19 Haziran 2013 Çarşamba

DEVLET BİR TARİHSEL KATEGORİDİR VE DEVLETÇİLİK DİYE BİR SİYASİ AKIM YOKTUR




DEVLET BİR TARİHSEL KATEGORİDİR VE DEVLETÇİLİK DİYE BİR SİYASİ AKIM YOKTUR
Borga rumuzlu beyefendi,
 

Hangi Cuntanın, hangi rejimin desteklenmesinden söz ettiğimi soruyorsun ve gene geçmişe yelken açıyorsun, belli ki geçmişten kurtulmadığın bir yana, geçmişle bugünü kurtarıp, gelecekten vazgeçmiş olmanızın üzerini örtmeye çalışıyorsun!

Hangi rejimin desteklenmesinden söz ettiğim aklında kalmadı mı, yoksa ahmaklığa mı yatıyorsun bilmiyorum ama biraz bilgi ile tekrar etmemde bir sakınca yok; Birinci Savaş’a girerken, tarihte, Rus-Türk ve Rus-İran savaşlarında Kürtleri araştırmışlar; hepsinde Kürtler, Rusya’dan yana taraf olmuşlar. Bunu bir yere not etmelisin!

Yatıp kalkıp, tek derdimiz bu imiş gibi,“Marksın Osmanlıyı desteklemesi hatadır.” diyorsun, olabilir, hatadır, değildir, ama nedeni bellidir; Marx’ın Rusya’ya karşı olan her devleti olumlaması ise Borgaca bir üfürmedir, Slavlardan tiksindiğini söylemen ise üfürüklerine her halde renk katma isteğindir! Bunlar değilse asıl konudan uzaklaşman en yakın ihtimaldir!

Peki nedir seni bu kadar rahatsız eden, bu kafana taktıkların bugünün sorunları mı? Yoksa tarihin akışını ve olumsuz yönde mi değiştirmiştir? Kaldı ki destekledi de ne yaptı Marx, bir tabur askeri vardı da onları Osmanlı padişahının emrine mi verdi? Tarihte onca filozof, bilim adamı, teorisyen, politikacı vesaire, bunların çoğunun son tahlilde söyledikleri kendi zamanlarını bağlarken, yine çoğunun söyledikleri ise şimdi tümden yanlış görünmektedir; ancak bunların hiç birisi, bu gün yanlış görünse dahi, o dedikleri ile dünyanın tarumar olmasına, karanlıkta kalmasına neden olmamıştır; aksine gelişmesinde zamanlarına göre ilerleme sağlamışlardır! Sana kaldı isek, Kürtlerin ezilmişliğinin sebebi de budur, Marxın Osmanlıyı desteklemesi!

Peki, olabilir, bu sende derin iç yaraları oluşturmuştur, Rusya’ya karşı Osmanlıyı desteklemesini sindiremiyorsundur; iyi de Kürtler de gerici Rus çarını desteklemişler; yoksa çar, bir aydınlanmacı despot olan Deli Petro olduğu için mi desteklediler? 

Üstelik hem böyle diyorsun, hem de “Marx Borga’nın değer verdiği önder” öyle mi? Şeytan değil öyle mi? Bu Marx’a dair lakırdıların, şeytan görmüş birinin hezeyanını yansıtmıyorsa başka nedir? Bir de anlamaya çalıştığını söylüyorsun ki böyle sittin sene geçse anlamayacağın belli! Mişmiş de mişmiş! Hep hüsnü kuruntu! Yani hâlâ dökülüyorsun!

Evet, yukarda aktardım, Kürtler de hep Rusya’dan yana taraf olmuşlar; yani Rus çarından yana! Ve onların emrinde savaşmışlar! Kürt’tür ne yapsa yeridir mi diyeceksin!

Dediğim gibi “eşek meselesi”; bilgisiz bıraktıklarınızın zihnini bulandırmak için Borga’nın bilmeceleri!

Hollanda diyen sensin, demedim diyen gene sensin, kim yalan söylüyor biraz düşün; bu kadar da işkembeden atma! Dediklerini unutup, başka üfürüklerle üstünü örtmeye çalışma! Mademki işkencecine direndin, o 33 sene önce işkencecisine direnen kimse, o ol!

Senin aklın mı karışmış, sınıfsal bakışın mı körelmiş, yoksa ikisi de 33 sene öncede mi kalmış ben bilemem ama anlattıklarından, birbiri ile çelişen lakırdılarından kininin ve öfkenin adresinin değişik olduğunu görmek zor değil; üretici güçleri mi değiştirmişlermiş, bir tane sektör göstersem dişini kıracakmışsın vesaire! Yahu senin kafan nasıl çalışıyor? Ortaçağ bin yıl sürdü, insanlık bin yıl bitkisel hayat yaşadı ama bu bin yılda bile bir birikim, bir ilerleme olduğunu, o ortaçağın insanı misli oldun da o nedenle mi göremiyorsun?

Aydınlanma, sanayi devrimi, ütopyacı sosyalistler, Burjuva devrimleri vb. bunlar hep bu birikimin, sonucudur; bu birikim ise ilerlemenin bastırılmış, katılaştırılmış halidir! Bu birikimin patlaması ise ilerlemenin şaha kalkmış halidir! Dünyanın döndüğü söylenemeyen zamanlardan, dünyayı avucunun içine alan zamanlara bir günde mi gelindiğini sanıyorsun! Bin yıl uyuyan insanlar, bin yıl yerinde sayan tarih, bir gün aklına gelip, fışkırma mı yaptı? Bu, tarihsel gelişmenin, ilerlemenin, birikimin patlamasıdır. Bitkisel hayattaki insan, insan olmak için, zembereğinden boşalmışçasına fışkırmıştır; hâlâ bu fışkırmanın hızına denk bir fışkırma olmamıştır!

Eşek meselesi bir yana seninki ilerlemeye, gelişmeye, bilime düşman olmanın yansıması; İlericiliğe hınç, gericiliğe methiye! Bu nasıl bir kin, nasıl bir akıl? 33 yıl önce işkencecine rest çektiğinde de böyle mi idin? Eğer öyle idiyse, boşuna rest çekmişsin; aynı yerde duruyorsunuz!

Bak kardeşim, seni anlamaya çalışıyorum, onca zamandır empati kurarak, çözümlemeye çalışıyorum ama bir milim ilerlemiyorsun, hep aynı nakaratlarla fırdöndü gibi kendi hezeyanlarının etrafında dönüyorsun; Marx senin için gerçekten değer ise ki fetişleştir diyen yok ve gerçekten şeytan gibi görmüyorsan ve dahi gerçekten anlamaya çalışıyorsan, öyle hareket et ve bunu göster; kimse seni, Marx’a değer vermezsen, hatta şeytan gibi gördüğün için mahkûm etmez; ama yeter ki dobra dobra ol, şeytan ise şeytan, bilge ise bilge ve sakın peygamber belleme! Hepsi bu. Yani Marx’a değer veriyormuşsun görüntüsü ile yalan yanlış cümleler kurup, Marx ve Marxistler üzerine demagoji yapma! Kimse kimseyi zorla Marxist yapmaya çalışmıyor veya Marxist değil diye kimse mahkûm edilmez! Ama sen, Marks’ı yerden yere vurmadığın zaman, Marxistlere sataşıyorsun, evire çevire şeytana döndürüyorsun! Sonra da Marx’ın değer verdiğin biri olduğunu söylüyorsun! Bir karar vermelisin, kimse senden Marxist olmanı beklemiyor! Ama kavramları ters yüz etmene de kimsenin izin vermesini bekleme!

Ve çok net görülüyor ki birbirinize karşılıklı ve mürit misli beğendi yapan yoldaşlarınla birlikte henüz din sarmalından da kurtulmamışsınız;yanlış isem,ikiyüzlülüğünüz burada da mevcut demektir!  Marks’ı anlamaya çalışsanız, şeytan görmeseniz, bu konuda da net olursunuz ya da en azından ikiyüzlü olmazsınız! Örnek olsun, milliyetçilikle, ulusçuluk ile dinsel gericiliğin birlikte geliştiğini görebilirsiniz!  Böylece de, Kürtlere karşı her eleştirel yaklaşımı Türkçülük olarak görürken, ulusçuluk olarak görürken, kendinizin ulusçuluk yaptığınızı, ilkel milliyetçiliğin kulvarında dolaştığınızı ve kaçınılmazlıkla yeni mürteci olduğunuzu görmeniz kolaylaşır!

Öyleyse dine bu temelde de bakman gerekmez mi? Başka ifadeyle tarihin bu aşamasında dine sarılmak mı, dinin devlet dini olmasına karşı çıkmak mı temel renk olmalıdır sorusunu sorman gerekmez mi? Ve işte laikliğe böyle bakman gerekir; Yani Marx’ın Yahudi dini için söylediği gibi, yurttaş olmasına ve evrensel olarak insani ilişkiler içinde yaşamasına karşın, Yahudi, Yahudidir! Müslüman da Müslümandır! Yani işin özü, Yahudi ya da, Müslüman, ya da Hıristiyan, birkaç ya da, birçok kişi, ya da hatta büyük çoğunluk, dinsel yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerektiğini düşünüyorsa, bu yerine getirme, salt özel bir iş olarak kendilerine bırakılmalıdır! İşte laiklik budur! Dinin devletten, ya da devletin dinden kurtulmasıdır! Bu ise dinsizlik ya da dinsel yükümlülüklerini yerine getirmek isteyenlere yasak koymak, cezalandırmak değildir! Laikliğe karşı çıkmak ise, din’i devlet yapmak istemektir! Devlet dini, ya da din devleti, kendinden başka bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırırken, laik devlet bu ayrıcalıkları tanır! Örnek olsun, Alevi’ye alevi olma ayrıcalığını tanır, vesaire! Devlet dininin Alevilerin ayrıcalıklarını tanımaması ise toplumu Sünnice sınırlaması demektir!

Demek ki kendiliğinden ortaya çıkıyor ki bu anlamda toplumun ve elbette bireylerin özgürleşmesi, devlet dininden özgürleşmesidir! Bu ise dinsel yükümlülüklerin yerine getirilmesinin salt bir özel iş olması demektir! Devlet dini ise her zaman başkalarını özgürleştirmek için, önce kendisini özgürleştirmesi gerektiğini savunur! Bu ise kaçınılmazlıkla başkalarının özgürleşmesinin ortadan kaldırılması sonucunu doğurur!

Din devleti ise hatta dini bir araç olarak politikasına içermiş olan bir devlet de, örnek olsun, Alevi’ye devlet dini tutumuyla davranır, ayrıcalığını tanımaz!

Tanımadığı ortadadır!

Sen şimdi, biz de bunu diyoruz zaten diyeceksin ama hiç de bunu demiyorsunuz; siz devleti dinden kurtarmayı, dini başka bir devlet ama devlet içinde devlet yapmak olarak görüyorsunuz! İstiyorsunuz demek istiyorum! Ve ezbere konuştuğunuz buradan da belli oluyor,”devlet”e karşı durmanız en tam ifadesiyle ne anlama geliyor? Bunu ne biliyorsunuz, ne de açıklıyabiliyorsunuz; sadece dünyanın bütün melanetlerinin “devlet” ama daha çok “ulus-devlet” olduğunu tekrarlayıp duruyorsunuz ki tarihselliğinden, toplumsallığından bihabersiniz!

Ama “devlet” sadece “burjuva-devlet”,”ulus-devlet” değil ki;”feodal Devlet”e ne olacak;”köleci devlet”e ne diyeceksin ve elbette “aşiret devleti” de, buna dayanan ”komün devleti de bir olgudur ve sizin ilkel “komün”ünüzün kaynağında bu var! Hatta “devlet”, Antik Çağ’a kadar uzanıyor!

Diyeceksin ki “onlar geçmişte kaldı ve asıl anamızı ağlatan “ulus-devlet”tir; peki, o halde geçmişte kalan Hollanda Kraliyeti veya İngiliz Kraliyeti ile derdin nedir? Geçmişte kalan ilkel aşiret komününe neden sarılıyorsunuz?

Öyleyse, “ulus-devlet” olgusu etrafında kopardığınız soyut yaygara, kafa karışıklığınızın yansıması değilse emperyalizmin post-modern yenidünya düzeninin rehberi olan globalizmin karasularında felsefe yapıyorsunuz demektir!

Siz ezbere konuşun ve kimsenin ezberi de bozulmasın; nasılsa bilgisiz bıraktığınız bir çevreniz var, örnek olsun, senin için de, “ inanıyorum, 33 yıl önce müthiş direndi, öyleyse doğru söylüyordur” diyorlardır ve öyleyse atış serbest!

Ayrıca devlet dini ya da din devleti, Dinsizlik değil ya da dinden uzaklaşmak anlamında değil ama dini bozar; bozuyor da; bozarak toplumu devlet dini anlamında “din” e çekmektedir ve bu, kaçınılmaz bir sonuçtur! Bu bozumun merkezinde tarikat düzeni var ve devletin bu dinamikleri desteklemesi, büyütmesi, güçlendirmesi ve devletin en önemli zor araçlarından biri yapması, din devletinin temel politikasıdır! Çünkü din en ucuz disiplindir!

Diğer yandan örnek olsun, İslam, İslamiyet’in son din ve Muhammed’in son peygamber olduğuna inanmaktadır ve Yazılı olan metinlerinde bu, net olarak vardır; öyleyse İslam, medeniyetlerin kaynaşması adı altındaki, dinleri kaynaştırma ameliyesine razı gelmez! Razı geliyorsa, dinin bozulduğunu düşünebiliriz; bozulma varsa müdahale vardır ve bu müdahale ancak, dinin salt insanın özel bir işi olarak özgür bırakılması ile engellenebilir!

Öte yandan Yahudi dini ile Hıristiyan dini arasında belki uzlaşmazlıkların en sert biçimi vardır! Belki de tarih Yahudiler ile Hıristiyanların bu karşıtlığının tarihidir! Bu ise özü gereği bir dinsel karşıtlıktır; öyleyse bu uzlaşmaz dinsel karşıtlık nasıl çözülecektir, kaynaşarak mı? Mümkün olmadığını biliyoruz! Bu, bu karşıtlık çözülmez demek değildir, ancak bunun için, önce dinin devletten kurtulması ve dinin etkisinin ortadan kalkması gerekir ki kaldırılmasından söz etmiyorum, yani kaldırmak için müdahaleden söz etmiyorum! Yani dinin etkisinin kendi yazgısı içinde ortadan kalkmasından söz ediyorum! Bu ise dinin devlet dini olarak sürdürülmesi ile mümkün değildir! Demek ki din salt özel bir iş olarak toplumun kendisine bırakılmalıdır, bu anlamda toplum devlet dininden özgürleştirilmiş olmalıdır!

Din devleti ise, müdahalenin ta kendisidir! Demek ki dinin de tıpkı diğer uzlaşmaz karşıtlıklar gibi, tarihsel olarak, toplumsal ve bilimsel gelişme olarak tarihin ilerlemesi içinde bir yerde etkisi ortadan kalkacaktır ki bunun, verili zamanımız açısından baktığımızda, din düşmanlığının konusu olmadığının görülmesi gerekir!

Burada Engels’in,“özgür toplumda tapınış olamaz!” diyerek, “…öyleyse kiliseye değin tüm gözbağlık aygıtını ve bunun sonucu belli başlı bütün din öğelerinin ortadan kaldırılması gerektiğini” vaaz eden Dühring’i eleştirirken yazdıklarını hatırlamanız yeter! (*)

Bu anlatım ezbere değil de derinlemesine irdelenip anlamaya çalışılırsa, “devlet” olgusuna, Engels’in deyişiyle, doğal ölümünü beklemeden,“hemen şimdi” yaklaşımı ile cepheden savaş açanların, sıra “din”e gelince çok hassas olmalarının, o kadar öyle ki nerdeyse tam bir dindar olmalarının şaşırtıcı derecede çelişkili olduklarını anlayabilirler;

Diğer yandan, Yahudi ve Hıristiyan veya İslam, birbirlerinin dinlerini, insan tininin gelişiminin farklı aşamaları, tarih tarafından çıkarılıp atılan yılan derileri, insanları da bunları değiştiren yılanlar olarak görür görmez, artık tinsel değil, aksine eleştirel, bilimsel ve insani ilişkiler içine girerler.

Bütün bunlar, sizin “kaos” aşkınızı, “ devletsizlik” yani “yönetimsizlik” aşkınızı, “ilericilik” düşmanlığınızı veya “gericilik” önünde kalkan olmanızı “Laiklik”e düşmanlığınızı, “din özgürlüğü” edebiyatınızı,”şeriat” ile uyuşmanızı hepsini ama hepsini yerli yerine oturtmuyor mu? Bu gün post-modernist ideoloji tam da bunları emretmektedir! Post-modernizm ise emperyalist kapitalizmin yenidünya düzeninin ideolojisidir ve şimdi globalizm olarak dünyayı ideolojik ablukaya almanın adıdır!

Peki, devleti Parça pinçik edeceksiniz de elinizi tutan mı var? Yoksa Taksim’de ve Türkiye’nin dört bir yanında siz devleti parça pinçik etmeyesiniz diye mi insanlar TOMA’ ların önüne yatıyor; onlar “devletçi” siz “devrimci” öyle mi? Herhalde bunun için Diyarbakır’daki bütün TOMA ‘lar İstanbul’a çekildi, sizin parça pinçik etmenizden korkmuşlardır, korkularını, “devletçi”lerin üzerine biber gazına bulanmış su sıkarak gideriyorlardır! Kim bilir belki de “devlet”le filan ilgileri yoktur, uzayın “devlet” ten kurtarılmış bir diyarından geliyorlardır!

Bence siz yemin ederken ayağınızı kaldırıyorsunuz ve bu yemin sayılmaz, bunu biliyorsunuz!

Desteklediğiniz devleti nasıl parça pinçik edeceksiniz bu da ilginç! Parça pinçik ettikten sonra ne yapacağınız ise tam bir muamma!

Bak ne güzel diyorsun, “…cuntanın tekerine en büyük taşı bu hareket koydu. Sol tasfiye ile devrimciliği bu toprağa gömmeye yemin etmiş devlet, PKK nin çıkışıyla hesap şaşırdı.” İşte bunun için “geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler!” diyoruz ve bunu boşuna demiyoruz!

Ancak burada bile “devlet”i soyutlaştırmışsın! Tıpkı trafik canavarı der gibi diyorsun! Devlet T.C.dir,12 Eylül rejimidir ve şimdi gene 12 Eylül rejimi olmakla birlikte şeriat hükümleri ile kurulma sancıları çeken bir faşist diktatörlüktür; bu anlamda 12 Eylül rejimi ile onun yönetimi ile devleti ile uzlaşıp, T.C. ile kavga etmeniz, bu anlamda soyut bir “devlet” olgusu ile kavga etmeniz, geldiğiniz yerin çok çok uzaklarda kaldığını ve hatta hatırlamak bile istemediğinizi gösteriyor! Hatırlayıp önümüze koymanız ise 12 Eylül rejimini, (dikkatini çekerim cunta demiyorum, bütün hızıyla devam eden 12 Eylül rejimi diyorum) şeriata dayalı faşist diktatörlük olgusunu desteklemenizin üzerini örtmek içindir; kahramanlık anılarınıza sarılmanız, bu uzlaşmayı kazasız belasız sürdürmek için ödediğiniz zekât gibidir!

Borga bey Borga Bey, devrimcilerin çekilen acılara ağlamayı, çekilen acılarla övünmeyi bırakıp, düşmanı olan sınıfa acı çektirme zamanı olduğunu bilince çıkartmasının gerekliğine çok önce dikkat çektim; bu, soyut bir “ulus-devlet” olgusu ile kavga ederek olmaz; onunla egemen sınıflar da kavga halindedir, Amerikan emperyalizminin kozmopolitizmi tam da budur; post-modernizm  bunun adıdır; globalizm de cilalanmışıdır. Hepiniz aynı kulvardasınız! Sizinki köylü kurnazlığından başka bir şey değil, sömürü düzeni ile ve sömürücü sınıflarla kavgadan kaçmanın azapçası olsa gerek! Bunların üzerini örtmek için 33 yıl önce nemenem devrimci olduğunu anlatman yetmez! Dahası çelişki de yaratıyorsun, hangisi doğru karar vermelisin, siz işkencede ya da zindanda direndiğiniz için mi, işkencecinizle uzlaşmadığınız için mi öldürülmediniz, yoksa sizi efsane olmayasınız ve bugün devletle uzlaşasınız diye mi öldürmediler?  Bunun için bana öfkelenme, bunları sen anlatıyorsun!

Evet tarih ilerler ve sen ilerleyemezsen tarihin de gerisinde kalırsın, pratiğin de gerisinde kalırsın; böyle olunca da geçmişte yaşamaktan kurtulamazsın; Hollanda ya da İngiltere’nin kraliyet ailesinin başka bir kan emicinin kanını emmesi ile ya da Marx’ın Osmanlıyı, Ruslara karşı desteklemesi ile aklını bozman, 33 yıl önceki işkencecinle aranızda geçenlere sarılman, Kürtlerin yüksek olduğu zaman ile övünmen ya da Kürtlerin çektiği acılara ağlamak üzerinden politika yapman bunun sonucu olsa gerek! Geçmişi unutmamalısın elbette ama geçmişin acılarına ağlayarak veya bu acılara karşı geçmişte kalmış direnişinizle övünerek ne bu günü kurtarabilirsiniz ne de geleceği kurtarabilirsiniz!

Diğer yandan, Kürtlere TDH’ne uygulanan şiddetten kat be kat büyük bir şiddet uygulandığının, hatta sınıf kini yanında görülmedik düzeyde ırkçı kin uyguladıklarının her zaman altını çizdim; ancak yalnızca kendinizin acıklı anıları olduğunu sanmamalısın!

Düşünmen gereken, Kürtlerin talihinin ve tarihinin gerici eksenlerde onun bunun tetikçisi ya da destekçisi olarak değişebilir mi? Sorusudur! Diğer yandan Hamidiye alayları da Kürtlerin alayı değil mi idi? Ayrıca Jön-Türklerin doğudaki birçok derneklerinin Kürtlerden müteşekkil olduğunu sen bilmiyor olabilirsin ama tarih biliyor ve kaydettiği sayfalar açıktır! Ama siz bu soruları soramazsınız!

Asıl olan bunlardır!

İşte şimdi de Cumhuriyet tarihinin en büyük krizinin yaşandığı bir zamanda, şeriata dayalı bir devlet kurulurken, halkın bütün serveti peşkeş edilirken, Kürtler şeriat yanlıları ile birleşmektedir. Sorunlu Cumhuriyet’i diktatörlüğe çevirmek isteyenlerin amansız destekçisidirler.
Şeriata dayalı gerici-dinci faşist bir diktatörlük olarak konuşlanması hızla devam eden ve son güncelliği içinde kanlı yüzünü göstererek halka kan kusturmaya başlayan,12 Eylül rejiminin yeni versiyonundan söz ediyorum; burada senin o dilinden düşürmediğin “T.C.” yok ve bütün çıplaklığı ile ve fiziksel hışmı ile görülen bir devlet var ama sen hâlâ kafanı kuma gömüp orada “T.C.” arıyorsun, ”T. C.” ile kavga ediyorsun ve dahi bu fiziksel hışmın merkezindeki canlı devlet olgusunu görmeyip, soyut bir “devlet” ile kavga ediyorsun!

Bütün bunlar 12 Eylülün şeriata dayalı faşist diktatörlüğünü desteklediğinizin somut belgeleridir!

12 Eylül sabahı imiş, o bahsettiğin sabahın üzerinde çok köprüler inşa edildi, altından çok sular aktı; o akan sularda 12 Eylül faşist diktatörlüğüne direnen - direnmeyen pek çok insan, sonrasında yerleştirilen 12 Eylül rejiminin devlet kapısına aktı.

Egemenlerin sınırsız korkusu 12 Eylül faşist darbesini yaratmıştı; 12 Eylül faşist darbesi ise korkuyu kitleselleştirdi; ancak korkusundan 1987 yılına kadar kurtulamadı; 1987 yılı Türkiye burjuvazisinin gelecekle ilgili korkularını geri plana attığı bir yıl oldu; En çok aydın hareketinden ve devrimci –demokrat örgütlenmelerden yani Kürtlerin örgütlenmesinden korkuyordu ve akan sular onlara korkularını yenmede yardım edenleri taşıdı. En büyük yardım, hem aydın hareketinin ve hem de öğrenci hareketinin bölünmesi yolunda oldu.

12 Eylül rejimi, bu günleri bile bir “demokrasi” festivali yaşanıyormuş gibi gösterebileceği reformlarına böyle başladı; reform, geçmişteki korkulardan kaynaklanan ve geleceği güvence altına almak için, düzenin budanması idi ve budadılar! Devrimci hareketin yükselişi durdu ve yeni seçim yasası ile ciddi “reformlara” start verildi. İzleri ve etkileri bugüne kadar devam eden, en çok demokrasiden söz edenlerin bile bir sopa misli sarıldıkları, oyların üçte biri çerçevesinde bir oyla hükümet olmanın ve birkaç puanlık oynama ile hükümetin değişmesinin imkânı yaratıldı.

Toplumsal, sanatsal ve yayınsal kurumlar devletleştirildi; hem de devlet kurumlarının özelleştirilme kampanyası ile birlikte. Örnek olsun, ilk kez Tiyatro Yazarları Derneğine Yıldız Sarayında bir köşk verildi; Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Dernekle yapılan bir mutabakat sonucunda Derneğin üyelerine çalışmalarına devlet katkısı ve Bakanlığın dinlenme tesislerinde, yeme - içme hepsi parasız, misafir olma olanağı verildi; havuç dağıtma operasyonunun ilki değildi ama önemli olanlarından biri idi. Tiyatro Yazarları Derneği artık TC’nin dışişleri bakanlığının bir dairesi olmuştu! Bu çerçevede gerçekleştirilen etkinliklerle uluslar arası yakınlaşmaya katkı sağlandı.

Aynı şekilde bir özel kuruluş görüntüsü veren TÜYAP, devlet dairesi haline getirildi; devletten aldığı ihalelerden elde etti gelirlerin bir kısmını Yazarlar Sendikasına verdi; böylece, sendikanın TÜYAP’ın taşeronluğunu üstlenmesi zor olmadı; TYS’nin panelleri için, Devlet Tiyatrolarının Taksim salonu tahsis edildi; arkasından veya aynı anda büyük tekellerin reklam ya da halkla ilişkiler firmalarıyla ilişkileri, modeli tamamladı, Osmanlıdaki ulufe kategorisi benzeri, arpalık ya da maaş sistemi tekelci ekonomik yapıyı, yani 12 Eylül rejimini, demokratik tonda sunmak üzere hazırlanan illüzyonun ilk adımları oldu!

Böylece tekelci devlet,12 Eylül rejimi, özel kurumların çoğunu devlet dairesine çevirirken, Türkiye aydınının önemli bir bölümünü asimile etmiş oluyordu! Resmi sanatçı üretildi ve best-seller kampanyası eşliğinde bir otorite haline getirildi; ardından bir otorite taşıyıcısı olan üniversite kariyeri, büyükelçilik, emekli “paşalık”, öne çıkarıldı; panellerde, televizyonlarda konuşturuldu; önemli sorunlar çıktığında fikirleri soruldu verdikleri cevaplarla halk yanıltıldı. Bugün ardıllarını izlediğimiz “kocaman “profesörlerin,”uzman”ların vb. Tv’lerdeki, panellerdeki lise düzeyinde lakırdıları ile halkın beyni ilk bu zamanda sulandırılmaya başlandı; hâlâ devam ettirildiğini görüyoruz; estetikle ilgili sorunların çözümü veya bilgisi konusunda TKP pişmanlarından Latife Tekin ile Altangil familyasından Ahmet Altan’a teslim edildi; akabinde Latife Tekin’e, tekellerin cömertliği içinde bir sanat akademisi hediye edildi; yetmedi, arkasından ihanete ve alçaklığa methiye düzen, tıpkı Orhan Pamuk misli Nobel ödülü ile otorite haline getirilmiş olan Çekoslovak döküntü Milan Kundera’yı ithal ettiler; sonrasında Post-modern ideolojinin sadık yayıcıları olan edebiyat ve düşün cephesindeki İdris Küçükömer muhibleri bu dönemde öne çıktılar; Belge’sinden, Orhan Pamuk’una kadar hepsinin yolları, büyük sermayenin büyük desteğinde, bu zamanda döşenmeye başlandı; alçalmanın romanı dönemine geçiş bu zamanda başladı; ahlak post-modern kalıba sığdırılmaya çalışılıyordu; sığdırılamadığını artık görüyoruz; gösterenler hiç umulmadık yerden fışkırdılar; yaşamak bir ahlaktı, şimdi direnmek bir ahlak olmuştur; anti parantez, şimdi pek bir Kürt sever olan ama Kürtlerin yanından bile geçmeyen Kürkçü’nün, Belge’nin yanından ayrılmadığını biliyoruz!

Böylece insanlığın enfeksiyonlara gark edilmesi döneminin kapıları açılmıştı ve şimdi iltihapların başkaldırı ile akıtılmaya ve başka türlü akıtılmayacağının görülmeye başladığını görüyoruz!

Ahlak, önceki ahlakı silmeden yaratılamıyor ve silememişler, şimdi bunu görüyoruz; artık, zorla yaratılan post-modern ahlakın silinmesi mevsimi gelmiştir, bunu da görüyoruz; bu anlamda Milan Kundera bir ahlak silicisi ve bir ahlaksızlık propagandisti oldu; bu, tekellere,12 Eylül rejimine ilaç gibi geldi; en büyük ahlak silicisi, korkudur,12 Eylül bunu gösterdi ve kendisi de gördü, korkuyu kitleselleştirerek yaydı! İnsanlık için en büyük korku, ebedi korku, ölüm korkusudur, dinler de, diktatörler de ölüm korkusunu yüksek tutuyor;12 Eylül faşist darbesi, reformlara adım atana kadar bu korkuyu kitleselleştirdi ve ahlaksızlığa ihtiyaçları olduğu için, reformlarla birlikte canlı ve edebi hale getirmeye çalıştı! O halde ölüm korkusunu yenmek, gelişimi açısından, insanoğlunun mahkûmiyetlerinden biridir!

Ne güzel sen teslim olmamışsın ve yaşıyorsun! Korsakoff da olmamışsın ama laf aramızda, saçma sapan lakırdıların, önü arkası birbirine denk olmayan tespit ve iddiaların düşündürücü olmaktadır!

Ölüm korkusunun üstüne açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu geliyor ve hepsi bir ahlak silicisi işlevi görüyor!  Korku ile kurulmuş olan ahlakı silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkün oluyor ve korkmamanın bir yaklaşım biçimi olarak fışkırmaya başladığını artık görüyoruz! Korku aşılmaktadır!

Burada karşımıza felsefe çıkıyor ki insanı anlamak üzere, bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği olan felsefe, bilebilecek varlığı araştırmayla başlıyor; bilme yetisi olan tek varlık insandır; demek ki insanı anlamaksızın, bilme sürecini anlamak mümkün olmuyor! Dolayısıyla insana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da insanoğlunun zorunlu geleceğine inanmak demektir; ahlak burada vardır ve gerekli oluyor! Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor!

Öyleyse tekelci düzenin,12 Eylül rejiminin, diğerleri yanında Nietzsche’ye de sarılması tesadüf değildir; Nietzsche, ilerleme’ye ve dolayısıyla insana güvenmiyor;  tekellerin bireyleri sürüye çevirdiğini sezebiliyor ama tekellere karşı cephe almak yerine, sıradan insandan tiksinmeye başladığının işaretlerini veriyor!

Bütün bunlar bilmeceyi netleştiriyor, 12 Eylül rejiminin muhalifleri, Nietzschelerle, Kunderalarla, festivallerle, havuç ve sopayla,12 Eylül rejiminin yedeğine sürüklenmiş oluyor! Şaşırtıcı ama kolay bir denklemdir! Ancak senin ve türlerinin bunu göremediğiniz görülüyor; bunun için sadece işkencecisi ile veya cellâdı ile uzlaşmayı reddetmiş olmak yetmiyor, bu, köprülerin altından akan sular ile uçup gidiyor, geriye akıl kalıyor!  Örnek olsun, tek bir itirafçısı olmayan TKP’nin yukardan aşağıya, önemli bir bölümü, başka etmenler bir yana, 12 Eylül rejiminin yedeğine yerleşmekten, reformlarına omuz vermekten, bunu “demokrasi” dini ile allayıp pullamaktan kurtulamıyor!

Çekoslavakya’da bir hiç, Fransa’da ve sonra Türkiye’de peygamber olan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde, şöyle soruyor ; “proletarya diktatörlüğü mü, demokrasi mi? Tüketim toplumunun reddi mi, üretimi artırma istekleri mi? Giyotin mi, ölüm cezasına hayır mı?” ve şöyle cevap veriyor, “Fark etmez. Bir solcuyu solcu yapan, şu ya da bu kuram değil, herhangi bir kuramı Büyük Yürüyüşü kitsch’e yedirebilme yeteneğidir!”  

İlerleme ülküsüne bağlılık, Kundera’nın edebi diline yapışan bir Kitsch oluyor; dahası, Stalin’in ülkesini savunurken esir düştüğü ve direnmekten vazgeçmediği için Naziler tarafından kurşuna dizilen oğlunun cesedini Kitsch ile tartıyor; Kitsch’i dışkı anlamında kullandığı anlaşılıyor! Kundera’nın başı dik, mücadele eden, direnen insandan tiksindiği de anlaşılıyor; bu nedenle Kundera ve türleri, sen ve senin gibi binlerce insanın işkencecilerinin uzlaşma dayatmalarını reddettiği bir zamanda değil, Eylülist reformların, Eylülizme uygun modellere kapı açmaya ve devşirmeye başladığı bir zamanda model olarak sunulabiliyor ve ondan kat be kat yetenekli romancıların bile Kundera’nın ve türlerinin önünde secdeye varmalarının dinamiği geliştirilebiliyor!

Böylece, köprülerin altından Post-modern ideolojinin kucağına çok sular akmıştır!

Hiçbir eleştirmen, Kundera’ya toz kondurmuyor; Murat Belge, Kundera için, “bu çağın önemli bir yazarı olmaya aday” diye yazıyor! “Çok iyi bilmediğimiz bir dünyanın, (bu gün artık biliyoruz), özgül yaşantısını, bildiğimiz evrensel yazarların yeteneği ile bize aktarabildiği için, şimdiden kalıcı olmaya aday bir yazardır” diye ekliyor! Bugün Kundera hayranlarının hepsinin mürteciliğe geçiş yaptıklarını biliyoruz! Cumhuriyet karşıtlıkları da aynı yerdedir! ABD emperyalizminin de öteden beri politikalarında bu olduğunu biliyoruz! Bugün Kemalistler yeniden egemen olsunlar, Cumhuriyetin en sadık savunucusu olmaktan geri durmayacak kadar çift inançlıdırlar ve daha önce geri durmadıklarını biliyoruz!

Yani Borga beyefendi, bu günün taşları, o günlerde, 12 Eylül rejiminin “best-seller”  yaratma reformları ve malum modelleri ile böyle döşeniyor! Tekelci 12 Eylül rejiminin ahtapot kolları, her yeri sarmaya başlıyor! İnsanlar böyle böcekleştiriliyorlar! Ve haliyle senin yaşadığın ve benzeri sadece sen ve o diğer iki kişiden biri olduğunu sandığın ama çok kimsenin işkencesine direnmiş olması, onunla uzlaşamamış olması, model olmaktan çıkarılıyor, direnmek, uzlaşmamak, teslim olmamak geçerli bir insanlık işareti olmuyor; böcekleşmiş olmak, insan için en geçer model oluyor; bu ise Kunderaların, Nietzsche’nin, Altangillerin ve türleri eliyle post-modern ideolojinin akıl bozucu saldırıları sayesinde kotarılıyor!

Demek ki 33 yıl öncesinde yaşayarak değil bu güne gelirken ve bugün post-modern ideolojinin, emperyalizminin ydd’sinin ideolojisi olan globalizmin ve yine emperyalizmin gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitzmin ideolojik hegemonyasının dışında kalarak ve hatta bütün hegemonik saldırıya karşı durarak, böcek olmamak için direnerek mücadele edilmiş olur; ötekiler soyuttur ve tahta kılıçlarla yel değirmenlerine karşı durmak gibidir! Yel değirmenlerinin devlet olmadığını insanoğlu öğreneli çok olmuştur! Sanırım tek sen ve türlerin kalmış!

Benim yaptığım ise çürümenin Türkiye toplumunu ve en çok da aydınlarını, solu ve sosyalist dinamikleri ne denli sarmış olduğunu göstermektir ama sen ve türlerin görmekten uzak duruyorsunuz ve başka bir zamanın direngenliğini, başka bir zamanın çürümüşlüğüne dâhil olmanın üzerini örtmek için öne sürüyorsun(uz)! Bu yetmediği zaman Marx ile ya da Marxistlerle kavga ediyorsun(uz) ve en çok ta soyut bir “devlet” ile kavgayı öne çıkartıyorsunuz, yanına da tarihte kalmış ilkel bir aşiret komününün erdemlerini ekliyorsunuz!

Evet, bütün bunlar, uzlaşmacı aydın modelinin yaratılması ve otorite kullanmadan dayatılmasıdır, uzlaşma kapısı dışındaki bütün kapılar sopa ve havuç mekanizması ile kapatılınca, aydınların ve sol/sosyalist dinamiklerin bu kapıdan girmesi pek zor olmuyor! Evren sopa gösterirken, Eylülist reformcular bol bol havuç dağıtıyor! Böylece Adnan Menderes’e göre hem daha akıllı ve hem de daha “demokrat” bir Demirel, uzlaşmacı aydının idolü olabiliyor!

Böylece burjuva muhalefetin içinde kalmaya kararlı ve burjuva sosyalizmini temsil eden “sosyalist” kadrolara ulaşmak zor olmuyor; Nabi Yağcı ve bir zamanların moda deyimi ile şürekâsı, TKP yi topyekûn tasfiye edip, üyelerini likide olmuş durumu içinde, TBKP misli bir resmi sosyalist partinin içine hapsetmek üzere, 12 Eylül rejiminin reformcu kadrosuna göz kırpmaları ve çarşaf çarşaf,” biz değiştik artık, duyun sesimizi!” yollu mesajlar göndermeleri bu zamandadır! “Demokrasi” dinini yaymaya başlaması ve sonunda “yeni mürteci” olması böyle başlıyor! Ahtapot kol çalışıyor ve Nabi Yağcı’nın rejime rağmen rejimin sadık hizmetkârı olduğu, çok geçmeden anlaşılıyor! Anlamayanların hâlâ olması, bunu değiştirmiyor!

Bu atmosferde, ilk seçime gidiliyor ve malum modellerin, pek bir “demokrat” buldukları Turgut Özal’ın ve daha “solcu” olan partisinin çeşitli departmanlarını mesken tuttukları Erdal İnönü’nün el ele vererek düzenledikleri yeni seçim sistemi ile bugün daha da inceltilmiş olarak oynanan oyunlarla Turgut Özal’ın tek partili hükümranlığı başlamış oluyor;12 Eylül rejimi emin adımlarla ve demokrasisiz “demokrasi” ile yerleşiyor!

Artık aydınlar ve sol siyasi otoriteler, geniş bir “demokratik” ortam içinde, Kenan paşa mı “iyi”, Nurettin paşa mı“kötü”, bunu tartışabilirdi; ancak Haydar Paşa mı “iyi”, Necdet paşa mı “kötü” anlaşılamadı; örnek olsun, ol zamanda, Mahmut Dikerdem’e göre Haydar paşa iyidir ve TKP kurmaylarına göre ise Necdet Üruğ iyi paşalar arasındadır!

Sonuçta Türkiye bir partisizleşme süreci içine giriyor, ANAP dâhil, sağlı sollu bütün düzen partileri partisizleşerek, STK misli bir şirket biçimine giriyorlar! Bu partisizleşme sürecine eski solcular, büyük bir hevesle katılıyor ve TV kanallarının hepsi eski “solcu”lara sonuna kadar açılıyor! Önlerinde havuç yığınları iştahlarını kabartıyor, o TV senin, bu TV benim, dolaşıp duruyorlar ve Eylülist rejimin “demokratik” reformlarını kutsuyorlar! Sonuç kitlelerin demokrasi illuzyonuna hapsedilmiş olmasıdır!

Örnek olsun Barış davası sanığı Ali Taygun, aynı zamanda Nabi Yağcı’nın ekibinden TKP üyesidir, pahalı ve cafcaflı bir dergi çıkararak, iş adamlarına solcuları, solculara iş adamlarını tanıtma işini üstleniyor; böylece tekelci ahtapot düzenin geniş ve itibarlı çevresine girmiş oluyor; ama hesapta hâlâ “komünist”tir ve öldüğünde arkasından çok “komünist”, ağlamayı ihmal etmemiştir!

Reformlar ilerledikçe 12 Eylül rejimi kabına sığmamaya başlıyor, aslında sığmayan, tekellerin sömürü çarkıdır ve reformlara “demokrasi” şenliği içinde devam ediliyor; reformların, düzenin dar gelen uçlarının budanması olduğunu söylemiştim; budama son hızla sürüyor! 12 Eylül rejimine sürekli olarak “yeni” “demokrasi” gömlekleri giydiriliyor; rejimin, kendini budayarak ilerlediği reformlar eşliğinde Avrupa Devleti içinde yer alma hazırlıklarının başlaması da gecikmiyor; otelcilikten, reklamcılığa birçok hizmet sektörü Avrupa sermayesinin denetimine girmeye başlıyor ve Avrupa Devleti, Avrupa Devletinin içinde yer alma hazırlığına giren 12 Eylül rejiminin reformları eşliğinde Türkiye’nin içine girmeyi tamamlıyor! Bu bir yanı oluyor ve Eylül darbesi altında ezilen, güçsüzleşen ve kendine güvenini kaybeden Türkiye solu, yabancı heyetlerle görüşmekten, siyasal davalara yabancı heyetler getirebilmekten ve mesajlarını almaktan demokrasi ithal edileceği yanılsaması içinde, politik mücadelelerine yeni bir başarı ölçütü kazandırıyorlar!

Türkiye’nin, Avrupa tekellerine peşkeş çekilmesine öteden beri karşı çıkan ve Eylül darbesi ile bu itirazlarının alanı önemli oranda daralmış olan solcuları, içerde bir “demokrasi” desteği bulamayınca, Avrupa Parlamentolarındaki desteklere bel bağlamak zorunda kalıyor!

Diğer yandan solun büyük bir bölümünün sosyalizm yolundan dönerek “barış ve sosyalizm” programlarına bağlanması, tekellerin Avrupa tekelleri ile entegre olmasını kolaylaştırdı!

Türkiyenin önemli oranda “tövbe” etme noktasına gelmiş olan ve demokrasi hedefini birinci siyasi hedef sayan ve bu anlamda kendilerine Avrupa’yı örnek alan “solcu”ları, sosyalizm türünden bir amaçları kalmadığı için,12 Eylül rejiminin Avrupa Devleti içinde yer almadaki temel amacının sosyalizmi önlemek olduğu gerçeğinin üzerini örtmede sınır tanımayarak, Avrupa’nın Türkiye için model kurtuluş yeri olarak görünmesine itiraz etmiyorlar ve sadık savunucuları oluyorlar!

Böylece 12 Eylül rejiminin, Türkiye “solu”nu, Avrupa Parlamentolarının “demokrasi”sine mahkûm etme operasyonu tamamlanıyor! Sosyalizm mücadelesinden çoktan vazgeçerek “barış ve demokrasi” programlarına bel bağlayan “solcu”lar, demokrasi mücadelesini de Avrupa Parlamentosuna bırakınca, geriye, TKP nin kurmaylarından olan ve TKP politik bürosu uzmanlığına, MESS emrinde işçilere çatal kaşık bıçak kullanma dersi verme uzmanlığını da ekleyen Dicleli’nin deyimiyle, börtü böcekle uğraşmak ve zenginleşmenin kolay yolları üzerine teoriler üretmek kalıyor!

Örnek olsun, son 10 yıllık süreçte Nabi Yağcı’nın müthiş bir performans ile ve hatta yer yer AKP iktidarına rağmen, AKP ye danışmanlık yaparak, Avrupa Birliğinin demokrasi yönündeki erdemlerini saya saya bitirememesi bu sürecin doğal uzantısı oluyor!

Bu akıl bozucu reform trafiğinin yarattığı atmosfer içindeki 12 Eylül rejiminde, darbe ile seçimin özdeşleştirilmesi ayırt edici bir renk oluyor; tıpkı ortaçağdaki korsan ile tüccar birbirinden ayrılamadığı gibi, tekellerin düzeninde seçim ile darbe özdeşleşiyor! Seçim, darbenin karikatürü haline getiriliyor, kimse gülmüyor, çünkü farkında olamıyor!

Tekelci aşama, her alanda olduğu gibi, politikada da yetenekleri gereksiz kılıyor; çünkü bu aşamada ülkeyi tekeller yönetiyor!  Böylece darbenin gerekli olmadığı zamanda seçim yapmak, seçimin yetmediği zamanlarda darbe yapmak temel politika oluyor; ikisi için de politik deha olmak gerekmiyor! Tekeller planlıyor, partisizleştirilmiş partiler ve liderleri uyguluyor! Türkiye bir seçimle darbeye hazırlanıyor; bir darbe ile seçime giriyor; gerçekte ikisi de darbe oluyor! Devşirilmiş solcular, darbe zamanlarında seçimleri demokrasi sayıyor, seçim zamanlarında, darbe gelmesin diye, lütfedilen demokrasiye rıza gösteriyor; böylece çerçeve tamamlanıyor ve çerçevenin içinde “demokrasi” mücadelesinin fotoğrafı hep asılı duruyor! Sözde darbeciliğe karşı duranlar, bu fotoğrafı hiç görmüyor! Örnek olsun, aniden ortaya çıkan Çiller’in bir gecede parti başkanı, ikinci gecede hükümet başkanı olmasının hızına şaşıp kalmıyorlar! Keza Ecevit’in başkanlığındaki koalisyon hükümetini yıkmak için, Ecevit’in hasta olduğu bahanesi yetmeyince, koalisyon ortaklarından biri olan MHP nin başkanı Devlet Bahçeli’nin, “erken seçim” demesi ve sadece koalisyon dağılmakla kalmayıp, bilumum ortaklarının siyaseten silinmesi, hiç kimse için tuhaf gelmiyor! Sandıktan, siyasi yasaklı olan ve yasağı, CHP’nin özel yardımı ile, özel yasa çıkartılarak kaldırılan RTE’nin başkanı olduğu parti çıkıyor; RTE’nin siyasi yasağı kalkınca, yine kendisine özel, başka bir vekilin vekilliği düşürülerek, seçim yapılıyor, vekilliği RTE alıyor; sonuçta AKP,%35 oyla %65 lik bir meclis aritmetiği yakalamış oluyor; bu kimsenin dikkatine konu olmuyor! Ama “darbelere dur de!” sloganları havada uçuşuyor!  

Eylülist reformların kaldıraçlarından biri de,”festivaller” dinamiğidir; Eylülist devlet ve devşirme entelijansiya el ele vererek, tekeller düzeninin iltihaplarının üzerini, konserlerden, gösterilerden, tiyatrolardan oluşan festivallerle örtmeye çalışıyorlar! Türkiye bir festivaller ülkesi oluyor! Bu festivaller döneminde, klasik müziğe ve görsel sanatlarda çağdaş gelişmelere arkasını dönen tekelci devlet,12 Eylül yönetimi, Metris’te, Mamak’ta ve en çok Diyarbakır zindanlarında işkence seanslarını Atatürkçülük eğitimi içinde sayıyor ve marşlar eşliğinde ya da marş ezberleterek işkencelerine renk katıyor!

Artık eski “solcu”lar, barışçıl ve sınıflar üstü muhalefet yolları arıyorlar ve buluyorlar; böylece 12 Eylül rejimini “demokratik” gösterecek yeni “sol” kadrolar ortaya çıkıyor; Ezik solcular, sermayeye kapılanıyorlar ve tekelci düzenin kültür ve sanat kolu haline geliyorlar! Getirisinin büyük olduğu kesindir! Sol ile ilgilenir görünmek, bir model halinde ve tekellerle uyuşmanın fitresi olarak gelişiyor, yayılıyor! Aydınlar, aydın olmaktan çıkıyor, solcular solculakları yanında kişiliklerini de kaybediyorlar! Barış ve demokrasi şampiyonluğunda sınır tanımamaları bir yana, SHP nin demokrasi şampiyonluğunu kanıtlamak için akıllarını SHP ile bozuyorlar! Eylülist “demokrasi”nin erdemlerini anlata anlata bitiremiyorlar!

Velhasıl Eylülist reformlar, Üniversiteleri lise düzeyine, profesörleri lise öğrencisine, solcuları olmayan demokrasiyi arayan feylesoflara döndürerek, tekeller düzenini ve sürüleştirilen bireylerini, en yeteneksizlerin yönetiminde cahiliye devrine sürüklüyor; eşiğine kadar getirdiği şimdi daha açıklıkla görülüyor!

Ezik “solcu”lar, devşirilmiş “aydın”lar, sosyalizmden vazgeçmenin tesellisi olarak barış ve demokrasi programına tapan eski “sosyalist”ler, bu reformlar zinciri arasında o kadar öyle cahilleşiyorlar ki, önünde hiçbir engel olmayan bir iş için mücadele etmeyi kutsal bir görev sayıyorlar! Sonunda din haline getirip ona tapıyorlar!

Bütün bunlar, yollarını gönüllü şaşırmak isteyenlere de, doğru yolu görmek isteyenlere de önemli açıklıklar sağlıyorlar!

Dar gelen yanlarını, ya da, uç veren noktalarını budamak için sistemli bir reform hareketine girişen Eylülist yönetim böylece, devletin yapısındaki nitelik değişikliğini gerçekleştirmiş oluyor; zenginlerin hükümet etme ilkesi açıklıkla kabul edildi; TÜSİAD ve Odalar Birliği türünden zengin kulüpleri ve dernekleri, yönetimin açık parçaları haline getirildi; basın, bir devlet dairesi haline getirildi: basın içindeki rekabet ve tartışma dinamiği ile, hükümet arasındaki bağımsızlık ilişkisi kesinlikle koparıldı; yargı, yürütmenin mekanizması haline getirildi; kanun hükmünde kararnameler ve bütçe dışı fonlarla, TBMM devre dışı bırakıldı;”temsili demokrasi” ya da, parlamenter demokrasi” şeklen de tarihe kavuşturuldu; bir dekor haline getirildi; Kürtlük tümüyle coğrafyadan kazınmak istendi: En kanlı Kemalist dönemde bile cüret edilmeyen bir yol tutularak Kürtçe yazım yasaklandı ve bu yasak Kürtçe konuşmaya da uzatıldı; ve bu değişiklikleri kitlelerin kafasına kakmak için, çok ciddi propaganda dönemi başlatıldı!

Örnek olsun,”Kürdistan” sözcüğünü kullanmak ,”bölücülük” ve en büyük suç oldu; Kürtlere dair anlatılan ne varsa suç haline geldi; anlatanlar cezalandırıldı!

Bununla birlikte, Türkiye solunun önemli bir bölümü ezilmekle ve devşirilmekle birlikte, küçük bir kitlesi, sembolik de olsa kendi yolunda ve ortakçı düzene doğru büyük bir inat sergiledi; 1 Mayıs gösterileri bu inada sahne oldu!

Bütün bu gelişmelere karşın,12 Eylül yönetimi, temel ekonomik sorunların hiç birisini çözemedi: yüksek fiyat artışları ve yüksek orandaki işsizlik ile dış borçlar, Türkiyenin yazgısı oldu; tam bu sırada, ABD emperyalizminin büyütmüş olduğu Irak başkanı Saddam, Washington’dan bağımsız, kendi adına bir yayılmacılığı denemeye kalktı; Saddam’a karşı tek taraflı emperyalist savaş, Türkiye’nin yönetenlerini ikiye böldü; Saddamsız Saddam çizgisi sürdürmek isteyenlerle, geleneksel Misak-ı Milli doktrinine bağlı olanların yolları ayrılmaya başladı!

Bunlar olurken, Kürtlerin kimlik arayışı ve ulus bilinçlenmesinde son derece hızlı bir doğum gerçekleşiyordu; 12 Eylül yönetimi, tekelci polis devletini yerleştirme eylemleri arasında, Kürtlüğe karşı hunhar bir ırkçılık sergiledi; diyalektik işledi ve Kürtlük daha hızlı bir yükseliş dönemine girdi! Hiçbir baskı, sonuç doğurmamaya başladı, Kürtlük yükselişini sürdürmeye devam etti!

Kürt devrimciliği, şovenlikte ve intikamcılıkta sınır tanımayan basının ablukasını kırarak, Türk şovenizmine büyük bir yenilgi yaşattı; yükselen Kürt mücadelesi, 12 Eylül yönetiminin, eski kolonizasyon programını sürdürme hevesinde ısrar edenlerin heveslerini kursaklarına dizdi; bu haliyle Kürt devrimciliği aynı zamanda Türk devrimciliğinin yerini aldı!

Bunlar yaşanırken,Türkiye kapitalizminin ve Kemalizm’in kısırlığı net olarak belirginleşti; böylece Türkiye kapitalizminin yöneten ideolojisi olan Kemalizm, kendisini yenileyememek yanında, ortadan kalkma ihtimali ile karşı karşıya kaldı!

1930 yıllarında, formasyonunu, ezdiği TKP kadrolarıyla gerçekleştiren, Örnek olsun TKP genel sekreteri V.N. Tör ve Ş.S. Aydemir, Kemalist ideolojiyi kodifiye eden en önemli kadrolardandır, Türk –Dil Kurumunu, Maliye Bakanlığını, Üniversiteleri aynı tür devşirmelerle donatan Kemalizm, bu dönemde yenilenmeyi, Maoculuktan devşirme kadrolarla gerçekleştirme yoluna giriyor ve bunları daha çok Eylülist reformlarla devletin bir dairesi haline getirilen basında kadrolaştırıyorlar; en şoven, en intikamcı Türk basınının bütün köşeleri, hemen hemen tüm eski Maocu kadrolardan oluşturuluyor! Tam bu sırada, emperyalist yayılma senaryolarının uygulanmasının ortaya çıkaracağı gerginlikleri azaltmak için, ezilmiş ve devşirilmiş eski Türk aydınları,“sivil toplum” projesiyle ortaya çıkıyor; buna ezilmiş ve devşirme Kürt aydınları da katılıyordu!

16.yüzyılda, Kürt aydını İdris-i Bitlisi, Osmanlı yayılmacılığının seçkin önderlerinden olan Birinci Selim’in elçisi rolünü kabul ederek, Kürt prensliklerini, bir üst Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna edebilmesi,12 Eylül yönetimine, emperyalist senaryolar geliştirirken, model oluyor; Kürt gericiliğinin kendisinin yönetimini seçebileceğini düşünüyor ve Talabani ile Barzani Türkiye’ye bu yönde mesajlar veriyor!

Gelinen aşamada, Türkler de, Kürtler de bölünüyor; bu, ikinci cumhuriyet polemiklerinin başladığı zamandadır; aynı zamanda 12 Eylül rejiminin yönetenlerinin, Kürt mücadelesini yenemeyeceklerini anlamaya başladığı bir zamandır; Diğer yandan Türkiye, büyük bir ahlak bunalımından geçiyor ve Türkler, kendilerine ait olmayan bir kültürün içine girmeye zorlanıyorlar; Kürtlerin yönetme dönemlerinin yaklaştığı bir dönemde, Türkiye mevcut yönetenlerle yönetilemeyecek bir döneme giriyor ancak yönetilenler, henüz bu yönetime razı olmadıklarını gösterecek durumda değildir!

Bu sırada,“Doğu Cumhuriyetleri Birliği” ya da “Ortadoğu Cumhuriyetleri Birliği” projeleri ortaya çıkıyor; teorik çerçevesi belli görünüyor; yeni ve yenilenmiş cumhuriyetler birliği olmak zorunda olduğu görülüyor; kendisini yöneten “Kürdistan’ın, geri ve kirli bir çevreye razı olması mümkün görünmüyor ve aynı şekilde, kendisini yenilemiş bir Türkiye’nin aşiret düzeni içinde bağımlı bir “Kürdistan”a razı olması mümkün görünmüyor; daha önemlisi, doğrultuyu görmek kadar, nereye götürmek istenmesi de önemli görünüyor!

Diğer yandan, Kürt Özgürlük hareketi, Kürt devrimini temsil etmekle birlikte, beslenmesinde, Türkiye devrimci hareketinin payı vardı; unutmamak gerekir ki TİP, bir komünist parti olduğu için değil, Kürtçülük yaparak, bölücülük kapılarını açtığı için kapatıldı; bununla birlikte bir THKP, Mahirler ve arkadaşlarının hareketi vardır; TİP’ ten ayrılan gençliğin hareketi Denizler ve THKO vardır; köylerde silahlı mücadeleyi başlatmak için öldüler ve sır vermeyip ser veren bir Kaypakkaya hareketi var; bunlarla birlikte bir Kıvılcımlı hareketi vardır; Kürt özgürlükçülerinin bunlardan renk aldıklarından kuşku duymamak gerek!

12 Eylül, Türkiye solunu kendi tahminlerinin ötesinde kolay ezdi; Kürtlere yaklaşımında ise sınıf kinine, öncesinde görülmemiş denli büyük bir ırkçı kin ekledi; 12 Eylül rejiminin, yenmeyi ve kendisine güvenmeyi öğrendiği ve gücünün sınırsız olduğunu düşündüğü bir zamanda, Kürt devrimciliği buna dur dedi! Kürt halkı, ezilen halk olmaktan çıktı, yükselen bir halk oldu; eziklikten, kimliksizlikten, yabancı hastalıklardan, aşağılık duygusundan, aşiret bağlarından, dar görüşlülükten kurtulmaya başladığının işaretlerini veren Kürt halkının, ortakçı bir düzene doğru ilerlediğinin işaretlerini de vermesi, ortakçı bir düzene doğru yürümek inadından vazgeçmeyen, az sayıda da olsa, Türkiye devrimcilerinin sevincini ve umudunu artırdı!

Bunda rolü büyük olanları elbette tarih sayfalarına kaydetti ve unutulması da unutturulması da mümkün değildir!

Kürt halkının bu yükselişi yanında, Türklük, tepeden tırnağa pisliğe batmış durumda idi; Kürtler bir kültür devrimi içinden, bir ateşin kızgın çemberinden geçerek temizlenirken, Türklük, daha fazla pisliğe batmıştır; bu çürümüşlüğe, bu kokuşmuşluğa “demokrasi” adını, ezik ve devşirilmiş “solcu”lar verdiler; bir zenginler yönetimini,”demokratik “ gösterdiler; Güneyli Kürtler de, bu zenginler düzeni ile birlikte olmak istediklerinin sinyallerini veriyorlardı; Kürt halkının yükselişinden sevinç duyan Türkiye’nin inatçı devrimcileri, bu Güneyli Kürtlere, Kürt oldukları için, yakınlık duymadılar; Türkiye’yi yönetenlere, Türkiye solunu ezenlere nasıl baktılarsa, bunlara da öyle baktılar; Türkiye’nin devrimcileri, sadece Kürt halkının kurtuluşu değil, Türk halkının kurtuluşunun da kendini dayattığını savundular!

O zaman da “savaş bitsin, kardeşlik olsun” söyleniyordu; Türkiye’nin devrimcileri, ”yanlış formül” dedi; bunun kolay formül olduğunu, sonuçsuz formül olduğunu işaret etti; doğru formülün “savaşa rağmen kardeşlik” olduğunu söyledi; zor ama sonuç alıcı formül olduğunu işaret ettiler! Çünkü savaş,”isteyince” sona erdirilemez! Taraflardan birinin kararıyla sona erdirilemez. İki tarafın ortak kararıyla da sona erdirilemez! Savaş, sadece kapitalistlerin çıkarına yürütülüyor ve sadece onları zenginleştiriyorsa da, kapitalist haydutların kötü niyetinden kaynaklanmamıştır; savaş, dünya sermayesinin onlarca yıllık gelişiminin, milyonlarca bağıntı ve bağlantısının ürünüdür; öyleyse sermayenin egemenliği devrilmedikçe ve devlet erki işçi sınıfının eline geçmedikçe emperyalist savaşın dışına kaçılamaz, şiddete dayanmayan demokratik bir barış elde edilemez! Türkiye’nin devrimcileri bunu dedi ve diyorlar!

Türkiye’nin inatçı devrimcileri, Kürt devriminin, Türkiye’nin devrimi olduğunu söylediler; Türklerin ve Kürtlerin birlikte devriminin bölge devrimi olduğunu söylediler; Kürt coğrafyasını içeren bölge dünyadır, öyleyse Kürt devrimi dünya devrimidir dediler!

Bu yükselişin heyecan verici hızı içersinde, bu yükselişe omuz veren Türkiye’nin az sayıdaki devrimcileri, Kürtlere “Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı” mücadelenin meşru olduğunu haykırdı; Kürt hareketinin başka yerde değil de, neden Türkiye’nin Kürt coğrafyasından çıktığı sorusunu yine, Kürtlerden önce Türkiye’nin devrimcileri ortaya attı; en önemli etmenin, Kürtlüğün Türkiye’nin Kürt coğrafyasında çok fazla ezilmiş olması olduğunu söylediler; TİP’e, THKO’ya, THKP’ye, Kaypakkaya’ya işaret ettiler; onların, bu toprakları suladıklarını, zenginleştirdiklerini, Kürt özgürlük savaşçılarına kendilerinden parçalar bıraktıklarını söylediler!

Umutsuzluk, korku demektir; korku ise aklın durmasıdır, durunca geriliyor!

Umudun en sönük olduğu bir zamanda, Kürt yükselişi bir umut oldu; umut, korkuyu ortadan kaldırdı; korku geride bırakılınca, aklın önündeki barajlar da yıkıldı; akıl dinamiği daha hızlı çalıştı; bu dinamik, Türkiye devrimci hareketine çok az yansıdı; ancak şimdi Türk halkının da korkuyu geride bırakıp, umudu yakalamanın heyecanını yaşadığını görüyoruz!

Şimdi Kürt halkı ile Türk halkının birlikte ve umudun ucundan yakalayarak, kurtuluşa koşmasının nesnel koşulları öne çıkmıştır; bu noktada, İsmail Beşikçi’nin, “Sömürgecilere ve emperyalistlere karşı mücadele meşrudur” sözünü hatırlama zamanıdır;

Elbette kabul etmek gerek, Kürt halkının bu yükselişine, tüm çağrılarına, hatta desteklerine rağmen, Türkiye devrimci hareketi cevap veremedi; ancak bunu iyi anlamak gerek, cevap vermeyenler, Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bölümünü kapsayan, ezik ve devşirilmiş “sol”culardır; Türkiye’nin devrimci hareketinin de önünde engel olmuş olanlardır; bunu bugün çok daha netlikle görüyoruz!

Bu gerçeği görmezden gelerek, Türkiye devrimci hareketinin Kürt devrimci hareketine cevap vermediğinden ve vermeyeceğinden hareketle, emperyalistlerin ve 12 Eylül yönetiminin öngördüğü tuzağa düşmek tarihsel bir yanlıştır!

Şimdi KÖH’ ün, hem Türkiye devriminin önünde engel olan ve hem de Kürt halkının yükselişine cevap vermeyen ezik ve devşirilmiş “solcu”larla birlikte ve şeriat yanlıları ile birleşerek, Şeriata dayalı gerici-dinci faşist bir diktatörlük olarak konuşlanmasını hızla tamamlamaya çalışan 12 Eylül rejimini desteklediğini görüyoruz.

Peki, tuzak nedir?

Tuzak, 12 Eylül rejiminin yönetenlerine, Kürt gericiliğinin kendi yönetimini seçebileceğini düşündürten ve Barzani’ye yakınlaştıran; Kürt prensliklerini, bir üst Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna eden İdris-i Bitlisi’nin modelini çare görmektir!

Kürt-Türk gericiliğinin ittifak ekseni burasıdır! Türkiye devrimci hareketinin ve Kürt halkının yükselişinin önündeki engeldir!

Oysa Kürt halkının tarihsel ve nesnel vazgeçilmez çıkarları burada değildir; ilerici Türk ve ilerici Kürtlerin birliği ile gerici Kürt –Türk ittifakına, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadelededir!

Öyleyse “Gerici Kürtler” olgusunu anlamazdan gelmek, hatta buna öfkelenmek, Kürt halkının cahil kalmasının istendiği gerçeğinin ortaya dökülmesinden korkmak demek oluyor; bu çok açık görülüyor!


(*) Ek-1:

“Her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir; ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar; Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıttıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler; evrimin daha gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir. Tarihte çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dört başı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova’da bulan tek tanrıcılık, işte böyle doğmuştur!

Bu elverişli, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre dolaysız olarak, yani duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir.

Oysa bugünkü burjuva toplumda insanların, gene kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim araçları aracıyla sanki yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini çoğu kez görmüş bulunuyoruz.

Öyleyse dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğinin nedensel bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir; insan önerir, tanrı düzenler.(Tanrı, yani kapitalist üretim biçimin yabancı egemenliği )

Yalın bilgi, burjuva iktisadı bilgisinden daha ileri ve daha derine de gitse, toplumsal güçleri egemenliği altına almaya yetmez. Bunun için her şeyden önce toplumsal bir eylem gerekir. Ve bu eylemin yerine getirildiği toplum, tüm üretim araçlarına el konması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve bütün üyelerini şimdilik kendileri tarafından üretilmiş ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduğu zaman-işte ancak o zaman- dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır. Yani böyle bir doğal ölümle ölmeden ortadan kalkmaz! Yani önüne engeller koyarak, yasaklayarak, kavga ederek ortadan kalkmayacaktır ve kalkmamıştır!” ( F.Engels, Anti-Dühring-s.444)

Fikret Uzun

18 Haziran 2013