27 Ocak 2013 Pazar

ÇANAK ÇÖMLEK ÇORBA MORBA İÇİNDE BİR NAFİLE POLİTİKA



ÇANAK - ÇÖMLEK ÇORBA - MORBA İÇİNDE BİR NAFİLE POLİTİKA!
Biri bir çanak koyuyor ortaya ve sonra, önceleri çay kaşığı ile ve devamla nadiren de olsa, bol kepçeden içine bilumum samanlar ve bayatlamış zerzevatlar dolduruluyor ki, tuzunu da, şekerini de, yağını da unuttukları için, tatsız tuzsuz, saman tadında bir çorba çıkıyor ortaya!

Bu ortaya çıkan ise, çorbayı pişirenlerin de, yedirmek için bin dereden su getirenlerin de, ABD emperyalizminin ideolojik saldırısı ve 12 Eylül rejiminin "barış" illüzyonu ile gözlerinin kör olduğunu gösteriyor!

Kör değillerse yemeğin tadı, son derece cehalet içinde olduklarını ve bu cehaletin sonucu olarak da, ürettikleri saman tadındaki çorbayı fetişleştirdiklerini göstermeye yetiyor.

CHP 'nin, deyim yerindeyse, TC’nin vazgeçilmezi olduğunu, yani bir devlet partisi olduğunu; devlet için yol açıcı olduğunu aktardığım halde;

daha Menderes rejimine geçerken, Menderes’in önünü açan, hep TC olarak anılan burjuva devlet düzeninin olması gerektiği yönde yerleşmesi için, her burjuva-demokratik ya da gerici, baskıcı, işçi düşmanı ve en son cumhuriyeti yıkmaya çalışan restorasyonların ve/veya darbelerin ya önünde ya yanında ama hiçbir zaman karşısında olmadığını defalarca aktardığım halde;

en sonu,12 Eylül rejiminin yerleşmesi sürecinin en son halkası sayılan ve bir anlamda aranan kan olan, RTE-AKP nin önünü ve gözümüzün içine baka baka ve de "demokrasi" aşkı ile ama gizlide pişirerek açarak, olabilecek en uysal muhalefet rolü ile açtığı yolu asfaltladığını ve kuruluşu ile anıldığı cumhuriyetin çökertilmesinde üzerine düşen her türlü devlet görevini yerine getirdiğini hep aktardığım halde;

ama kendi içindeki yapılanmanın ve var olma gerekçesinin, bu çökertme görevini daha ileri götürmesine yetmediği için, bir saray darbesinin konusu misli bir komplo ile bir "yol açıcıyı" devirip, daha istekli bir "yol açıcı"nın başına getirilmesi ile "yeni " mürteci, ya da sadece mürteci veya sadece "yeni" bir "yol açıcı" misyon yüklendiğini de defaatle aktarmış olmakla birlikte, hâlâ ezberlerinizde olan yafta misli teranelerinizin hışmına uğrayacağımı biliyorum.

Bunu bilerek ve CHP yi hâlâ solda gören ve toplumun çeşitli kesimlerinden ama daha çok emekçi kesimlerden bir kitlenin var olduğunu ve bu "sol"algının üzerine yatarak ve de "yeni" sıfatı ile onları kandırarak, AKP nin, hatta ABD'nin politikalarının peşine takan bir CHP olduğunu da ekleyerek;

CHP'li Birgül Ayman Güler’in, son derece kararlı bir biçimde ortaya koydukları ile biraz daha hışmınızı toplamayı göze alarak, başka bir CHP saylavının ifadesini kullanarak kralı büsbütün çıplak bıraktığını söyleyeceğim.

Ürettiğiniz saman tadındaki çorbanızı ister dökün, ister tadını, tuzunu ayarlayın, isterseniz büsbütün sahip çıkarak satmaya çalışmaya devam edin, size son derece tadı tuzu yerinde, dolayısıyla lezzetli, hatta parmaklarınızı yalarken dilinizin bile yorulacağı bilimsel bir yemek sunmak istiyorum.

Siz yaftalarınızı nasıl sıkacağınızı düşünmekte ve benim sunduğumun karşısında hâlâ saman tadındaki çorbanızı savunmakta serbestsiniz! Ancak unutmayın ki, yukarda yüce gök yanında, bilimin ve aklın süzgecinden geçenleri her daim sayfalarına aktararak ilerleyen tarih var ve ben nasıl ki, tarihin bu sayfalarına not düşüyorsam, sizlerin, her ne kadar saman tadında olsa da, dedikleriniz de aynı sayfalara kaydediliyor ve oradan artık balta ile bile kazınmaya çalışılsa silinemiyorlar.

Öncelikle Profesör Birgül Ayman Güler'in sözlerinde ırkçılık olmadığını hatırlatarak, hepinizin birden ve egemen politikanın bütün yandaşları yanında, "yeni" CHP( AK-CHP de söyleniyor) nin de resmi duruşunun yanında yer aldığınızı belirtmek istiyorum.

Ek olarak ve çelişkilerinizi yüzünüze vurmak için, hiçbirinizin CHP milletvekilinin bu sözüne tek kelime etme hakkı olmadığını ifade etmek istiyorum ve açıyorum; eğer siz, hepiniz, tarih bilincinden de, bilgisinden de yoksun bir şekilde, ABD’nin " Kürdistan poltikası"nın peşine takılmış, buradan akacak olanları, Kürt halkına da, Türkiye’nin emekçi halkları yanında, devrimcilerine de, hem devrimci renkte ve hem de bir kurtuluş olarak yutturmak için, önce kendinizi inandırmış vaziyette olduğunuzu; bununla birlikte ABD'nin "Kürdistan poltikası" ndan, Kürtlere düşenin, osmanik yapıda bir emperyal devletin hegemonyasındaki, alt "kimlik" olduğunu bilerek ve isteyerek kabul etmiş olduğunuzu ve önünde secdeye varmış olduğunuzu unutmuş olmasa idiniz; ancak o zaman, doğru ya da yanlış olmasından bağımsız, bu söze karşı çıkmanız, küplere binmeniz mümkün olabilir, anlaşılabilir di!

Ancak, Kimliklerini ve uzun zamandır, arayan Kürtlere, ABD nin "Kürt politikasından",başka adıyla" Kürt çözümü"nden düşenler karşısında secdeye varmasa idiniz bu mümkün ve buna hakkınız olabilir di!

Kaldı ki, bu politika karşısında secdeye varmayacak ve bu politikanın bir emperyalist politika olduğunu anlayacak denli aklınızda bir olgunluk birikmiş olsa idi, o zaman da, Birgül hanımın sözlerini en tam ifadesiyle anlar ve resmi koronun peşine takılmazdınız.

Şimdi buyurun sofraya!

Milliyetle başlayalım, beraberinde ulusa değinelim, ardından etnik kimlikle devam ederek, ırk ve ırkçılıkla bitirelim.

Marxizmin kurucuları "milliyet" terimini iki anlamda kullanmışlardır. Bu terimi, daha çok, kabile düzeninin dağılmasından kapitalizmin tarih sahnesine çıkışına ve ulusların oluşumuna kadar uzanan dönem içinde görülen sosyo-tarihsel toplulukları belirlemek için kullanmışlardır.
Bununla birlikte ister ulus, ister milliyet, ister ulusal ya da etnik bir grup olsun, genel anlamda belli bir halktan söz ederken de bu terimden yararlanılmıştır.

Marksist-Leninist öğretinin kurucuları, kabileye özgü bağlardan toprak ortaklığına dayalı bağlara geçiş biçimini, milliyetlerin ortaya çıkışını hazırlayan belli başlı ve nitelikçe yeni özelliklerden biri olarak gösterirler. Milliyetlerde, kabilelerde görülenin tersine, kan bağları ve soy ortaklığı çok daha önemsiz bir rol oynar, ya da hiç bir rol oynamaz. Gelenekler de, taşıdığı sonucu belirleyici önemini yitirirler ve yerlerini yasalara bırakırlar.

Kavimden milliyet durumuna geçişle birlikte, kendiliğinden oluşan dinler ortadan kalkar, bunların yerini, yeni toplumun sınıflara bölünmesini onaylayan ve pekiştiren, diğer birçok milliyetler tararından benimsenmiş, dünya dinleri adı verilen dinler alır.

Her milliyetin belirli bir dil ortaklığı görülür. Bu dilin, milliyetlerden önce yaşamış olan kavimlerin diliyle akrabalık bağlantısını bulup çıkartmak çoğu zaman bir hayli güçtür. Üstelik diller, milliyetlerin kendi gelişmeleri sırasında da önemli değişimlere uğrarlar.

Sosyalizm -öncesi milliyetler, insanlığın genel ilerleme hareketine uluslara oranla çok daha az bir ölçüde yer alırlar. Engels,"Alman İdeolojisi”nde, ulusal topluluğun oluşmasını" yerellikten ulus biçimine geçiş" olarak açıklamıştır.

Milliyetin yerel anlamda sınırlılığı, daha çok tarıma dayalı üretimin özgül özelliklerinden ve feodal dönemde milliyetin kendine -yeterli karakterinden ileri gelmektedir.

Marx,"bu küçük çiftçiler arasında sadece yerel bir karşılıklı bağlantı olduğunu ve bu küçük çiftçilerin çıkarlarının benzer olmasının da bu insanlar arasında ne bir bütünlük, ne ulusal bağ, ne de politik bir örgütlenme oluşturduğunu" özellikle vurgulamıştır.

Etnik özellikleri yeterince belirgin olmakla birlikte milliyetler ve onları izleyen uluslar her şeyden önce toplumsal gelişmenin bir sonucudur.

Engels," soy bağları temeline dayalı gruplardan oluşan eski toplum, yeni yeni gelişen toplumsal sınıfların çatışması karşısında parçalanır; onun yerine bir devlet biçiminde kurulan, alt birimleri, artık soy bağları temeline dayalı gruplar olmayıp, toprak ortaklığı temeline dayalı gruplar olan yeni bir toplum gelir. Bu yeni toplumda mülkiyet düzeni aile düzenine tümüyle egemendir." der.

Bu süreçler, sadece milliyetin ilk tarihsel biçimi olan ilkel, köleci milliyetin ortaya çıkışını hazırlamıştır. Daha sonraları, köleci toplumların varlıklarının son döneminde içine düştükleri toplumsal açmazın ortadan kaldırılmasıyla tarih sahnesinde ortaçağa özgü feodal milliyetler boy göstermiştir. Bu milliyetlerin hepsi, ulus haline gelmiş değillerdir. Feodal düzen yerini kapitalizme bırakınca, milliyetlerin çoğu birbiriyle kaynaşarak birleşik uluslar meydana getirmiş, ya da kapitalist milliyetler halinde gelişme göstermişlerdir.

Engelse göre, ulusal varlık için gerekli belli başlı koşullar, kalabalık nüfus, tek bir toprak ve sosyo ekonomik düzeyde birlik ve bağımsızlık için savaşım anlamına gelen gelişmiş bir ulusal duygudur. Ulusu oluşturacak olan insanların, gerek yeterince kalabalık ve birleşmiş olmaları, gerekse ulusal düzeyde var olma yeteneğine sahip bulunmaları gerekir.

Bir milliyetin( ulus haline gelmek için gerekli) tarihsel aktifliği, ulusların kaynaşması doğrultusundaki dünya çapında yaygın tarihsel eğilim ortamı içinde, kendi ulusal gelişmesini sağlayabilecek yeterli güce, yeterli birlik ve bütünlüğe, yeterli yetenek ve olanaklara sahip olmasıyla başlar.

Bu amaç doğrultusunda ki özlemleri bir eğilim olarak açıklayan Lenin, bunun, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, ulusal ezgiye karşı ve ulusal devletin kuruluşu doğrultusunda sürdürülen savaşımın canlanışı demek olduğunu yazmıştır.

Tıpkı ulus gibi milliyet de, esas olarak maddi ilişkiler ve çıkarlar sayesinde bütünleşir. Ama bir milliyetin üretim güçleri, özellikle kapitalist düzende, bir ulusun üretim güçlerinden daha düşük düzeydedir. İş bölümü derecesi ve gerek iç, gerekse dış ilişkiler, böylesi bir durumdadır.

Bir milliyetin kendi içindeki ekonomik ve politik bağlar -hiç tartışmasız, kapitalist aşama da dahil olmak üzere, bütün gelişme aşamalarında bir milliyet böyle bağlara sahiptir - henüz son derece gevşek ve yöreseldir.

Milliyetin belirgin özelliklerine kesin olarak şu açıdan bakılmalıdır: Bunlar, bir ulusun belirgin özelliklerini andırmakla birlikte, olgunluk derecesi ve nitelikçe farklılık gösterirler. Önem derecesine göre, bu belirgin özellikler: dil ve toprak ortaklığı, ekonomik, politik ve kültürel yaşam ortaklığının ilk gelişme belirtileri, etnik benlik duygusu ve göreneklerdir.

Buna göre, bir milliyetin özü, yalnızca ardı ardına sıralanan belirgin özelliklerden ibaret olmayıp, bu belirgin özelliklerin olgunluk derecesine de bağlı ve bu, esas olarak toplumsal, yalnızca daha az olmak üzere etnik anlamdadır.

Bundan başka, bu belirgin özelliklerin oynadığı rol,- bundan dolayı milliyetinde oynadığı rol- yalnızca bir bütün olarak bu belirgin özelliklerin toplamına değil, aralarında kurulan özgül birleşimlere de bağlıdır.

Son olarak, milliyetin, içinde geliştiği somut tarihsel ortam son derece önemlidir; yani milliyet, gelişmesini özgürce yapabilmekte midir, yoksa baskı altında mıdır; kendi devletini kurabilmiş midir, yoksa çokuluslu bir devletin parçası mıdır, vb?

Diğer yandan,"milliyet" terimi farklı ve çoğu zaman da birbiriyle çelişen anlamlar taşımaktadır; bu yüzden, bu terimi daha dikkatli bir şekilde incelemek gerekir.

Yukarda Marxizm-Leninizm’in kurucularının bu terimi iki anlamda kullandıklarını hatırlatmıştım, başka anlamlarda da kullandıklarını eklemek üzere tekrar etmek gerekirse; birincisi, bir ulus, bir milliyet, etnik ya da ulusal grup halindeki "halk" anlamındadır; ikincisi,"küçük bir ulusu" belirtmek amacıyla; üçüncüsü, insanlar arasında ulus ölçeğindeki bağları belirlemek ve böylece insanların hangi ulusun üyesi (uyrukluk)olduklarını ifade etmek amacıyla; dördüncüsü de, bireylerin kökeninin karakterini belirlemek amacıyla kullandıklarının da altını çiziyorum.

Burada "milliyet" terimine verilen anlam, en çok bireyler arasındaki ulusal bağlarla, bireyleri belli bir ulusla, bir milliyetle, ulusal ya da etnik grupla özdeşleştiren tüm özellikler bütünüyle ilgilidir.

İnsanların ulusal kimliğini belirleyen belli başlı özellikler, özü öncelikle toplumsal etkenler tarafından biçimlenmiş ulusal bağlardır.

Öte yandan, tarihte toplumsal etkenlerden daha önce( kabile ya da milliyet aşamasında) ortaya çıkmış olan etnik etkenleri de dikkate almak gerekir.

Etnik etkenler, son derece kalıcı ve direngen olduklarından, insanlar, içinde yaşadıkları halktan ayrı düştükten sonra da uzun bir süre bu etnik etkenleri sürdürürler. Bunun sonucu olarak, kişilerin milliyetleri çoğu kez, onların kendilerini hangi topluluğun bir parçası saymalarıyla, yani aile gelenekleri ya da soy kökenleri temeline dayalı olarak, çok öznel bir şekilde belirlenir.

Marx ve Engels, birbirlerinden farklı ve ayrı bölge insanlarının bir ulus halinde billurlaşması sürecini inceleyerek, ulusal bağların, etnik temelden çok, toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlak değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıktıklarını vurgulamışlardır.

Engels, ulusların ve milliyetlerin birbirinden ayrı kısımlarının ulusal kimliğini , "milliyetle, dille ve genel eğilimle" tanımlamanın en doğru yol olacağının üzerinde durmuştur.

Milliyet kavramıyla Engels, ulusal benlik duygusunu, yani bireylerin kendi ulusal bağlarını algılayışlarını kastetmiştir.

Bir başka yerde Engels, büyük bir ulusun bu dağınık parçalarının "bu ulusun ulusal yaşamından koparak büyük ölçüde, başka bir halkın ulusal yaşamıyla bütünleştiklerine "dikkat çekmiştir. Elbette bu bütünleşme, her şeyden önce toplumsal bağlamda gerçekleşir, çünkü etnik özellikler uzun zaman değişmeden kalırlar.

Örneğin Macaristan Almanları, hâlâ Alman dilini kullandıkları halde, "zihniyet, karakter ve görenek bakımlarından gerçek anlamda Macarlaşmışlardır."

Diğer yandan, Engels’in, Alman imparatorluğunun Fransız Devrimi'ne savaş ilan ettiği zaman, Alman kökenli olan Alsas-Loren halkının, ulusal kimliklerini hiçe saymış olduklarını yazmış olduğunu da biliyoruz.

Ayrıca, Engels'e göre, Fransızlarla aralarında "etnik akrabalık ve ortak dil bağı olmasına karşın, İtalya ile birleşmeyi tercih eden Sav oyalıların durumunda toplumsal etkenlerin, etnik etkenlere oranla daha belirleyici bir rol oynamış olduğu tartışmasız ortadadır. Bununla birlikte, Savoyalıların ayrı bir ulusal duyguya sahip olmaları, kesinlikle İtalya ile birleşmelerinin sonucudur."

Engels, etnik bir özellik olan dil konusuna değinirken, dilin" bir takım insanların milliyetlerinin ne olduğu sorununun bir sonuca bağlanmasında " yani kendini belli bir ulus ile özdeşleştirmekte" bir ölçüt olarak hizmet göremeyeceğine" işaret etmiştir.

Lenin de, insan yaşamında yer alan ulusal kökeni ve ulusal kimliği birbirinden bağımsız ama hiç kuşkusuz birbiri ile ilintili birer etken olarak görmektedir. Bir zamanlar ortak bir devletin yönetimi altında yaşamış olan İsveç ve Norveç uluslarının durumunda ise Lenin, bu ulusların kendi rızalarıyla birbirlerinden ayrıldıklarını kaydetmekle birlikte, bu iki ulusun "ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal bakımdan birbirlerine doğru çekilmekte" olduklarını belirtmiştir.

Elbette bu etkenler, aynı milliyetten olan insanlar için çok daha geçerlidir. İnsanların ulusal kimlikleri, o insanların ulusal ölçekteki ilişkilerine dayandığına ve bu ilişkiler, özü itibarı ile burjuva ilişkiler olduğuna göre, ulusal ilişkilerin (etnik içeriğinden çok) toplumsal içeriğinin belirleyici olması her türlü tartışmanın ötesindedir.

İnsanların ulusal kimliğinin yalnızca etnik ölçütlere göre belirlenmesi, kuramsal açıdan yanlış olduğu kadar, pratik olarak politik açıdan da tamamen yanlıştır.

Milliyetçiler ulus kavramını, milliyet kavramı ile kasıtlı olarak karıştırmakta ve bu suretle kendi ulus kavramları içine, bir yönden belli bir zaman içinde bu ulusla bağları kurabilecek olan insanları, diğer yandan yakın ya da uzak bir geçmişte bu ulusla aralarında bağlar kurmuş olan ama başka bir bölgede, hatta başka devletlerde yaşayan bütün insanları da almaktadırlar.

Komşu devletlerin halkını ve tüm nüfusunu, ortak tarihsel kökene dayanarak Alman ulusuna katan Alman Nazilerinin yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Değişik ülkeler ve kıtalar üzerinde yaşayan Yahudi milliyetinden insanların tümünü kendi uluslarına ait olarak ilan eden Siyonistlerin yaptığı da budur.

İşte böyle bir yaklaşım, özünde şovenist ve ırkçı bir yaklaşımdır!

Bunun yanında, eğer ulusal kimlik sadece etnik özelliklere göre belirlenecek olsa, çok uluslu toplumlarda ve büyük ülkelerin halklarında insanları birleştiren etkenlerden çok, onları birbirinden ayıran etkenlere ağırlık verilmesi gerekirdi.

Diğer yandan, etnik kimliği, kökeninin neye dayandığından çok, etnik kimlik algısının var olmasının, gerek diğer kimlik kategorilerine, milliyetçilik olgusuna ve devlet aygıtına, gerekse ekonomik düzen ve uluslararası sisteme etkilerinin öne çıkarılmasına yönelik olarak ele alan bir çalışmada; "kimlik" kavramı üzerinde durularak, kimliğin, bireyin kendini tanımlamasının ve konumlanmasının bir ifadesi olduğunu; bireyin kim olduğu ve nerde durduğuna ilişkin bir cevap olduğunu; varlığın ve aidiyetin tanımı olduğunu; bireyin hem toplumsal ve hem de psikolojik anlamda, ne ve nerede olduğunu açıklaması vb. şeklindeki kavramlaştırmaların yaygın ve sosyal psikoloji alanının da konusu olduğu belirtilmekte ve şöyle devam edilmektedir.

Buradan, böyle düşünenler olmakla birlikte, bireyin her durumda kimliğin oluşmasında temel belirleyici olduğu anlamı çıkmamalıdır.

Buna göre, bir etnik veya ulusal kimliğin yaratılmasında, psikolojik süreçler ile birlikte, sosyo-kültürel etkileşimler, milli mitler ve gruplar arası ilişkiler önemli yer tutarlar.

Ayrıca, sosyal bilimcilerin, etnik kimlik kavramının içeriği konusunda henüz bir uzlaşıya varamamış olmalarının da altını çizmek gerekmektedir. Burada iki farklı ekolden söz edilmektedir; ilkçilik ve inşacılık.

İlkçilik ekolüne mensup olanlar, etnik kimlikle ilgili öğelerin hiç bir şeyden türemediğini ve her şeyden önce var olduğu savını öne çıkarırlarken, inşacılar, etnik kimliği sosyal inşa ürünü olarak görmüşler; modernleşme, devlet politikaları ve göç gibi olguların etnik kimliğin oluşumu ve yeniden-oluşumu süreçlerindeki etkisi üzerinde durarak, etnik kimliğin dinamik yapısına vurgu yapmışlardır.

Van Der Berghe, etnik grupların akrabalık ilişkisinin geniş ölçekli düşünülmesi ile oluştuğu fikrini işlerken, etnik kimliğin biyolojik ilişki bağlamı üzerinde durmuş ve "ırk”ı, etnik kimliğin temel unsurlarından biri olarak değerlendirmiştir.

E.Francis ise "ortak ata" kavramını vurgulayarak, etnik kimliği, belirli insanların sosyal olarak "ortak ata" erdemine aidiyetleri biçiminde tanımlamıştır.

Yani İlkçiler, etnik kimliği toplumsal yaşamın verili öğelerinden kaynaklanan bir bağ olarak görmüşler, genellikle biyolojik bağlantı noktaları aracıyla bu bağı tanımlamışlardır.

Etnik kimliği toplumsal bir tasarım olarak değerlendiren İnşacılar ise, etnik kimliğin töze ilişkin bir oluşum olmadığı; toplumsal grupların diğer toplumsal grup üyeleri ile girdikleri etkileşim süreçlerinde ortaya çıkan bir tasarım olduğu fikriyle İlkçilerden oldukça farklı öğeleri etnik kimlik tanımlamalarına yerleştirmişlerdir.

David D.Laitin, George M.Scott, Anthony D. Smith gibi, bu iki yaklaşımın sentezini yapanlar da vardır ve şöyle seslendirmişlerdir; Latin, kültürü, ikiyüzlü bir kavram olarak değerlendirmiş, kültürün hem sabit bir öze, hem de manipüle edilebilir, esnek ve inşa edilmiş unsurlara sahip olduğunu vurgulamıştır.

Böylelikle, kültürle bağlantılı olarak etnik kimliğin de ikiyüzlü bir kavram olduğu sonucuna varmıştır. Scott da, benzer bir şekilde kimliklerin hem ilkçi, hem de inşacı unsurlara sahip olduklarını ifade etmiştir.

Antony D.Smith ise, etnik grubu, "soya ait mitlerin rolünü ve tarihi anıları vurgulayan; din, gelenek, dil ya da kurumlar gibi bir veya birden fazla kültürel farklılığa göre tanınan ve ayırt edilen kültürel kolektif "olarak tanımlamış ve ethno-symbolist olarak adlandırılan yaklaşımıyla çözümlemelerinde milletleri birleştiren sembollerin eski ve sürekli olabileceği; ancak bu grupların farklı zamanlarda onlara yeni yol ve amaçlarla başvurabileceğini söylemiştir.

Böylelilikle Smith, etnik kimliğin özsel niteliklerini seslendirirken, aynı zamanda her bir etnik grubu özel tarihsel güçlerin ürünü olarak değerlendirmiş; bu nedenle etnik kimliği tarihsel değişim ve çözülmelere maruz kalabilir görmüştür.

Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, etnik kimliğin, kökeninin neye dayandığından çok, etnik kimlik algısının var olmasının, gerek diğer kimlik kategorilerine, milliyetçilik olgusuna ve devlet aygıtına, gerekse ekonomik düzen ve uluslararası sisteme etkilerinin öne çıkarılmasına yönelik olarak ele alındığından, etnik kimliğin kökenleri konusundaki ilkçi, inşacı ya da etno-sembolcü yaklaşımlara doğrudan dayanmayan; ancak, etnik kimliğin "algıya dayalı" varlığını ve bu algıya dayalı varlığın ürettiği, ya da ön plana çıkardığı mit ve sembollerin koyduğu sınırları vurgulayan bir etnik kimlik tanımının çalışmanın merkezine almanın yeterli olduğunu belirterek; etnik kimlikten kastın,"bir grup üyelerinin diğerlerine karşı sosyo kültürel semboller sistemi temelinde geliştirdiği ayrımcılık" olduğunun ve sosyo - kültürel sembollere ilişkin unsurların milliyetçilik bağlamında araçlandırılmasına işaret eden bu çalışmadan, "ırk" ve "ırkçılık" kategorisindeki kimlik üzerine de bir kaç ifadeyi aktarmak istiyorum.

Bu çalışmaya göre, ırk, en sert ve dışlayıcı bir kimlik kategorisidir. Buna göre, bu kimlik kategorisi, tanımlanmış bir grubun, değişmez ve kuşaklar boyu süren özelliklere sahip olduğu algısı durumunda ortaya çıkmaktadır. Irk, toplumsal anlamını, ırksallaştırma süreciyle kazanır. Irksallaştırma, çoğunlukla deri rengi gibi, gözle görülebilir fiziksel işaretlere toplumsal anlam yüklendiği toplumsal bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu durumda, çoğunlukla biyolojik farklılıklarla tanımlanan insan kategorileri, toplumsal ve ahlaki niteliklere sahip ayrı insan ırkları olarak sınıflandırılırlar. Irksallaştırma, sık sık kalıtımla oluşan dış görünüşe dayansa da, ırkın örneğin deri rengine bağlı bir tanım olması zorunlu değildir. Irk son tahlilde, belirli gruplara değişmez özelliklerin atanmasıyla ilgilidir. Yani etnik gruplar, milliyetler ve hatta sosyal sınıflar bile ırksallaştırmaya tabi tutulabilirler.

Örnek olsun, Pierre -Andre Taguieff, halklar arasında biyolojik değil, kültürel farklılaşmalara dayalı ayrımlaşmaların da ırkçılık kavramayla tanımlanabileceğini ifade etmiş ve bu durumu "yeni ırkçılık" olarak kavramlaştırmıştır.

Irkçılık, ırksallaştırma sürecinin ideolojisidir. Ruth Benedict'e göre, ırkçılık bir etnik grubun, doğası nedeniyle doğuştan aşağılığına, diğer grubun ise doğuştan üstünlüğüne yönelik doğmadır. Pierce van den Berghe'ye göre ise ırkçılık, insan grupları arasındaki organik ve genetik olarak aktarılan ( gerçek ya da hayal edilmiş) farklılıkların özünde belirli toplumsal olarak açık yetenek veya karakteristiklerin varlığı ya da yokluğu ile ilgili olduğuna dair inanç setidir.

Bir diğerine, George L.Mosser'e göre ise, ırkçılık, tüm insan kişiliğini, görünüş, davranış ve aklını kapsayıcı bir biçimde değerlendirmeye tabi tutan, sınıflandıran ve bu sınıflandırmanın değişmezliği iddiasında bulunan bir ideolojidir. Irkçılığın değişmezlik iddiası ve bireyi aşan gerçekliklerin varlığı konusundaki savı, onu bir din biçimine sokar.

Bütün bu yaklaşımlar, ırkçılığı bir sosyal-psikoloji düzleminde ele almışlardır; Irkçılığı ekonomik düzlemin ürünü olarak ele alan yaklaşımlar da vardır fakat bu yaklaşımlar da, neyin ırkçılık olduğu konusunda benzer tanımlamalar ileri sürmüşlerdir.

Örneğin, Steve Fenton, kapitalizmin, özellikle Avrupa'dan dünyaya yayılma aşamalarında, köleliğin yönetimi gibi stratejik süreçlerdeki rolü aracıyla ırkçılığı geliştirdiği fikrini işlemiştir. Ona göre, dünya kapitalizminin gelişmesi, dünya ırkçılığının gelişmesi için bir vesiledir.

İlk ırkçılık teorilerinin geri kalmış halklarda aşağılık duygusu yaratmak amacıyla ortaya atılışı,16.yüzyıla, sömürgecilik döneminin başlarına rastlar. Hıristiyan kilisesi, hükümetler ve burjuva hukuku, ırkçılığı kutsamaya başlarlar.

Burjuva ideolojisi de, köleleştirilmiş halkların kendi maddi ve manevi kültürlerini geliştirecek olanaklara, hatta yeteneklere sahip olmadıklarını ileri sürerek, ırkçılık görüşlerini desteklemişlerdir.

ABD de ise, emperyalist şovenizmin, tekelci sermayenin kozmopolit özlemlerinin, ulusal nihilizmin savunuculuğunun yanı sıra, bir yanda "beyaz ırk şövenizmi" biçiminde ortaya çıkan, diğer yanda ise, siyah nüfusun içindeki en uç öğelerin "siyah ırk milliyetçiliği" biçiminde ya da, Amerikan yerlilerinin, Porto Rikoluların belirli kısımlarında ulusal yalıtılmışlık ve önyargılar biçiminde beliren en kötü ırkçılık türleri görülebilmektedir.

Tümüyle burjuva ideolojisi ile bağlı olan milliyetçi-ırkçı ideoloji ile gericilik birbirinden ayrılmamaktadır.

Marx, şöyle yazmıştır:" Şovenizm, işçi sınıfının kurtuluşunun birinci koşulu olan uluslararası işbirliğini engelleyen bir araçtır"Batı Almanya'da hortlamış olan Yeni-Nazizm 'de, İsrail’deki Siyonizm’de, ABD’deki beyaz ırk şövenizminde, bütün kendine özgü yönleriyle Afrika'da belirmiş olan siyah ırk milliyetçiliğinde hep görüldüğü gibi, gericilik milliyetçi ideolojiyi teşvik etmektedir.

Dolayısıyla, Sovyetler Birliğinin çözülmesiyle birlikte hareketlenen ve yıkıldıktan sonra hızla yükselen milliyetçilik yanında dinsel gericiliğin de aynı anda ve tonda yükselmesi şaşırtıcı ve tesadüfî bulunmamalıdır.

Diğer yandan, siyasal davranış ve ilişkilerin, genetik köken taşıdıkları düşüncesinin, ne biyologlar, ne de sosyal bilimciler arasında ciddi bir destek görmekte olduğu gerçeği de aklımızdan çıkarılmamalıdır.

Ulusal sorun konusundaki burjuva eğilimin en uç noktası ırkçılıktır. Bu, tüm halkların temel çıkarlarına düşman olan gerici toplumsal güçlerin bir ideolojisidir. Irkçılık ile şovenizmin oluşturduğu birliğin en tipik örneği, dünya gericiliğinin başlıca silahlarından biri olan, antikomünizmin vurucu gücü, Arap halklarının ulusal kurtuluş hareketlerinin ve dünya üzerindeki tüm emekçi Yahudilerin baş düşmanı olan Siyonizm'dir.

İşte böyle, demek ki,"ulus" ,"milliyet","etnik kimlik","ırk -ırkçı" kavram ve kategorileri, pek o kadar basitçe ele alınarak kavranacak, sonuç çıkartılacak ve hüküm verilebilecek sadelikte ve mutlaklık içeren olgular değilmiş! Yani "sorun",önemli açıklıklar sağalanmış olsa da, en tam ifadesiyle henüz sorun olmaktan çıkmamıştır!

Buna karşın, bir taraftan henüz milliyet ve etnik kimlik kavramlaştırmaları konusunda, hatta Irk, ırkçılık kavramlaştırmaları konusunda dahi, yine önemli açıklıklara ulaşılmış olsa da, henüz tam ve mutlak bir tanımlama etrafında birleşilmediği koşullarda; kısaca "sorun"un hâlâ ve arapsaçı misli devam ettiği koşullarda; ve üstelik Siyonizmin ırkçılığının görülmesinden ısrarla kaçılması yanında, bunu görenlerin ve gösterme cüreti gösterenlerin karşısına anti-Semitizm suçlamasının çıkarıldığı koşullarda, ABD emperyalizminin "Kürt politkası"na laf söyleyen veya onun politikasına karşı kendi politikasını öne koyan her yaklaşımda "ırkçılık" gören bir anlayışta ısrarla ısrar edilmektedir ki, ortaya koyduğunuz saman tadındaki çorba, tam da bunu ifade etmektedir.

İşte en yaman çelişki budur ve sonunda, Birgül hanımın patlamasının ifadesi olan sözlerine ölçüsüzce gösterilen yaklaşımlar ile sipsivri bir uç vermiştir.
Gösterdiğimi umuyorum ama görmenizi maalesef beklemiyorum!

Çünkü ABD emperyalizminin "Kürt poltikası"na gözlerinizi açık tutarak, diğer bütün politikalara kapatan bir politikaya sahip olduğunuzu biliyorum! Ancak ABD'nin ve sizin politikanız varsa, başka herkesin kendi politikaları olması da gayet normaldir ve ABD'nin politikalarını "ilerici-devrimci" ve hatta "dostane buluyorsanız ki öyle olduğu anlaşılıyor, karşısındaki politikaları düşmanca bulmanız ve üzerinize alınmanız da gayet normaldir.

Çünkü ABD politikaları, ne ilericidir, ne de devrimci; dostane olmasının ise mümkünatı yoktur; aksine Kürt halkına ve hatta çok daha önce Arap halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine düşmanlığın en başında ABD emperyalizmi olmuştur ki, Vietnamcı, Vietnam kurtuluş mücadelecilerinin topraklarından kovmasına maruz kalmaları nedeniyle ABD ve yandaşlarının hatırlamak istemeyeceklerini düşünerek konu etmiyorum, öyleyse karşısındaki politikaların düşmanca olması yerinde ve düşmanca bulunması kaçınılmaz olmaktadır!

Ancak bütün politikaları belirleme hakkının, ABD emperyalizmine ve dostluğundan feyz alanlara ait olmadığı denli, ABD'nin politikalarının karşısında olma hakkının da, karşı politikaların sahiplerine ait olması gayet normal ve yerindedir.

Demek ki, her taraftan çuvallamakta olan bir politik madrabazlık ile karşı karşıyayız ve artık hiç bir çuvala sığmamaktadır!

Not: İfadelerimin sınırında kalmayanlar, ifadelerimin dışındadırlar demektir!
Fikret Uzun
27 Ocak 2013

21 Ocak 2013 Pazartesi

HANGİ DEVLETE KÜRDİSTAN DENİRSE KÜRT HALKINA HAKARET SAYILIR



Hangi Devlete "Kürdistan" Denirse Kürt Halkına Hakaret sayılır?

SoL gazetesi, "Petrol ağalarının ABD işgaline dayanarak kurduğu gerici devlete Kürdistan demeyi Kürt halkına hakaret sayıyoruz" demiş.
Ve birileri hemen, bunun,"Kürtleri yok saymanın bir bahanesi ..." olduğunu keşfedivermiş,   bu keşfe ve bu keşfe neden olan bakış açısına, “ihtiyaç keşfin anasıdır" sözünü hatırlatarak, Yaşar Kemal'in roman kahramanına söylettiği söz ile "ölmüşüz de habarımız yokmuş" sözü ile cevap vermek pek yerindedir; yani bu keşif, bir gerçeğin üzerini kapatma ihtiyacından değilse, akıl tutulmasından başka ne olabilir? demek istiyorum.
Peki diyelim ki Sol gazetesi böyle demekle "Kürtleri yok sayıyor"; akla yatkın değil ama yani dağ taş, Kürtlerin var olduğu gerçeği ile uzun zamandır çınlamakta iken ve üstelik Kürtlerin kendileri bile Kürt olduklarını söylemeye korktuğu yıllarda, bu gün sol gazetesi ile bağlı pek çok kişi, Türkiye’de Kürtler olduğunu söyleyebiliyor idi iken, şimdi sol gazetesi neden Kürtleri yok saysındı? ; ama yine de, diyelim ki öyledir:
Bu, "(Sol gazetesinin deyimi ile)Kürt coğrafyasında petrol ağalarının ABD ile kanka vaziyette olduğu; Kürt emekçi halkının söz hakkının olmadığı, yani ona bir şey soranın olmadığı; ve ezen ulusun egemenlerinin kurduğu rejimin yönetiminin de buna pek itirazı olmadığının anlaşılıyor olduğu ve hatta pek acele ettiklerinin de apaçık görüldüğü  gerçeğini ortadan kaldırabilir mi?
Dolayısıyla buradan Kürt halkına bir özgürlük veya kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanarak sağlanacak bir özgürlük olmayacağı; olsa olsa, Kürt ulusunun egemenlerine, yani literatüre uyarak söylersek, ezilen ulusun egemenlerine, ABD’nin himayesinde, İsrail’in taşeronluğunda bir petrol şirketi misli, NURTOPU GİBİ BİR DEVLET ve TEPEDEN YASALAR YOLU İLE VERİLECEĞİ gerçeğini" ortadan kaldırabilir mi?
İsterseniz açalım, kimmiş bunlar bakalım; yani Kürt ağalarına, beylerine, AŞİRET REİSLERİNE  Tarikat şeyhlerine, ABD-AB emperyalistleri ile ve TÜRKİYENİN TEKELLERİNE, yani ezen ulusun egemenlerine BİNBİR BAĞ İLE BAĞLI, BU BAĞIN TAM MERKEZİNDE BARZAN AŞİRETİNİN OLDUĞU, KÜRT BURJUVAZİSİNE, ABD'nin himayesinde, İsrail’in taşeronluğunda bir petrol şirketi misli, NURTOPU GİBİ BİR DEVLET ve TEPEDEN YASALAR YOLU İLE VERİLECEĞİ gerçeğini" ortadan kaldırabilir mi?
Peki, Kürt coğrafyasında yaşayan Kürt ulusu, sınıflar üstünde bir ulus mudur? Yani bu coğrafyada yaşayan Kürtler, sadece ağalardan, beylerden, aşiret reislerinden, Şeyhlerden ve işbirlikçi Kürt burjuvazisinden mi ibarettir? Ve bunları, ezen ulusun egemenlerinden ayrı tutabilir miyiz? Kürt emekçileri, yoksul, topraksız Kürt köylüleri, işsiz, aşsız, geleceksiz, eğitimsiz, Kürt gençleri, hâlâ feodal ve gerici geleneklerin kıskacında yaşayan Kürt kadınları, hâlâ aşiret saltanatının kölesi olan Kürtler, yani Kürt ulusunun gerçek ezilenleri, aynı ulusun üyeleri değil midir?
Ve en önemlisi, emperyalist ABD ile ve Türkiye’nin oligarkları ile kanka olan Kürt egemenleri için, devlete ne gerek var? Onlar da sahibinin sesini neden Kürt coğrafyasında dillendirmiyorlar acaba? Yani onlar da emperyalizmin kozmopolitizminden yana değiller mi?
Biraz daha açalım, emperyalistler için, uluslararası tekeller ve yerli tekeller için ve bunlarla bin bir bağ ile bağlı Kürt egemenleri için, bunları birbirinden ayıramayacağımıza göre, devletin ne önemi var? Önemli olan, sermayenin devletler üstü egemenliği, saltanatı değil mi? Ve bizim ahmak ama cin gibi bakan ve pabuç gibi dil taşıyan "sol"cularımız, emperyalist ABD'nin kozmopolitik yaygarası ile eş  zamanlı olarak "işçilerin vatanı olmadığını " hatırlamadılar mı?
Ve Kürt işçilerini neden bundan vareste tutuyorlar? İşçilerin vatanı yoksa Kürt işçilerin de vatanı yoktur. Öyleyse bu vatan aşkını körüklemek nedendir? Egemen ve daha çok egemen olmak isteyen, hem de düzenlerini bozmadan, yani feodal ilişkileri koruyarak egemenliklerini sağlamlaştırmak isteyen Kürt ağaları, aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve elbette işbirlikçi Kürt burjuvazisi, neden ille de Kürtleri, Türkiye’den ayırmak istiyor? Bu egemen asalaklar ve ABD emperyalizmine köle, Kürt halkına derebeyi olan parazitler için, "vatan"a ne gerek var?
Diğer yandan, onlarca yıl Kürtleri yok sayanlar, onlara hayvan muamelesi yapanlar, yakın zamana kadar Türkiye'de insanları, Kürtlerin kuyruğu olduğuna bile inandıranlar, en barbar işkencelerden geçirenler, insan pisliği bile yedirenler, en ağır cezalarla cezalandıranlar ki bunların en başında, şimdi bir yargılama tiyatrosunun baş aktörü olan Kenan Evren gelmektedir ve onca zaman, Türk parlamentosunda değişik partilerin üyesi olarak yer alan Kürt milletvekilleri,"Kürt " adını ağızlarına bile almazlarken, alanlara kötü gözle bakarlarken, "Kürdistan" sözcüğünün ise yanından bile geçmezlerken, onca barbarlıkla Kenan Evren’in  ve sonra başkalarının devam ettirdiği faşist rejiminin "zor"u ile Kürtlerin tepesine binerken sessiz kalırlarken ve hatta çıkartılan sıkıyönetim yasalarına imzalar atarlarken, hatta ve hatta Kürtlerden oluşturulan korucular ki, zamanında bunlara, şimdi Türkiye’nin yönetenleri tarafından ve  ittifak halindeki devşirilmiş medya ve ahmak "sol" ile sahtekar "sol" tarafından, Kürt sorununun Barzani eksenli  çözümü çerçevesinde müzakerelerin baş muhatabı kabul edilen Öcalan,"Hamidiye Alayları”nın benzeri diyordu, Kürtlere karşı ve kendi  çıkarlarını da gözeterek Türkiye’nin emrinde çalışırken, bununla birlikte, bunlar olup biterken, Kürtler en zalimce baskılara maruz kalırken, Kürtleri hatırlamayan, yakınından bile geçmezken ama birden Kürtlerin vekili olma "onuru"na sarılanlara, bu Kürt meselesine akıllarını, yüreklerini, vicdanlarını ve sesleri ile kulaklarını kapatan topyekun aktörlere ne oldu da, aniden pek Kürtsever ve pek "Kürdistan" sever oldular, çok "vicdan sahibi", "hak bilir" oluverdiler?
Hadi AB üyesi ülkelerini eleyelim, hiç olmazsa onlar Kürtlerin varlığını kanıtlamak için epey kürsü kullandılar;  ya emperyalist ABD'ye ne oldu da, birden  Kürtsever kesiliverdi, Kürtlerden daha çok Kürtlerin kaderleri için, canhıraş bir biçimde Ortadoğu’yu ve Kafkasları yangın yerine çevirmeyi, katrilyonlarca dolar harcamayı, yüzlerce coninin ölmesini, bölgede nefret  oklarının hedefi olmayı, kendi ülkesinde baş gösteren ekonomik krizi bile, bu "Kürt meselesi"nin arkasına almayı göze alarak, şahin kesildi; İlle de "Kürtlere bir devlet vermeden olmaz" der oldu? Üstelik de Kürtlere devlet mevlet verildiği yok ve bu çerçevede, UKKTH nın kapsadığı "ayrılma hakkı "nı dillerinden düşürmeyenler, aniden sustular ve yine aniden kutsal bir "demokratik" özerklik muhabbeti içine girdiler ve bu muhabbete katılmayanları "Kürt düşmanı " veya "Kürtleri yok sayanlar" yollu yaftaladılar.
Soru sorma kabiliyeti de mi kalmamıştır? Ama bu soruları soranları ve cevaplarını ikircimsiz verenleri,"Kürtleri yok saymak"la yaftalama kabiliyetinde sınır yok değil mi?
Kürtler, eğer bu gün ABDyi ve AB emperyalizmini "dost" belleyip, "veren" ve hem de bu "dost"  belletilmiş elden alacakları bir "özgürlük"ten medet umarlarsa, bu umut, Kürt  halkının umudu olamaz, olsa olsa Kürt egemenlerinin umududur; Ancak bu umut onlar için de boş bir umuttur!
Emperyalizm, Kürt coğrafyasındaki ağalar gibidir, gütmeyeceği eşeğin önüne ot koymaz!
Emperyalist tekeller, ezen ulusun büyük zenginleri de kaz gelecek yerden tavuk esirgemezler ve veren eli üstün görerek, onun elinden alınan her ne olursa olsun, alan ellere pek faydası dokunmaz! Son tahlilde, Kürt egemenlerinin de yararına olmayacaktır!
Veren el, alan elden üstün olarak, Kürtlere ve hatta Kürtlerin çoğunluğuna rağmen, bir "özgürlük" vermekte diretiyorsa, öncelikle bu, Kürtlerin değil, kendisinin çıkarınadır; daha başka ifadeyle çaresizliğini çare ile yer değiştirmesinin ilacıdır; dolayısıyla çareyi elde ettiği andan itibaren "veren el"ini geri çekecektir ama çekerken, hem daha önce verdiğini  ve hem de daha fazlasını geri alacaktır, yani hedefi ve emeli budur!
Bu hedefe varıp varamayacaklarını belirleyecek olan ise, Kürt emekçi halkının olan bitenleri fark ederek, kaderine gerçek anlamda sarılması ve kaderine gerçek anlamda sarıldığında ise, Türkiye’nin kaderinden ayrı bir kaderi olmadığının bilincine vararak öne çıkması olacaktır!
Tabii Kürt egemenleri, ABD emperyalizmine ve dahi İsrail’e ters hamleler içine girdiğinde onlara, emperyalistlerin "veren el" olduklarını hatırlatmaları da, kaçınılmaz olacaktır.
Ve ayrıca, ortada Kürt ulusunu topyekun kapsayacak olan, birlikte ilerlemesini, kalkınmasını, feodal gericilikten kurtulmasını sağlayacak olan, kaderini özgürce tayin etmesine olanak sağlayacak olan bir kazanım yoktur; vaat edilende de Kürtler için bir kazanım yoktur; başka ifadeyle, aslında Kürtlere verilen hiçbir şey yoktur; devlet de yoktur.
Ortada ve emperyalistler ile işbirlikçilerini hop oturup, hop kaldıran, bir adım ileri iki adım geri manevralara iten, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı üzerinden, yine Kürtleri kullanarak, Kürtleri daha da katmerli bir şekilde sömürmenin, hatta daha ilkel şartları içeren köleleştirme politikalarının gerici ittifakı ile İsrail'e Ortadoğu'da verilecek olan büyük ve emperyal bir devlet hazırlığı vardır.
Bu devletten Kürtlere yar mı olur, yoksa Hobbes'in ifadesi ile hak ve özgürlüklerin "koruyucusu"  Leviathan'mı olur, bu anlamda, "gelen gideni aratır" mı dedirtir, bunu zaman net olarak gösterecektir ama önemli olan ufukta kendini gösterenin tam da bu olduğunu görmek  ve göstermektir.
Ortadaki pasta budur ve bu pastadan Kürt emekçilerine, yoksul köylülerine düşen bir kırıntı bile yoktur; Kürt egemenlerine ise pastanın dilimi ve şimdilik, biraz daha fazlalaştırılacaktır. Ama asıl parça, yani büyük parça, İsrail için ayrılmaktadır ve işte bu, Büyük Ortadoğu Projesinin diğer adıdır; Büyük İsrail Projesi(BİP)!
Kürt halkı, onca zaman özgürlük mücadelesi yaparken, bunu mu hedefliyordu? Bu mudur özgürlük? Bu mudur kurtuluş?
Yani, be hey cümleleri tersten okumayı politika sayanlar, bu gerçekleri ortaya koymak, "Kürtleri yok saymak" ise, bu gerçekleri yok saymanın anlamı ne olmaktadır? Buna dair bir yaftanız yok mudur?
Ve hiç utanmaz mısınız ki, demokrasinin kırıntısına tahammül etmeyen ve çok daha ağırlaştırılmış ve kökleştirilmiş bir faşizmi konuşlandıran ezen ulusun egemenlerinin yönetiminden nasıl olur da  demokratik bir iyilik beklersiniz; demokrasi, Türkiye’deki emekçi halklara fazla geldi de, Kürtlere de bol keseden demokrasi mi dağıtıyorlar sanırsınız?
Sanmıyor da, emin iseniz, Türkiye’nin emekçi halklarına dayatılan bir faşist diktatörlükten, Kürt halkını mutlu edecekmiş gibi gösterilen bir "demokratik özerklik" çözümünü, Kürt halkının hem "devlet" sayacağına ve hem de sindirebileceğine ihtimal vermeniz, Kürt halkının düşündüklerini ve beklentilerini ve de bilimi, aklı, vicdanı hiçe saydığınızı göstermez mi?
Bu da sizin, ABD emperyalizminin ve tekellerin "Kürt çözümü" ne bağlandığınızı, dolayısıyla da, bu bağ gereği, ABD’nin "çözüm"ünü, Kürtlere allayıp, pullayarak, devrimci renk vererek, Kürtlerin kendi kaderini özgürce tayin etmesini içeriyormuş gibi sunmaya çalışmakta olduğunuzu ve neden bu kadar hırçınlaşarak, hiçbir karşıt ifadeye, meselenin iç yüzünü deşifre edecek tek bir ifadeye bile tahammül edemediğinizi açıklamaz mı?
Ve sanıyor musunuz ki, Kürt ulusunun ezici çoğunluğu, ilelebet kandırılabilir? Ve aslında halihazırda da  istenildiği dozda kandırılamıyor olduğunu ve üstelik hem tarikat dinamiklerinin kullanılıyor olduğunu; hem de kendilerine, yani Kürtlere, lider belletilmiş olan aktörlerin demagojilerinin devreye sokuluyor olduğunu, ahmak "sol" ile sahtekar "sol"un akıl bozucu faaliyetlerinin ise emperyalistler için bir promosyon misli olduğunu; emperyalistlerin oyunlarının ise, hâlâ tutmuyor olduğunu ve hâlâ Kürtlerin ezici çoğunluğunun, ABD'den dost olmayacağının bilincinden uzaklaştırılamıyor olduğunu göremiyor musunuz?
Sizin görmemeyi politika sayarak var olmadığını kanıtlayamayacağınız gerçeklikler, daha akla yatkın ifade etmek gerekirse, yukarıdaki sorulara kaynaklık eden ama sizin görmek ve göstermek istemediğiniz gerçeklikler, bütün yeşilliği ile yaşamın altın ağacının üzerinde birikmekte ve tüm zorlama teorileri bertaraf ederek, bu nesnelliğin üzerinden yükselen teorilerdeki gri tonları netleştirerek, onun pratiğin yeşil rengi ile diyalektik bağını kurmaktadır.
Ortada bir "sorun" olduğu muhakkak ve bu, şimdi çıkan bir sonuç da değil, her şeyden bağımsız bir "sorun" da değil; bu sorunu, ne emperyalizmin varlığından, ne de kapitalizmin varlığından ayırabiliriz; aksine bu sorun, emperyalizmin varlığı ile kalın bir urgan misli bağlıdır.
Emperyalizm ise, girdiği her yere, mutlaka ve mutlaka baskısını da götürecektir ve götürüyor; yani emperyalizmin, girdiği yere veya var olduğu yere bir demokrasi veya bir özgürlük, bir dostluk götürmesini beklemek saflığı aşan bir ahmaklıktır. Ama ne yazık ki, tam da bu ahmaklık, devrimci bir tonda dayatılmaktadır ve bunun boyutlarının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı, bunun da "sol" gömlekli sahtekarlarca yapıldığı apaçık ortadadır.
Şu gerçeğin üzerinden kimse atlayamaz, atlamaya kalkarsa eninde sonunda, tökezleyecektir; ve hep tökezlemişlerdir.
Ve işte görüyoruz, ne zamandır emperyalizm ve işbirlikçileri, istedikleri yönde sorunu çözememişlerdir. Ve hep tökezleyerek ilerlemişlerdir. Reformistlerin kaderi de, bu yürüyüşe endekslidir, dolayısıyla onlar da bu "çözüm"ü sağlayamamaktadırlar; bu, çözümün nesnel zemininden ayrı hareket etmekle ilgilidir. Ve Kürt halkı, geçmişteki yükselişinin sağladığı  sezgi ile ABD nin ve işbirlikçilerinin "çözüm"üne, kısaca Barzani ile bağlı "çözüm"e yakın durmamakta,  ABD nin "dost"luğunu içine sindirmemektedir.
Öyleyse, üzerinden atlanılamayacak olan gerçekliği hatırlamak gerek!
"sorun, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar"
Evet, hepimizin bildiği ama her nedense, uyarımıza gelmez ise hatırlamadığımız gerçeklik budur!
Öyleyse, bu sorunu çözecek olan maddi koşullar, ABD nin "dost"luğu olamaz; işbirlikçilerinin ve yardakçılarının  "Kürtsever"liği de olamaz. Öyleyse, onların aynı yerde bulunmaları ve "çözüm" diye tutturmaları, hatta Kürtleri zorlamaları, bu sorunu çözecek olan maddi koşulların mevcut olduğunu göstermektedir; ancak, emperyalizmden dostluk beklenemeyeceğine ve aniden Kürt halkının sevgilisi olacağına inanılamayacağına göre, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin "çözümü" nün, Kürtler ve Türkiye  için çözüm değil, çözümsüzlük olduğunu anlamak gerekir.
Başka ifade ile bu "çözüm", yani ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin "çözüm"ü, Kürtler ve Türkiye için hatta Suriye, Irak, İran için de, çözümsüzlük demektir.
Ama biz biliyoruz ki, sorun onu çözebilecek maddi koşulların var olduğu aynı yerde kendini  yakıcı olarak gösterir ki bu, çaresizlik var ise, yanı başında çare de var demektir; öyleyse Kürt devrimci-demokratları ile Türkiye’nin devrimcileri, devrimci -demokratları, sosyalistleri, bu var olan maddi koşulları atlayarak değil, bilakis bu maddi koşulları derinlemesine tahlil edip, inisiyatifleri altına almaları ve Kürt-Türk ilericilerini, emekçi halklarını, kardeşlik temelinde, bu maddi koşulları görmeye yönlendirmeleri ve inisiyatifi paylaşmaları gerekmektedir.
Ancak bu, ABD emperyalizminin "dost"luğunu reddetmek yanında,"YDD" ci emperyalistlerin ve yerli tekellerin, bu sorunun çözümüne burnunu sokmalarını ve hele inisiyatif koymalarını kesinkes ortadan kaldırmadıkça mümkün olmaz. Çünkü onların varlığı ve bu çerçevede işbaşında olmaları, sorunu gerçekten çözecek, hem de kaçınılmazlıkla çözecek maddi koşulları bertaraf etmek içindir ki, bunun pratikteki yansıması, bu maddi koşulların kaçınılmazlıkla çözme olgusunun bilincinde olan öznel iradenin bertaraf edilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte bunun içindir ki öteden beri, ABD emperyalizminin ortaya attığı ve sahtekar "sol"un peşine takıldığı ve yaydığı, gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine; ve bunu, yani ABD emperyalizminin dayattığı kozmopoltizmini olumlayan bu sahtekarların, başka bir tarihsel zamanı işaret eden "işçilerin vatanı yoktur" önermesini fetişleştirerek ortaya koymakta olduklarına vurgu yapmaktayız.
Sonuç olarak geldiğimiz noktada, reformizm, kısaca sahte "sol" gömlekliler, sorunun nesnel ve devrimci çözümünün yerine emperyalizmin "çözümü"nü devrimci bir tonda ve gelişmiş olan maddi koşullar misli yutturmaya çalışmakta ama yutturamamaktadırlar; şimdiye kadar yutturdukları ise sonuca varmalarına yetmemektedir.
Bu ise, bugün tarihte olağanüstü bir sıkışıklık, bir genleşme yaratmaktadır, yaratmıştır.
Böyle zamanlar, tarihin hızlandığı zamanlardır; olağanüstü insanlar, olağanüstü eylemler, olağanüstü eserler, olağanüstü kararlar, olağanüstü çıkışlar bu dönemde artar, âdeta fışkırırlar ve geçmişin olağanüstü insanlarını normalleştirerek, onların tarihsel rollerini içerirler ve aniden büyürler; daha doğru ifade ile büyümüş oldukları açıkça ortaya çıkar.
Bu sıkışma, bu genleşme, sorunların da olağanüstü büyüdüğü noktadır ve bu nokta, genellikle kitlelerin, kendi tarihini yaratan aktörler olarak ortaya çıktığı dönemeç noktalarıdır ve bu noktada, kitlelerin ve kendiliğinden kabarışındaki büyüklüğünün ve yaygınlığının derecesine göre, geçmişin şimdi normalleşen olağanüstü aktörlerinin tarihsel görevlerini yüklenen yeni aktörlere, tarihte görülmeyen bir karmaşıklıkta, yeni teorik, politik ve örgütsel görev ve sorumluluklar yükler.
Ancak, bu görevleri ve sorumlulukları yerine getirmede hazırlıklı olunmazsa, bu tarihsel sıkışmadan fışkıran kabarışın gerisinde kalınır; dolayısıyla bu sıkışmanın doğurduğu ve nesnel olarak büyüyen, yayılan hareketi göğüsleyecek, onu yönetecek ve ona yön verecek politik hünerin kolektifliği kurulamaz.
Bu da, kendiliğindenliğin peşinden sürüklenmeyi, kitleler davulcuya da gitse, zurnacıya da gitse kuyruğunda takılı kalmayı hakim kılar ki, böyle olunca da bu bir mahkumiyet halini alır ve geçmişin bugüne aktarılabilecek deneyimlerinin üzerinden atlanıp, bugüne uymayan formülleri fetişleştirilerek, bu kuyrukçuluk, akla yatkın halde gösterilmeye çalışılır.
Böylece de, bu mahkumiyetin tamamlanmasına çalışmak, yani kendiliğindenliğe teslim olmak, politik hüner olarak kabul ettirilir; bu ise, olağanüstü sıkışmışlık üzerinden, olağanüstü fışkırarak yükselen hareketi, fenersiz bırakmak ve davulcuya, ya da zurnacıya varmasına, yani egemen sınıfın kucağına düşmesine seyirci kalmak demektir.
Başka ifadeyle, arkasından baka kalmak demektir!
Hep söylediğimiz ve dayanağını, geçmişin olağanüstü tarihsel aktörlerinin yol gösteren ifadelerinden alan ifademizle, çare, çaresizlik ile aynı yerde ve aynı koşullarda ortaya çıkıyor ise, işte bunu net olarak gösteren somut pratik, yukarda hatırlattıklarımızda kendini açıkça göstermektedir.
Bu nokta, çareyi bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarıp, çalışan kitlelerin, özünde tohum halinde bilinçlenmeden başka bir şey olmayan kendiliğinden uyanışına içerilen politik bilincin, çaresizliği ortadan kaldıracak, bu noktadaki tarihsel koşullara uygun formülü, kendiliğinden uyanışı aşarak, sınıfların en temel çıkarlarının, genel olarak ancak köklü politik değişiklikler sonucu tatmin edilebilir olduğunun bilincine varan emekçi kitlelerin önüne koyduğu nokta ve özel olarak, işçi sınıfında, onun temel ekonomik çıkarlarının, ancak burjuvazinin iktidarının yerine, kendi iktidarını koyacak politik bir devrimle tatmin edilebilir olduğunun siyasal bilincini uyandırdığı ve yükselttiği nokta olabilirken, aksi de olabilir; yani, politik hüner sahibi aktörlerin, politik bilinç ve inisiyatif yoksunlukları nedeniyle, kitlelerin kendiliğinden uyanışının büyüklüğünün ve yaygınlığının, bu anlamda gücünün, gerisinde kaldıkları, dolayısıyla çaresizliğin önünde diz çökmek zorunda kaldıkları; yani politik hünerin, kendiliğindenlik tarafından tümüyle boğulduğu nokta da olabilir.
Birincisinde çaresizliğin bağrından fışkıran çare öne çıkarak, çaresizliği yenmiş olacaktır ki bunun, kaçınılmazlığındaki tüm gerçekliğe karşın, kendiliğinden gerçekleşmeyeceği, ikinci şık olarak ortaya çıkacak sonuç ile net olarak görülürken, aynı zamanda bu ikinci sonuç, çare ile çaresizliğin aynı zamanda ve aynı yerde bir arada ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmediğini, ancak çarenin, çaresizliğin bağrından kaçınılmaz olarak çıkacağını ama kendiliğinden çıkamayacağını da göstermektedir.
Burada vurgu, her zaman ve mutlaka, çaresizlik vücut bulduğu zaman, teorik olarak çarenin de aynı vücut içinde çaresizlikle birlikte ortaya çıkacağına ve ama çarenin, çaresizliği vücuttan atarak aynı yerde vücut bulmasının, ancak ve ancak dışarıdan bir müdahale ile ama bu kaçınılmazlığın bilincinde olan bir müdahale ile  gerçekleşmesinin mümkün olacağınadır.
Ve öyleyse, ikincisinde, yani kaçınılmazlığın bilincinde olsa da, bu kaçınılmazlığın yaklaştığının bilincine yaklaşamayan, dolayısıyla hazırlıksız olan politik hüner, bu kaçınılmazlığı ıskalarsa, bu kaçınılmazlığın içinden fışkıran, bir özgürlük değil, bir teslimiyet olacaktır.
Öyleyse, tarihin bir sıkışmışlık yaşadığı bugün, bugüne kadar egemen sınıfın da pek hoşuna giden, pratik eylemin en dar biçimlerinin peşinden mi sürüklendik? Yoksa yaşam ağacının yeşil rengi karşısında gri kalan teori’yi, yaşam ağacının taşıdığı rengi açığa çıkaracak bir netliğe; başka ifadeyle, daha belirgin, yaşam ağacının rengi ile büsbütün uyumlu bir renkle mi donattık? Görmenin ve yaşamanın kolaylaştığı bir zaman olacaktır!
Burada, evet yaşam ağacının yeşil, teorinin gri olduğunu ama yaşam ağacının yeşil renginin, kendi kendine ortaya çıkmayacağını, gri renkte de olsa, bir teori olmadan yaşamın renginin bütün tonları ile ortaya çıkmasının mümkün olmadığını ve yaşamın yeşil rengini netlikle ortaya çıkaracak olanın, yaşamın verdiği bu rengi, tüm netliği ile bulup çıkaracak denli gri'likten kurtulup, yaşamın bu rengini donanmış olan bir teori olduğunu; öyleyse teorisiz olunamayacağını, onsuz pratiğin ise, eninde sonunda kendiliğindenlik ile boğulacağını ifade etmeye çalıştığım herhalde anlaşılmaktadır!
Yani demek istiyorum ki, bu sıkışmışlıkta, hem kitlelerin kendiliğinden uyanışını büyüten ve yaygınlaştıran bir birikimin gücünün ve hem de, bu büyümeyi ve yaygınlaşmayı göğüsleyebilecek, yönetip, yönlendirebilecek bir devrimci bilinç ve inisiyatifin birikiminin gücünün birlikte varlığı mevcut ise, bu sıkışmışlıktan kaçınılmazlıkla fışkıran bir çarenin, çaresizliği bertaraf edip, inisiyatifi ve kitlelerle birlikte ele almasının önünde, hiç bir engel dik duramayacaktır.
Öte yandan, bu sıkışmışlığı ve sonucunu insanoğlu tarihte çok gördü; en çok aklımızda kalanlar, sanki  dün olmuş gibidir;
Japonların tattırdığı yenilgi ile yenilebilir olduğu tescillenen Rus çarlığının egemenliğinin sarsılmaya başladığı ve çoğunlukta olanların azınlık, azınlıkta olanların ise çoğunluk olduğu ve Rusya halklarının, üstelik Çarı tanrı yarısı gören dindar ve cahil halkların ezici çoğunluğunun gözü, kulağı ve gür sesi olduğu ve tümüyle ekonomik taleplerle ve kendiliğinden rengi ağır basan kitlelerin öfkesinin şaha kalkışı ile bütünleşerek, onların önüne geçtiği, böylece Rusya'da patlak veren 1905 Şubat burjuva devrimi ve onun taşıdığı ve yaydığı bilinç ile tetiklenen, Türkiye, İran ve Çin devrimleri olarak hatırladığımız zamandaş devrimleri doğuran sıkışmışlıktan söz ediyorum. 
1905 Şubat Devrim'i ile neticede çarın egemenliği iyiden iyiye sarsılmış, her ne kadar bu devrimde inisiyatifi ele almış olsa da, işçiler ve emekçiler ve elbette onlara fener olanlar yenilmiş ve burjuvazi öne geçmiş ama Rusya halkları, bir kere dizüstü durumundan ayağa kalkması gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşler, böylece bu yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve Rusya’nın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen, güç biriktirmişler ve kime, neye inanacakları konusunda önemli oranda bilinç içererek netleşmişlerdir.
Tek eksiklik, politik bilinçtir ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan   benzerleri misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve giderek buna teslim olan, o zamanki adları ile Menşeviklerin etkisinde kalmışlar ama eninde sonunda, bu etkiden kurtularak, 1905 burjuva devriminden ve yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra, Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek, Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları, Ekim sosyalist  devriminin tam zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in ve partisinin önderliği altında toplanmışlardır.
Bu sonuç, Çarı devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği sonuçtur.
Ancak 1905 devriminin biriktirdiği ve tetiklediği, sadece bu sonuç değildir; bu sonuçtan yani Ekim devriminden çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete geçirdiği diğer ve en önemli sonuçlardır.
Öyleyse, Türkiye bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı, yani 1905 öncesine mi, başka ifadeyle 1905 devriminin tetiklediği Türkiye Devrimi'nin öncesine mi kırılmak istenmektedir?
Öyleyse, Türkiye’nin devrimlerinin, bu güne hiçbir şey biriktirmemiş olduğunu mu düşünmek gerekmektedir?
1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir papazın peşinden sürüklenen dindar, cahil, imparatorluk yanlısı işçilerden söz ediliyor; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçe var; büyük burjuvaziye yani egemen sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, tekellerin ayrıcalıklarını ve kârlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı, büyük toprak sahiplerinin başı olan çar babalarına sunulacak ve patronlarını şikâyet edecek olan bir dilekçedir bu.
Ve gene tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanların ve onların “sosyalist”liğinin, yani bugünün sahte "sol" gömleklileri ile ahmak solcularının, "yetmez ama evet" çi soytarılarının benzerlerinin, bu barışçıl dilekçeyi yüksek tutmuş olduklarını da biliyoruz ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete geçirmenin mümkün olabileceğini düşündüklerini  düşündürtmeye çalıştıklarını da biliyoruz.
Ancak, buna rağmen ve ama son derece kanlı ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan bir acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerinin politik bilince uyanmalarının önüne geçilemediğini de biliyoruz.
Ve elbette, bu noktadan itibaren azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanların, yani cahil işçilere kuyrukçuluk yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen reformistlerin dalga bile geçtiği devrimci partiler, en başta da devrimci sosyal-demokratlar, aniden binler oldu ve milyonlarca proleterin önderi durumuna geldiler.
Ve proleter mücadele, milyonlarca köylü kitlesi içinde bir mayalanma yarattı, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurdu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin içinde buldu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya’sına dönüştü.
Lenin, bu geçişin en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam da, sosyal içeriği itibarı ile doğrudan hedeflediğinin ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması (ki tüm bunlar, Büyük Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi) itibarı ile “burjuva-demokratik”; mücadele araçları itibarı ile “proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmiştir.
1905 Devrimi, ancak ekonomik mücadelenin, yani durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini uyandırabileceğini, onlara gerçek bir eğitim verdiğini ve – bir devrim döneminde - birkaç ay içinde, onlardan bir politik savaşçılar birliği oluşturduğunu açıkça gösterdi.
“Bunun için, elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, - reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi, bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.” (LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)
Bu gün,1905 Devrimi ve hem Lenin tarafından, hem de o tarihte henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan Kautsky tarafından öngörüldüğü gibi,1905 devriminin ardından Ekim devriminin geleceği ve de Türkiye, İran ve Çin devrimleri çok geride kaldı.
Ancak şimdi, tıpkı Lenin’in de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük” kapitalist ülkeler dahil tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken; proletaryanın ileri kıtaları dâhil, işçi ve emekçi kitleler ile onların politik bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği şeklindeki yanıltıcı görünümünün ve bu sessizliğin etkilerinin yaşanması; bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrof finalin ve bu finali çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin varlığının göz ardı edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.
Nasıl ki, öncesinde cahil ve aynı oranda dindar olan ve de cahil ve sahtekâr bir papazın peşinden sürüklenerek, çarın adaletinden medet umacak denli kör olan ama hem Japon yenilgisinin yarattığı bilinç ile  ve tarihe kanlı harflerle ve "kanlı pazar" olarak kaydedilen acı deneyimin yarattığı bilinç ile donanmış işçilerin, o zamana kadar embriyon halde olan devrimci partilerin ve en başta devrimci sosyal-  demokrasinin ve onları takip eden milyonlarca işçinin kendilerini içinde bulduğu, öncesinde Japonya’ya yenilgisi söz konusu olan çarlık Rusya’sında patlak veren 1905 devrimi, hem bir dizi devrimi canlandırmış ve hem de, yenilgisine rağmen, bağrında Ekim devrimini biriktirmiş ise; şimdi de, tarihin bugün yaşadığı olağanüstü sıkışıklık, genleşme, olağanüstü hızlı akış, pek yakında, aslında hâlihazırda var olan, olağanüstü insanların, olağanüstü eylemlerin, olağanüstü eserlerin, olağanüstü kararların, olağanüstü çıkışların açığa çıkacağının, fışkıracağının işaretlerini vermektedir.
Ve bu işaretleri görmemizi engelleyen etmenlerin, son derece öznel ve anlamayan, araştırmayan, yargılamayan, öğrenmeyen, yeteneksiz, zekâsı gerilemiş, nesneleşmiş “özne”lerin çabalarının yarattığı suni etmenler olduğu; ki buna karşılık, aklı yerinde  olanların hiçbir müdahalede bulunmadığı, hatta bu etmenlerin farkına varmak için aklına başvurmadığı görülmektedir.
Bu körlüğü yaratan en önemli etmenlerden birisi, en ucuz ve en kolay sağlanan bir disiplin olan dindir, ki bunu, 12 Eylül faşizminin bugün hâlâ rejimin gözdesi olan "akıllı - uslu(uysal anlamında )" yüksek komutanları deklare etmektedir ve bu, yani en ucuz disiplin olan din, yöneten sınıfların en önemli ve başat konsensüsüdür; bu nedenle din yoksa artık majesteleri ayakta kalamaz; bu en ucuz disiplin, itaati, uyumu, baş eğmeyi sağlıyor, ezber ile birlikte, yargılamanın, soru sormanın, muhakemenin, öğrenmenin önünü kesiyor ve kesmiştir.
İşte Türkiye’nin hafızasını kazıyan, aklını gerileten, yani, hani yukarda sormuştum, ”Türkiye’nin devrimcilerinin bıraktığı hiçbir birikim yok mudur ?“ diye, evet vardır ama işte bu birikime içerilmiş  bilincin karşısına konulan,"zor"yanında, bu ucuz disiplindir.
Artık hepimiz biliyoruz ve buna, “İslamlaştırma” diyoruz, arkasından, Öcalan’ın da olumladığı anlaşılan, ya da bu şekilde yansıtılan, "Osmanlılaştırma" geliyor ki, daha gelmeden “papaz Gapon”larını biriktirdiğini görmekteyiz; o kadar öyle ki, sanki bütün aydınlar, papaz Gapon olmuş, gezici vaizlik yapmaktadır.
Şimdi buradayız ve aynı yerde, kimilerine göre, masada otopside olduğu; kimilerine göre, sahipsiz orta yerde durduğu; kimilerine göre ise, en fazla sahip çıkanların, bu anlamda "dost"larının, ABD ve stratejik ortaklığındakiler olduğu, ya da kimilerine göre, kafesteki yönetimlerin, hem de kafese girmek istemeyenlerin en azılı düşmanı olmayı politika sayanların ve buna  şiddetle karşı çıkanları," ABD'den dostluk beklemenin kurtuluş getirmeyeceğini " söyleyenleri, suçlu ve hatta ırkçı, ya da, en hafifi ile Kürt düşmanı ilan edenlerin "Kürt meselesi" var.
"Kürt sorunu “mu? Kürtlerin sorunu mu?
ABD emperyalizminin "çözüm”ünün, başka bir ifadeyle ABD'nin ve AB emperyalizminin, Kürt "sorunu”nun, Kürtlerin kurtuluşunun "çözüm"ü olarak, yani kaderlerini özgürce tayin etmelerinin yegane yolu ve olanağı olarak dayatılan ve hiçbir zaman çözülmesi istenmeyen "sorun"dur.
"Sorun"un çözümü mü? "ABD'nin "çözüm"ü mü?
Bunun için Kürtlerin, daha doğrusu Kürt halkının düşüncesi sorulmamaktadır; sadece düşünmeleri ve istemeleri gerekenler dayatılmakta ve buna, "ulusların kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı" denilerek ortalıkta dolaşılmaktadır; oysa Kürt emekçilerinin refahı, hiçbir zaman "çözüm"lerinin içinde yoktur; Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakı, Kürtlere dayatılan bu "çözüm"ün en belirgin renklerindendir.
Bu "çözüm"ün, "demokratik" olduğunda karar kılmayı, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını desteklemek saymayı ve bunu propaganda etmeyi devrimcilik sanan ahmak "sol" ise, sahtekarları hiç saymıyorum, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin, hem de ABD emperyalizminin himayesindeki, Türkiye’nin egemenlerinin desteğindeki ittifakını engellemekten kaçınmak yanında, görmezden gelmeyi de devrimcilik saymakta ve “Türk ilericiliği ile Kürt ilericiliğinin birlikteliğini korumak” hiç mi hiç umurlarında olmamaktadır.
Öyleyse bu "çözüm"de, Kürtlere özgürlük yoktur!
Peki, öyleyse ne var?
Türkiye’nin bölünmesi-bölüşülmesi temel ilkedir ve bunun içinde Kürtlere özgürlük de demokrasi de, kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı, yani bir yurt da yoktur; aksine Türkiye'nin bütün emekçi halklarına en şiddetlisinden bir diktatörlük ve yanında bir de kırbaçlı kölelik var ve emekçi Kürtler, bundan vareste değildir.
Peki, bölünenleri bölüşenler kimlerdir?
Bunun cevabı kolaydır!
Ortada, ısrarla dayatılan ve her geri adımda, ya da ileriye atılamadığı anlaşılan adımda, ABD ile İsrail'in çatışma yaşadığı görünen BOP projesinin merkezinde bir Kürt devleti varsa ve dün sorunun çözümünün konusu olan "demokratik cumhuriyet", bugün demokratik olmayan bir devletten beklenen "demokratik özerklik" oldu ise; bu anlamda BOP, aslında BİP, yani Büyük İsrail Projesi ise; yani İsrail’e yedek lastik, ilkel, itaatkar ve çok ekonomik bir Kürt Devleti düşerken, Kürtlere bir bayrak gölgesi düşüyorsa; dolayısıyla ortadan hıyar gibi olmasa da, bölünen bir Türkiye varsa, bölünenleri bölüşenler bellidir ve işte cevap verilmiştir.
ARTIK BURADAYIZ VE SORUDUR Kİ, BİZ SAHİP ÇIKINCA "VATAN" DEDİĞİMİZ İÇİN GERİCİ -MİLLİYETÇİ OLURKEN, BÖLÜNENLERİ BÖLÜŞENLER BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKTIĞINDA, "VATAN" NEREYE DÜŞMEKTEDİR?
VE GERİCİLİK-MİLLİYETÇİLİK, SADECE BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKINCA MI ORTAYA ÇIKMAKTADIR?
BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKMAK DEMEK, EMEKÇİ HALKIN DEĞERLERİNE VE GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMAK DEMEKTİR. AMA BU DEĞERLERİN, BU GELECEĞİN PEŞKEŞ ÇEKİLDİĞİ EMPERYALİZME VE İŞBİRLİKÇİLERİNE DE KARŞI ÇIKMAK DEMEKTİR.

Peki, bölünenleri bölüşenler yoktur diyelim, öyle ise, bölünenler ve bölünenlerin üzerinde kalanlar nereye düşecektir; yani, daha büyük bir birleşimin içinde ve bölüşülmeden mi kalacaktır?
Diğer yandan bölünenler, "alt tarafı bir toprak parçası" misli midir?
Ve peki, "alt tarafında" ne vardır?
Yoksa bölünenler, Tıpkı daha önce Ermenilere "tehcir", Kürt ağa ve beylerine Ermeni mülkleri ve yanında, hem güzel ve hem de tahsilli ermeni kızları düştüğü gibi, şimdi Kürtlere, gökkuşağı misli dalgalanan bir bayrak gölgesi, İsrail'e "alt taraftaki ilkel birikim olan zenginlikler ve bunlara mukayyet olan bir devlet mi düşecektir?
Peki, öyleyse, yani burada bir "vatan "aşkı ve bu anlamda bir gericilik-milliyetçilik yok ise, bu, primitif akümülasyona konu olan bölünenler ,"alt tarafındaki"lerle bizde kalsa ve Kürtlere de gökkuşağı gibi dalgalanan bir bayrak ile birlikte, bölünenlerin "alt tarafındaki"lerden bir refah ve bu refahla uyumlu bir özgürlük düşse, daha akıllıca ve çok daha adil olmaz mı?
Peki, hâlâ ne mi öneriyorum?
Yuh demiyorum! ama çok basit diyorum!
Söz konusu olan bir "Kürt sorunu ve çözümü ise ve bu anlamda bir kurtuluştan söz ediyorsak ve bu da Ortadoğu'yu büyütmek ile mümkün ise veya bu çözüm, Ortadoğu'da (daha da geniş olabilir) bir  büyümeyi de beraberinde getirecekse (BOP'un bunu vermediği açıktır), bunun karşılığı, küçülmeyi içermeyen bir büyüyen coğrafyadır.
Öyleyse, bu büyüyen coğrafya, sorunun ve çözümün konusu olan tüm coğrafyalar ile birlikte büyüyen bir coğrafya olacaktır; sorunun ve çözümün konusu olan coğrafyalarda sorun olarak duran parçalar ise, hem bir araya gelecek ve hem sorunlarını çözecek ve hem de bir bütün olarak bu büyüyen coğrafyada kalacaktır; ama hem özgür, hem de alt tarafındakilerden eşit olarak refah sağlayacaktır.
Böylece de bir taraftan uzun zaman yumak halde yaşadıkları sorunlarının etkilerinden kurtulacaklar, hem kültürel, hem ekonomik, hem de teknolojik olarak ve de eşitlik, özgürlük ve kardeşlik içinde ilerleyeceklerdir.
Bundan daha akılcı, daha adil, çözümünün maddi koşullarını da içeren ve daha özgürce çözülen bir "sorun" olabilir mi? Bundan daha kalıcı ve daha özgür ve bilimsel olarak, özgürce tayin edilen bir kurtuluş olabilir mi? Bundan daha bütünlüklü, hem sorunu çözen ve hem de bütün halkların eşitliğini de, kardeşliğini de, özgürlüğünü de sağlayan ve kalıcı kılan bir kurtuluş olabilir mi?
YOKSA SÖZ KONUSU OLAN SORUNU ÇÖZMEK DEĞİL DE, BU ANLAMDA HEP BERABER ÜZÜM YEMEK DEĞİL DE, BAĞCIYI DÖVEREK, BAĞI BAŞKA ELLERE Mİ TESLİM ETMEKTİR?
Değilse, neden ABD nin "çözüm”ünden ve "dost" luğundan medet beklenmektedir?
Dahası, neden BOP un, bir coğrafyayı büyütürken, başka ve birden fazla coğrafyaları küçülttüğü gerçeği görmezden gelinmektedir?
İsrail'in yaşadığı aynı coğrafyada, Kürtlerin parçalı bir şekilde yaşadıkları bağımsız devletler, bağımsızlıkları ve toprak bütünlükleri ortadan kaldırılarak küçültülürken, Kürtlerin yaşadığı parçalar bütünleştirilerek  İsrail'e yedek lastik misli, ilkel, itaatkâr ve çok ekonomik bir Kürt Devleti, üstelik Kürtlerin hükümran olmadığı ve sadece bayraklarının gölgesinde, deyim yerinde ise, kültürleri ile karınlarını doyuracakları bir devlet hazırlamak, Ortadoğu'nun büyümesinin ifadesi olabilir mi? Daha önemlisi, sorun çözülmüş sayılabilir mi?
Ve gerçekleri görmekten ısrarla kaçınılmasının nedeni, bu soruların cevabındadır; bu soruların cevabında ise, gerçeklere uzak duranların, sorunu çözmek istemedikleri; yani üzüm yemekle ve yedirmekle ilgilenmedikleri ama üzümlerin sahiplerini dövmek istedikleri ve üzümlerinin eşit olarak, en azından adil olarak bölüşülmesi yerine, başka ellere geçmesini istedikleri gerçeği yatmaktadır.
İşte BOP-BİP, bu isteğin ifadesidir; yani, benzetme üzerinden gidersek, üzüm bağlarının sınırlarını oluşturan çitleri ortadan kaldırıp, üzüm bağlarına sahip çıkmanın ve bu bağlarda Kürtleri de, diğer sahiplerini de köle olarak ama yeni bir bayrağın gölgesinde, çalıştırmanın ifadesidir.
Yani bağımsız devletlerin halkları ile birlikte sahip oldukları "alt tarafı" zenginlik olan coğrafyaların sınırlarını ortadan kaldırarak, burada yaşayan Kürtlerin yüz yıllardır yaşadıkları "sorun"u çözmedikleri gibi, son tahlilde, Kürtlere de ait olan bu coğrafyaların "alt taraf"ındaki zenginliklere, en az maliyetle el konulmasının ifadesidir.
Bitirirken ve sonuç olarak, başbakan yardımcısı Bülent Arınç'ın ısrarla ve bütün medyanın manşetten verdiği sözlerini hatırlatarak, bu sözlerin taşıdığı kıymet -i harbiyeyi vurgulamak istiyorum; Arınç, “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak talepler değil” diyor; öyleyse ortada eften püften taleplerin var olduğu akla geliyor ve bu talepler Öcalan’ın mıdır, yoksa PKK’nın mıdır merak konusu oluyor. Kim bilir belki de, ne koparırsak kardır şeklinde trade-unionist bir yaklaşımla öne sürülen talepler vardır; hiçbir açıklık göremediğimiz için biz bunu bilmiyoruz.
Öte yandan ortada "barışçıl" bir müzakere olduğu söylenirken, Fransa'da, şimdilik faili meçhul görünen ve hükümet çevrelerinden hep bir ağızdan "örgüt içi hesaplaşma"dır, yollu beyanatlar gelen ve henüz akla, mantığa, gelişmelere uyan derli toplu bir açıklaması bulunmayan üç PKK üyesinin profesyonel bir şekilde öldürülmesi müzakerelerin "barışçıl" geçmeyeceğini, ya da tam teslimiyete sürükleyeceğini gösteriyor.
Ayrıca, hükümetin elindeki, daha önce de dolaştırdığı ama hiç açmadığı ve yine dolaştırmaya başlanan ama gene açılmayan "Kürt açılımı" karşısında ve daha açılmadan en çok telaşlananların ve koşuşturanların, bu açılıma dahil olmaya ve bu açılıma, hem de açılmadan ön kabul yaratmaya ve bu çerçevede hükümete kredi vermeye çalışanların, TÜSİAD, cemaat, holding medyası, BDP, CHP ve AKP yanında, foyaları, yani sahte "sol" gömlekli oldukları çoktan meydana çıkmış olan "akil" etiketli aktörler ve elbette "taşı koysalar önünde eğilmeyi" devrimcilik sayan acz içindeki yaratıklar olduğu görülmektedir.
Bunu görüp, aslında şaşırmamız ve buradaki eksikliğe ve bu eksikliğin kıymet-i harbiyesine akıl yormamız gerekirken, hiç açılmayan ve belki de hiç açılmayacak olan bir "açılım" a, hem devrimci bir renk vermekten ve hem de, bu "açılım”ı, Kürt halkının, kendi kaderini tayin etme hakkını özgürce kullanması ve karar vermesi için, bir reçete olarak görmekten ve göstermekten çekinmiyoruz ve hatta bunu kutsal bir görev olarak kabul ettirmeye çalışıyoruz.
Burada, Suriye’de Esad’ın son derece keskin PYD hamlesiyle, hem de silahları ile birlikte bulundukları kentlerde örgütlenmelerine izin vermesiyle, "Kürt sorunu”nun ABD-İsrail’in kontrolünden çıkma eğilimine girdiğini; doğrudan İsrail’in denetimindeki bir Barzanistan’a alternatif, karşı kutbun inisiyatifiyle örtülen başka bir Kürt programının belirmiş olduğunu, dolayısıyla, PKK-PYD oluşumunun, mümkünse Barzani’yle de bağlanarak emperyal programa bütünüyle çekilmesi yönünde bir sorunun ortaya çıktığını; Bu uğurda ABD'nin, Suriye muhalefetini yeniden biçimlendirirken, AKP'nin de İmralı’ya koştuğunu; bunun öncesinde ise, son derece tuhaf taleplerle başlatılan açlık grevlerinin aynı ölçüde tuhaf ve belirsiz bitişiyle, Öcalan’ın örgüt üzerinde söz sahibi olduğunun gösterildiğini hatırlamak yerinde olacaktır.
Diğer taraftan, Başbakanın danışmanının, Kandil yöneticisinin "Öcalan'a racon kestiğini" ifade etmesi,  ardından bu yönde tartışmalar yürütülmesi ve Arınç'ın beyanatı ve sonrasında Öcalan'a televizyon verildiğini bizzat RTE’nin açıklaması ve hemen ardından Fransa'da üç önemli PKK üyesinin öldürülmesi, yukarıdaki olgularla birlikte değerlendirilirse, ABD-İsrail'in de, AKP’nin de, “Kürt sorunu" ve "çözümü" konusunda bir sıkışıklık yaşadığını, emperyalist cephenin acelesi olduğunu göstermektedir.
Hal böyle iken, bu sıkışıklık ve bu elzemlilik karşısında, Kürt sorununa devrimci bir yaklaşım gösterdiklerini göstermeye, daha doğrusu dayatmaya çalışan kesimlerin de aynı sıkışıklık ve elzemlilik ile düçar olduklarını görmek, oldukça dikkat çekicidir ve bu, kimsenin gözünden kaçmamaktadır.
Bu kaçmıyorsa, çözümün İmralı’daki ucuz emperyal pazarlıklarda değil, Suriye’yle başlayıp bölge halklarını kapsayacak, samimi bir kardeşleşme programında olduğu ve bunun maddi zemininin fazlasıyla bulunduğu da gözden kaçmayacaktır.

Fikret Uzun
21-Ocak-2013