22 Mayıs 2013 Çarşamba

27 MAYIS,12 MART VE 12 EYLÜL



27 MAYIS,12 MART VE 12 EYLÜL

27 Mayısçılar gerçekten, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak
ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıkmıştı.
Ancak TSK`nin, 27 Mayısçılara desteği kısa sürmüştür. 27 Mayıs,
burjuva demokrasisini ifade eder ve hem burjuva demokrasisine vurgu
yapmak, hem de 27 Mayısı faşist bir diktatörlüğün ifadesi olarak
algılamak çelişkidir. Bu çelişkiye düşmek, sığ bir bakışın ifadesi
değilse, kötü niyetin ifadesidir.
12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile
burjuvazinin Türkiye`yi yönetemeyeceğini anlamış olmasının getirdiği
bir sonuç olarak, 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir
operasyondur. Dahası Türkiye`yi, zorla tarihin gerisine çekme
operasyonudur.
Sapla samanı karıştırırsak, 27 Mayısla 12 Eylülü karıştırmak da mümkün
oluyor. Böyle olunca da, 27 Mayısın sonucu olan 1961 anayasası ile
geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımı
ve hızının dengelenmesinin sağlandığı, Çift meclisli yapısı ile özerk
kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet
aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı
sağladığı görülemiyor. Darbelerin, toplumsal tartışma ve çatışma
dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi, Her iki müdahalenin
de, bakışsız profesyonel darbecilerin marifeti olarak görülmesi, son
tahlilde her iki müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak yaklaşmak,
sonuç itibarıyla yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı bakışına
tabi olmakla aynıdır.
Bunu şöyle ifade etmek de mümkündür, 27 Mayısla birlikte yükselen sol/
sosyalist hareketlenmenin yöneticileri, Kemalist bakış açısının dışına
nasıl çıkamadıysa, başka karmaşık etmenler bir yana, 12 Eylül
darbesinin sonucunda, o noktaya kadar sosyalist hareketi de peşine
takan ama bunun sosyalizmi durdurmak için bir çözüm olmadığını gören
Kemalist hareketin, çözümü, yönetimi gerici akımlara terk etmekte
bulması ile yerleşen 12 Eylül rejiminin, yani tekelci düzenin
hegemonyasına tabi olmakta tereddüt etmemesi de gayet normaldir. Yani,
27 Mayısın faşist bir diktatörlüğün ifadesi olmadığı görülmektedir.12
Eylül faşist darbesi ile yerleşen 12 Eylül rejimi ise, bir tekelci
düzeni yerleştirme operasyonunun serüvenini taşımaktadır ve tümüyle
emperyalizmin direkt gözetiminde gerçekleştirilmiş olup, emperyalist
kapitalizmin, tekellerin gericiliği ile uyumlu olarak, sosyalizmi yok
etmek üzere, sosyalist örgütlenmenin sığınaklarını yani 27 Mayısın
kazanımlarını ortadan kaldırmak için gerçekleştirilen bir faşist
darbenin eseridir. Ve hâlâ devam etmekte olan 12 Eylül bütün faşist
karakteri ile dururken,'' bütün darbelere karşıyız'' dinamikleri ile 12
Eylül rejimine karşı, tekellerin düzenine karşı yükselmesi muhtemel
olan dinamikleri, 12 Eylül rejiminin, 12 Eylül faşist darbesinin
devamı olduğu ve karakterini taşıdığı unutturularak,27 Mayıslara,
hayali darbelere karşı kurulan dinamiklerin peşine takmak, yalnızca
tekellerin işine yarayacak bir Ali Cengiz oyunudur.

27 Mayıs faşist bir diktatörlük olsaydı,12 Marta ve 12 Eylüle ne gerek
vardı?
27 Mayıs, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun,
burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasıdır ve tümüyle
burjuva düzenin yerleşmesine yöneliktir. Bunu temsil eden ideoloji
Kemalist ideoloji olduğu için, Kemalizm`in damgasını taşır ve ABD`yi
işe karıştırmamakla birlikte, ABD`yi telaşlandırmadığı görülmektedir.
27 Mayıs bugün salt bir askeri hareket değildir. Kemalizm adına,
Ordunun modernizasyonu fikri ile toplumun radikal olarak yeniden
örgütlenmesi fikrinin birleşmesi 27 Mayıs ihtilalının kararına yol
açmıştır. ''Bütün darbelere karşıyız'' demek, darbelerin toplumsal
tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi ve
ordunun bu dinamiklerden herhangi birinin etkisinde ya da yönetiminde
ve lehinde diğer dinamiklere müdahale ettiğinin yadsınması demektir.
12 Eylülle birlikte, 27 Mayısın sağladığı bütün burjuva demokratik
kazanımların yerle bir edildiğini daha düne kadar şimdi 27 Mayısı
aynı kategoriye koyanlar da dillendiriyordu. Ne zaman ki, emperyalist
yenidünya düzeni bu bölgede coğrafyaları ve halkları parçalama
dinamiğinin düğmesine bastı bu kapıkulu solcular da, daha önce
dediklerini unutup, aynı masala sarıldı. Ve 12 Eylül için de yaklaşım
aynıdır.12 Eylül, burjuvazinin, tekelci düzeni yerleştirmek için
uyguladığı politikalarının sonucu ve devamıdır. Bu da emperyalist
kapitalizmin politikalarına bağlıdır. Eğer 27 Mayıs faşist bir
diktatörlük olsaydı,12 Marta ve 12 Eylüle gerek kalmadan 24 Ocak
kararları ile başlayan tekelci düzeni yerleştirme restorasyonu
kotarılabilirdi. Oysa bunun önünde engel olarak 27 Mayısın demokratik
kazanımları vardı. İşte 12 Mart ve 12 Eylül ise bu kazanımlara karşı
ve sosyalist hareketi bütünüyle yok etmek için Kemalistlerin yönetimi
gerici/dinci akımlara teslim etmesidir. Öyleyse 12 Eylülü tahlil
ederken de toplumsal gelişme ve çatışma dinamiklerini dikkate
almazsak, bunun her şeyden bağımsız bir askeri hareket olduğunu kabul
edersek,12 Eylül rejimi boylu boyunca durduğu ve faşist niteliğini
günbegün daha açık ve şiddetli uyguladığı halde, bu rejimde bir
demokrasi görür ve daha fazla demokrasi olabilecek hayaline kapılırız.
Yani bununla 12 Eylül diktatörlerinden hesap sorulabileceği
yanılsamasına düşeriz.
Somut olan bu darbenin neye karşı yapıldığı, bu anlamda toplumsal
bağı, etkileri ve bugünkü geldiği noktadır. Eğer bunu unutursak 12
Eylül darbecilerinin peşine düşer,12 Eylül rejimini meşrulaştırırız,
hatta ona omuz vermiş oluruz. Ve yaptırılmak istenen de budur. Her iki
müdahaleyi de, bakışsız profesyonel darbecilerin marifeti olarak
görmekle, son tahlilde her iki müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak
yaklaşmak, sonuç itibarıyla yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı
bakışına tabi olmakla aynıdır. 27 Mayıstan sonra Türkiye`deki sol
hareketin, Kemalist bakış açısından ve tarih anlayışından çıkamayıp
sol Kemalizm çizgisinde takılı kaldığını da söyledim, söylüyorum.
Bunları birçok yerde dile getiriyorum. İlk benim söylediğimi de düşünmüyorum. Ve biz Kemalist değiliz, sosyalistiz ve bizim ilerleyeceğimiz nokta sosyalist iktidardır. Ama 12 Eylül rejiminin püskürttüğü noktadan geriye de gitmeyeceğiz.

O nedenle bu noktaya püskürtülen bütün güçlerle aynı noktada durmayı
biz istemedik. Şimdi iş bu noktaya püskürtülmüş bütün güçleri 27
Mayısın demokratik kazanımlarının ifadesi olan burjuva demokrasisi
için mücadeleye değil, tekelci düzene karşı,12 Eylül rejimine karşı
sosyalist iktidar mücadelesine taşımalıyız. Hem burjuva demokrasisini
savunup, hem de sosyalistleri her türlü toplumsal dinamikten
uzaklaştırmaya çalışmak, bunun için türlü şeytanlıklara girmek burjuva
bakışının ürünüdür. Burjuva bakışının ürünü eğer emekçi sınıfların
içinde dolaştırılmaya çalışılıyorsa bunun adı oportünizmdir. Bunun
uzantıları sosyal şovenizm olarak ulusal sorun konusunda da kendisini
göstermektedir. Bir taraftan emperyalizmin gerici milliyetçi
karakterinin bir başka yansıması olan kozmopolitizmi pompalamak, bunun
için Marksist görünmek, diğer taraftan ulusal kültüre, ulus devlete
aşırı vurgu yapmak bunun yaparken de Leninist oluvermek. İşte bu da
tam bir Ali Cengiz oyunudur. UKKTH nı savunmak emperyalistlere,
tekellere onların hükümetine ve Kürtlerin işbirlikçilerine, ağalarına,
beylerine gerici şeyhlerine mi düştü. Besbelli ki, Türkiye`nin
Kürtlerine içi boş bir devlet vaadiyle, onları Araplardan korkan kuzey
ırak Barzani aşiretinin devletine gönüllü bağlamak ve iki parçayı
birleştirerek hem bu bölgedeki varlıkları emperyalizmin hortumlamasına
açmak, karşılığında da Kürt halkına ulusal kültür bahşetmek. Bunu
savunmak mı devrimci tutum? Ayrıca bu temelde oynanan oyunların
tümüyle açığa çıktığı ve iflas ettiği de görülmeyip, UKKTH`nın ne
demek olduğundan bile bihaber, zorla ayrılmalarını teşvik etmeye
çalışmak, işte asıl bu tekellere kement atmış olmanın ve kementleri
sağlamlaştırmaya çalışmanın, dahası düşecek kırıntıları çoğaltma
telaşının tezahürüdür. Ama tarihin akışı durmuyor ve bu bölgede hızlı
akıyor. Gerçekler de hızla kendini gösteriyor. Bu gün bu kırıntılardan
nasibini almak isteyenler dağa taşa nasyonalist yaftası asarken, çok
uzun olmayan bir mesafede sosyal-şovenistliklerini de,
oportünistliklerini de açıkça göstereceklerdir.
Kürt meselesinde söylediklerim ya anlaşılmıyor ya da anlamayı
engelleyen mahkûmiyet var. Benim, ulusal sorunu hiçbir zaman devrimden
sonraya havale etmediğim netlikle bilinmektedir. Ama tekrar gerekiyor;
Çok kısa olarak, söylediğim şudur; ulusların kaderini tayin hakkını
tanımak başka şeydir (ve sonuna kadar ayrılma hakkı dâhil tanımak
gerekir) teşvik etmek başka şeydir. (yani sosyalistlerin işi bu
değildir) üstelik teşvik edenler, hatta ısrarla dayatanlar,
emperyalistler ve ezen/ezilen ulusun egemenleri, işbirlikçileridir.

Son olarak, bir yerde nesnel olarak açığa çıkmış bir güç şeklinde olgu
varsa politik partilerin oraya dükkân açmaları gayet normaldir ama bu
demek değildir ki, o nesnelliği genel olarak sosyalist iktidar
yürüyüşüne bağlayacaktır. Bunu pragmatik yaklaşımlarla, burjuva
politik yaklaşımlarla değerlendirmek partiyi de güçlendirmez,
sosyalist iktidar yürüyüşüne de katkı da bulunmaz. Sadece o
nesnelliğin açığa çıkardıklarının partiye akması sağlanır ki, bu son
tahlilde hiçbir şeydir. Çünkü onu sosyalist iktidar mücadelesine
bağlayamazsan, onun gideceği yer burjuvazinin yanı olacaktır.
Mesele bu topraklarda nesnel olarak var olan yurtseverlik olgusunu,
sosyalist yurtseverlik temelinde tekelci düzene, onun faşist
diktatörlüğüne, ilhak çabalarına ve bu çabalarındaki emperyalist
karakterine, gerici karakterine karşı sosyalist iktidar mücadelesi
eksenine bağlamaktır. O nedenle bu konuda işkembe-i kübradan
konuşulmamalıdır. Dediklerim dinlenilmese bile, biraz araştırıp bilgi
edinilmelidir. Yok, eğer bilgi sahibi olunduğu halde anlamamak için
direniliyorsa, Taraf gazetesine ve AKP ye doğru, hak ettikleri yönde işaret      edenlere kızılmamalıdır.

12 Eylül`ün devamı olan tekelci düzen, sadece sosyalizme değil, Kemalizm`e bile
yolları dar etmektedir. Sadece bu mu, bütün emeği ile yaşayanların
sadece köleliğine, topraksız ya da toprağını işleyemeyen köylünün
serfliğine yani modern feodal düzene kapıyı açık bırakıyor, diğer
bütün kapılar kapalıdır.
Benim Kemalist olmadığım ve sosyalistlik adına Kemalizm`in kuyruğuna
takılanları hep mahkûm ettiğim ve onların sosyalist hareketi
Kemalizm`in peşine takmasının gerçek anlamının sosyalist hareketi
burjuvazinin kuyruğuna takmak olduğunu hep savunduğum bilinmektedir.
Şimdi de farklı hareket etmiyorlar, şimdi de dün CHP nin peşine
taktıkları sosyalist hareketi, AKP`nin peşine takmaya dolayısıyla
tekeller düzenine bağlamaya çalışıyorlar. Kemalizm`e saldırı üzerinden
faşist ve çağ dışı bir rejimi kutsuyorlar. Bu nasıl bir akıl
tutulmasıdır ki, bütün bu sırıtan oyunlara dikkat verileceğine, bu
rejime ve onun iktidarına karşı söz söyleyen ve tabii çare
sosyalizmdir diyen herkesi öcü yapmaktan geri durulmuyor.
Bitirirken, bütün bu söylemleri ya da soruları akıl tutsağı olmadan,
bağımsız bir düşünme dinamiği ile bu toprakların bundan sonraki
dinamiğinin sosyalizm olacağını görerek dile getirişimiz,
sahtekârlıklara örtü vazifesi gören sol gömlekleri eskiyen kapıkulu
devşirme solcuların da görerek telaşa kapıldığı bir olgudur.


Fikret Uzun
28.05.2010

12 Mayıs 2013 Pazar

POST ÖCALAN DÖNEMİNE Mİ GİRİYORUZ



POST ÖCALAN DÖNEMİNE Mİ GİRİYORUZ

Öcalan, herhalde bu 30 yıllık savaşın anısına mafya babalarının dul karılarını, Nur tarikatının şakirtlerini, Nakşibendî refleksle şeriat deyyu kendinden geçen vasalları, bilmem kaç tane köy sahibi ağaları veya ağa çocuklarını, sol denince midesi bulanan muhteremleri ve dahi tescilli Barzanicileri vekil tayin etti!
Bunlardan Kürt halkına mı, yoksa Kürt egemenlerine mi, yani Öcalan’ın kendi ifadesiyle hain ağa, bey, aşiret reisi ve Türkiye’nin tekelleri ile bin bir bağ kuran, emperyalizme göbekten ve gönülden bağlı Kürt burjuvalarına mı, hatta ABD emperyalizmi ve emperyalist tekellerle bütünleşmiş olan Türkiye’nin tekellerine mi hayır gelir? Yani bunların marifetlerinden Kürt halkına bir kurtuluş düşer mi? Bunu akıl taşıyan herkesin düşünmesi gerekir.

A. Öcalan’ın, zamanında Esad’a mektup yazmış olduğunu, “bize imkân ve özerklik tanırsanız, iç savaşta yanınızda oluruz” dediğini ve Esad’ın bu isteğe uygun davrandığını ve özerkliği vermiş bulunduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak Obama Erdoğan’dan, Erdoğan Fidan’dan istedi ve Fidan, Öcalan’a bildirdi; sonuçta PKK Kürtleri’nin Esad’a karşı ve Barzani tarafında konuşlandırılmasını, Öcalan’ın kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Öte yandan AKP’nin ve RTE’ nin danışmanı Yalçın Akdoğan’dan alıyoruz haberi ki, Öcalan’ın bu pek yumuşamış halinden pek memnun olduklarını anlıyoruz ve Kandil’den yani Karayılan’dan gelen racon kesilmesinden pek hoşnut değildir. Bunu da görebiliyoruz. Dedim ya her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor, görmemek için akılsız veya kör olmak ama bir de buna mahkûm olmuş olmak gerekiyor.

Öcalan, “Demokratik Cumhuriyet” istiyordu, “Kürt emekçileri” diyordu, “hain ağa, şeyh, aşiret reisi” dinamiğinden ayrıyız” diyordu ,”Ho Şi Minh” diyordu, “bizim modelimiz devrimci gençlik hareketi” diyordu inanıyorduk.
Benim Kürtlüğüm, Bedirhan’lara, Barzani’lere (Talabani’lere) hiç benzemez, benim Kürtlüğüm aşiret ve serflik ilişkilerinden biraz kopmuş, aile çevresinde de olsa bir emek sürecine girmiş yoksul köylünün Kürtlüğüdür.” diyordu, inanıyorduk.

"Her zaman, bütün açıklığıyla, hasta insan, döküntü insan, yeteneksiz insan, tıkanmış insan asla PKK’lı olamaz” diyordu, inanıyorduk.

"İnsanlık tarihinden sökülüp gelen her türlü baskıya, haksızlığa, zulme, sürgünlüğe, eşitsizliğe karşı durmayı bilmek kadar, onun için kendini yeterli hale getirmeye, farklı kılmaya, özgür kılmaya, savaşılır ve başarılır kılmaya rehber, PKK’ deki sosyalist kişiliktir."
diyordu inanıyorduk.

“T.C. gibi, emperyalizmin, Orta Doğu’ya, Orta Asya’ya, Kafkasya’ya, hatta Afrika’ya karşı bir Truva Atı olarak kullanmak istediği güce karşı, PKK’ nin Orta Asya'dan tutalım, Afrika’ya kadar en iyi savaşan bir güç olarak dikilmesi esastır,” diyordu inanıyorduk.

Sömürgecilerin ve işbirlikçilerinin elinde, tekrar eski silaha, bin yıllık saldırı silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kez daha kullanalım’ dediler. Zaten Özal tarikatçılığı, Evren’in dinciliği boşuna değildir. Böylelikle yayılmak, Türklüğe atılım kazandırmak isteniyor. Bu, eski ideolojik silaha sarılma, anlamına geliyor." diyordu inanıyorduk.

“Said-i Nursi, Şeyh Said, değişik tarikatlar, Nakşibendilik benzeri var ama bütün bunların milli bir çerçeveye çıktıklarını söyleyemeyiz. Çünkü hepsi aynı İslami emperyalist ekollerin ajan temsilcileri durumundadırlar. Bir İdris-i Bitlis Nakşidir. Yavuz'un ajanıdır. En son Barzaniler, Nakşidirler; güçlü ajan durumunu ifade ediyorlar. Bizzat devlet tarafından finanse edildiler.”
diye ekliyordu, yerinde buluyorduk ve inanıyorduk.

PKK'den çok rahatsız olan işbirlikçi çevreler kendisini Hizbullah adı altında yeniden militarize etmek istemiştir. Hizbullah’a destek ve güç verdiklerini biliyoruz.
Böylece ulusal kurtuluş savaşımız, en önemli ve sonuç alıcı bir döneme giderken, birdenbire, geleneksel işbirlikçilik, Türk İslami yayılma eğilimi ile İran İslami yayılma eğiliminin üçü el ele vererek tarihin gerçekleri ışığında başımıza musallat edilmek istenen bu "Hizbullah" maskesi altındaki tehlikeli, ajan, işbirlikçi, militarist örgütlenme -buna faşist de, düpedüz kelle avcıları örgütlenmesi de diyebiliriz- ortaya çıkarılmıştır.

Hizbullah, 70'li yılların MHP'sinin Kürdistanlaşmış biçimidir. Kürdistan Devrimine dayatılan İslami renkte, uluslararası İslami devrim geleneğini de, İran Devrimini de kullanarak biçim değiştirmiş MHP'dir.

KDP'ler biçiminde dayatılan ilkel-milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş KDP'cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970'lerde bazı Kürt dernekleri eliyle bu dayatılmak istendi. DDKD, KUK, ÖY vb. bir sürü Kürt grupçuğu eliyle ilkel-milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan devriminde ilkel -milliyetçilik teşhir ve tecrit edilmiştir.

Bunların çok çeşitli fraksiyonları çıktı. Ama en temel güçleri yine de Barzani-Talabani'ydi. Barzani'ye dayalı Özgürlük Yolu da günümüzde kendisine, sosyalist parti, diyor. Ekolü o güçlendirdi. Sömürgecilik, Rizgari, Ala Rızgari, KUK, KAWA vb. adlar altında etkili olmak istedi. Ama bunun esas kökü, feodal-aşiretçi güçlerdi. Bunlar bir de Türk milliyetçiliği ile irtibatlıydılar. Özellikle de Türk MİT'i ile irtibatlıydılar. Tüm bunlar, tutarlı yurtseverliğin, devrimci-yurtseverliğin gelişmesini elbirliğiyle boğmak istiyorlardı.
” diye anlatıyordu ve

“PKK, bunlara karşı da çok tutarlı bir mücadele verdi. Bunların ağa-şeyh-aşiretçi güruhu teşkil etmeleri, öte yandan Kürdistan’ın sosyal temelinin emekçi olması gerçeği, 1970'lerin ortalarından itibaren bizim halkı kolay aydınlatmamıza ve bunları tecrit etmemize imkân verdi. Kısacası iki mücadele verildi. Bu iki mücadele hem Türk ve hem de Kürt ilkel-milliyetçiliğini, Kürdistan halkının içinde teşhir ve tecrit etti.” diyordu gene inanıyorduk.

Özellikle ilkel-milliyetçiliğin işlemez hale getirilmesi, sosyalizm maskesi altındaki sosyal-şoven grupların safları bulandırmasının etkisizleştirilmesi anlaşılınca; egemen burjuva milliyetçiliği, 12 Eylül faşizmi, bu silahlarla artık Kürdistan UKM’ ne karşı, bunlara dayanarak mesafe alınamayacağını iyi biliyordu. Peki, elinde geriye ne kaldı? Tekrar eski silah! Bin yıllık saldırı silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kez daha kullanalım’ dediler. Şimdi en gözükara bir örgüt olan Hizbullah olayı var.

Demek ki, ortada bulunan tarikatlara İslam tarikatları demek yerine, İslam maskesi altındaki gözükara, yüzükara veya kendisi kara, kısaca Karayüzler, Türk şoven örgütleri demek gerekir.”
diyordu doğru buluyorduk.

Ve uzunca bir açıklama ile tarikat dinamiğinin Hizbullah örgütünün iç yüzlerini aşağıdaki şekilde deşifre eden Öcalan, yani “Nakşîcilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu rejim ve karanlık güçler değil mi? Türkse Türkler, Arapsa Araplar, Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler bu parayı ne için veriyorlar? Çok mu adaletten yanalar? Niye bu halka (Kürt halkına) yardım yok da, ulusal inkârcılara, milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var? Meseleye böyle politik bakmak gerekiyor.

Kürdistan devrimi, tarihler boyunca işbirlikçilik yapmış ağa, şeyh ve aşiret reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri ve sömürgecilerin bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar; ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için, hem sömürgecilerle ve hem de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar.”
diyerek daha da açıyordu, yerinde buluyorduk.

Hizbullahın esas itibarıyla genel polis merkezleriyle, yerel tarikat merkezleriyle ve en başta da ‘Olağanüstü Hal Yönetimi’ ile ilişkisi vardır Kısaca Türk sömürgeci rejiminin kurumlarına, emniyet teşkilatına bağlı olduğunu görüyoruz. Hizbullahçılığın yerel işbirlikçi çevrelerle bağları çok somuttur.

Sonlarının geldiğini gören Kürt işbirlikçileri, Hizbullahın yardımcılarıdır. Hizbullahın içinde her örgütte olduğu gibi inanmış insanlar da vardır ama azınlıktır.

Açıktır ki, özel savaş yönetimi Hizbullahçıları satın alıyor ve ‘yakalandığın zaman seni gizlerim’ diye teminat veriyor.

Polisin oyuncakları düzen savaşı veremez. Yurtsever katletmek, Türk devletine yardım etmek, halkı kafa karışıklığına itmek istiyorlar. Polisin elindeki Hizbullah iktidar savaşı vermiyor, iktidarın elinde bir piyondur. Polis hangi rejimin hizmetindedir? Açık ki Amerika’nın ve Siyonizmin hizmetindedir. Bunlar çokça anti siyonist geçinirler ama mevcut rejim islamizmden daha ziyade siyonizmi temsil ediyor.

İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ne söyledi: ’Siz Kürtlere ne yapıyorsanız biz onaylarız; siz de, biz Araplara, Filistinlilere ne yapıyorsak onaylayın.’ dedi. Bu saldırıyı Herzog’un emriyle Türklük yürütmüyor mu?

Çok açıktır ki Hizbullahçılık, siyonizmin de, en az Türk faşizmi, Kemalizmi kadar uşağıdır. Kemalizme ve resmi ideolojiye karşıyız, diyorsunuz ama onların himayesinde savaşmak, onların uşağı olmak anlamına gelmiyor mu? Şimdiye kadar bir tek Siyonistin burnunu kanattınız mı? O halde Türk rejimini, Kemalizmini besleyen, Siyonizm ise sizi de besleyen Siyonizmdir. Dolayısıyla siz, dolaylı yoldan da Siyonizmin uşağı oluyorsunuz.”
dedikten sonra;

“En büyük anti-siyonizm, anti-emperyalizm PKK'nın yönlendirdiği harekettir!” diyordu inanıyorduk.

Bütün bunları söyleyen Öcalan’ın şimdi dedikleri çok farklıdır, 180 derece farklıdır. Hepsi gözümüzün önünde söyleniyor. Duran Kalkan Öcalan’ın açtığı kapıyı daha da açarak, daha yeni vaaz etti ki “Hizbullah ile sorunları yok” muş; hatta “Kürt gençleri Hizbullah ile birlikte hareket edebilir“ miş! Artık ABD emperyalizmi en büyük “dost”ları ve “müttefik”leri ama bu “dost”luğun yüzü suyu hürmetine olsa gerek, bir o kadar da ABD emperyalizminin bölgedeki kirli savaşının “azaplar”ı olma konumlarını içlerine sindirebilmektedirler!

Ve şimdi Öcalan artık “onursal” önderdir ve Kandil ise liderliğini ilan etmiştir. Bu duruma, A. Öcalan’ın “karizması çizilmiştir” diyenler çok ve her yerde bu konuşuluyor; torba olsa büzersiniz ama olmuyor işte! Ve Öcalan’ın karizması çizilirken Karayılan’ın sesinin sertleştiği duyuluyor. “Onursal başkan” Öcalan, “silahsız çıkın” ve ayrıca “hemen çıkın” talimatları veriyor ama bir tarafa atılıyor; bundan çok emin olunduğunu, dolayısıyla RTE’ nin bütün Türkiye’ye “silahları olduğu gibi bırakıp gidecekler” dediğinden anlıyoruz; ancak böyle olmadığını görüyoruz, kör değilsek tabii; silahsızlanma için, hapishanelerin boşaltılması şartı getirilmiştir. Öyleyse, Öcalan’ın, Erdoğan’ın ve çıkış gerçekleşirse Barzani’nin işleri zordur, bu çok net olarak görülüyor.

Diğer yandan tarihin ileriye yönelik akışı, zaman zaman gerilese de, sağa sola kaykılsa da, son tahlilde tarihin bir doğrusal ilerleme mekanizması var; bu anlamda tarih ilerleyemezse sıkışıyor; bugün Türkiye coğrafyası, gericiliğin yüksek baskı ve kuşatması altındadır, sıkışmıştır ve genişleme zorunludur. Sıkışmayı da, genişlemeyi de görebiliyor, hissedebiliyoruz! Bu sıkışmadan doğacak genişlemenin üzerinde ve içinde biriken toplumsal güçlerin de genişlemeye başladığını görüyoruz.

İşte bu güçler, sıkışmaya neden olan yüksek ve tarihin gerisine yönelen gerici baskının kuşatmasını parçalayacak ve tarihin ilerleme çizgisini doğrusal yörüngesine sokacak olan tarihin biriktirdiği nesnel güçlerdir.

Ve biz biliyoruz ki her sıkışma genişlemeye gebedir ve bu sıkışma önlenemezse, genişleme durdurulamaz, genişleme durdurulamazsa patlama kaçınılmazdır. Patlayarak ortaya çıkan genişleme ise önünde durulması zor bir güçtür. Her patlama yeni bir tarihtir ve önümüzde Türkiye’nin bölünme tarihini görüyoruz, bu bölünmenin anlamının bölüşüm olduğunu dolayısıyla Türkiye tarihin belki en büyük “primitif akümülasyon”unun ifadesi olacağını daha önce vurguladım, buradan hareket ederek daha ileri gidenler, Türkler ile Kürtlerin artık bir arada yaşamasının mümkün olmadığını, ancak çok sessiz, söylüyorlar; bu sessizlikten toprak vermenin de almanın da çatışmasız olmayacağını düşündüklerini anlıyoruz.

Diğer yandan bu, tarihin önümüze koyduğu ve diyalektiğin yasalarına bağlı kalarak net olarak çözümleyebileceğimiz gerçeklilkleri, tepesi taklak etmeye memur edilmiş bazıları, Öcalan’ın kendisi ile Gramschinin hapishanede yazdıkları arasında korelâsyon kurarak, hapishane günlükleri misli derlediği ve kitaplaştırdığı yazıları ile benzeştirdikleri “kaos aralığı” veya “Kontradieff dalgaları” ile diyalektiği Hegel’in de gerisinde bir alana çekmeleri, böylece de tarihsel –toplumsal gelişmenin önüne içinde “zor” olmayan ve bu “kaos aralıklarını” tedrici bir siyasal müdahale ile yöneterek sosyalist devrime gerek kalmadan, sosyalizmin, sözde bir “üst” ama gerçekte ilkel bir versiyonuna, yani modern olduğu kadar ilkel olan bir “komün” düzenine geçilebileceği fikrini pompalayıp durmaktadırlar.

Öcalan da bundan söz etmeyi, böylece “devlet”ten kurtularak, ”devlet”siz bir toplumsal düzen kurulabileceğine atıfta bulunmayı ama bunun için de bir zaman aralığından söz etmemeyi aksine bunun neredeyse sonsuza kadar sürecek bir mücadelenin konusu olacağını, yani eski bayatlamış hikâyeyi Öcalan’ca tekrarlayarak felsefi bir tonda cümle halklara ilan etmeyi artık pek sevmektedir; o da, toplumun kerte kerte ikna edilmesi ve alıştırılması ile bir üst topluma ki buna Dühringvari saçmalıkların tekrarlanması, yani “aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet” karışık uydurmacasının tekrarlanması da diyebiliriz (bu arada her halde eski düzenin, bu düzenlerini sonsuza kadar sürdürmekte kararlı olan sahipleri, bu karışık uydurmaca uyarlarına gelmese bile, bunu öyle uzaktan seyredecekler diye düşünmektedirler ve sık sık Paris Komününe atıfta bulundukları halde, Fransız burjuvazisinin bir adım öncesinde düşman oldukları ile ittifak kurarak Komünarlara uyguladığı şiddeti ve elbette bunu, komüncülerin tam da şimdi felsefi tonda önümüze sürülen, eski düzenin sahiplerinin “zor”mekanizmasını, yani “devlet”ini, parçalamadan ve kendi “zor” mekanizmasını kurmadan, komünü koruyacaklarını zannettikleri için yapabildiklerini hatırlamak istememektedirler), geçilebileceğini yüzlerce sayfada kurduğu ve Gramschi’ye öykünerek felsefi cümlelerle vaaz etmekten bıkmamaktadır.(*)

Bu günün “sol” gömlek giymiş kapitalist yolcularının, Öcalan’vari felsefi vaazlar ile çiftleştirdikleri ve Marx’a uydurmaya çalışmayı ihmal etmedikleri sözleri; Dühring’in, üstelik Marx’ın henüz söylemediği sözlerini kanıt göstererek, Marx’ın, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluğunu, Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün Hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna vardığını vaaz etmesine ne kadar benziyor!

Her şey açık! Öcalan’ın, dün dedikleri de açık! Bu gün dedikleri de açıktır ve Duran Kalkan’lar bu açıklıktan girerek Hizbullah ile İttifak’a kapı açıyorlar, Altan Tan’lar da, S.S. Önderler de, aynı açıklıktan giriyorlar ve buradan devrimci renklerin budanmasına meşruiyet alanı sağlamaya çalışıyorlar, bazıları da bu alanı, dinsel alana saygı temelinde genişletiyor.

Daha önce de vurguladım, ittifak böyle gelişiyor ve gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakının geliştirilmesi böyle yürüyor.

Yani Kürtler, 30 yıllık bir savaşın sonunda, geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler; burada kalırlarsa önlerini hiç göremeyecekler ve başkasının gözlerine mahkûm olacaklar!

Başkası mı? Bu ise çok net görülüyor, ABD emperyalizmidir; onun gözleri ile bakanlar hep hüsrana uğramışlardır; diğer yandan bu karanlıkta Öcalan, içini dolduramayacağı rüyaların esiri olup, ABD’nin dostluğundan medetle, AKP ile yapacağı herhangi bir anlaşmanın geçerliliği olabileceğini düşünerek hazırlık yapıyorsa, bunun gaflet ve dalalet olduğunu düşünenler çoktur ve bu da kaçınılmazdır!

Peki, burada mıyız? Göreceğiz!

Peki neredeyiz? Bunu görüyoruz; karanlık yolların birleştiği noktanın tam ortasındayız. Kürt ve Türk halkı, bu karanlıkta ilerlemeye ve ilerlerken birbirine çarpmamaya çalışarak, ilerici renklerini koyulaştırıyorlar; ayrıca bu karanlığın ortasında, Öcalan’ın gördüğü rüyalar ile diğer liderlerin gördüklerinin örtüşmediğini görebiliyoruz. Daha açıkçası, artık Apo onursal önder, Karayılan işbaşındaki başkandır! Bu netlikle görülüyor. Karanlık yolların kesişmesi ise değişmiyor. Ancak bu, ilericilerin de işini kolaylaştırıyor. Tarihin ileriye doğru akışı da kolaylaşıyor, sıkışma ileriye doğru genişleyerek, karanlığı dağıtacak güçleri biriktiriyor; patlamadan da, patlayarak da olsa genişlemeye karanlığın dayanamayacağı görülüyor. Karanlığa sahip çıkanlar, bunu daha çok görüyorlar; bu nedenle daha çok karanlık biriktirmek istiyorlar.

Karanlığın dışında kalanlar ise, karanlığın hücum halinde ama kendi içine doğru büyüdüğünü görüyorlar; öyleyse gördükleri, karanlığın “zor”unun, aydınlığın genişlemesini, tarihin ilerleme çizgisinin yörüngesinde ilerlemesini, bu kendi içine birikerek yarattığı zor ile durduramayacaklarıdır! Diyalektik böyle gösteriyor; tarihin sıkışması, daha önce yadsınanı bir üst noktaya ve oradan başka bir üst noktaya yükseltmek üzere yadsır ve yadsınan karanlık ise, yadsıyan aydınlık olacaktır.

Gelişmeye Hegel’in kaba diyalektiği ile bakanlar, diyalektiğin bakıldığı gibi kalmadığını, yani Hegel’in kaba diyalektiğinin güzel bir diyalektiğe, Marx ve Engels’in diyalektiğine dönüştüğünü göremiyorlar; kaba materyalizmde kalanlar ve yine yeniden ona sarılanlar, hem diyalektiğin geliştiğini ve hem de hiçbir devrimin birdenbire olmadığını, geçmişinden su geçirmez bölmelerle ayrılmadığını göremiyorlar. Onlarca yılın, ilk bakışta sanıldığı gibi, pek de sakin olmadığını örnek olsun otuz yıldır süren Kürt hareketliliğine bakarak, Türkiye’de her şeyin süt liman olmadığını göremiyorlar; küçük, sıradan, ürkek damlaların sessizce biriktiğini, büyüdüğünü göremiyorlar; dolaysıyla diyalektiğin en önemli yasalarından biri olan ve bütün devrimleri anlamanın tek anahtarı olan nicel birikimin, nitel değişikliğe dönüşmesi yasasının önemini kavrayamıyorlar.

Dahası var, bu yasayı dudak ucuyla dillendiren kapitalist yolcular, Engels’in suyun buharlaşma örneğinde takılı kalarak, suyu buhara dönüştürmek için ısrarla ateşin altını körüklemek gerektiğini hatırlamak ve hatırlatmak istemiyorlar. Böyle olunca, yani ateşi eksik bırakınca, birikimi sağlayamayınca tarihin mahkûm edemeyeceğini göremiyorlar! Ateşi söndürenlere, birikimi burjuvaziye hediye edenlere tarihin en büyük mahkûmiyeti vereceğini akıllarına getirmiyorlar! Her devrimin bir birikimden doğduğunun, her birikimin biriktiği ortamın izlerini taşıyacağının ve bu izleri kazıyabilmek için bir şiddet dönemine, bir “zor”a ihtiyaç olacağının, hem teorik olarak ve hem de özellikle Sanayi devriminin öğretici deneyimi ile yasalaştığını, artık eğilip, bükülemeyeceğini göremiyorlar ama huylarından ve kapitalist yolculuklarının gereği olarak görevlerinden de vazgeçemeyerek, eğip bükmek için çabalarken komik durumlara düşüyorlar!

Bu komiklikler, gelişme kapısının kapanması, hareketsizlik ve hareketin önünün tıkanmasının sonucu oluyor; bütün güzelliklerin sonu ve tüm çirkinliklerin başlangıcı buradadır; her türlü dedikodu, iki yüzlülük, sahtekârlık ve kokuşma buradan fışkırıyor; komiklikler saman tadında ve ucubeyi andırıyor! Böylece, küçük burjuvazinin en başından kokuşması ve kokması kaçınılmaz oldu; bu, kısırlığı doğurdu; derindeki nesnelliklerin işaret ettiği elverişli ortam görülemez oldu; böylece Türkiye’nin ilerici-devrimci hareketini gıdım gıdım ve artarak burjuvazinin peşine takmak isteyenler başarı kazandı; bu kazanımı gören bütün kapitalist yolcular bu noktada toplandı; bütün devrimciliği ve ilericiliği, arada bir “yaşasın işçi sınıf”, ya da “Yaşasın sosyalizm” veya “Yaşasın enternasyonalizm” demeye ve senede bir gün “haydi 1 Mayısa diye bağırıp Taksim’de deşarj olmaya indirildi; Taksim yasaksa, bu yasak kapıyı iterek geriye doğru kaymak en büyük devrimcilik sayıldı! Böylece, yaratamamanın, üretememenin, biriktirememenin ve birikenleri yönetemenin hastalık üreten ortamı her tarafı sardı!

Ancak bunun, yine diyalektik gereği, başka ve zıt bir yüzü de ve kaçınılmazlıkla oluştu!

Marx 1848 devrimlerini çözümlerken ortaya çıkardı, yenilginin geliştirici olduğunu vurguladı; Türkiye’de 12 Mart ile bunu gördük, bu büyük yenilginin hastalıkların bir bölümünü ortaya çıkardığını da gördük; ardından, devrimci hareketin burjuvazinin peşine takılması ile daha büyük bir yenilgi oldu. Ancak bunlar, bu günü kurtarmak için, yarından vazgeçmenin, artık kurtarılmak istenilen bugünden de yoksun demek olduğunu ortaya çıkardı! Bu yenilgiler, tüm hastalıkların ve çirkinliklerin kaynağının gelişememek olduğunu pek güzel ortaya koydu!
Dahası, gelişmek için mutlaka yeni bir dünya istemek gerektiğini ve mutlaka, hangi gömlek giydirilirse giydirilsin, bugünkü dünya ile yetinmemek gerektiğini gösterdi; tek hedef olarak, güzeli doğurtmayı hedef almadan, hiçbir hastalıktan kurtulmanın mümkün olamayacağını gösterdi! Arkasından 12 Eylül geldi, bu hastalıklara hastalık kattı, kalıcı yaptı! Uzun sürdü ve hastalıklar müzminleşti; ancak hastalıkların varlığı daha da net olarak görüldü! Her yenilgide olduğu gibi, 12 Mart’ta olduğu gibi, bu yenilgi, bir takım müzmin hastalık ve çirkinlik mikroplarını burjuvazinin kampına bıraktı. Gelişmenin önündeki engellerin ne olduğunu açıklıkla sergiledi.

Böylece hepimiz, akıl taşıyanları kastediyorum, yenilginin aynı zamanda gelişmenin tohumlarını taşıdığını gördük; bütün bu hastalık ve çirkinlik mikroplarına karşın ve bunları burjuvazinin laboratuar ortamında çoğaltmasına ve her tarafa yaymasına karşın, yeni bir dünyayı ve sadece bunu, vazgeçilmez bir hırs ile isteyenler, gelişmek zorunluluğunu, bunun için değişmek ve değiştirmek gereğini duyanlar öne çıktı!

Geride kalanlar, hastalıktan muzdarip olanlar yanında, bu hastalıkları burjuvazi adına yaymaya gönüllü olanlar oldu ve işte yenilgi, tıpkı kirletilen denizin, dibindeki hastalıklı ve çokça çürümüş organizmaları kıyıya vurması gibi, bu gönüllü hastalıklı ve hastalık yayan yaratıkları açığa çıkardı! Ateşi eksik edenlerin, birikimi sağlamayanların, hatta önünü kesenlerin, dahası ateşi söndürenlerin, birikimi burjuvaziye hediye edenlerin bu hastalıklı ve hastalık yayan yaratıklar olduğunu gösterdi!

Artık buradayız ve çok daha açıklıkla görebildiğimiz bir noktadayız! Ve bu noktadan, daha önce yadsınmış olanın yadsınmasının, kaçınılmaz olduğunu ve bu kaçınılmazlığın önündeki engellerin kendiliğinden aşılamayacağını hepimizin biliyor olmasına rağmen, bu hastalıklı yaratıkların, bu hastalığı yaymaya memur edilmiş kapitalist yolcuların, bunu görmezden geldiğini, göstermemek için elli takla attığını görebilmek artık çok daha kolay olmaktadır!

Bu engelleri tarihin çöplüğüne atıp, tarihin sıkışmışlığının yarattığı kaçınılmazlıktan doğacak olan özgürlüğün önünü açacak iradenin, bu sıkışmanın genleşme demek olduğunu bilen ve görenlerin biriktirerek ve bu sıkışma ile kendiliğinden birikenleri de aynı yerde toplayarak oluşturduğu güç ile ortaya çıkacağını; böylece karanlığı yadsıyıp, aydınlığı bu topraklara getirecek olan güçleri yöneten iradenin bu olacağını ve böylece de, tüm çıplaklığı ve kokuşmuşluğuyla açığa çıkan, kıyıya vuran hastalıklı mikrop taşıyanların bu iradenin karşısında karanlıkla birlikte tarihin en derin çukuruna gömüleceğini görenlerin hızla birikeceğini ve genişleterek ilerleyeceğini görmek, duyumsamak artık çok daha kolaylaşmıştır!

Öyleyse kayıkçı kavgasını, karanlığın içine hapsedilerek sürdürülen kör dövüşünü, bu anlamda empatik ve sempatik kavgacıkları bırakarak, ”karanlık mı yoksa aydınlık mı?” diye sorup, herkes yerini belirlemelidir. Gerisi bu belirlemeden sonra gelecektir ve sosyalistler için ilerletici olan ile geriletici olan bellidir ve hep ilerletici olandan yana irade göstermişler ve göstermelidirler!

Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını özgürce belirlemesi için mücadelesi ve buna yürekten destek vermek de ilerletici olanın içindedir! Ancak, Kürt halkını, ABD emperyalizminin dinci, gerici, ilkel ve itaatkâr bir Kürt devletine mahkûm etme çabası, dolayısıyla Kürt halkını ABD emperyalizmine teslim etme çabası gerici ve gerileticidir!

Buna devrimcileri alet etmek, bu gericiliği ve gerilemeyi, Kürt halkının kaderini özgürce tayini diye yutturmak ise hiçbir ilerici, devrimci için mümkün değildir. Bunu akıl taşıyan hiç kimse yutmaz demek istiyorum! Dolayısıyla bu gerici yönelişe ne Kürt ilericileri ve devrimcileri ne de Türk ilericileri ve devrimcileri izin verir!

Öyleyse nihai hedefe giden yolun da karanlığın içinde değil, aydınlık içinde genişleyeceğini herkes bilince çıkarmalıdır. Bu ne aşamacılıktır, ne ulusalcılıktır, ne de kaba materyalistçiliktir; ama karanlığa karşı aydınlık bir alan için birikenlerin belirleyici olacağı gerçekliği açıktır. Bu gün tarihin önümüze koyduğu ve yaşadığımız canlı gerçekliğin üzerindeki olguların işaret ettiği nesnellik budur. Bu aydınlık alan, üzerinde en kolay örgütlenilebilecek, ayrışılabilecek, en özgürce mücadele edilerek, yani sınıf savaşı en serbest biçimde sürdürülerek ilerlemenin güçlerinin örgütleneceği ve elbette artık tarihsel olarak gerici kalan ve geride kalan toplumsal yapının aşılarak, tarihsel olarak da toplumsal olarak da ilerideki bir üst birliği kurmaya en yakın ve en yatkın alan olacaktır. Tarihin gerisindeki, karanlık bir alanda daha ilerisini ve daha yükseğini, ne görmek mümkündür, ne de bir ve aynı olan güçleri bu karanlık ve hastalıklı, kokuşmuş alanda biriktirmek ve ne de tutabilmek mümkündür!

Gericiliğe karşı ilericilik, hangi sınırda olursa olsun, tarihi hızlandıran ve ezilenleri, sömürülenleri nihai kurtuluşuna yakınlaştıran en temel yaklaşımdır ve bu gün sadece Türkiye değil, ABD emperyalizminin sinsi oyunları ile karşı karşıya olan bütün dünya, hem tarihsel gericiliğin ve hem de dinsel gericiliğin, yobazizm diyoruz, saldırısı ve kıskacı altındadır; öyleyse ilericilik, aynı anlama gelmek üzere aydınlanmacılık, ezilen ve sömürülenlerin, dünyanın ezici çoğunluğu olan çilekeş insanlığın, kendine yabancılaştırılan insanoğlunun insanlığını kazanmasının ve yükselmesinin ve de nihai kurtuluşunun en başı ve belirleyenidir; buradan gerisi karanlıktır, yani dinsel ve tarihsel gericiliğin tam egemenliğidir: Bu eşiği ileriye doğru atlamadıkça, ne sosyalist mücadelenin, ne demokratik mücadelenin önemi kalacaktır; daha doğrusu, aydınlık için mücadele edecek güçler bile zor bulunacakken, demokratik ve sosyalist mücadelenin güçlerini oluşturmak mümkün olmayacağı gibi, önceliği de söz konusu olmayacaktır.

Bunların hepsi, eninde sonunda ekonomik durumun belirleyiciliğine bağlı olan bir siyasal zor ile bağlıdır! Bu da, bugünün verili zaman ve koşullarındaki ekonomik durumun belirleyiciliğine karşı, yani yıkılma eşiğinde olan ekonomik durumu bu yıkımdan kurtarmak için, düzenin sahiplerinin her ne şekilde olursa olsun, bir “zor”dan başka bir şeye başvurmazlarsa ekonomik yıkımdan kurtulmalarının da, yani ekonomik durumu ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmelerinin de ve elbette siyasal olarak egemenliklerini devam ettirmelerinin de mümkün olmayacağı anlamındadır; ama siyasal zor, ekonomik durumun ve onun kaçınılmaz evriminin belirlediği yöne tabi olursa, tarihin ve toplumsal gelişmenin ilerletici yönüne tabi olursa, bu anlamda eski toplumun bağrından fışkıracak olan yeni toplumun ebesi olacaktır ve işte o zaman eskimiş, tarihin gerisinde kalmış, hatta ölmüş olan siyasal biçimleri yenerek ve parçalayarak, ileriye doğru bir gelişme ve yükseliş kaçınılmaz olacaktır. Gerisi, onca öncülün görerek pişirmeye çalışmasına rağmen hâlâ ham kalan bir hayaldir; sömürerek veya primitif akümülasyonla edindiği zenginliklerini kaybeden mal mülk sahibinin, kendisini hep ve hiç bıkmadan ve de uyurken de uyanıkken de darı ambarında veya hazine adasında görmesi misli bir hayaldir!

Öyleyse Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakına karşı İlerici Kürtler ile İlerici Türklerin birliğini koymak yerinde ve kaçınılmazdır!

Ancak böyle Kürt halkının yükselişinin durdurulması durdurulabilir! Kürt halkının karanlığın içine hapsedilmesi önlenebilir! Tarihin nesnel akışının ilerletici gücü yerine oturtulabilir!
Ek(*)Ulus devletçilik, son dört yüz yılın insan zihnini yoğuran ve yeniden şekillendiren modern olgularının başında gelmekteydi. Kapitalizm gibi toplumsal doğanın uzun süre dayanamayacağı bir sömürü sistemi onun sayesinde mümkün olmuştu. Sosyalizme yönelirken, aslında bu canavarların en büyüğünden kurtulmak istemiştim. Fakat aynı canavarın sosyalizmi de tahakkümü altına almış olması beni yanıltmıştı. İmralı’nın en büyük yararı, bu gerçeğin farkına varmamı sağlaması oldu. Gramsci’nin de kavramaya oldukça yaklaştığı bir hakikatti bu.

Çok büyük bir cesaretle ulus devletle bağlantılı tüm sistemi reddetmek asla toplumculuktan kopmayı ifade etmediği gibi, ona hakikat payı oldukça büyümüş bir paradigma ve yöntemle yaklaşma anlamına geliyordu. Kapitalist moderniteyi bu çerçevede kavramlaştırmaya çalışmam zor olmadı.

Alternatif modernite kavramı olarak demokratik moderniteyi kavramlaştırmak diyalektik gereğiydi. K. Marks’ın, Hegel’in diyalektik metafiziğini diyalektik materyalizme dönüştürmesi gibi, ben de kapitalist moderniteyi demokratik moderniteye dönüştürmeye çalışmıştım. Sonuçları elbette tarihsel akışla belirginlik kazanacaktı. Kapitalist sisteme ne kadar yanıt verdiği tarihsel materyalizmin bu yeni yorumunun işi olacaktı…

…Kürdistan’da demokratik ulus inşacılığı, hem kuram hem de pratik açıdan üzerinde yoğunlaşmayı ve dönüşüm geçirmeyi gerektiren Kürt varlığı ve özgür yaşamının yeni tarihsel ve toplumsal ifadesidir.
Kendini gerçek aşk derecesinde adamayı gerekli kılan bir hakikati ifade etmektedir. Bu yolda hiçbir sahte aşka yer olmadığı gibi, sahte yolcusuna da yer yoktur. Bu yolda insanlık tarihinden olumlu anlamda süzülmüş bal kıvamında gerekli olan ne varsa onun yolcusuna sunulmuştur.

Bu yolda demokratik ulus inşacılığının ne zaman tamamlanacağı gereksiz bir sorudur. İnsanlık durdukça tamamlanamayacak bir inşadır söz konusu olan. Evrende kendini her an yaratan varoluşlar kadar, insanın kendi kendisini özgür bilinçle her an yaratan bir varlık olması gibi, demokratik ulus inşacılığı da kendini her an yeniden yaratma özgürlüğüne sahiptir.

Toplumsallık açısından ne bundan daha iddialı bir ütopya ne de bir gerçeklik söz konusu olabilir. Kürtler, tarihsel ve toplumsal gerçekliklerine de uygun olarak, demokratik ulus inşacılığına güçlü bir biçimde yönelmişlerdir. Zaten inanmadıkları ve etkisine de zoraki olarak girdikleri ulus devlet tanrısından zihnen kurtulmakla kaybetmemişler; ağır bir yükten, hem de kendilerini imhanın eşiğine getiren bir yükten kurtulmuşlardır. Buna karşı demokratik ulus olma imkânını kazanmışlardır. Kıymeti ne denli bilinirse o denli değerli olan bir kazanımdır bu…”

(“Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı kitaptan-İmralı-2012-Öcalan)


Fikret Uzun

12 MAYIS 2013

7 Mayıs 2013 Salı

TARİH BİLİNCİ YARIM DOĞRULAR VE İKTİDAR PERSPEKTİFİ



Yarım doğru, en tehlikeli yalandır diye boşuna dememişler! Gerçeklere yaklaşırken de bir adım ileri iki adım geri yapıyoruz maalesef!
Önceleri, Ufuk Urasları, en azından sarf ettikleri ve sola ait olmayan öğretilmiş düşüncelerini öne çıkartırken, gerçeklerden uzak idik; bundan vazgeçtiğimiz görülüyor. Ancak, başka bu tür sola ait olmayan ve sola ait düşünceler imiş gibi, bir minik gerçek ile çiftleştirilmiş bir dolu gerçek dışı, en azından gerçek üstü düşüncelerin yarattığı yarım veya buçuk doğrular ile gerçeklerden hep uzaklaşmaya devam ettiğimiz görülüyor.
Böyle olmasaydı, AKP İktidarı 14. yılına giremezdi; faşizmin konuşlanması bu denli fütursuzca olamazdı; faşizme rağmen hâlâ "ileri demokrasi"den söz edilemezdi! Ve dahi ABD emperyalizminin kozmopolitizmine bu denli teslim olunmazdı!
Üstüne üstlük kâh ölmüş ata kırbaç sallayarak, kâh tekme atarak ölüyü diriltme ve ölüyü “öldür”me ayinlerinin illuzyonunda ölmüş ata can katılmazdı! Ve ayrıca, bu gün hâlâ ulusalcılık yaftalarının hışmından korkup, dar alanlara sıkışmak sol olarak gösterilmezdi.

Oysa sorun hem sol olmakta ve hem de solu aşmaktadır ve işte bu bir adım ileri, iki adım geri dansı ile bunun üzeri örtülmekte, ondan korkup, bundan korkup, soldan da sosyalist iktidardan da kilometrelerce uzaklaşılmaktadır.
Halbuki ne diyoruz ki dediklerimizde çoğu kez aferin, bravo sesleri duyuyoruz, biz sosyalistiz, ne ulusalcılık, ne Kemalizm, ikisi de bizi ilerletmez! Ama emperyalizme karşı ve hatta emperyalizmin sosyalist hareketi topyekün imha planlarına karşı, tabii eğer iktidar perspektifi ve hırsı taşıyorsak, sınırımızın nerede olduğunu net olarak bilmek zorundayız. Bunun anlamı Kemalizm’den daha geriye düşmeyiz demektir. Ve bu gün emperyalist ABD ile kıran kırana ve güç hesabı yapmadan kavgayı göze almazsak, ne 12 Eylül rejimi ile baş edebiliriz ne de sosyalist iktidar yolunun önündeki engelleri süpürebiliriz.
Dahası var, yukarıdaki cümleleri sarf eden kişi(*) bir sınıf partisi, bir  komünist partisi iddiasında olan partinin hem politik, hem de teorik duayeni olarak bilinen bir kişidir ve benim gibi sıradan bir sosyalist iktidar yolcusunun tekraren hatırlattığı ve yalınlığından kuşku duymadığı temel gerçeklikleri haydi haydi bilmesi gerekir ve bilmediğinden kuşku duymuyoruz; öyleyse neden hâlâ yarım doğrularla ve hâlâ beynimizin kalan yarısını da yiyeceklerine, sadede gelmezler asıl bunun üzerinde durmak gerek! 
Ve değerli Evin hocama bu vesile ile buradan şükranlarımı bildiriyorum ki, derindekileri görmüş olması ve derinde görünenin şebeke dinamiği olduğunu açıklıkla dillendirmesi ve de bu tür yarım doğruların tam da bu derindekileri örtme vazifesi gördüğünü bilincimize çıkartması son derece önemlidir!(**)
Ve işte bir gün ölmüş atın tekmelenmesi, öteki gün ölmüş atın kırbaçlanması ki bunun anlamı bir gün öldüğüne inandırmak, öteki gün tüh gene canlandırdılar'ı oynamaktır; bu, egemen sınıfların ve elbette onların dünya çapındaki ve her anlamda bir "zor" mekanizması olan düzeneğinin, yine dünya çapındaki yol haritasını salimen tamamlamasına ve ileri gidemeyen kapitalizmin rahatlıkla geriye, köklerine dönmesine, dönerken de tüm insanlığı tarihin gerisindeki bir cehennemi düzenin sürüleri haline getirmesine olanak sağlamak için, önündeki bütün engelleri kaldırmaya yaramaktadır.
Ama tarih artık ve bundan sonra önü durdurulamaz biçimde, hızlı akmaktadır ki bunun anlamı da pek çabuk bu yarım doğrularla oyalanan ve oyalayanları kulağından tutup, hazırda tuttuğu çöplüklerinden birine fırlatıp atacaktır. Ve burada beylik laflara gerek yoktur ki başrol bu yarım doğrulara da, engin ideolojik-teorik lafızlara da prim vermeyen ama içinde taşıdığı gizil gücü harekete geçirmesini öğrenmiş olan kitlelerde olacaktır ve işte bundan sonra, yarım doğrular, tam doğruları kitlelere en dolaysız bir biçimde aktaran, toplumun en önünde olduğunu tarihin akış hızına en tam ifadesiyle uyduğunu ve bunu lafızlarla süslemesine gerek olmadan, fiziki olarak göstererek, büyük bir sol arınmanın piminin çekilmesine ve de şiddetli bir altüst ile yarım doğruların da, sahiplerinin de altta kalmasına mihmandar olacak olan kadrolar tarafından lanetli yerine gönderilecektir.
Öyleyse bir kez daha hatırlamak gerek, Hitler Fransa’yı işgal ettiğinde, komünistler ulusun tamamının önüne geçerken ve Fransız yurtseverleri ile en önde ve en çok kayıp vermek pahasına ve hiç bir güç hesabı yapmadan Hitlerin faşist güçlerine karşı ölüm kalım savaşı verirken, ulusalcı yaftasından korkmayacak denli komünistliklerine güveniyorlardır; ayrıca İspanya iç savaşında, dünyanın dört bir köşesinden yurtseverlerin İspanyadaki direnişçilerin yanında ölüm kalım savaşına akın etmesi de tarihe son derece anlamlı harflerle kaydedilmiştir!
Bu gerçekler tarih bilincinin ve bilgisinin içindedir, tarih bilincinden uzaklaştığımız denli bu gerçeklerden de uzaklaşmak kaçınılmaz oluyor ve ondan sonra da, kıçı kırık ve birbirini bilen kırk kişi misli şebeke dinamiğine biat etmiş olan "Komünist " Parti müsveddelerinin ve emperyalizmin istihbarat örgütlerinin ama daha çok emperyalizmin tepesinde konuşlanmış uluslararası şebekenin beslediği Troçkist laf ebelerinin dolduruşları ve yafta hücumlarının korkusuyla bugün en tam ifadesiyle olunması gereken yerden uzaklaşmak kaçınılmaz oluyor; böyle olunca da iktidardan uzaklaşılmış oluyor!


Bunları dile getirirken, kimseyi kişisel olarak hedef almadığım kesindir; ancak, kişisel olarak hedef almamak adına, gerçeklerden uzak yaşamına başkalarını da ve kitlesel olarak çekmek isteyen kişileri eleştirmek, gerekirse halk adına mahkûm etmek, her akıl taşıyan devrimcinin sorumluluğu olduğuna inanıyorum! 
Ve bundan, bütün meselenin komünistlerin en iyi ulusalcı veya en iyi Kemalist veya hatta en iyi yurtsever olması gerektiğini söylediğim ve dayattığım sonucu çıkarılmamalıdır; ama bu gün bu noktalardan daha geride durmanın, komünistlere ölüm getireceğini söylüyorum. Bu ise komünistlere komünistliği bırakıp, biraz ya da tümüyle ulusalcı olmasını buyurmak da değildir ama bütün bu renklerin önünde ve mihmandarı olarak, hatta bu renkleri, en tam ifadesiyle yiğitlik içinde ABD emperyalizminin oyunlarını püskürtmede ve gericiliğe karşı ilerici çizgide en ön cephede savaşmalarına rağmen, onları yalnız bırakmamak (çünkü bırakırsak eninde sonunda ters istikamete döneceklerini veya en azından yerinde sayacaklarını deneyimle sabit olarak biliyoruz!) ve bu savaşın da başkomutanlığına geçerek, bu özverili savaşı daha ileriye yani sosyalist iktidara taşımak gerektiğini vurguluyorum! 
Ve yapılanların bunun tam tersi olduğunu savunuyorum, o nedenle de "sosyalist iktidar mücadelesinde, burjuvaziye karşı hıncımızı sergilemede alçak gönüllü olunmayacağının bilinciyle, eleştiriden ve en sert biçimde olanlarından kaçınmadan, içimizde, yakınımızda, bizimle birlikte ve çevremizde özveri ile mücadele eden tüm akıl taşıyanları, sorumluluk sahibi olanları sosyalist hareketi olması gereken düzeye yükseltme kararlılığına çağırıyorum ve bu yolda, yani sosyalist iktidar yolunda, önümüze çıkan herkesle kavga etmeden ilerlenmeyeceğini, kavgasız iktidar olunmayacağını hatırlatıyorum. Hatırlattıklarım yeni değildir, daha önce de vurguladım, benden önce vurgulayanlar da oldu!
Şimdi tam sırasıdır ve bir kez daha vurgulamayı borç biliyorum.
Artık yarım doğruları bırakmanın, aynı anlama gelmek üzere eskimiş formüllerin esiri olmaktan kurtulmanın, dolaysıyla olgular dururken ihtimaller üzerinden hareket ederek canlı yaşamın yeşil rengini karartmaktan kurtulmanın zamanı olduğunu; bunların yerine yaşamın canlı gerçeklerinin üzerindeki somut olguların paçasından tutarak, Türkiye'nin ihtiyacı olan tam doğruları ortaya koymanın ve buna uygun politikalar üretmenin zamanı olduğunu haykırıyorum!

Bunu Komünist Parti iddiasında olanlar yapmazsa, boşluk illa ki doldurulur ve bu boşluğu dolduranları hiç kimse suçlayamaz ve karikatür "komünist" particiklerin isim hırsızlığı etrafında kopardıkları türden yaygaralara sarılmayı da kimse ciddiye almaz. Ancak bu boşluk başka türlü de doldurulur, yani bu boşluk ve yine en tam ifadesiyle sosyalist iktidarı yakınlaştırmak ve almak için doldurulamazsa, kaçınılmaz olarak karşı devrim tarafından ve ilerlediği rotasını güçlendirecek denli doldurulur. Doldurduğunu biliyoruz. Ve bu boşluğun sosyalist iktidar hırsı taşıyanlarca doldurulacağına emin olmak istiyoruz ve emin olunması için elimizden geleni yapıyoruz. Bu kavga, bu kavgayı yarım doğrularla götürülmeyeceğini bilerek, yarım doğruların arkasına saklananların ellerine teslim edilemeyecek denli büyük bir kavgadır ve bu kavga, bu kavgayı iktidar hırsı ve perspektifi ile sürdürenlerin hem boynunun borcu ve hem de hakkıdır; gerçekten sosyalist iktidar için kararlı olanlar, bu kavgayı öksüz ve yetim bırakma çabasında olanların yarım doğrularla gerçek olguları karartma çabalarına izin vermezler.

Öyleyse niyetimiz, bir Komünist Partiye ve onun mihmandarlarına akıl vermek değildir; ama en tam ifadesiyle komünist parti olmaya çağırmak, bu anlamda uyarmak hem hakkımız ve hem de sorumluluğumuzdur! Ve en önemlisi de, yarım doğruları ve anlamını artık sıradan insanların da fark ettiğinin bizim gözümüzden kaçmadığı gibi, bu bayların da gözünden kaçmadığını biliyoruz ve buna rağmen bu yarım doğrularda direterek, gerçeklerden ve tam doğrulardan kaçmaya kılıf yapmalarını affedemeyiz ve izin veremeyiz!


Bunu, bu topraklara ve halklarına borçluyuz! Bu borç, ödeyerek biter, ödemekten kaçarak değil!
Ve Evin hocam işaret etmiş(***), BDP yi,hatta Öcalan’ı ve dahi PKK’yi büyük resimden soyutlayarak, yerini tam belirlemezsek, hepsi havada asılı kalır, somutun içindeki, yani büyük resimdeki renkleri net olarak ortaya çıkmaz; çıkmayınca da birbirinden ve her şeyden ama daha önemlisi büyük resimden bağımsız olarak ve ayrı ayrı ele alınan olgular haline gelir; böyle olunca da, içerdikleri doğrular ve yanlışları ayıklamak beyhude çaba olur; yani gerçeklik adına veya sorunun çözümü açısından, başka ifadeyle temel sorunun çözümü açısından hiçbir zenginlik yaratmaz.Yaratmıyor!

Bugün Yalçın Küçük’ün deyimiyle Kürtler geldiler geldiler, ABD emperyalizminin kozmopolitizmi ile atbaşı giden bir gerici karanlığın içine girdiler. İşte büyük resimden taşan “zenginliğin” rengi budur ve artık besbelli ki, ne zamandır bilemeyiz, Öcalan Barzani’ye biat etmeyi kabul etmiştir! Ayrıca Suriye ile ABD güdümünde çatışmaya girmeyi de politika saydığı belli oluyor! Bu ise Türkiye’deki iç savaşı daha da sertleştirir ve daha kanlı bir hale getirir! Bu noktada komünistler, “bizi kimse ulusalcı yapamaz” veya "Türkiye'yi emperyalist projelerin, Yeni Osmanlı'nın girdaplarına sürüklenmekten kurtarmak için biraz ulusalcı mı olsak." yollu kaçamaklıklarla oyalanamaz!

İç savaşta kime karşı, kiminle veya kimlerle birlikte ama daha önemlisi kimlerin önüne geçerek, nereye doğru, kime karşı hareket edecekler, netleştirmeleri gerekecektir! Eğer Kürtler, Türkiye’yi karanlık bir çukura sürükleyen ABD emperyalizmi ile ittifak kurup, Türkiye cumhuriyetine karşı,12 Eylül rejimi ile yani onun yeni yönetimi ile hücuma geçerse komünistler ne yapacak, tarafsız mı duracak, ya da “ikisine de karşı olmak için biraz sosyalist olmak yeter.” lafızlarının arkasında siper mi alacaklar?

Bu, ABD emperyalizmi ile kavgadan kaçmaktır; dahası 12 Eylül rejiminin yeni versiyonuna karşı tarafsız olmaktır. Ama en önemlisi, biriken tüm güçleri yok saymayı, dolayısıyla bu güçlerin önüne geçmekten uzak durmayı getirecektir! Bu da eninde sonunda,”karşı olmak için, biraz sosyalist olmanın yettiği” söylenen o ikisinin, yani ulusalcılık ile ABD emperyalizminin kozmopolitizminin, empatik bir ittifakına kapıyı ardına kadar açacaktır. Bu ise biraz AKPci ve biraz da ABDci olmanın dik alası olacaktır. Bu ise en azından, büyük resmin arkasından yükselen daha büyük resme bakakalmak demektir.
Daha büyük bir şekilde yükselen resim mi?

Türkiye’de ve Bölgede ABD’nin hükümdarlığının tescil edilmiş olmasının, İsrail’e vaad edilen toprakların kucağına bırakılmasının, yani Kürt-Yahudi devletinin ufukta görünmesinin ve bölgedeki halkların, ilkel bir şekilde yadsınarak, kırbaçlı köleler haline getirilmesi sürecinin önemli oranda tamamlanmış olmasının fotoğrafını taşıyacaktır!

İşte o zaman, Kürt halkı ile Türk halkı en tam anlamında “eşit” olacaktır! Yani sıfırların eşitliğinde birbirlerine doğru yuvarlanacaklardır! Sadece onlar da değil, bu bölgedeki bütün halklar, aynı eşitliğin girdabında kırbaçlı kölelerin sıfır noktasında, bir adım öncesindeki böcekleşmiş hallerini bile arar durumda olacaklardır!

Öte yandan, politikanın bir savaş sanatı olduğunu bilmeyen yok ama bunu hatırlayan da yok! Oysa iki nokta çok önemli; birincisi, güç biriktirme sanatı, ikincisi düşman yaratma sanatı! Bu ikisinden uzak eveleyip geveleyene, bir savaş partisi demek herhalde abesle iştigaldir! 

Öyleyse, “komünist”baylar, Kürtlerin, girdikleri karanlığın içinden ve bu karanlığa güvenerek yönelttikleri saldırıdan, daha doğrusu dâhil olduğu emperyalist saldırıdan komünistleri vareste tutacağını mı zannediyorlar? Ve ikisine de karşı olmak için az biraz sosyalist olmanın yeteceğini vaaz eden “komünist” baylar, bu saldırı sırasında kime kimlere karşı tarafsız olacaklar ve kime kimlere taş atacaklar, ya da taş mı atacaklar, yoksa “hoştunuz köpek efendi mi” diyecekler? Ve dahi, öyle ya da böyle her ne yapacaklarsa kiminle, kimlerle yapacaklar? Yani belirledikleri düşman net olarak kim ve kimler olacaktır? 

Yoksa bunu saldırı en tam hızıyla ve fizikselliği ile gerçekleştiği zaman mı düşünecekler?

Oysa her şey açık; Kürtler kendi savaşlarını bırakıp, kendi savaşları olarak dayatarak, ABD emperyalizminin ve ezen ulusun egemenlerinin kirli savaşına dâhil olmuştur ve Türkiye’nin olduğu kadar, Kürt coğrafyasının da ilericilerine savaş ilan etmenin hazırlıkları içine girmiştir! Hatta bu hazırlığı bir savaş ilanı olarak kabul edebiliriz! 

Demek ki, ABD emperyalizminin dayattığı büyük resim karşısında komünistlerin de bir büyük resmi olmak durumundadır! O da sosyalist iktidardan başka bir şey değildir! Ancak bunun arkasındaki daha büyük resmi de unutmamak gerek; o ise doğu halklarının, sosyalist iktidar hedefli veya yönelimli antiemperyalist kurtuluş birliğidir! Kısaca Doğu halkları birliği! Bu birliktir ki hem Kürtlerin siyasal kurtuluşuna, hem de Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin sosyalist iktidar yönelimli ekonomik-demokratik-politik kurtuluşuna ve elbette bölge halklarının gericiliğe, dinciliğe ve ortaçağ karanlığındaki işbirlikçilik ile sarmalanmış emperyalist ezgi ve sömürüye karşı, sosyalist iktidar hedefini yakınlaştıran kurtuluşuna kapı açmakla kalmayacak, derli toplu bir alan yaratacaktır.

Ve ancak böyle, ABD-AB emperyalizmine alternatif olarak gelişen ve öne çıkan yeni büyük kapitalist güçlerin, aynı temelde başka bir hükümranlık kurmasının ve sosyalist iktidar yolunu tıkamalarının önü tıkanabilir ve bölgesel halk devrimi, sosyalist iktidara taşınabilir!

Bu, tarihin akışının ve hızlanması ile verdiği işaretlerin önümüze koyduğu bir nesnelliktir; hemen gerçekleşmeyebilir, öyle ya da böyle farklılıklar taşıyabilir, nesnelliğini en tam ifadesiyle yansıtma gücüne erişemeyecek de olabilir ama bu, eninde sonunda ete kemiğe bürünecek bir nesnelliğin ifadesidir; buna umutla bakmayanların, sosyalist iktidara da, sosyalist devrime de umutları yok demektir ve o nedenle de, barışa teslim olmaları kolaylaşır, demokrasi dinine tapmaları kaçınılmaz olur; dillerindeki sosyalist cumhuriyet ise olmayacak duaya âmin niteliğinde kalacaktır!

(*)''Sol bir dünya görüşüdür. Programdır, ilkelerdir. Bunlar varsa solcusundur. Yoksa değilsindir. Bu ilkeleri, programı bu seçimlerde sadece TKP temsil ediyor. Solun evrensel değerlerini benimsiyor.
BDP, Kürt halkı üzerinden siyaset yapmayı ilke edinmiş bir parti. Bize göre bu bir haktır. BDP’ nin önüne her zaman engeller konmuştur. Bu engellerden biri olan yüzde 10 barajını aşabilmek için bağımsız adaylar üzerinden seçime girmeleri de onların hakkıdır. Bu seçimde bunu başarabilirler. Ama bu çalışmaların içeriği sol mudur? Biz böyle bir şey göremiyoruz. Barzanicilikle solculuk olmaz. İşçi sınıfının geleceğini, ağalarla, şeyhlerle birlikte görmek solculuk değildir."(Aydemir GÜLER-TKP Onursal Başkanı)

(**) Eğer şebeke dinamiğini devre dışı bırakan bu sözlerin içindeki kandırmacayı görmezsek olmaz! (Evin Okçuoğlu-Şair-Yazar-Çevirmen)

(***)Solculuk Barzanicilikle olmaz elbette. Ama bir tutam doğru ile şebeke dinamiğini aklayamayız. Örtemeyiz. Yalçın Küçük bu örtüyü yırtıp attı. Şimdi halen o örtüye sarılmak isteyenler var. Hatta öğrencilerinden kişiler bunlar... Okuyanlar gibi.” Evin Okçuoğlu


Fikret Uzun
7.5.2013