yani net olmak gerekir, türlü yakıştırma yanında,çeşit çeşit dayanaksız iddia ile zorlama teorileri birbiriyle çiftleştirmekten vazgeçip, nereye veya neye varılmak istendiğini açık açık ortaya koymak gerekir.

Bizim ortaya koyduklarımız bellidir ve Marxist teorinin ortaya koyduklarıdır ki, hâlâ bu teorinin en bilimsel ve devrimci teori olduğuna inandığımız yanında, ortaya koyduğu teorilerin doğru olduğuna da inanıyoruz.

Diğer yandan, en temel olanlarının ise geride kalan ama yaşanan bir gerçeklik içinde kanıtlandığını da gördük; ve bu inandıklarımız ve gördüklerimizden çıkardığımız sonuçlar,"Marxizm’e inanıyoruz öyleyse doğru söylüyordur" yaklaşımının sonucu değildir; yani Marxizm’in doğma olmadığını, sürekli geliştirilmesi gereken bir bilim olduğunu, bu anlamda bir eylem kılavuzu olduğunu ama her derde deva bir hazır formüller reçetesi olmadığını biliyoruz.

Dolayısıyla, kavganın "devlet" olgusu ve kavramı ile değil ama devlet mekanizmasını, nesnel olarak karşısına yerleşmiş olduğu ama onlarsız da yapamadığı çalışan sınıfları ezmek için kullanan sömürücü sınıflar ile olduğunu, dolayısıyla bu sömürücü sınıfların, ancak ve ancak onun zor mekanizması olan devlet mekanizmasını parçalayarak ortadan kaldırılabileceğini ama bunun da,bu zora karşı,sömürülen sınıfların çoğunluğunun dahil edildiği veya bu çoğunluğa dayanarak kurulan bir başka zor yoluyla mümkün olabileceğini net olarak görebiliyoruz ve göstermeye çalışıyoruz.

Eğer mesele "devlet"olgusunu bir vuruşta tepeleyerek, devletten kurtulmak olsa idi, yani bu mümkün olsa idi, yani devleti ortaya çıkaran koşullar ortadan kalkmadan devletin ortadan kaldırılması mümkün olsa idi, daha en başından, Spartaküs ve adamları bunu yapabilirdi!

Neden olmadı acaba? İstersen bir kez daha düşün, ama sap ile samanı ayrı ayrı yerlere yığarak düşünmelisin ve salt "devlet"e hücum edip, devletin ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı ve ortaya çıktığı koşullardaki tarihsel ve nesnel koşulların,bu koşullara tekabül eden sınıfların karşılıklı yer alımının ne olduğunu göz ardı edersen, soyut bir "devlet" olgusu ile kör dövüşüne sürükleneceğini de aklında tutmalısın!

O zaman da,ne sömürücü sınıfların ezilen ve sömürülen sınıflar üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırabilirsin, dolayısıyla ne de bu egemenlik aracı olan devlet mekanizmasını ortadan kaldırabilirsin; ama daha önemlisi,ki plağı taktırdığınız yer,yüz yıldır tam da burasıdır;ezilen ve sömürülenler üzerinde baskı kurmak için işletilen bu zor aygıtını ortadan kaldırmak demek,bir vuruşta "devlet" olgusunu ortadan kaldırmak demek olmadığı gibi, bunu tedrici olarak,barışçıl bir yol ile,yani zor olmadan yapmak da mümkün değildir. İşte burada sap ile samanları ayrı yere yığarak hareket etmen çok önemli!

Söz konusu egemenliğin ortadan kaldırılması demek, egemen olan sömürücü sınıfların egemenliğini ortadan kaldırmak demektir ama bu, bu egemenliği yeniden doğuracak olan maddi ilişkilerin ve bu ilişkileri taşıyan, büyüten ve egemen hale getirmek isteyen sınıfsal yapının topyekün ortadan kaldırılmış olması demek değildir. Başka ifadeyle bu, sınıf mücadelesinin ortadan kalkmış olması da demek değildir, sınıfların da ortadan kalkmış olması demek değildir.
Peki nedir? Bu, sınıf mücadelesinin başka bir biçim altında sürdürülmesidir; yenilmiş ama yok olmamış ve hatta eskisinden on kat fazla mukavemet göstermeye eğilimli sömürücü sınıfların kalıntılarına karşı sürdürülen sınıf mücadelesidir.

Öyleyse bu durumda nasıl olur da egemen olan sömürücü sınıfların iktidarını yıkmakla "devlet" in ortadan kalkması mümkün olabilir? Bu anlamda nasıl olur da, eski sömürücü sınıfı alaşağı eden yeni muzaffer sınıf, alaşağı ettiği ve bu nedenle daha da fazla direnç göstermeye eğilimli ve kararlı sömürücü sınıfların kalıntılarına ve bu çerçevedeki maddi ilişkilerin yeniden sömürü yönünde örgütlenmesine karşı zor uygulamaktan, dolayısıyla kendi zor aygıtını oluşturmaktan vazgeçebilir?

Bu, Marxizm’i de, Leninizm’i de bir kenara bırakalım, meydanı gene de anarşizme bırakmayacak denli açık bir akıl ve mantık durumudur ki, hiçbir akıl taşıyan bundan başka bir sonuca varamaz; hele ki, yaşanan iki önemli ve tarihsel deneyim ile bu sonuç kesinkes kanıtlanmış olmasına rağmen; yani, her iki deneyimde de, eski sömürücü sınıfın egemenliğini ve onun zor mekanizmasını, zora başvurarak yıkan sınıf, bu zoru birincisinde hemen hemen hiç işletmeyerek, ikincisinde ise yeterince işletmeyerek, eski sömürücü sınıfın egemenliği ele geçirmesine olanak sağladığı için, egemenliğini elinden kaçırdığını ve sınıfsız topluma kapı açan fırsatı kaçırdığı apaçık görmüş iken, hâlâ başka telden çalarak,"devlet" olgusuna karşı ve sadece buna karşı, kırmızı görmüş boğa misli huysuzlanarak, saldırıp, sömürü sisteminin ortadan kaldırılacağını, sınıfların ortadan kalkacağını, egemen sınıfların her hangi bir yönetim olmadan, bir zor aracı olmadan, egemenliğini canı gönülden bırakacaklarını ve insanların, egemenliklerinden olduktan sonra en küçük bir gedikten bile yararlanmak için inatla pusuda bekleyen eski sömürücü sınıfın zulmünden, sömürüsünden, baskısından ve elbette devletinden kurtulup, bütünüyle özgür bir çerçevede kaderine yön verebilmesinin, insanlığını geliştirebilmesinin mümkün olabileceğini zannetmek, 21 yüzyılda bir akıl hastalığı olsa gerektir.

Öte yandan, proleter devrim, iktidarın ele geçirilmesi ile bitmez; tam tersine iktidarın ele geçirilmesi, devrimin başlangıcıdır; iktidar, eski ekonominin yerine yenisinin, yani sosyalist ekonominin örgütlenmesi için, bir araçtır. Bu ise, eski devlet mekanizmasını un ufak edip, yerine yenisini getirmeden mümkün olmaz.

Bu da, yani eski burjuva koşulların kökten dönüştürülmesi, zora dayalı bir devrim olmadan mümkün olmaz. Böyle bir dönüşümün zora dayalı bir devrimle değil de, barışçı yoldan, burjuva egemenliğine uyarlanmış bir burjuva demokrasisi çerçevesinde yapılabileceğine inanmak, proleter devrimden vazgeçmek demektir.

Proleter devrim ile sınıf mücadelesinin sona erdiği düşüncesi, proletaryanın iktidarı olan proleter devleti de burjuva devlet ile ayı aynı kefeye koyarak ondan kurtulma düşüncesini getirir! Oysa gerçekte proleter devrim ile birlikte proletaryanın burjuvaziye karşı ki burjuvazinin mukavemeti on kat artmıştır, sınıf mücadelesi daha da artar.

Dolayısıyla proleter devrim ile parçalanan burjuva devlet aygıtının yerine konulan proleter devlet, sermayenin tamamen devrilmesini, burjuvazinin eskisine göre on kat artan direnişinin ve kapitalist restorasyon çabalarının tümüyle ezilmesini amaçlayan bir ittifakın, sosyalizmin kesin kurulmasını ve sağlamlaşmasını amaçlayan bir ittifakın özel biçimidir.

Bu, önder gücü proletarya olan, sosyalizmin kararlı yandaşlarının, onun yalpalayan müttefikleriyle ittifakıdır; yani iktisadi, siyasi, sosyal, zihinsel bakımdan türdeş olmayan sınıflar arasında bir ittifaktır.

Proletarya diktatörlüğünün,"tam demokrasi", hem zenginler, hem de yoksullar için demokrasi olamayacağı apaçık anlaşılır bir şeydir. Proleterler ve mülksüzler için demokrasinin, burjuvaziye karşı diktatörce olması gerekir.
Bu gerçeği, yani sömürülenler ile sömürenler arasında eşitliğin olanaksız olduğu olgusunu gizlemek için,"Genel eşitlik", "saf demokrasi", "tam demokrasi" vb. laflarını pek sık duyarız.

"Saf" demokrasi teorisi, emperyalizm tarafından evcilleştirilip beslenen işçi sınıfının üst katmanının teorisidir. Bu teori, emperyalizmin çıbanlarını gizlemek ve sömürülen kitlelere karşı mücadelede ona moral güç vermek için yaratılmıştır. Kapitalizm altında sömürülenler için hiç bir gerçek özgürlük yoktur ve olamaz. Kapitalizm altında sömürülen kitlelerin ülkenin yönetimine gerçekten katılması yoktur ve olamaz, çünkü en demokratik durumlarda bile kapitalizm koşullarında hükümetler halk tarafından değil, tam tersine kapitalistler ve onların temsilcileri tarafından kurulduğundan, tek başına bu bile, kapitalizm koşullarında, sömürülen kitlelerin ülkenin yönetimine gerçekten katılmasının yokluğunu kanıtlamaya yeter. Kapitalizm altında demokrasi, kapitalist bir demokrasidir ve sömürülen çoğunluğun haklarının kısıtlanmasına dayanan ve bu çoğunluğa karşı yönelen, sömürücü azınlığın demokrasisidir.
"Proletarya diktatörlüğü","komün", "devlet olmayan devlet", burjuva toplumunun ve burjuva demokrasisinin barışçıl gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkamaz; o ancak, burjuva devlet aygıtının, burjuva ordunun, burjuva demokratik aygıtın, burjuva polisin un ufak edilmesi sonucunda ortaya çıkabilir.

Bununla birlikte, bu konuda ortaya konulan Marxist devlet teorisi, son derece yeterlidir. Bu teoriyi yadsımak Marxizm’i bütünüyle yadsımak demektir; bu teorinin, sınıf mücadelesi öğretisinden, politik iktidar öğretisinden ayrılması, küçük burjuva hayalci sosyalizme kapı açmayı kolaylaştırır.

Akıl taşıyanlar, bundan Marx’ın, devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak proletaryanın politik egemenliğinin, onun zor mekanizmasının, yani hiç kimse ile paylaşılmayan doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına vardığını görmekte zorlanmazlar.

Devlet öğretisi, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını, proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğini oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün, yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.

Marx ve Engels, Paris Komünü'nü tahlil ederek, Manifesto'ya ekledikleri " Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur." sözünden,  Marx'ı tahrif etme çabasında olan Marxizm’in düşmanlarının anladığı, Marx ve Engels'in, iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim düşüncesini vurguladıkları şeklinde olmuş ve hâlâ bu şekilde düşündükleri görülmektedir.

Şimdi de sen aynı nakaratı başka biçimde ortaya atarak cehaletini ele veriyorsun ya da herkesi cahil zannederek, işkembe-i kübradan atıyorsun!
Oysa Marxizm’in kurucuları, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğunu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağını ve bunun, yani hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesinin, her gerçek halk devriminin ön koşulu olduğunu söylüyorlardı!

Dün olduğu gibi, senin de bunu zikrinizde olanla yorumlamanız gayet normaldir! Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramına Plehanovcuların, Menşeviklerin taktığı ve Marxizm’i karikatür haline getirmenin argümanı olarak kullanmak istedikleri gibi, onların şimdiki ardıllarının, bu arada senin de, Marxizm’i karikatür haline getirme çabalarına bir dayanak yapmaları şaşırtıcı değildir.

Oysa bunu yüz yıl önce, bir Marxist olan ve Marxizm’i her türlü devrimci müdahale ve katkı ile revize ederek zenginleştirmiş olmasına karşın ölene kadar Marxist kalan Lenin, çok net olarak açıklamıştır.

Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimleri olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade eden ve buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu yazan Lenin, "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyor ve şöyle devam ediyordu, "1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı." Lenin bunu hatırlatıyor ve "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı, hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk'ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanının, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleri olduğunu " da eklemeyi ihmal etmiyordu.

Lenin böylece, halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarının, "bu mekanizmayı paramparça etmekte yattığını" ve "en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu" ve "böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurgulamış oluyordu.

Diğer yandan, Marx'ın, Komün deneyimini tahlilinden "Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyduğunu ve "Komünün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini ortadan kaldıran cumhuriyetin değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimi olduğunu " vurguladığını da biliyoruz.

Ve evet, bütün bunların Paris Komünü ile çok yakından ilgisi olduğu görülmektedir ve bunlar, hem de bu gün, Marxistlerin burjuva-demokratik kurumlara aşkla bağlı olduğunu göstermez. Ama her devrimin, devrimden sonra tutturacağı yolu ortaya koyacak olan bir geçmişinin ve bir geleceğinin olduğunu gösterir. İşte komünün de geçmişinde, diğerleri yanında, en sonu demokratik cumhuriyet ve geleceğinde ise yine en sonu sınıfsız ve devletsiz ve de demokrasisiz toplum vardır; ondan sonrası ise ayrı sonuçların ve sonların konusudur!

Diğer yandan senin kafan iyiden iyiye bulanmış ki (bu sözcüğü,"sulanmış" sözcüğünün ağır kaçacağını düşünerek yerine kullanıyorum), Marxistler tarafından Suriye devleti'nin "proletarya diktatörlüğü" olarak bellenip savunulduğu fikrine kapılmış olduğun görülmektedir; bu da, son derece zorlama ve idealistçe bir yakıştırmadır!

Burada söz konusu olan, ABD'ye ve "emperyalist" sözcüğünü net olarak kullanarak karşı durmanın ifadesi olduğunu görmemek için seksen sekiz takla atmanız ve taklalarınızın boşa gitmesi ve bunu da Marxistler’e sataşarak örtmeye çalışmanızdır. Ve zorladıkça gitmek istediğiniz bataklığa bir adım daha sürüklendiğinizi görmek zor olmuyor; bunu Marxistler’e dayanaksız yakıştırmalar yönelterek gizlemeniz mümkün olmuyor!

Ayrıca, Marxizm Blanquizmin etkisinde kalmamıştır, tam tersine Blanquizme kesinkes karşı çıkmıştır. Elbette etkisinde kalan Marxistler olabilir ve böylelerinin eninde sonunda kapitalizm ile ortaklaştığını dolayısıyla Marxist olmakla ilgilerinin kalmadığını biliyoruz ama sen Borga bey, sap ile samanı her daim bir birine dolaşık görmek istediğin için bunun ayırdına varmak istemiyorsun; Marxizm Blanquizmle de mücadele ederek kapitalizmle ortaklaşmanın kanallarını kapatmıştır; açık tutanlar, her daim, kapitalizmden umudunu kesmeyenler ve dejenere olmuş kapitalist yolcular olmuştur; bunlara Marxist demek körlük değilse, aynı kapitalist yolun yolcusu olmak demektir.

Burada bir noktaya açıklık getirmem yararlı olacaktır ki Marxizm derken kastettiğim Marxizm-Leninizmdir ve Marx'ı Lenin'den, Lenin'i Marx'tan ayırarak, kapitalist yolculuğa kanal açmak hiçbir zaman vazgeçilmeyen Marxizm düşmanlığı içindedir ve sinsiliği apaçık ortadadır.

Örnek olsun, Lenin'i eli sopalı gösterip, Marx'a methiye düzenler, Marx'ı tahrif ederek, Bernstein'in çizgisini Marxizm olarak dayatmak isterler; bu tür sinsiliklere yenik düşmek, hep hatırlatıyorum ki Marx ve Engels'i yeterince derinlemesine irdelemeden, kalıp halindeki formüllerini bir doğma misli ezberlemenin sonucudur.

Yine örnek olsun, aynı tarihlerde ve aynı toplumsal koşullarda ve hatta aynı noktadan, Marx'a iki müdahale olmuştur; biri Bernstein'in, kötü ünlü revizyonizmi, diğeri ise yine revizyon olan Lenin'in devrimci müdahalesidir.
Burada Bernstein'in revizyonizmini uzun uzun anlatacak değilim ama Bernstein'in ekonomist eğilimli olduğunu artık bilmeyenin olmadığını hatırlatabilirim.

İşte burada, Leninizm'i görüyoruz ki, Leninizm, hiçbir zaman Marxizm’den ayrılmamıştır, bu anlamda Leninizm'in, Rusya'daki ekonomizme ve Avrupa’daki Bernsteinizme karşı açılan savaş ile tarih sahnesine çıktığını ve yerleştiğini ama hiçbir zaman Marxizm’den ayrılmadığını bir kez daha vurgulamak yerinde olur.

Sen ise hem Leninizm’e ve Marxizm’in aleyhine vurgu yapıyorsun ve hem de, diğer başka Marxizm dışı yaklaşımlar yanında, yer yer Bernsteinizmin kalemşörlüğünü yapıyorsun; bu da kafanın ne denli bulanık olduğunu açıkça gösteriyor; yalnız bir başka ihtimal ise ve daha muhtemel görünüyor ki bu da, asıl olanın, kafanın içindeki bulanıklık değil, kafanın içinde Marxizm’den uzaklaşmak için, bütün Marxizm karşıtı kanalları açık tutarak, gerçeğin üzerini örtmek üzere gönüllü olan bir kapitalist yolcu olduğunu gizlemek çabası olduğuna işaret ediyor.

Buna, daha önce de değindim ve açıklıkla ortaya koymak için uzun uzun cümleler dizerek, bu forumda "YOKSA MARXİZM BİR TANE DEĞİL Mİ" başlığı ile dikkatinize sundum; açıp bakarsan, teşekkür ettiğini göreceksin.
Ayrıca, yorum da yapmışsın ki daha o zamandan kafanın bulanıklığı ile malul görünmeye çalıştığın belli oluyor!
Dediğin şudur,"Leninizmin legali olmaz. Olursa da devrimden sonra olur. ama marksizmin olur. çünki legal marksizm olmaz diyen bir marks yada engels mevcut değildir. bu mevcut olmadığı aksine yasallığa vurgu olduğu için de marksizm tasfiyecilikle kardeştir."
"bir devrimcinin devrimci örgüt konusunda marksizmden öğreneceği hiç bir şey yoktur. vardır diyen buyursun yazsın."
"legal leninizm olur diyen de aslında marksizme dayanarak örgütlenme hakkında yazar çizer, davranır. tasfiyecilikle leninizm yan yana gelmez. tkp ye üye olacağım diyen biri de çıkıp ben leninistim diyemez. çünki leninin kendisi buna engeldir."
"leninizm tasfiyecilerin at koşturabileceği bir alan değildir."


Unuttu isen, hatırlamak için aşağıdaki linke tıklatman yeter. Yazı oldukça uzundur ve gözden kaçmış olabilir, bu nedenle bu yazıda vurguladığım bir noktayı, başka yararları yanında, aklının ne denli bulanık olduğunu ve son derece açıklıkla "Leninist" olmakla övünmenin bir hüsnü kuruntun olduğunu göstermek açısından da aktarmanın yararlı olacağını düşünerek aktarıyorum; detayına varmak için linke tıklayıp sabırla okumak gerekiyor.
"Türkiye ve bulunduğu coğrafyadaki Marksizm, bu kavganın merkezinde ve bu kavganın Avrupa Marksizm’i cephesine açık tutulan kapısının kenarında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye Marksizm’i bu kapıyı kapatmak zorundadır. Kendisini Rusya Marksizm’ine daha fazla açarken, Rusya Marksizm’inin çok daha fazla soyutlanması ile elde edeceği bir derinlikle kendi zenginliğini üretmek, bunun için de bu soyutlamaya bağlı kalarak, çok radikal bir kopuş yaşamak zorundadır. Ancak böyle Avrupa Marksizm’inin kulağa hoş gelen ama vücuda zararlı olan teorilerinin, Rusya Marksizm’ine saldırı üzerinden, Marksizm’i kapitalizm sınırlarına hapsetmek demek olduğu ve Rusya Marksizm’inin hâlâ yaşayan Marksizm olduğu gösterilebilir.
Burada demokrasi programlarının ve Proletarya diktatörlüğüne okunan anti-demokratiklik lanetlerinin, Avrupa Marksizm’inin hem en önemli şaşırtma araçları olduğunun, hem de Rusya Marksizm’ine saldırısını kolaylaştırarak Marksizm’i Kapitalizm sınırına hapsedecek çabaların en önemli demagojik gıdası olduğunun görülmesi özellikle önem taşımaktadır.
Bu da önümüze, en devrimci işin diğer pratik-politik işleri askıya almadan yürütülecek olan ideolojik mücadele olduğunu ve bu çerçevede üretilecek en devrimci teorinin kaynağını hâlâ Marksizm-Leninizm'de bulacağı gerçeğini koyarken, bu gerçeklik ile dünyayı değiştirme hayalimizi ve cesaretimizi ve de irademizi büyüterek ilerleme görevini koymaktadır. Bunun ucunda demokrasi mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesi var yani tedrici olarak veya kapitalizm sınırında demokrasinin genişletilmesi paralelliğindeki sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılarak sınıfsız topluma varmak değil, işçi sınıfının iktidarı alarak düzenini kurması ve bu düzeni koruyarak ilerletmesi, böylece sınıfsız topluma varması için gerekli olan mekanizma, yani özünde diktatörlük olan, burjuva demokrasisine karşı (ki gelinen durumda, tekellerin buna dahi geçit vermeyeceği ortada iken, tekellerin diktatörlüğüne karşı önerilen burjuva demokrasisine karşı demek daha doğrudur),özü burjuvaziye karşı diktatörlük olan ama bir avuç azınlık olan burjuvazinin ki, sömüren ve ezen kategorisinde olan veya bu kategoriye gönül vermiş olanları ve bu özlemi koruyacak olanları kastediyorum, dışındaki en geniş kitleye demokrasi olan proleter demokrasisi, yani proletarya diktatörlüğü vardır."

Ve şimdi görüyoruz ki, senin gibi "Leninist" ler artık Bernsteinci, ya da anarşist, ya da tasfiyeci ya da hatta hepsi birden olmakta sakınca görmemektedirler!

Kafa bir kere bulandı mı, bu bulanıklığın ucu hep açık kalır ve sonunda nereye varacağını kestiremez olur ama eninde sonunda bu bulanıklığın sahibinin varacağı nokta kapitalist yolcuların kaçınılmazlıkla varacağı yer olacaktır; yani kapitalizmin gül bahçeleri! Ancak şu da bir gerçektir ki, kafanın bulanıklığının temelinde yatan, kapitalizmden hiçbir zaman vazgeçmemiş olma eğilimi vardır!

İşte, üzülerek ifade etmek istiyorum ki Borga kardeş, senin savrulduğun ve hatta hiç çıkamadığın yer, tamı tamına böyle bir yer olmaktadır!
Ve tekrar altını çizeceğim ki sen bunun farkındasın ve bu nedenle de türlü çeşit saçmalık içeren cümlelerinde hep karmakarışık düşünceleri çiftleştirerek gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyorsun.

Bu bir taktiktir elbette ama burada bir sen kurnaz değilsin, hatta aslında senin dediklerini başka türlü anlatarak köylü kurnazlığı yapan başkaları da var ama birbirinizin farklı şeyler söylediğinizi zannettiğiniz için kendi aranızda bile kayıkçı kavgası bitmiyor ama bu işler köylü kurnazlığı ile olmaz ve bu taktiğin patenti, egemen sınıfların ideolojik mücadele araçlarını üreten burjuva ve burjuva rüyalar gören sahte sol gömlekli tetikçilere aittir.

Örnek olsun,"Yetmez ama evet!" sloganını ancak bu tür ideologlar üretebilir.
Ve şimdi "açılım" ya da "barış" veya "süreç" adını taşıyan ve yapılan anketlerle toplumun çoğunluğunun anlayarak onay verdiği iddia edilmesine rağmen, "bu yeter ama akiller de lazım" denilen ve gerçekte içinde ne olduğu, neyi hedeflediği, kesintisiz devam eden sınıf mücadelesi çizgisi üzerinde hangi sınıfın, hangi sınıfa veya hangi gücün, hangi güçsüze daha çok egemenlik kuracağı belli olmayan ama işte Marxist teorinin bakış açısı ile bakanların ayan beyan görebildiği ve dolayısıyla en azından "artık" toplumun ezici çoğunluğunun da gördüğü ve uzak durduğu ve hatta karşıt cephesinde konum almaya başladığı bu "süreç" üzerine koparılan fırtına, farkında olup olmaman fark etmez, senin de içinde olduğun taktiğin dayatılmasıdır.

Siz de, burada bu "açılım", "barış" ve "süreç" sözcüklerine veya bu sözcükler ile bağlı olan taraflara tek söz söyleyene "hain","küfürbaz" ya da "hakaretemiz" yaftaları asıp, bu yaftaları sopa olarak kullanmaya çalışıyorsunuz ki bir ara bu dayatılanlara biat etmeyerek söz söyleyen herkesi "salak" olarak da yaftaladığınızı hepimiz gördük!

Demek ki Borga, her şeyin bir biri ile bağlı ve her şeyin hem kendi içinde ve hem de kendi arasında savaş halinde olduğu ve bundan da aynıların bir tarafa, ayrı olanların başka tarafa saf tutmasının doğduğu ve savaşın hâlâ devam ettiği ama başka biçimler aldığı vesaire vesaire... gerçeğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekmektedir.

Çıkardığın anda aklın bulanması kolaylaşıyor ve sonunda sulanması da kaçınılmaz oluyor!

Şimdi allem edip, kallem edip, yukarda vurguladığım ve açtığım sözcüklerin gerçek içeriğini örtülü tutmak üzere açtığın ve hepimizi içine sürüklediğin konuya yeniden dönersek, buna öncelikle bu vesile ile aklının ne denli bulanıklık gösterdiğini artık herkesin gördüğünü belirterek devam etmek istiyorum!

Evet, Lenin, Nisan Tezleri’ni anlatırken, bunu anlamayıp, önce delirdiğine hükmedenleri ve sonra Blanquistlikle suçlayanları son derece net bir biçimde çürütmüş olması bir yana, proletaryanın devrimci diktatörlüğünün, merkezileşmiş bir devlet erki eliyle çıkartılan yasaya değil, dolaysız bir biçimde halk kitlelerinin aşağıdan devrimci fethine, doğrudan inisiyatifine dayanan bir iktidar olduğunu ve bunun Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidar olduğunu ama ezilen sınıflar için, Paris komününden daha çok, Jakoben diktatörlüğünü model olarak aldığını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Yani Blanquistliği reddetmiş ama Jakoben diktatoryasına sahip çıkmıştır!
Burada önemli olan ve senin yanılsamalarına da pek sirayet etmiş görünen "devlet olmayan devlet"in, yani "komün"ün bir geçiş devleti olan "proletarya diktatörlüğü"nün ta kendisi olduğu gerçeğinin Marxizmi burjuvazi ile ortaklaştırma sevdasında olanların görmezden gelmesi veya çok "diktatör"ce göstermesi ya da çok "tedrici" bir yol olduğunu göstermesidir!

Böyle olunca kendi gözlerinize gönüllü olarak çektiğiniz perdenin herkesin gözlerine kolayca çekilebileceğini zannederek, "komün"ü uzak tutmaya çalıştığınız "dikta"yı, Paris Komünü yenilgisinden sonra Komünü bastıran burjuvazinin döktüğü kanın boyutlarını örterek en tam anlamıyla böyle bir gerici diktatörlük ile özdeşleştirmeniz kaçınılmaz olmaktadır ve yerine ise koyduğunuz her halukarda kapitalist yolculuğunuzu kesintiye uğratmayacak bir hayali reçete, yani sözde tepeden değil, tabandan ve doğrudan demokrasi olarak nitelendirdiğiniz ve "komün" sözcüğü ile çiftleştirerek bir ağırlık kazandırdığınız Zemstvo'vari yerel yönetim mekanizmasıdır.

İşte hüsnü kuruntun burada da görülüyor; bu, hayalini pompaladığın reçetede elbette demokrasi vardır ve hepimiz biliyoruz ki demokrasi de bir devlet durumudur, ama bu ezilen ve sömürülen kitleler için ne gerçek bir özgürlük ne de kelimenin en tam ifadesiyle demokrasidir!

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyarken, azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemediğimiz açıktır!

Bunu Marx,1871 yılında "Komünist Manifesto"nun önsözüne " İşçi sınıfı, hazır devlet mekanizmasını basit bir şekilde eline alıp, kendi amaçları doğrultusunda harekete geçirmez" diye yazarak ve "proleter devrimin görevi, "bugüne kadar olduğu gibi, bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmek değil, tam tersine onu parçalamaktır ve bu, kıt'adaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur," diye yazarak açıklamıştır.

Diğer yandan, oportünistler tarafından yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şey olarak gösterilen merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamaz.

Burada şu soruyu bir kez daha hatırlamak yerinde olacaktır!

"Peki, proletarya ve en yoksul köylülük, devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?"

Cevabı basittir ve tektir ve elbette cevap,"merkeziyetçilik"ten başka bir şey olmayacaktır!

Bu merkeziyetçilikte, iktidarın kaynağı parlamento tarafından tartışılan ve kararlaştırılan yasa değil, aksine ülkedeki halk kitlelerinin tabandan gelen doğrudan inisiyatifi, iktidarın doğrudan "ele geçirilmesi" vardır;
bu merkeziyetçilikte, halktan ayrı ve onun karşısına konulan kurumlar olarak, polis ve ordunun yerine tüm halkın doğrudan silahlanmasının geçirilmesi, yani devlet düzeninin böyle merkeziyetçi bir iktidarda bizzat silahlanmış işçi ve köylüler tarafından, bizzat silahlanmış halk tarafından korunması vardır;
bu merkeziyetçilikte, bürokrasinin yerine yine bizzat halkın doğrudan egemenliğinin geçirilmesi veya onların en azından özel bir denetim altına konması, sadece seçilen değil, aynı zamanda halkın ilk talebi üzerine görevden alınabilen basit görevlilere dönüştürülmesi vardır.

İşte özel bir devlet tipi olarak Paris Komününün, genel olarak "komün"ün özü bundan ibarettir. Ama bunu anlamayanlar, Marxistler değil, tam tersine Marxist olamayıp dejenere olmuş kapitalist yolculardır.

Demek ki, Marxizmi, Blanquizm ile bulaşıklaştırmak zorlama bir yakıştırmadır; böyle olmadığını, Marx da, Engels de ayrıntılı olarak göstermişler ve Paris Komününde Blanquizme yer olmadığını, çoğunluğun doğrudan, dolaysız, mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu kanıtlamışlardır.

Blanquizmin, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi olduğunu herkes bilmekte iken ve yine herkes "Komün"ün,"devlet olmayan devletin, yani "proletarya diktatörlüğü"nün, halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız örgütlenmesi olduğunu kesin olarak bilirken, Marxizmi Blanquizm ile özdeşleştirmek son derece zorlama bir çabadır ve çok komiktir.

Bir küçük burjuva bataklığı olan anarşizm ise burjuvazinin egemenliğinden, proletaryanın egemenliğine geçiş dönemi için, devletin ve devlet erkinin zorunluluğunun yadsınmasıdır.

Marxizm’in ise bu geçiş döneminde devletin zorunluluğunu savunması çok net olarak bilinmekte ve bunun "Komün", "devlet olmayan devlet" ya da "proletarya diktatörlüğü" olduğunu ve halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız ve merkeziyetçi bir örgütlenmesi olduğunu net olarak ortaya koyduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Proletaryanın, dayandığı kitle eylemlerinin devrimci inisiyatifi ile ve halkın çoğunluğu tarafından tabandan ve zora dayalı olarak iktidarı ele geçirmesinden sonra, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, bir devlet erkine ihtiyaç duyması son derece anlaşılır bir şeydir.

Bunu anlamayan aslında kalmamıştır, anlamayanların aslında anlamazdan gelenler olduğu açıkça bellidir ve bunların oportünistler olması, anarşistler olması ve her türlü Marxizm düşmanı, kapitalist yolcu olmaları rastlantı değildir. Tümüyle sınıfsaldır ve kapitalizmden umudunu kesmemek olarak tanıtlamak yerindedir.

Sana Marxizm'i anlatmamın ve öğretmemin mümkün olmadığını biliyorum; bunun kalın kafalı ya da dar kafalı olduğun için olmadığını da biliyorum; çünkü belli ki tıpkı "Kürdistan" derken, birer "Kürdistan"i girişim olan demokrat hareketlere ve onların kurdukları veya önünü açtıkları ulus-devletlere, bu anlamda Jön-Türklere ve Kemalistlere, Jakoben'lere, Robespierre'lere, ulusalcı hareketlere öç alma duygusu ile yaklaştığın gibi, Marxizm’e ve kurucularına da aynı duygularla yaklaşıyorsun; böyle yaklaşınca da, Marxizm’e yaklaştıkça ondan daha çok uzaklaşman kaçınılmaz oluyor ve artık bu uzaklığı "LENİNİST" gömlek giyerek de örtemiyorsun.

Üstelik Marxizm’den daha ileri ve bilimsel bir teori varmış gibi ve emelinde sosyalizm varmış gibi bir izlenim bırakmaya çalışıyorsun ki, Marxizm’in karşısına konulmak üzere icad edilmiş yeni bir "teori" yoksa eninde sonunda senin de savunduğun, Marxizm’den "daha ileri teori", çoktan tarihin çöplüğüne gönderilmiş eski "teoriler" demetinden başka bir şey değildir.

Ama sen bunu net olarak ortaya koymaya bile cesaret gösteremiyorsun!
Kafanın içindeki Komün'ün, Çarlık Rusya'sındaki Zemstvolar misli olduğu apaçık görülüyor ve ben bunların ne anlama geldiğini ve tarihte nasıl bir işlev gördüklerini en sonu Çarlık yönetiminin pekiştirilmesine yardım etmiş olduğunu hatırlatarak gösterdiğim halde görmezden gelmen bu nedenledir.
Diğer yandan, Proletaryanın iktidarı ele almasından sonra burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğu daha Paris Komünü deneyimi ile kendini ortaya koymuşken, bu temel gerçek üzerinde bile saçma sapan cümleler kurarak itirazlarınızı temellendirmeniz ama bunun yanında, her yerde ve özel olarak Paris Komününü, genel olarak "komün"ü referans göstermeniz, 21. yüzyılın, çokbilmiş, büyümemiş çocukları olduğunuzu gösteriyor.

Oysa, Komün'ün, bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiği çok açıktır ve burada senin uyduruk tabirinle "komün diktası"nın, kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük ve hatta bir devlet olmadığını (ki bunu "devlet olmayan devlet" vurgun ile senin de kabul ettiğin anlaşılmaktadır), anlamak çok zor olmamalıdır. Çünkü burada, "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu görememek veya bunu anlayamamak,"büyümemiş çocukluk hastalığı" olmaktadır!

Ayrıca, halkın çoğunluğunun, kendisini ezenleri ezmeye başlamasında, kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük görmen ve yine proletaryanın iktidarı ele almasından önce ve bir azınlık olarak halkın çoğunluğunu ezenleri, proletaryanın öncülülüğünde ve egemenliğinde tamamen ortadan kaldırmadan sınıfsız topluma geçmenin koşullarının yaratılamayacağını görememek körlükle ilgili değildir ve "büyümemiş çocukluğu" da aşan bir ahmaklıktır; değilse eskiden ezen sınıf olan azınlığın, proletaryanın liderliğinde halkın çoğunluğu tarafından ezilmesine, yani burjuvazinin daha önce ezdikleri tarafından tamamen yok edilmek üzere ezilmesine karşı çıkmak, yani kapitalizmden vazgeçmemek demektir.

Kaldı ki, bu gün Kürtleri ezenlere son derece katı bir kin ile bir öç alma histerisi içinde ve hatta egemenliğinden eser kalmamış olduğu halde öfke kustuğunuzu göz önünde bulundurursak; proletaryanın iktidarı ele almasından sonra "devleti" bir vuruşta ortadan kaldırmasını beklemenizin, diğer taraftan devletin aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan sönüp gitmesini beklemeniz, dolayısıyla işçilerin kapitalist boyunduruktan kurtulmasıyla birlikte, silahları bırakması gerektiğini, yani öncesinden on kat fazla artan kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmanın gereksiz olduğunu düşünmeniz, son derece yaman bir çelişkidir ve bu,"demokratizm" yaklaşımınızın, kapitalizmden vazgeçmemiş olmanızı göstermenizin parolası olduğunun göstergesidir ki asıl gericilik budur, yani senin başka yerde aradığın gericilik tamda budur. Çünkü, devletin, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan sönüp gideceğine inanmak, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemek demektir! Bu da kapitalizmden hiç çıkmamak demektir.

Zaten ekonomizm de böyle bir şeydir ve bu da, Bernsteinizmin ekonomizmi ile savaşarak ortaya çıkan ve kendini kabul ettiren ve Avrupa Marxizmi’ne karşı Rusya Marxizmi olarak hâlâ ve Marxizm-Leninizm olarak yaşayan Leninizm’i savunduğunu söyleyen biri olarak savrulduğun yeri görmezden gelmenin de başka bir yaman çelişki olarak boynunda asılı durmakta olduğunu gösteriyor.
Öyleyse açıkça görülmekte ki, soldan veya sağdan kapitalizm ile ortaklık içinde olan Marxizm değildir; tam tersine Marxizm’in içerisindeki ve dışındaki her türlü anti-Marxist yaklaşımın ayak izleri hep kapitalizm ortaklığına veya kapitalist yolcu olmaya çıkar.

Şunu söylüyorsan dediklerinin içi bir nebze de olsa dolabilir ve üzerinde zevkle konuşabiliriz ama söylemiyorsun ki, evet Marx'ın kapitalizmi az ya da çok abarttığını bütün Marxistler görmekte ama bundan Marxizm’i yadsımaya varmamaktadırlar.

Ancak buna karşın Marx'ın kapitali hâlâ en bilimsel çalışma olarak ağırlığını korumaktadır ve pek çoğunuzun bu ağırlığı hissedecek denli bu çalışmadan yararlanmış olduğunu söyleyemeyiz ama hepinizin yatıp kalkıp "Komünist Manifesto" karşısında fetiş dualar etmekte olduğunuz görülmektedir. Ve Marx ile Engels'in birkaç kez önsöz eklemek gereği duydukları bu kitaptan başka bir bilimsel kitap tanımadığınız da ortadadır.

Oysa Marxizm’in kurucularının, kapitalizme oldukça fazla önem atfettikleri, onu abarttıkları, Manifesto'da kendini göstermektedir ki göremeyenlerin artık bu gün karşı karşıya olunan gerçekler karşısında gözlerini kapayamayacakları ortadadır.

Bir örnek verelim; bir yerde Marx ve Engels, "burjuvazi duruma hakim olduğu her yerde, feodal, patriyarkal ve kırsal idyllie ilişkilere son vermiştir." diyorlar ve devam ederek,"kapitalizm, dinsel şevkin, şovalyece coşkunun, naif duygusallığın en göksel vaatlerini, egoist hesapçılığın buzlu sularında boğmuştur."  müjdeli haberini veriyorlar.

Oysa artık hepimiz görüyoruz ki, kapitalist sistem bunları ortadan kaldırmak bir yana, devamlı canlı ve gelişkin tutmaya özen göstermektedir ve dünyanın en gelişmiş yerlerinde bile, kürtaj türünden son derece insani teknikleri bile dinsel kararnamelerle yasaklayan bir papa'yı karşılamak için milyonlarca insan yırtınarak sokaklara dökebilmektedir.

Ama bütün bunlar, Marxizm’in gerici veya miadını doldurmuş bir teori olduğunu kanıtlamaz; hele ki, "Manifesto"yu fetişleştirenlerin ağzında bu tür yakıştırmalar, son derece anlamsız ve bayat ve de ikiyüzlüce durmaktadır.
Pratik, Manifesto'nun birçok haberini yalanlamakta olduğu halde, onu önemli ve tek bilimsel belge olarak görüp, öte yandan Marxist teoriye gericilik yüklemek, onu kapitalizm ile ortaklaştırmaya cüret etmek, son derece anlamsız, bir o kadar da dayanaksızdır.

Bu gün hepimiz görüyoruz ki,12 Eylül rejimi Türkiye’nin üzerine çöktüğü andan itibaren ve hâlâ dinsel yanılsamaları körüklemekte ve bunda sınır tanımamaktadır; eğer bunu göremeyip ve bunun tekelci, bürokratik bir devlet düzeninin kurumlarını yerleştirmek için olduğunu anlamaktan uzak durursanız, Marxizm’in kapitalizm ile ortaklaşma içinde olduğu şeklindeki kuyruklu yalana sarılmanız elbette kaçınılmaz olacaktır.

Diğer yandan "emperyalist" sözcüğünü kullanmadan, dünyanın en ileri kapitalist ülkesi sayılan ABD'nin Afganistan'da Taliban hareketiyle birlikte hareket etmesini de kavrayamayız ve haliyle bugün Türkiye'nin ve bölgedeki diğer devletlerin neden parçalanmaya çalışıldığını ve onlar parçalanırken, yanı başında nur topu gibi bir Kürdo-Judaik ulus-devletin kurulması için, en başta ABD nin ve AB emperyalizminin canhıraş biçimde çabalamasını, aynı "emperyalist" sözcüğünü kullanmadan kavramamız mümkün olmamaktadır.
Ve işte tam da bu nedenle yani ABD ile "emperyalist" sözcüğünü unutarak "dost" olmakla "devrim" icad edenlerin ve "Kürdistan"i hayallerini "devlet olmayan devlet" ile çiftleştirenlerin ağzında, Marxizm’in kapitalizmle ortaklaştığı söylemi, son derece bayat bir demogoji ve emperyalizmin laboratuar ideolojilerinin tetikçiliği olarak sırıtmaktadır.

Borga kardeş, Marx'ın anti-otoriterlere sorduğu " hiç devrim gördünüz mü?" sorusunu sana da sormak fena olmaz!

Bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu, sana bir kez daha hatırlatmamın sakıncası yok ama yararı çoktur.

Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye daha önce sorulmuş soruyu tekrarlamakta da sakınca görmüyorum.

Buradan hareketle, kurduğun onca cümle ile gericiliğe methiye düzdüğünün ve bu nedenle de, gerici Kürtler ile gerici Kürtlerin ittifakına dikkat çekişimi ve buna karşı ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin ittifakını sağlamanın hem nesnel ve hem de rasyonel olduğunu hatırlatmamı görmezden gelerek, işi buralara vardırdığının ama bu vesile ile de, hem Marxizm’den çoktan uzaklaştığının, hem de bunun gereği olarak Marxizm-Leninizm’den de uzaklaşmış olduğunun görüldüğünün altını çizmek istiyorum!

Ne kaldı Borga? Herhalde "sivil toplum" üzerine alıntıladığın bölüm kaldı! Eksik- gedik kaldı ise hiç çekinme söyle, hemen tamamlarız!

"Sivil toplum"a gelince, öncelikle bu sözün fikir kompradorlarının, bunu Türkiye'ye satmak için ABD'den yetmişli yıllarda ithal etmiş olduklarını hatırlatmak istiyorum.

Ol tarihten bu yana Sivil Toplum Kuruluşları"nın 12 Eylül rejiminin yönetimi ile halkı enine boyuna yönetiştirdiğini hepimiz biliyoruz. Bunun, emekçi sınıfların saf ve bağımsız bir ideolojiye sahip olmasının önündeki en önemli engellerden biridir.

İkinci olarak, bundan akılda kalması gerekenin, daha çok Marx'ın Feuerbach Manifestosunun on numaralı tezinde, "eski materyalizmin bakış noktasının "sivil toplum" olduğu, yenisinin bakış noktasının ise insani toplum veya toplumsallaşmış insanlık" olduğunu aktarmasıdır ki bununla Marx'ın Feuerbach'taki en önemli eksikliğin devrimcileştiren toplumsal eylemlilik olduğunu ve bunu sisteme soktuğunu anlamaktayız.

Bu demektir ki Feuerbach'ın soyut insanından, yaşayan gerçek insanlara ancak bu insanları tarih içinde eylem halinde dikkate aldığımız takdirde geçebiliriz.

Ancak burada bir başka önemli nokta şudur; bugünü ve geleceği çözümlerken, hiçbir önceleyeni dikkate almayıp, "sivil toplum" a ve onun öncüllerine takılman herhalde, bu konuda anlatılanları anlamamış olmandan gelmektedir diye düşünüyorum; çünkü "sivil toplum"u durduk yerde öne çıkarmanın anlaşılır bir yanı yoktur; yoksa sana göre "sivil toplum", gönlünde yatan "komün"ün öncülü müdür?

Borga kardeş, bir kez daha vurgulamak ve hatırlatmak istiyorum; sosyalizm, işçi sınıfının düzenidir; dünya işçi sınıfının düzenidir, onu başka yerde ve başka biçimlerde aramayalım!

Ama birçok kez ve pek çok coğrafyada sosyalizm bayrağını en yükseklere çıkaranlar işçi sınıfının en bilinçli unsurlarıdır; ancak sosyalizm bayrağı onların elinden yere düştü ve uzun bir süre moralsiz kaldık ve onu başkaları aldı; bu, kimseyi aldatmasın, düşen sosyalizm değildir, birkaç coğrafyada yükseğe dikilen bayrağıdır!

Öyleyse artık eski ve köhnemiş klişelerle sosyalizmin başarılarına sırt çevirmek yerine, bu köhne düşüncelerden sıyrılıp, sosyalizm bayrağını düştüğü yerden kaldırıp, yükseğe kaldırmak ve yeni bir coğrafyaya dikmek gerekmektedir.

Bu, dünya sosyalizminin sorunlarını aşmada, en büyük ilaçtır ve tarihin bu noktaya doğru hızlandığına inanmak boş bir inan değildir!

Ve ekliyorum, Marx, geçmişe bakarak ve gününü yaşayarak değil, gelecek açısından iyimserdir; gelişmenin kıyamete götürdüğünü ve bu kıyametin bir cennet doğurduğu düşüncesi en bilimsel ve en iyimser düşüncedir. Bilimsel bir iyimserliktir. Her devrimcinin aynı iyimserliği taşıması gerektiğine inanıyorum.

Ancak hiçbir güçlük karşısında moralini bozmayanlar iyimser olabiliyor. Moralli olmak da, iyimser olmak da bir yürek işidir.Ancak yürekli olanlar yeni bir düzeni düşleyebiliyorlar.

Marx'ın teorisinde, zorunluluk-özgürlük ilişkisi son derece önemli bir yere sahiptir; bilimsellikle ilgisi var; bilimsellik, kaçınılmazlık ve zorunluluk demek ise özgürlük de aynı yerdedir.

Öyleyse düzeni tasarlamak ve iktidarı politik müdahale ile almak, bu zorunluluktan, kaçınılmaz bir biçimde çıkan özgürlük değilse nedir?
Lenin'in ünlü, "Yönetenlerin yönetemez hale gelmeleri, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememeleri ve artan kitle eylemlilikleri" biçiminde formüle ettiği "devrimci durum" tezinin kaynağını, kaçınılmazlık ve zorunluluk ile özgürlük ilişkisini derinlemesine anlamasında aramak gerekir. Bu, bir teori değildir, sadece hareket zamanını haber veren çanların ne zaman çalacağına işaret etmektir.

DEVRİMCİSİZ VE DEVRİMCİ MÜDAHALESİZ OLMAYACAĞINI AMA BU ZORUNLULUĞU VE KAÇINILMAZLIĞI ANLAMADAN DA OLMAYACAĞINI ANLATIYOR.

Fikret Uzun

22 Nisan 2013