30 Mart 2013 Cumartesi

ANTİEMPERYALİZM ve SAVAŞ İÇİNDE BARIŞ VERSUS BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ



ANTİEMPERYALİZM ve SAVAŞ İÇİNDE BARIŞ VERSUS BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ

Anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm zaman zaman dost ve çok zaman da düşman iki kardeş oluyorlar.

"Milli" yanı çok ağır basan bir anti-emperyalizm zorunlu olarak anti-kapitalizmden uzaklaşıyor. Her unsuruyla böyle bir anti-emperyalist mücadelenin, kuşkusuz, milli yanı tamdır ama anti-kapitalist yanı eksiktir; böyle olunca da sonuca yavaş yürüyeceğini ve hatta sonuca ulaşamayacağını düşünmek yanlış değildir.

Anti-kapitalist yanı ağır basan bir anti-emperyalist mücadelenin ise "sınıfsal" yanı yüksek olacaktır.
Öte yandan, emperyalist merkezin kontrol sistemini zayıflatmayan bir anti-emperyalist mücadelenin kat edeceği mesafe daha uzun görünüyor.
Öyleyse, hem sınıf tabanı yüksek ve hem de ezen ulusun devrimci hareketi ile birlikte hareket eden ve çözümler üreten bir anti-emperyalist mücadelenin başarı şansı daha yüksektir. Bu, ezen ulusun içindeki anti-emperyalist dinamikler ile birlikte hareket etmeyi de içermektedir.

Ancak bunun için, ezen ulusun ezilen ve sömürülen sınıflarının devrimi ile ezilen ulusun ezilen ve sömürülen emekçi halkının emperyalizme ve ezen ulusun egemenlerine karşı yürüttüğü devrimin iç içe geçmiş olması gerekir.

Bu örnek Vietnam’da bolca ve son derece acı derslerle yüklü olarak vardır.

Demek ki, kurtuluş, iki ezilen ve sömürülen halkın kader birliğinde ve ortak düşmana karşı kendi anti-emperyalist renklerinde ama bu renklerin bütünleşik halinde mücadele etmelerindedir.
Bu yoksa veya sağlanamıyorsa, uzlaşma ve teslimiyet kaçınılmaz olacaktır. Ve bu çokça başka kılıflarda ortaya sürülecek ve hatta iki halka da dayatılacaktır.

Nasıl mı? Emperyalizm ile entegre olmuş ezen ulusun egemenlerinin emperyalist senaryolarını gerçekleştirmesi veya bu senaryolara hazırlanması ile; daha doğrusu, bu senaryoların doğuracağı ihtiyaç ile ki, bu ihtiyaç, ulusal sorunun bu çerçevede ve illaki uzlaşma ve teslimiyet ile çözümüdür.

Bu ihtiyaç elbette ki, tümüyle sınıf savaşımının hız ve şiddetine bağlı olarak, ulusal sorun çerçevesinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan iki tarz-ı siyasetten birini ki, bu elbette sol veya devrimci renk taşıyan, yani sınıfsal yanı ağır basan veya yönelimi sol tarafa olan rengin budanmasıdır; başka ifadeyle bu renge karşı teslimiyet ve uzlaşmayı dayatmaktır.

Diğer yandan kapitalizm artık tekeller düzenine açılmış ve yerleşmiştir. Tekeller düzeni ise emperyalist değilse, emperyalist senaryolara sahip ve illa ki emperyalizm ile entegrasyonunu tamamlamış ve burjuva unsurları ya tümüyle kendine bağlamış ve de bağlayamadıklarını tümüyle karşı tarafa atmıştır.

Ayrıca tekelci düzene ülke sınırları yetmeyecektir, sürekli ihracat yapmak
zorundadır ve bunun garantisi ve istikrarı için ise güç ve hegemonya gerektirmektedir. Öyleyse emperyalist senaryolar ve eğilim kaçınılmazdır.

Öyleyse iç politikadaki politik ve ideolojik ve de egemen renk buna uydurulmalıdır. Uyduruluyor ve tam zıddıdır. Bu zıtlık tarihsel olarak da, ideolojik olarak da gerilemeyi ifade etmektedir.

Öyleyse tekeller düzeninin sahibi olan ezen ulusun egemenlerini emperyalizmin içinde saymak, başka ifadeyle emperyalist saymak yerindedir ve bu, ezilen ulusun sömürülenleri açısından da, ezen ulusun sömürülenleri açısından da düşmanı netleştiren bir olgudur.

Bunların hepsi ve bütün renkleri ile birlikte bir bütünlük içinde dünya devrimine kapı açan bir bölge devrimini düşündürüyor. Bu, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde taşıdığı bir nesnellik olarak görünüyor.

Emperyalizm, bu devrimin başını doğmadan ezmek için, bölgede kanayan yara olan ve çokça çıkarları için kullandığı ulusal sorunu kendi emperyalist senaryoları çerçevesinde "çözmek" ve sorun yaşayan ve sorun olan ulusu, bağlı olduğu siyasi coğrafyalardan ayırarak, birbirine ve bir büyük devlet ile bağlamak ama aynı zamanda kendisine bağlamak istiyor. Bunu epeydir istediği açıktır.

Demek ki, ulusal sorunun çözümü, kesinkes anti-emperyalist bir mücadele içinde verilen ulusal kurtuluş mücadelesi ile mümkündür.

Oysa bu gün burnumuzun dibinde seyredenlere baktığımızda, üstelik pek derine bakmaya bile gerek yoktur, net olarak görülüyor ki, ulusal sorunun çözümü, ezen ulusun egemenleri ile ve düzenlerinin yönetimi ile ve aynı zamanda emperyalizmin baş aktörünün destek ve denetimi altında yürütülen bir "barış" a endekslenmiş durumdadır.

Bunun temel nedeni, güç-güçsüzlük hesabı yapılması ve dolayısıyla Kapitalizm yanında, emperyalizmin güçlü ve yenilmez olduğunun kabul edilmesidir. Bu nedenle de güç olarak görülen bütün renklere "çözüm" için kapılar ardına kadar açılmış bunun doğal sonucu olarak da,asıl çözüme ve bu yöndeki "güçsüz" güçlere kapılar kapatılmıştır.

Oysa politikada güç, hem görecedir ve hem de anlıktır; her an değişebilir, tersine dönebilir demek istiyorum. Çünkü asıl güç, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan eden, dolayısıyla sınıf savaşından bağımsız olmayan bu sorun, sorunu yaratanların da sorunu oldu ise tarihin ilerleme çizgisi hızlı akmaya başlamış demektir ve öyleyse sınıf savaşı daha da şiddetlenecek demektir ve işte gücü biriktiren ve hiç beklenmedik bir anda zembereğinden boşaltacak olan bu tarihsel ve nesnel dinamiktir.

Bu, tarihin bir kesitinde reel olarak doğrulanan Marxist teorinin aksiyomlarından biri olan emek sürecinin belirleyiciliği ilkesinde vücut bulmuş bir gerçekliktir.

Demek ki, ne emperyalizme karşı mücadelede güç hesabı yapmak, ne de "barış" a bu hesabı yaparak teslim olmak doğrudur!

Doğru olan, öncelikle emperyalizme karşı mücadelenin ulusal mücadele ile birlikte ve kapitalizme karşı mücadele ile birleştirilerek yapılması ve ama bunun için, taktik ayrıdır, ilke olarak güç hesabı yapılmamasıdır.

Yani antikapitalist olmayabilir, ya da zayıf olabilir ama anti-emperyalist olmayan bir ulusal mücadele ya boğulur ya da teslimiyetçiliği kötünün iyisi sayan bir politikaya sürüklenir.

Diğer yandan, sömürüye, eşitsizliğe, insanın gelişmesini durduran sisteme son verebilmiş toplumda barış'ı anlatmak çok kolaydır; çünkü "barış" bir vargıdır. "Barış" böyle bir toplum sisteminin doğal uzantısıdır.

Sömürü ve eşitsizlik ise elle tutulmaz; elle tutulan zindandır, işsizliktir, açlıktır, darağacıdır. Bunlar da vargıdır ve sömürünün, eşitsizliğin mezar çiçeklerini oluşturuyorlar. Her toprağı mezarlık çiçekleri ile dolu olan bir ülkede barış'ı anlatmaya çalışmak çok zordur.

Cenaze evinde düğünden söz etmek gibidir.

"Barış", savaştır; sömürü ve eşitsizliğe karşı savaştır. Başka türlü de ifade etmek mümkündür; barışın yolu barışçıl görünmüyor, en azından her zaman görünmüyor. Çünkü ciddi bir "barış" mücadelesi, savaşı doğuran nedenleri ortadan kaldırmayı hedef almak zorundadır.

Bu, şiddeti doğuran nedenlerin kökünü kazımayı hedef almak demektir.
Şiddet ise sömürüden, sömürüyü bir sistem olarak kabul ettirebilmek için eşitsizliği kabul ettirmek gereğinden doğuyor.

Sömürü ve eşitsizliğe karşı ve insanın gelişmesini durduran boyunduruklara karşı olan bir savaşı içermeyen "barış", sömürü ve eşitsizliğe teslim olmak ile özdeşleşmektedir.

Dolayısıyla buradan bir sonuç çıkıyor; "barış" mücadelesi, barış'a teslimiyeti reddetmeyi gerektiriyor.

Ancak, akılcı ve ortakçı bir toplumun en dolaysız vargısı olan barış'a tutkuyla bağlanmayı ön koşul sayıyor.Bir ucunda reddetmek var,diğer ucunda ise bağlanmak var; birbirini tamamlıyor.

İkiyüzlü lafazanlar, tarihin her döneminde sahneye çıkarlar ve içinde “barış” çiçekleri olan süslü laflar ile kapitalizm koşullarında demokratik bir barışın mümkün olabileceğine halkları inandırmaya çalışırlar; oysa bir dizi devrim olmadan, dolayısıyla savaş olmadan ve o ülkede o ülkenin yönetici sınıflarına karşı devrimci bir mücadele yürütmedikçe demokratik bir barışa benzeyen bir şeyin söz konusu olamayacağını tarih kanıtlamıştır.

Savaş kardeşler arasında değildir, savaş kardeşlere karşıdır! Savaşı bitirecek olan sadece ve sadece halkların kardeşliğe sahip çıkmasıdır! Birbirine sarılması, birbirinin dostluğunu pekiştirmesidir; savaş, savaşın müsebbibi ve mimarı olanlarla, buradan beslenenlerle “dost”luğu pekiştirerek bitmiyor.

Bu, savaş içinde bir arada yaşama politikası güden zalim ile barış içinde bir arada yaşamak demektir; bu ise tamı tamına zalime teslim olmak demektir!
Öte yandan biz, savaşın siyasetin başka yollardan (zora başvurma yoluyla) devamı olduğunu da biliyoruz ve diğer yandan emperyalizmin girdiği her yere baskısını ve boyunduruğunu götürdüğünü de biliyoruz.

Başka ifadeyle emperyalistlerin ve elbette egemen sınıfların, sömürgeleri haraca kesen, başka milletleri ezen ve işçi sınıfı hareketini baskı altında tutan bir siyaset izlemiş ve izlemekte olduklarını da biliyoruz. Bütün bu siyasetler, halkları kurtarmak için değildir, tam tersine esaret altına almak içindir.

Öyleyse emperyalistlerin bu bölgede sürdürdüğü savaşta güttüğü siyaset de sadece budur.

Bunu bilirsek emperyalizmin bu bölgedeki ve Afganistan'da ve Irak'ta ve Libya'da, Mısır'da ve Yemen'de sonuçlarını net olarak gördüğümüz ve Suriye'ye dayanıp kalan, sonuca gidemediği için de türlü entrikaya başvurmasına neden olan siyasetinin, bu bölgedeki halkları esaretten, dolayısıyla Suriye halkını Esad rejiminden kurtarmak için değil,tam tersine esaret altına almak için olduğunu, dolayısıyla Suriye ve Esad nezdindeki ısrarını ve elbette Kürt sorununun "çözümü" ne yönelik siyasetini ve elbette Kürt ve Türk halklarına dayatılan "barış" siyasetinin gerçekte hangi siyasetinin devamı olduğunu anlamak zor olmaz ve aslında anlamamak için ahmak olmak gerekir.

Başka ifadeyle emperyalizme dair gerçeklerin bilincinde isek ve emperyalizme teslim olmadı isek,emperyalistlerin Suriye nezdinde işçileri, emekçi halkları üçkâğıda getirmek için nasıl hileler kullanılmakta, hangi parola gibi gerekçeler öne sürmekte olduğunu, hangi tertiplere hazırlanmakta olduğunu net olarak görürüz.

Dahası, Obama'nın aniden ve elbette tam da Öcalan'ın Newruz ateşine karşı okunan mektubundan hemen sonra İsrail yönetimi ile yaptığı görüşmenin yine hemen sonrasında İsrail'in, Türkiye'den özür dilemesi ve yine akabinde "bu özrün Esad’ın sonu olacağının" müjdelenmesinde sakınca görülmemesi ve yine aynı an diliminde Kandildekilerin, "silahlı güçlerini sınır dışına çekme" kararı almaları ve hatta acele ediyorlar izlenimi vermeleri, artık Kürt analarının ağlamalarına konu olacak ölümlerin Türkiye coğrafyasından,Suriye coğrafyasına ve belki sonra belki aynı anda İran coğrafyasına taşınacağını görmek için yeter de artar.

Bu gerçekliği görmemek için, ya harbiden kör olmak ya da ahmak olmak gerekmektedir ve bir ihtimal daha var ki, diğer ikisinden çok daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir,emperyalizmin bu hilelerine ve emperyalist siyasetine bilerek ve isteyerek biat edip, Kürt ve Türk halklarını,emperyalizmin hilelerini kullanarak kandırma çabasıdır.

Ancak emperyalistlerin hilelerine bilerek ve isteyerek biat etmenin, bumerang etkisine açık olduğu çok net olarak bilinmektedir Irak'ta Saddam,Mısır'da Mübarek, Libya'da Kaddafi, bu bumerang etkisinden kurtulamamış, biri kafeste yaşayan,diğer ikisi yaşamayan örneklerdir.Başka örneğe gerek yoktur.

Öyleyse büyük fotoğraf, bütün renkleri ile ortaya çıkmıştır, bu fotoğrafın bütününü kaplayan emperyalist oyun ve bu oyuna gönüllü dahil olanları ve telaşlarını yansıtan renkler, son derece netlikle ortaya dökülmüştür.

Halk deyimi ile "takke düşmüş, kel görünmüştür."

ABD emperyalizminin ve bilumum işbirlikçilerinin bundan sonra işleri çok daha zor olacaktır ama buna karşın yine de zararı daha çok Kürtlere dokunacaktır.

Oysa çözümün düğümü kardeşliktedir ve antiemperyalist mücadelededir. Emperyalizmin ipine tutunmakta değildir.


Fikret Uzun

28 Mart 2013

14 Mart 2013 Perşembe

AŞIRI TEPKİ Mİ ZOR AŞIRI DEMOKRASİ Mİ KOLAY!



AŞIRI TEPKİ Mİ ZOR AŞIRI DEMOKRASİ Mİ KOLAY!

“Ezen ülke işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun komünistini, emperyalist ve alçak saymak görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce, ayrılma olasılığının binde bir olması durumunda bile bu istem mutlak bir istemdir.”

“Belli bir devlet içinde, o devletin tarihindeki bütün değişiklikler boyunca, tek tek devletlerin sınırlarının burjuvazi tarafından şu ya da bu biçimde nasıl değiştirildiğine bakmadan, o devlet içindeki bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde sımsıkı çoğalan bir ittifak içinde olmaları gerekir.”

“Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva –demokrat revolüsyonlar dönemi,1905 yılına kadar başlamadı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin devrimleri, Balkan savaşları; bunlar Doğuda dönemimizin dünya olaylarıdır. Ve ancak kör bir kimse bu olaylar zincirinde, ulusal bağımsızlık ve ulusal açıdan üniform devletler yaratmaya çalışan bir dizi burjuva-demokratik ulusal hareketlerin uyanışını görmezden gelebilir” (V.İ.Lenin)

Sınıfsal bakışla bakanlar ulusun tarihsel bir kategori olduğunu görürler. Gördükleri ile ulusun, burjuvazinin egemen sınıf olarak geliştiği, kapitalist üretim tarzının doğup, güçlendiği dönemlerde yerleştiğini; kapitalizmin varoluşunun ve gelişiminin zorunlu sonucu olduğunu ve bunun, ideolojinin taşıyıcı sınıfı olan burjuvazinin ekonomik ve üst yapıya ilişkin gereksinimlerini yanıtladığını bilirler.

Bu anlamıyla ulus-devlet olma durumu, toplumsal gelişmenin aracı olma anlamında, daha ileri bir yeri tarif eder. Milliyetçi hareketler, bu tarif edilen yeri gerçekleyecek yoğunlukta bulunuyorlarsa, yani ulus-devlet oluşturma yeteneğine sahip iseler desteklenirler.

Bununla birlikte, Türk demokratların ulusalcı olmasından yakınanlar, Kürtler dâhil, demokratların nesnel olarak ulusalcı olduğunu unutmaktadırlar.

Demokratlar ulusalcıdır. Demokrat hareketler, tarihsel olarak burjuva kökenlidir. Ulusal devlet peşinde koşuyorlar. Her zaman bir ulusun egemenliğini hedef alıyorlar ve asimilasyon politikası izliyorlar.

Bu hareketlerin doğası gereği, ulusal devlet ve egemenlik kurma hedefi bakımından bir ulusun egemenliğini hedef alması gayet normaldir. Asimilasyon politikası izlemesi de bunun kaçınılmaz sonucudur. Kürtler, öyle ya da böyle, bir ulusal devlet formuna kavuştuklarında, yapacakları budur; örnek olsun, yanı başındaki Türkmenleri asimile etmek!

Keza, Kuzey Irakta kurulan Kürt devletinin, şimdiden Türkmenler ve diğer milliyetler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını biliyoruz.

Öyleyse kendiliğinden anlaşılmalıdır ki, ulusalcı hareketleri, ulusalcı oldukları için eleştirmek ve mahkûm etmek bir bulanıklıktır.

Öncelikle bu yalın gerçekliği bir yere not etmek gerekir.

Jön-Türk hareketi, adı üstünde, ulusal bir harekettir. Kemalist hareket, radikal olmamakla birlikte, Türkçü ve ulusal bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Burjuva –demokrat ve Türk milliyetçisidir. Jön -Türkler ve Kemalistler, üniform Türk devleti kurmaya çalışmışlardır. Bilimsel olarak baktığımızda, onları bu hevesleri nedeniyle kınamak mümkün değildir. Mümkündür deniliyorsa, Kürt ulusal hareketi için de aynı kınamanın mümkün olmasına şaşırmamak ve karşı çıkmamak gerekir.

Demokrat, özü gereği zaten milliyetçidir, enternasyonalist olamaz. Sermaye, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalizm olarak yayıldığı zamanda bile gittiği yere halkların kardeşliğini değil, sermayenin boyunduruğunu götürür.

Buna karşın demokratlığa en çok vurgu yapılan bugünkü Türkiye’de, radikal bir demokrat hareket ve gelenek yoktur. Devrimci –demokrat hareketler var fakat bunlar sosyalist sloganlarla ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlar, akıllarda bulanıklık ve anlamakta güçlükler yaratmakta, dolayısıyla netleşmek gerektiğinin önemini göstermektedir. Netleşmek için ise, ideolojik netlik, dolayısıyla ideolojik mücadele gerekiyor.

Bu gerçeklikler ışığında, sosyalistlerin demokrat olmasına yapılan vurgunun arka planında bir akıl tutulması olduğunu; yoksa son derece sinsi bir oportünist çaba olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Buradan hareketle, demokrasinin bir katılım içerdiğini; devrimciliğin son tahlilde en geniş kitleleri yönetime katmak olduğunu, yönetimi kitleselleştirmek olduğunu hatırlatmak istiyorum. Kitlesellik ise, son tahlilde, tek doğrulayıcıdır.

Bunun yolunu, yani, en geniş kitleleri yönetime katmanın yolunu açmak için, çeşitli yolları düşünenler ve deneyenler olabilir; tek yolun radikal köktenci yol olduğunu görenler olabilir; bunlara bakıp da “demokrat” olmayan devrimciler olduğu sonucuna varmak yanlıştır.

Marx, demokratlık ile sosyalistliğin teorik ve pratik olarak birbirinden ayrılışını geliştirdi ve yazdı. Lenin, teorik olarak ayrılığı saklı tutmakla beraber, pratik olarak bir araya gelebileceğini ileri sürdü.

Bugün bu ikisini teorik ve pratik olarak bir birinden ayırmak güçtür; “muhafazakâr –demokrat”, “sosyal-demokrat”,”hakiki-demokrat”, devrimci-demokrat” yani türlü, çeşit demokrat birey çağında, saf ve salt demokrat aramanın ne demek olduğunu kimsenin açıklayabileceğini sanmıyorum ve diyelim ki aranan demokrat bulundu ne işe yarayacak sorusu öne çıkacaktır.

Bu anlamda, sorunun cevabına açıklık sağlayacaksa,12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, sosyalistlerden demokrat yaratmanın mücadelesinin adı olduğunun altını çizmek yararlıdır. Bugün açık ve net olarak görülen odur ki, eski sosyalistler artık birer demokrattır ve sosyalistliği hiç kalmamıştır (elbette tümünü kapsamıyor).

Kavga olmasın, gürültü patırtı çıkmasın, insanlar da hakkını alsın istiyorlar, hemen hepsi, daha önce Menderes’ten, sonra Demirel’den demokrat misyon beklemişlerdir ve bir süredir tümüyle, şimdilerde ise bir bölümü, Erdoğan’dan demokrat misyon beklemektedirler.

Bugün bu yaklaşım ve beklenti içine, Kürt devrimci-demokratlarının da sokulmaya çalışıldığı apaçık görülmektedir.

Öyleyse demokrat, dün Menderes ve Demirel’in, bugün Erdoğan’ın demokratlığına inanan kimsedir. Bu ölçülere göre çıkan sonuç şudur ki, sosyalistler demokrat olamaz.
Demek ki, demokrat-sosyalist olamaz.

İlginçtir Nasyonal-sosyalist derken küfür niyetine konuşanlar, yani nasyonal-sosyalizmin içindeki “sosyalist”in sosyalist olamayacağını kabul ederek küfürlü vurgu ile konuşanlar, sosyalistlerin demokrat olması gerektiğine inandıkları için, demokrat-sosyalist kavramı karşısında aynı tür konuşmamaktadırlar.

Nasyonalizm milliyetçiliktir, demokrat olmak da milliyetçiliği içeriyor. Öyleyse “nasyonal sosyalist” ,ya da “ulusal sosyalist” veyahut da”ulusalcı sosyalist” vurgusu ile sosyalist olmayana işaret ederek küfür ediliyorsa, sosyalistin demokrat olmasını istemek akıl karışıklığı değilse, karıştırmak için uğraşmak demektir. İşte bu, çok yaman bir çelişkidir ve müthiş bir bulanıklık yaratmaktadır.

Aynı şekilde Kürdün ulusalcısına karşı boyunları kıldan incedir, iş Kemalist hareketin ulusalcılığına gelince devreye en iyi yaklaşımla kınama girmekte, daha kötüsü ise, intikam hırslarının büyütülmesidir. Arada ise küfürlü yaftalamalar vardır. Bulanıklık o kadar büyük boyuttadır ki, örnek olsun, şu anda yaptığım bu tespit bile, bana küfürle ve abuk sabuk, mesela “ulusalcı”,  mesela “Kemalist” yaftaları ile saldırmak son derece normal ve haklı görülebilmektedir.

Bu tıpkı, örnek olsun, gerçek yaşam manzaralarındandır, bir zaman Konya gibi dini bütün bir yerde, oruç tutma ayında, yoldan geçerken simit yiyenlerin ağzını burnunu dağıtarak dövenlerin, dönüp aynı saatte mevcut sofralarına oturup kahvaltı etmeye devam etmelerine benzer.

En başta açıklamaya çalıştım ki demokratlar özü itibarı ile ulusalcıdır! Öyleyse bir sosyaliste “ulusalcı” yaftası ile saldırıp, sonra ondan “demokratlık” istemek abesle iştigaldir. Hatta son derece ahmakça bir beklentidir!

Kısaca politik ahmaklıktır!

Örnek olsun, Kürt sorununda sözde “çözüm” arayanlar, Kürt hareketinin de bir burjuva –demokratik hareket, yani demokrat hareketi olduğunu işlerine geldiğinde hatırlayıp, işlerine gelmediğinde hatırlamamaları bir yana, hiçbir ölçü tanımadan bu aradıkları “çözüm”e eleştiri getirenleri “ulusalcı”, “Kürt düşmanı” yollu yaftalarlarken, Kürtlerin Jön-Türk hareketi içinde yer aldıklarını, İttihat ve Terakki’den umutlandıklarını hatırlamıyorlar.

Jön-Türk hareketi bir devrimci-demokrat harekettir, “çözüm”cüler, bundan bir haber duruyorlar. Böylece, bol kepçeden her tarafa “ulusalcı” yollu küfür akıtabiliyorlar.

Dahası, ittihat ve terakkinin Muş ve Bitlis’te Kurulu olan kulüplerinin, adı İttihat ve Terakki kulüpleri olmakla birlikte, tümüyle "Kürt Kulüpleri" olarak geliştiğini, akıllarına bile getirmiyorlar.

Apaçık ortadadır ki Kürt ulus hareketi, Türk ulus hareketinden umutlanıyor ve İttihat ve Terakki içine giriyor. Bu geleneğin hâlâ devam etmediğini söylemek mümkün görünmüyor.




12 Eylül, zor’unu uygulamaya başladığı andan itibaren, yaydığı kitlesel korku ile insanımızı kendisine yöneltmiştir.

Korku, insanın en önemli ve insani duygusu olduğu kadar, kendisine yönelmesinde en önemli parametre yine korkudur. Bununla birlikte, insanın ve insanlığın, kendisi için ve kendi geçmiş eylemliliğine yönelik merakı, umudunu canlı tutan meraklarından birisidir. Eğer bu merakın arkasında güçlü bir konum yoksa bu merak, insanı, kendisine yönelmesi sırasında, geçmişini inkâra yöneltmektedir.

Öyleyse insanın kendi içine yönelmesinde de zıtların birliğini görüyoruz. Bu zıtlar, söz konusu insan olunca, zıt olmakla beraber, gayet insani özellik taşımaktadır.

Birincisi, insanın kendisine ve insanlığa güvenerek kendisine yönelmesi ve böylece içini ve geçmişini öğrenmeye cesaret etmesi ise; ikincisi bu güvenden ve cesaretten yoksun olarak insanın kendisine yönelmesi, son tahlilde, insanın fışkırması değil, insanlıktan uzaklaşmasıdır. Başka ifadeyle kendisine yönelerek, kendisinden uzaklaşmasıdır.

Bunun için insanın özel çaba göstermesi, yani kendisinden uzaklaşmak için özel çaba göstermesi, güvenini ve cesaretini kaybetmiş olması bir yana, kapitalist toplum düzenine teslim olması demektir.

Çünkü insanı kendisine yönelterek kendisinden uzaklaştırmayı, kapitalizm oldukça sistemli bir biçimde başarmaktadır. Üstelik bu, sistematik bir nesnellik taşıyor; insan, kendi ürettiğine yabancılaşıp, bu yabancılaşmaya, üretilen ürüne el koyarak katkıda bulunan kapitalisti model alarak kendisine yönelip, insan olmayı hedefleyince, insanın fışkırmasının önündeki en sinsi engel durumuna dönüşmektedir.

Öyleyse 12 Eylül rejiminde, 12 Eylül rejiminden çıkılmadığının farkında olmayarak kendisine yönelen insan, belleğinden uzaklaşan insandır. Demek ki, hafıza taşımayan insanlar diyarında yaşadığımızı söyleyebiliriz!

Bunu tersine çevirmek için ise, insanı hafızasına kavuşturmak ve bu hafızada korkunun olduğu kadar, güven ve cesaretin de olduğunu göstermek; bununla birlikte korku ile kendine yönelmesinin insanı böcekleştireceğini; bu anlamda metamorfe edeceğini; güven ve cesaretle kendine yönelmesinin ise, tüm birikimine kavuşturarak, güçlü bir konumda yeniden fışkırtacağını göstermek gerekmektedir.

Bunun için ise tek eksik teoridir ve teorik bakıştır.

Böylece insanımız, yerleştirilmeye çalışılan düzenin(dün 12 Eylül rejimi idi, bu gün “yeni” 12 Eylül rejimidir), insanlığa karşı yürütülen bir karşı devrim olduğunu ama aynı zamanda her karşı devrimci dinamiğin olduğu yerde, devrimci durum olduğunu görecek ve birikimine de, kendisine de güveni ve aynı oranda cesareti nesnel olarak açığa çıkmış bir biçimde, devrimci durumun nesnelliğinde önemli bir güç olmaya ikircimsiz adım atacaktır.

Şimdi tam da buradayız ve bulanıklığı aşmanın yolu, burada olduğumuzu fark etmekten geçmektedir. Burada, yükselen Kürt insanının fışkırmasının, kendisine yönelen Kürt insanına dönüştürülmeye çalışıldığını hatırlamak yerindedir. En başta kendisine ve insanlığa güvenmesinin önündeki engeller kalınlaştırılmaktadır. Yükselen Kürt insanını, kendi içine döndürerek, yükselen insan formuna yabancılaştırmak istenmektedir.
Başı dik insan “aşırı” tepkilidir ve “aşırı” tepki vererek bir yere varılamaz; öyleyse “aşırı” tepkiler budanacak, “demokratik” tepkilere dönülecek, dolayısıyla reformist çözümlere teslim olunacaktır! Emperyalist Kürt “çözümü”nün reçetesi budur. Öyleyse Kürtlere yine yeniden başını eğmek düşmektedir. Gerisi bahanedir!

Dediğim gibi, fark etmek, bizi teoriye ve teorik bakışa daha çok yakınlaştıracaktır.
Böylece zihinlerimizin pasını atmış olduğumuzu umut ederek, ulusal soruna başka bir açıdan bakmayı deneyebiliriz.

Bir soru demeti ile başlamak istiyorum ve soruyorum!

Egemen sınıf, burjuvazi, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalist olarak yayıldığı bir dönemde, girdiği yere halkların kardeşliğini getirebilir mi? Tersinden sorarsak, girdiği yere sermayenin boyunduruğunu götüren bir emperyalizm, burada özgürlük sağlayabilir mi? Eşitlik ve kardeşlik sağlayabilir mi? Dahası, burada sermayenin boyunduruğu altına aldığı halkların “dost”u olabilir mi?

Bu soruların cevaplarını netleştirmek açısından, TKP üyesi olarak TKP Genel Sekreteri H.Kutlu'nun arkasından Türkiye’ye dönen, TBKP nin MK üyesi Kürt kökenli Şeref Yıldız'ın,"Kürt Sorunu Üzerine Tezler" başlıklı 1980lerin sonunda Yeni Açılım Dergisi’nde yayınlanan yazısı, dün olduğu gibi, bu gün de önemli olduğu kadar, oldukça öğreticidir!

Şimdi bu yazıdan kimi noktaların, bu güne ışık tutacağına inanarak, eleştirel bir irdelemesini aktarmak istiyorum.

Ulusal sorun konusundaki engin görüşlerini açıklamaya, TKP ve sonra TBKP üyelerinden olan (muhtemelen yönetici idi) Şeref Yıldız (yine muhtemelen Kürt kimliği taşımaktadır), Kürtlerin yaşadığı bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile başlamaktadır.

Yukarda hatırlattığım gibi, açıklamaları eskidir, - Ekim 1989, Yeni Açılım Dergisi-sayı 18- ancak, sorunun hala aynı sorun olduğunu ve Şeref Yıldız’ın hala aynı görüşü koruduğunun kuvvetle muhtemel olduğunu kabul ediyorsak, bu açıklamaları eleştirel olarak irdelemek için vaktin geçmiş olduğunu düşünemeyiz.

Aslında büyük açıklık sağlıyor; o gün, bugünlerin “çözümü”ne işaret eden Şeref Yıldız, işaretine cevap geldiğini düşünerek sevinmekte haklıdır! Şimdi bütün reformistler, resmi “solcu” olmak için devlete çakmadığı işaret kalmayan bütün dönekler, bu “çözüm”ün kuyruğuna takılmış, yeni düzenin “solcu” luğunu tedris etmektedirler.

Bu tezleri Şeref Yıldız, kendisi sorup kendisi yanıtlayarak ortaya koyuyor; ilk sorusu, Kürtlerin ayrı bir ulus olup olmadığıdır ve Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarını vurgulayarak, ikinci soruya geçiyor.

İkinci soruda ki her soru bir teze açılıyor,"Kürtlerin yaşadığı bölgenin" sömürge olup olmadığını soruyor. Cevabını üç gerekçeye dayandırarak veriyor.

Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürt bölgesinin sömürge statüsü kazanmamış olduğudur; ikinci olarak, Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığını, kapitalist pazarın, sömürgelerin ortaya çıkışından sonra oluştuğunu, bu nedenle, tarihsel olarak Türkiye kapitalizminin sömürgeci olma şansını kaybettiğini, sömürgeci-sömürge ilişkileri değil,"ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri" nin söz konusu olduğunu ileri sürüyor.
( Yeni Açılım Ekim 1989 sayı 18, sayfa 11)

İlk sorusuna verdiği cevap ile bir tartışmaya gerek olmamakla birlikte, ikinci soru ile ilgili vardığı sonucun tartışılması gerekiyor; sömürge statüsü ile ilgili tartışmaların teorik çerçevesinin, Türkiye’nin Kürtlerle ilişkilerinin somut çözümlemesi açısından yetersiz olması bir yana, Şeref Yıldızın vardığı sonucun yanlış olduğu, o gün de, şimdi de açıktır.

Teorik yetersizlik, çizgileri birbirine karıştırıyor; burada sanki sömürge saptaması yapılırsa ayrı, yapılmazsa ayrı bir siyasal çizgi izlemek kaçınılmazmış gibi bir hava egemen kılınmaya çalışılmış. Oysa sömürge saptaması yapanlar da farklı çizgi izleyebiliyor, sömürge demeyenler de aynı çizgide birleşmiyorlar!

Şeref Yıldız’ın, sömürge tezinin dayandığı üçüncü gerekçesi daha da ilginçtir!

Yıldız, bu tezin, Kürt sorununa cevap vermediğini düşündüğünü söyledikten sonra, "çünkü", diyor,"tez, ezilen ulus sorununa antiemperyalist bir görev yüklüyor ve diğer yandan soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor."

Dediği budur ve görülüyor ki, Şeref Yıldız, Kürtlerin antiemperyalist olmasını istemiyor.

Şeref yıldız, devamla "Kürt sorununun, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olduğunu" vurgulayarak, bu karakteriyle, diğer toplumsal sorunların bir parçası olduğunu ekliyor.

Ve şöyle bitiriyor,"bu açıdan Kürt sorununun antiemperyalist karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirliyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı, ulusal bir hak eşitliği mücadelesidir. Bunun gereği olarak da iki halkın kurtuluş yolu tektir. Bu (yol),Türkiye'deki rejimi demokrasiyle yer değiştirmek için mücadele yoludur."

Yıldız bununla yetinmiyor, "İkincisi",diyor, "Kürtlerin bölgede birden fazla devletin içinde bölünmüşlüğü, soruna bölgesel bir karakter kazandırıyor. Bu da sorunu, bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru yapıyor."

Yıldızın buradaki,"demokratikleştirme" kavramı, devrimle sağlanacak bir demokratikleşme değildir; Yıldız, burjuva demokrasisi anlamında ve çerçevesinde bir demokratikleşmeden söz ediyor.

Ancak, Kürt sorununda, antiemperyalist bir karakter aranması için Türkiye'nin emperyalist olması gerekmiyor! Ol tarihte yurt dışında "sürgün" hayatı yaşamak Yıldız'ın ufkunu daraltmış olsa gerek, mantığı çok fazlaca düzleşmiş! Oysa Türkiye, ol tarihte de, şimdi de, dünya tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin siyasal, askersel ve ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD’nin bölgedeki güvenilir karakolu ve temsilcisi bir ülkedir.

Ayrıca, çağımızda kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun düşünülmesi, o zaman da şimdi de mümkün değildir. Her ulusal başkaldırı, ne kadar uzakta olursa olsun, karşısında emperyalizmi ve daha çok ABD emperyalizmini buluyor.

Bununla birlikte, Kürt sorunu, tarihsel olarak geç kalmış uluslararası bir ulusal sorun olma özelliğini bu gün bile koruyor. Dolayısıyla ABD'nin politika geliştirmesi boşuna değildir.

Yıldız, bu gerçeğin üzerinden atlamak zorundadır! Atlıyor, çünkü başka türlü ABD emperyalizmini “dost” belletmek ve Kürt halkını, ABD icadı olan, devrimci renklerinin budandığı, gerici-dinci-reformist bir kurtuluş rengi taşıyan “Kürt politikası”nın peşine takmak ve de bunu, Türkiye’nin devrimcilerine UKKTH için mücadele diye yutturmak pek kolay olmazdı!

Tekelci dönemde, kapitalizmin başında olduğu gibi, uluslaşma süreçleri ile siyasal merkezileşme ve örgütlenme süreçleri, doğal ve organik bir biçimde üst üste düşmüyor.

Tekelci aşamada ezilen ulusların, ulusal ve siyasal birliklerini oluşturmaları, var olan devlet sınırlarında, statükoda değişikliği gerekli kılıyor. Bugünün dünyasında ise her statüko değişikliği bir dünya sorunu oluyor.

Diğer yandan, Üçüncüsü, ABD’nin 1980 li yıllarda ortaya koyduğu ve sürdürdüğü doktrini olan” seçmeli caydırıcılık” ve “düşük yoğunluklu savaş” stratejileri, dünyanın her yerindeki devrimci gelişmeleri, bulunduğu yerde kuşatıp, boğmayı öngörmektedir.

Sorun Kürt sorununun hangi bakış ile ele alındığındadır; Şeref Yıldız'ın, statükodan, dolayısıyla sistem içi, emperyalizm içi çözümlerden yana olduğu çok net görülüyor.

Şeref Yıldız'ın tek doğru tespiti, Kürtlerin dört parçalı uluslararası karakteridir, ancak buna karşın sistem içi "çözüm"ü önererek, bu karakterin, Kürt sorununun sadece bölgede barış ve güvenliğin unsuru olması sonucunu verdiğini belirtiyor.

Böylece,devletin politikalarının gönüllü yandaşı olduğunu,Kürt sorununun çözümünde emperyalizm içinde kalınması yönünde devlete akıl hocalığı yapmaya çalıştığını açık ediyor. Bu, şimdi daha net anlaşılıyor.

Bu kadar değil! Yıldız, tezlerini sıralamaya devam ediyor.

"Bugün doğru ve gerekli, aynı zamanda mümkün olan, TC sınırları içinde, Türk-Kürt halkının gönüllü birliğidir. ... TC'nin birliğini korumanın ilk koşulu, bölgedeki olağanüstü duruma son vermeyi ve baskı politikasını terk etmeyi gerekli kılıyor" (s-12)

Yıldız böylece, Kürtlerin Türk halkı ile gönüllü birlik kurması için devlete,”baskı poltikasından vazgeçin” diyor ve Kürtlere şu mesajı veriyor; "Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir:'Ezilen, baskı altında bir halkın başkaldırısı en doğal hakkıdır.' Kendi adıma, bugün bunu söylemiyorum... Bugünün görevi,'Kürt yok' politikasını aşmak, Kürt halkının iradesini Kürt kimliği ile yasal platformlara çıkarmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak çözüm için mücadele etmek, bunun için adım adım yürümek ve sorunun tek etapta çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır."( s-19)

Çok açık, Yıldız, Türkiye’de, Kürt politikasını,"Kürt yok" politikasını aşmaya indiriyor, ezilen, baskı altında olan halkın başkaldırması ayıptır diyor, oysa o tarihlerde, genel Kurmay dâhil,"Kürt yok" diyen kimsenin kalmadığını hepimiz biliyoruz ve Yıldız'ın devletin bile gerisinde kaldığı görülmektedir. "Kürt kimliğini yasal platformlara çıkarma" görevini ise, o tarihlerde bayan Mitterand'ın layıkıyla yaptığını biliyoruz; öyleyse bu konuda Yıldız ve arkadaşlarına pek iş düşmemekte ama gene de harıl harıl "Kürt yoktur" politikasını aşmak için çalışıyor. Başkaldırarak bir yere varılmaz diyor! Ne müthiş bir "komünist" performans!

Şimdi gösterilen performansların da pek farklı olduğu söylenemez, “Kürt yoktur” poltikasını aşmak yerine,”yeni” TC nin zaten hazır olduğu, “Kürtçe savunma yasağının” aşılması ve Kürtlerin “temel hakları”nı ,”demokratik hakları”nı elde etmek. Hatta bu hakları verecek “namuslu” eller bile aranıyor. En “namuslu el” ABD emperyalizmidir!

Yıldız, sonraki anlatımlarında şöyle yazıyor; " Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, dinci gericiliği ve PKK'yı getiriyor fikri, Kürt gerçeğini atlıyor. Dinci gericilik kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnme, PKK ise bu yıkıcı sonuçlar ve ulusal baskıya karşı aşırı tepkinin ürünüdür. Ne ki, Doğu ve Güneydoğu bunların toplamı değildir." (s-20)

Şeref Yıldız böylece, dinci gericiliği kapitalizmin yıkıcılığına direnen anti-kapitalistler yapıp, Kürt hareketini ise”aşırı tepki” olarak nitelerken, başkalarının da olduğunu hatırlatarak, bölgede ulusal demokratik bir(reformist anlayışın) mücadele geleneği olduğuna işaret ediyor ve köylerde - dağlarda “aşırı tepkici”lerin güçlü olduğunu ima ederek, barışçıl gelişmenin güvencesini reformist anlayışlarda ve kentlerde aradığının işaretlerini veriyor!

Durmuyor, aynı sayfada "Günümüzde kırsal kesimlerinin önemi azalıyor. Büyük kent merkezleri, aydınlanma merkezleri olarak insiyatifi ele alıyorlar." diyor.

Bu sözleriyle de, Kentlerde güçlü bir reformist gelenek olduğunun ve onun gücüyle "aşırı tepkilerin" boğulabileceğinin mesajını verdiği açıkça görülüyor. Çözüm reformizmdedir ve Şeref Yıldız bunu çok net olarak öneriyor!

Bunları aktardıktan sonra Şeref Yıldız, TBKPnin Kürt politikasını şöyle ayrıntılandırıyor;
Amaç: Kürt varlığını kabul ettirmek.

Program: Misak-ı Milli içinde özel Doğu kalkınması.
Yöntem: Özel destek programı, özel vakıf, Kürt belediyelerine mali destek.
Savaşım biçimi: Barışçıl ve yasal.
Çerçeve: Kapitalizm ," kapitalizmde çözüm mümkündür."(s-20) "Sorunun çözümü devrime bağlı olmadığı gibi, tek etapta çözümü de mümkün görünmüyor."(s-21)

Çok net görülüyor emperyalist “Kürt Çözümü”ne uyum sağlamak için tövbekâr "solcu"lar erkenden görevdedir ve aradan 20 yıldan fazla bir zaman geçti, bu gün, o gün onları likidatörlükle suçlayanlar da aynı çizgide, yani Kürt sorununun,"demokratik" çözümü çizgisinde birleşiyorlar. Yani hala kapitalizmde çözüm olduğunu bağıra bağıra ortaya koyarken, kapitalizm ile mücadele ettiklerini yutturmaya çalışıyorlar.

Sadece onlar değil, kendilerinden başka herkesi "salak" solcu sayan, düzenle barışık ve sahte "sol" gömlekleri ile prim yapan bilumum irili ufaklı gruplar, hatta partiler de ya bu çizgide yürüyor, ya da bu çizgiden uzak durmamaya özen gösteriyor.

Ortada ise ne demokrasi var, ne de çözüm!

İşte reformist dinamiklerin,resmi "komünist" partisinin "Kürt politikası" budur ve ABD nin,yerli tekellerin ve onun rejiminin politikasının da bundan farklı olmadığı artık açık ve net olarak görünüyor; ABD emperyalizmini “dost” belletmeye çalışmalarının kıymeti harbiyesi de buradadır; bu nedenle herkesi ABD emperyalizminin “Kürt Politikası”na eklemlemek istemeleri, eklemlenmek istemeyenleri "salak" solcu olarak yaftalamaları şaşırtmıyor!

ABD emperyalizminin “Kürt politikası” mı? “aşırı” tepkileri budayıp, “demokratik çözüm” reçetesindeki hapı, yani reformist “çözüm” hapını Kürt halkına da, Türk halkına da yutturmak. Tek sorun, reçeteyi yazan doktorun ABD emperyalizmi olmasıdır; O da, Kürtlerin üzerinden antiemperyalist görevi alarak ve yerine ABD emperyalizminin “dost”luğunu koyarak hallediliyor. Kürt politikacılar bunu köylü kurnazlığı sanıyor! “ananız güzel mi?” diye soranlara aldırmıyorlar!

BDP mi? Bu çizgiye sıkı sıkıya sarıldığı apaçık ortada değil mi?

Öcalan’mı? Medyadan kıvama getirildiğini okuyoruz!

Ancak haklılar, bu günkü koşullarda, kapitalizm çerçevesinde, emperyalizm içi politikalara biat ederek havuç biriktirmek varken, sopayı tercih etmek elbette "salaklık"tır. Fakat bu "salaklık”lar olmasaydı, bu gün dünya belki çok daha geride olurdu veya emperyalizm çok daha önce dünyayı topyekün ortaçağ karanlığına sürüklerdi.

Yüce gök bu "salak" solcuları başımızdan eksik etmesin.

Fikret Uzun

13-Mart-2013

7 Mart 2013 Perşembe

ORTADOĞU DERSLERİ

ORTADOĞU DERSLERİ
Evet CHE, tarih tam da öyle gidiyor ama bu dediğin tarih soyut tarih oluyor; oysa o 13 ile 14 arasına neler sığıyor neler! Bundan senin haberin olmuyor; öte yandan o tarih var ya o tarih, 14 e ya da 15e geliyor ama oradan geri dönebiliyor, zaman ilerliyor ama tarih geri dönebiliyor ve hem de hiç coğrafya değiştirmeden; mesela buradan kalkıp Moğol imparatorluğunun veya Viking imparatorluğunun topraklarına gitmeden, aynı topraklarda, aynı coğrafyada bir bakıyorsun tarih, daha önce geçmiş olduğu tarihe dönüyor; sen belki buna zaman yolculuğu der, “ti” geçersin ama karşı-devrim işte böyle bir şeydir; bir bakarsın feodalizm yenilmiş, burjuvalar kazanmış ve kapitalizmi en tam ifadesiyle kurmuş ve bir bakarsın, kurmaz olaydık diyerek, yıkılışlarına ağlamaktadırlar ve gelen işçi sınıfının düzenidir ve, o da ha babam sosyalizmi kurmaya girişir, ha şimdi, ha yarın; ha şunu özgürleştirelim, ha şuna engel koyalım, şöyle kalkınalım böyle eski düzeni geçelim derken bir gün bir bakarlar, içten içe kapitalizm birikmiş ve bir kapitalist restorasyonla işçi sınıfının düzeni yeniden burjuvaların eline geçmiş ve bu işe kısa da olsa, başka coğrafyada hüküm süren eski düzenin hegemonları şaşmış kalmış; işte al sana tarihin ilerleme çizgisinin bir ileri noktasından hoop geriye dönmek! Sen istediğin kadar zaman yolculuğu yollu kendini eğlendir ve bunun üzerinden kargacık burgacık cümlelerine malzeme ayarla ama işte gerçek böyle bir şeydir ve bu bir yanıdır; şimdi diğer yanını yaşıyoruz, daha doğrusu zorla yaşatıyorlar ve tümüyle içine gömmeye çalışıyorlar; kim mi? tabii sen çoktandır unuttun bir emperyalizm olduğunu ve en başa güreşeninin, tüm acizliğine karşın ABD olduğunu hatırlamıyorsun; hatta belki de senin için en deccal emperyalizm, Rusya federasyonudur, diktatörü de Putin!


Neyse konumuza dönelim, şimdi tarihte sık sık gördüğümüz, söz konusu işçi sınıfı olunca ve biraz biti kanlanınca burjuvazinin feodallerle hemen iş pişirmeye ve işçileri ezmeye çalıştıklarını bildiğimiz böyle bir eşikte yaşıyoruz, eşiği ha atladık ha geri döndük ve eşikten ötesine burjuvaziyi gönderdik ama sizin gibi burnunun ucunu ancak soğan koklayınca görebilenlerin görmesi mümkün değildir, bu eşik biraz kapsamlı tabii örneklerine göre; bu eşik bir feodal restorasyona açılan kapının eşiği ve bu eşikte kimler var, kimler! En başta Kürt sorununun “çözümü” var ve görücüye çıkmış Ermeni gelin adayı misli bu eşikteki herkese orası burası gösteriliyor; kimi orasını, kimi burasını hedef alarak ya beğeniyor, ya beğenmiyor ama beğendirmek için yoğun bir çaba var ki, arada bir içlerinden bu iş böyle olmaz diye itiraz edenleri hemen arka tarafa çekip itiraz edeceğine pişman ediyorlar; pişman edemezlerse tohumuna para mı saydım yollu eğlenerek eşiğin öteki tarafına ama dönülmeze uğurlayıveriyorlar; böylece bu, beğenmeyenleri de kafalarına kaka kaka beğeni noktasına çekiyor ya da bir beğeni ekseni yaratıyor!

Sen ve senin gibiler mi? Herhalde en çok beğenenlerdensiniz, size bir şey kakmak gerekmiyor! Haleti ruhiyenizden öyle görünüyor! Hayırlı olsun ve beğeninizde gözümüz yoktur ve hatta beğeninizi beğenmiyoruz; beğendiğinizin bir emperyalist çözüm olduğunu biliyoruz; istediğiniz kadar allayıp pullayın, eninde sonunda görücüye çıkarılan ve neredeyse zorla beğendirilen “çözüm”ün, Kürt sorununu çözmede anahtar olmadığını ama Emperyalist ABD-AB ve elbette İsrail için, tabii bu arada Barzani aşireti en başta bilumum ağa bey ve şeyh takımının ve tabii ki, her geçen gün daha da palazlanan, Türkiye’nin tekelleri ile sen de bin tane, ben diyeyim on bin tane iple bağlı Kürt burjuvanın sorunları için; tabii ki anayasa sarmalında kıvrananların sorunları için bir anahtar olduğunu ve o nedenle feodal restorasyon eşiğinin en önemli ve ayrıcalıklı nesnesi olduğunu biliyoruz!

Siz de biliyorsunuz! Ama bilmenin bir getirisi yok, bilmemek geçer akçedir! Buna sükût etmek de deniyor! Ama siz ileri gidiyorsunuz, herkesin sükût içinde olması için, her türlü köylü kurnazlığını politika sayıyorsunuz!

Oysa sükût ikrardan gelir ve biz bunu biliyoruz; sükût ile aslında her şeyi anlattığınızı görüyoruz!

Sükûnet mi? 12 Eylül faşist darbesi ile birlikte Türkiye’ye yerleştirilmek istenen insanlık halidir! Sonraki bütün restorasyonlar ve şimdi eşiğinde otladığımız restorasyon hep sükûneti sağlamak içindir. Burjuvazi biti kanlandığından ve sonunda tekel olarak en tam ifadesi bulduğundan beri hep sükûnet istiyor; bunun için tarihi bile sonlandırdı ama yetmedi! İşte şimdi sonlandırdığı noktadan geriye dönmeyi çare gördü! Çünkü sükûneti bir türlü istediği gibi sağlayamıyor!

Bunu en iyi beceren Kemal paşa idi, o yok, rejimi de, ideolojisi de geride kaldı ama gelenler bayrağı ne de olsa bu ideolojiyi ve politikayı güden Kemalist yüksek kadrolardan aldılar ve almadan önce Türk-İslam sentezinin tedrisinden geçtiler ve hem de “ Kemalist “ ve yüksek komutanlar eliyle ve de bize demokrasi ihraç edecek diye bazı akıl yoksunu, ahmak ama daha çok sahtekâr solcuların beklediği Avrupa’da taban yaptılar ve üzerinden yaydılar; bu hep A planıdır ve B planı varsa, A planına karşı veya alternatif olarak değil, bu A planının versiyonlarından olan, sıra takip eden A’nın A’sı, B’si gibi…

Ancak sentez durduğu yerde durmuyor, vurgu İslama oluyor, Türkizm yerlerde sürünüyor; oysa anlaşmışlardı vurgu Türkizm idi ve İslamda peşinden gelecekti; Şimdi Türkizm olmadan İslamizme vurguya sentezcilerin kimisi itiraz ediyor ama kim takıyor ki!

Evet, sükûnet hep ve tarihin her döneminde sınıf barışının sağlanmasını anlatıyor!

Kemal paşa bunun için kurulacaksa onu da biz kurarız diyerek Komünist Fırkayı kurdu, hatta muhalefet mi istiyorlar onu da biz kurarız dedi ve Serbest Fırka’yı kurdurdu da paçasını zor kurtardı; sonra topunu birden barışı yani sükûneti bozuyorlar deyyu kapattı ve yüzlerce aydını bu vesile ile zindana attı; tasfiye etti yani.

Gerekçesi de, irtica idi ve Şeyh Sait’in yaramazlığı tam üzerine geldi; Kemal paşa,”bak demiştim deyiverdi, Takrir-i Sükûn düzenini başlattı1 Hiç saklamıyorlar, her şey açık; yani egemenler her daim sükûnet istiyor; yani sınıf barışı!

Gerçi Şeyh Sait ve beraberindekiler asıldı ama sükûnet de sağlanmış oldu, tekkelere de son tahlilde dokunulmadı; bunda da Kemal paşanın izinden gidildi ve kapatırız ama resmisini biz kurarız, biz neciyiz dediler! Mevlanacılığı Mevlevi tekkeciliğini Türkiyeye kaktılar! En devrimcimizin bile bir Mevlana hayranlığı vardır! Mevlana demek barış ve sükûnet demektir! Marxizm-Leninizmin kurucularının aktardığı, en kötü oportünizm iyi niyetli oportünizmdir! Gibi!

Küçükken ben de Mevlana’yı ünlü ve değerli bir büyüğümüz saydığım için Mevlana Celaleddin Rumi diyenlere kızardım; “Rumi demeyin, Mevlana Rum değil Türk’tür.” derdim! Bilmiyordum, Türklere eskiden Rum derlermiş! Aslında Rum Romalı demek ve bir tarihte aynı anlama geliyormuş!

Sen şimdi buna da itiraz edip, gene bilmece gibi laflar yumurtlarsın ya ben baştan altını çizeyim, emin ol böyle CHE!

Evet, sükûnet önemli, hatta en önemlisi ve şimdi sükûneti Kürt coğrafyasına şırınga ettiklerini görüyoruz! Bunun için en son formülü deniyorlar ama A planları devam etmektedir; bu belki A’nın B’si ya da, C’si olabilir!

Her şey sükûnet içindir! “Barışalım”,”barışın dilini konuşalım”,“barış olsun kan akmasın” yollu yüce laflar da sükûnet içindir. Bu günlerde “silahları bırakın barışalım, kardeş olalım, bırakmazsanız ateşkese de razıyız ama illa ki barışalım, yoksa biz kime ‘ananı da al git!’ diyeceğiz yollu haykırışları da duymuyor değiliz.

En son Lenin’den biliyorum, ne yapsın, baktı Avrupa’dan devrim mevrim gelmeyecek, işçiler sosyalizm bağını da, enternasyonalizm bağını da iplemiyor ve ulus bağında diretiyor ve orada takılı kaldılar ve tabii sükûneti de pek sevdiler; hepsi üst üste gelince, etrafta da kızgın burjuva, hatta emperyalist kodamanlar deli danalar gibi dolaşıyor işçi sınıfının yeni düzeninin etrafında ama hep elleri facitte, hep hesap kitap yapıyorlar; o zaman henüz kompüter yok, hesaplar, çarpma bölme filan bir facit makine var tııırt! Tamamdır ama hesap uymuyor; çünkü yorgunlar ve fazla yaşamaz diye kendilerini avutuyorlar; ol tarihte, hemen şipşak Batıda Sovyetoloji eğitimi başlıyor; ha babam çalışıyorlar, bu kışa kalmaz bizden Manda isterler diyorlar ama Lenin istemiyor, para bile istemiyor; yalnızca emperyalistlere güvenmediği ve içerde de eski düzen sahiplerinin kalıntılarına güvenmediği için gelin barış içinde bir arada yaşayalım diyor!

Aslında şimdi daha iyi anlaşılıyor, Lenin’in dediği savaş içinde bir arada yaşayalım demekmiş ama ondan sonrakiler bunu böyle anlamıyor ve mutlaklaştırmaya çalışıyorlar; Lenin içerde küçük burjuvazi ile barış yaparken, sükûneti sağlıyor, sınıf barışıdır ve Lenin’e göre geçicidir; ama sonrakiler pek seviyorlar ve taa kapitalist restorasyona kadar barış diye diye helak oluyorlar!

Buradan da anlaşılıyor,”barış” egemen sınıfın dilinde sakız oldu ise o “barış” sınıf barışıdır ve sınıf barışı egemen sınıfın karşıt sınıfı “barış”içinde teslim alması demek oluyor.

Lenin içerde barışı sağlıyor ve hatta bu arada Kulaklar palazlanıyor bile ama ideolojik cephede tam tersi bir politika izliyor, resmen savaş açıyor ve küçük burjuvaziyi ve düşüncesini her yerden temizlemeye girişiyor ama istedikleri arpayı da kesmiyor ve sükûnet sağlanmıştır!

Aklında mıdır CHE, ya da nasıl kalmıştır bilmem ama bu sükûnetin adı NEP çukuru oluyor; buradan Stalin çıkarmaya çalışıyor fakat sonra gelenler, en başta Krusçev bu çukuru pek seviyor! Anti-Sovyet borazancılar ise, her türlü suçlamayı yaparak sözde daha iyi bir sosyalizm için Sovyet sosyalizmine savaş açıyor ama NEP çukurunu görmezden geldiği gibi aynı çukurun ideolojik planda da olması gerektiğine vurgu yapıyor; daha “iyi sosyalizm”lerinde bu çukurlar olmazsa olmazdır!


Neyse konu dağılmasın, Lenin, ondan sonra Stalin, Barış İçinde Bir Arada Yaşama politikası ile emperyalist saldırıları önemli oranda öteliyor; en birinci hamlesi en başa güreşen emperyalist ülke İngiltere ile imzaladığı barış antlaşmasıdır. Hemen ardından Türkiye ve İran barışı geliyor.

İçerde barış ve sükûnet, dışarda barış ve sınırlar sessiz, Sovyet askeri nöbette güvende ve İşçi düzeni hareket halinde, eski düzenin gelişmişliğine yetişmeye ve onu geçmeye çalışıyor; barış ve sükûnet o denli yaygın ki, bu ekonomik trafiğin yönetimi çoğu yerde eski düzenden hala umudunu kesmeyenlere veriliyor; yanlarına da birer parti komiseri koyuyorlar; yoldaş komiserler, eski düzenin artıkları ekonomiyi düzlüğe çıkarmak için çalışırlarken, yan oda da sigaralarını tüttürüyorlar.

Ama zaman zaman kesintiye uğrasa da, sert kavgalar yaşansa da sükûnet de sağlanıyor, barış da sağlanıyor ve Batıya yetişildiği gibi, geçiliyor bile!

Ancak şu Barış poltikasının aslında bir savaş poltikası olduğunu bir türlü anlamak istemiyorlar; savaş içinde bir arada yaşayacaklarına ki, Batı böyle bir yaşam politikası içindedir, barış içinde bir arada yaşamayı bir temel poltika sayıyorlar; sonra adı Sovyetler Birliği de bir “SÜPER” güç olunca, Batı’yı da hemen her konuda, özellikle de askersel ve mühimmatsal olarak geçince devreye “DETANT” poltikası giriyor ve sonuçta buradayız; yani geride son derece gelişmiş bir Kapitalist Rusya Federasyonu ile hem milliyetçilikte ve hem de dincilikte yarış eden parça pinçik bir coğrafya kalıyor!

12 Eylül faşist rejiminin en çok Kürtleri ezdiğini hepimiz biliyoruz. 12 Eylül rejimi en çok Kürtleri aşağılamıştır, örnek olsun, hiçbir zorbanın zulmettiklerine dışkı yedirdiğini sanmıyorum, Kürtlere bu bile yapılmıştır; ancak buna rağmen Kürt halkı, hain ağa, şeyh ve işbirlikçi sarmalından kurtulmuş kendi öz gücüne sarılmış ve kendisini değiştirmiş, yükseğe fırlamıştır. Ancak bu gün pek Kürtsever olanlar, o zaman en şoven tutumları ile Kürtlerin yükselişini sindiremeyenlerdir. Şimdi hepsi en sol renkli gömlekleri ile Kürtlere milliyetçilik öğretiyorlar, ulusalcılığa lanetler okuyorlar!

Kürtler, Kürt halkı demek istiyorum, Türklerle, bunlar da Türk egemenleridir, kaderlerini değiştirmek için hâlâ savaş halindedir ve her gün Kürt anaları da, Türk anaları da, çocuklarının tabutlarını alıp gidiyorlar ve acılarını ağıtları ile bastırıyorlar.

Burada Kürt ağalarının, şeyhlerinin, aşiret reislerinin, beylerin, Kürt zenginlerin çocukları da, Türkiye’nin zenginlerinin, değirmenin başını tutmuş olanların mesela TÜSİAD patronlarının çocukları da yoktur; akan kan eninde sonunda bu savaşın tam içinde olanların kanıdır; burada ne Kürt, ne Türk egemenlerinin çocuklarının anaları ağlıyor; ağlayanlar Kürt halkının ve Türk halkının çocuklarının analarıdır; demek ki, gözyaşları sadece ve sadece analarının gözlerinden akarken anlam taşıyor ve analar ağlamasın derken başka yerlerde dökülen gözyaşları timsahlarınkine benziyor; ölen çocuklar, analarını alıp boynu bükük evine, o da varsa, dönmüş ama ölümden dönememiş olanlardır!

Ama “savaş bitsin, kardeşlik olsun” moda sloganı her yere asılıyor! Oysa tek tek savaşı bitirmenin savaşa sürülenlerin elinde olmadığı her halden bellidir! Savaşlar da, doğal afetler türünden ezilen, sömürülen halkların dışındadır; halkların içinde olduğu ve içlerinde olması gereken kardeşliktir. Halklara savaş açanların ve onları bu savaşa zorlayanların savaşını bitirecek tek barış, en önemli ve geçerli politika ve yaklaşım, halkların içinde oldukları ve içinde taşıyarak diri tuttukları kardeşliktir!

Öyleyse halkların kardeşliği savaşa rağmen sürmelidir! Savaş kardeşler arasında değildir, savaş kardeşlere karşıdır! Savaşı bitirecek olan sadece ve sadece halkların kardeşliğe sahip çıkmasıdır! Birbirine sarılması, birbirinin dostluğunu pekiştirmesidir; savaş, savaşın müsebbibi ve mimarı olanlarla, buradan beslenenlerle “dost”luğu pekiştirerek bitmiyor. Bu, savaş içinde bir arada yaşama politikası güden zalim ile barış içinde bir arada yaşamak demektir; bu ise tamı tamına zalime teslim olmak demektir! Sovyet Sosyalizmi bile, zalim ile savaş içinde bir arada yaşayamadığı için, hep zalimle barış içinde yerinde saydığı ve sonunda zalim ile empati kurduğu için yıkılmıştır! Önemli sebeplerden biridir demek istiyorum!

Barış, ezenlerin kendi arasında bile sağlansa mutlaka bir taraf ezilen durumundadır; ancak ezilenlerin kendi arasındaki kardeşlik en anlamlı barıştır ve ancak bu barışta eşitlik vardır ve eşitlik yoksa kardeşlik de, barış da yoktur!

Birinci büyük emperyalist savaşta da, ikinci büyük emperyalist savaşta da barış hep, galip devletler ile yenik devletlerarasında ve savaşa devam etmek üzere imzalanmıştır ve yenik devletler ağır bedeller ödemeye mahkûm olmuşlardır!

Ve imzalanan barış anlaşmaları, bunun için süren müzakere protokolleri eğer halkları devre dışı bırakarak yapılıyorsa hep gizli ve hep sinsice yapılmıştır ve galip taraflar, her zaman, imzaladıkları anda değişen bir rüzgâr olursa, barışı hemen torpilleyebilmişler ve kendi imzaladıkları anlaşmalara uymamışlardır ama her halukarda hep bir hesap kitap, resmi protokol, o yoksa uluslarası teamüller söz konusu olmuş, imzadan vazgeçilse bile ikna edici bir gerekçe mutlaka üretilmiştir.

Örnek olsun, emperyalistlerin manda icadı bu tür bir yan çizmenin ikna edici kılıfı olmuştur!

Şimdi barış müzakereleri zindanda ve halkların gözü önünde ama kapalı zarf usulü yürütülmektedir; örnek olsun, Kürt halkının önderi pozisyonundaki ve Kürt halkını, ABD emperyalizminin”dost”luğuna, Kürt halkını daha çok köleleştirecek olan “Kürt Poltikası”na razı etmek için hazır olduğu anlaşılan Öcalan, Mit müsteşarının, gerici-dinci profili tescilli olan ve yine örnek olsun Öcalan ile müzakereden döner dönmez, tekkelerin açılması için kanun teklifi öneren Altan Tan’ın, Nurculuk ile Sosyalizmi kanka bellemiş ve belletmek için yırtınan S.S.Önder’in ve başka bir BDP li saylav ile enine boyuna konuşarak sürdürdükleri müzakere tutanaklarını veya yazılı metni, kapalı zarf ile bazı adreslere gönderirken kendi halkından gizlemektedir; aynı şekilde daha düne kadar“bebek katili”, ”bölücübaşı” veya “teröristbaşı “ vb.nitelemelerle andıkları Öcalan ile yaptıkları müzakerenin içeriğini Türk hükümeti, Türk halkından gizlemeyi devlet politikası saymakta; öte yandan bu müzakerenin içeriği kamuoyunun önüne döküldü diye ana muhalafet partisi, hani şu sağcıların, solculuk dersi verdiği CHP, mecliste halktan gizli oturum istemektedir!

Diğer yandan medyaya düşen haber başlıkları günde yirmi dört saat ve bütün TV programlarında alt geçit misli geçen başlıklarda, “PKK’ ye silah bıraktırmak için Öcalan ile süren müzakereler” yollu müjde vermekte, bir anlamda “savaş bitecek kardeşlik başlayacak, Kürt halkı da, Türk halkı da mutlu olacak “ şarkısı ezberletilmektedir!

Bütün bunlar ile nasıl bir barışın söz konusu olduğu ve bu barışta Türk ve Kürt halkının yeri olmadığı, dahası ortada bir barışın olmadığı, iki halkı da teslim almanın şartlarının müzakere edildiği apaçık görülmektedir!

O zaman behey Öcalan’ın müritleri, ortada Kürt halkına düşen bir kazanım, taleplerinin yerine gelmesi, kısaca Kürt halkının payına düşen bir mutluluk yokken, bu nasıl ve neye dayanan bir zafer kazanmış ruh halidir, bize de anlatsanız da biz de sevinsek, “Kürtler kurtuldu, kardeşlik önümüzdedir.” desek!

Ortada fol yok, yumurta yokken, yani ne devrim, ne kurtuluş, ne de Kürt halkının payına düşen bir kazanım yokken, hepiniz birden hem kendinizi, hem de bu oyunu şaşkın şaşkın izleyen herkesi, dürbünle, o da olmazsa büyüteçle fol aramaya, onu bulamazsa, yumurta aramaya, onu da bulamazsa, yumurtaları kapıp götürmüş bir deccal aramaya davet ediyorsunuz ki son derece acıklı bir güldürü içinde tarihe komik harflerle kaydediliyorsunuz!

Yani bütün bunlar, egemen sınıfların, kısaca emperyalist kapitalizmin ve işbirlikçilerinin ihtiyacı olan ezdikleri ve sömürdükleri ile sağlamak istedikleri bir sınıf kardeşliği içindir. Bunun halkların kardeşliği ile bir ilgisi olmadığı bir yana, emperyalist kapitalizmin artık ezmekten ve sömürmekten vazgeçmesi demek olan bir barış olmadığı da apaçık ortadadır.

Başka ifadeyle bu “barış” çırpınışının, tamı tamına egemen sınıfların kendi halklarına karşı ve aralarında ve de daha önceden mutabık kaldıkları bir barışın ve emperyalist ABD’nin payına daha çok düşen bir paylaşımın sükûnet içinde meşru hale getirilmesi çabaları olduğu apaçık ortadadır.

Demek ki, tarih şakaya gelmiyor, CHE rumuzlu birader, tarihin de bir mantığı var ve senin gibilerin mantığı ile örtüşmüyor; tarihi anlamayanlar ise tarih önünde her zaman sınıfta kalıyor!

Örnek olsun, yani örnekle anlatayım ki daha iyi anla, Öcalan, herhalde 20 yıl olmuştur, Osmanlı çözülürken, “hain Kürt ağa, bey ve şeyh takımı önderliğinde, talan için, Osmanlı’ya alet olarak Ermeni katliamı gerçekleştiren Kürtler, Osmanlı’nın çöktüğü bu dönemde beklenti içinde ve önderlikten yoksundur.” Diyordu!

Ve ” Kürt ağa, bey ve şeyhinin tek kaygısı Ermeni tehdididir ve görece özerk yapılarını kaybetmektir.” Diye ekliyor!

Ayrıca ve yine aynı yerde, yani “Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e” başlıklı çalışmasında,” Kürt hâkim sınıfları, Türk burjuvazisinin uygulamalarına karşı, siyasal ve ulusal bir amaç için değil, sadece kendi ekonomik çıkarlarını, dar aile ve aşiret çıkarlarını korumak için direnecektir.” Diyor.

Ve şöyle devam ediyor;” 12 Eylül faşizmi, Kemalizmin olgunlaşmış halidir. Olabileceği son noktadır. 12 Eylül sadece Kemalizm açısından değil, hâkim sınıflar açısından da bir sondur. Türkiye’de gerçekleşen kapitalizm ve burjuvazi gelişebileceği kadar gelişmiş, ulaşabileceği son noktaya ulaşmıştır. Bu anlamda, ne bu sistemin, ne de sisteme damgasını vuran sınıfların bir geleceği yoktur. Artık hızlı bir çürüme dönemine girmiştir. Bu ideolojik olarak da, politik olarak da ekonomik ve kültürel yapı olarak da böyledir. Toplumsal yapının ulaştığı durum, artık bu köhnemiş yapıyı kaldıramaz haldedir.”

Bu köhnemiş yapıdan yeni bir cumhuriyetin çıkması kaçınılmazdır; Öcalan’ın gördüğü budur!

Bugün de olan budur ama bir yeni cumhuriyeti, Türkiye’nin devrimci hareketi ile Kürt halkının devrimci yükselişi kucaklaşarak gerçekleştirilemediği için, bir başka “yeni” cumhuriyet bu kaçınılmazlığa sığdırılıyor. Ancak ulaşabileceği son noktaya ulaşmış olan Türkiye’nin egemen sınıflarının gidecek yeri kalmamıştır; artık ileriye gitmesi mümkün değildir demek istiyorum. Öyleyse geri dönmeleri kaçınılmaz oluyor; tarihin gerisinde bir feodal cumhuriyet hâkim sınıflar için “yeni” cumhuriyet oluyor. Bu ise ABD-AB emperyalizminin YDD’si ile üst üste düşüyor!

Şimdi ise, sızanlar doğru ise Öcalan bu gördüklerine gözlerini kapatmış durumdadır ve sırada Kürt halkının gözlerini kapatmak ve o kapalı gözlerle Suriye’nin, İran’ın üzerine salmak duruyor!

Ama bu senin gibi bakanlar, yani kör görünmek için, gözleri yumuk dolaşanlar için, proleter rengi hemen unutulan bir enternasyonalizm oluyor ve ABD nin “dost”luğuna aşinalık buradan geliyor! Bundan ilerici bir çizgi tanımıyorsunuz!

Ve bir tüyo daha vereyim, CHE rumuzlu köylü kurnazı biraderim, tarih 12 Eylülden beri bir türlü ilerlemiyor, sen belki göremiyorsun ama tarih hâlâ 12 Eylül üzerinde duruyor; sen ve türevlerin ne kadar takvim yapraklarını yolsanız ve 12 Eylül sayfasını parçalasanız da, 12 Eylül bir yere gitmiyor ve hatta hepimizi bir tepsi üzerinde tarihte bir zaman yolculuğu ile ortaçağın gündoğumuna sürüklüyor; ancak uzun zamandır sürüklediği için göremediği bir şey var ki, çok önemlidir ve belki de görmüştür, telaşı bundandır, artık ortaçağın gün doğumu batıyor, gün batımı doğuyor!

Bir dene bak, sabah kalkıp yüzünü güneşin doğduğu yöne dön, göreceksin ki, güneş bir başka parlıyor ve arkasında kapkara bir gölge var; işte o kapkara gölge batan ortaçağ karanlığı, güneşte gördüğün parlaklık ise ortaçağın gün batımının habercisi olan aydınlık oluyor. Pes etme ama biraz güneşle empati kur, hemen göstermek istemeyebilir doğan aydınlığın parlaklığını, ne de olsa hep karanlık içinde karanlığa baktın, karanlık içinden aydınlığa bakmaya alışık da değilsin, cesaretin de yok!

Ve ne güzel söylüyorsun ve hatırlatıyorsun ki, 650 bin kişinin pestilini çıkararak yerleşen 12 Eylül faşist rejimi,”faşizm kahrolsun!” demekle ne kahroluyor ne de yok oluyor! Hatta Kim bilir kaç adet anayasa değişikliği yapsa da ve hepsini “demokrasi” adına yapsa da faşizm olduğu yerde duruyor ve kendisini daha da fazla konuşlandırıyor ki, yukarda boşuna anlatmadım, hepsi ve uzun zamandır, feodal restorasyonun tamamlanması içindir; yani tarihin gerisinde, faşist bir feodal diktatörlük içindir!

Veee CHE, evet, Eylülist diktatorya bu günlere gelmek için, Türkiye’nin bütün emekçi halklarını, Kürt halkı dâhil, feodal restorasyon eşiğine sürüklemek için hazırlığını yaparken, elbette ABD emperyalizminin global çaptaki hazırlıklarından ayrı değildir, sen ya kısa kollu pantolonunla kedi kovalıyordun; ya sapanınla kuşlara taş atıyordun; ya da burnundan akan sümükleri yalaya yalaya, mahallede dayak yediğin için babandan azar işitecen diye korku içinde titriyor ama eve gitmekten de kendini alamıyordun! Şimdi ise bu hallerinin en babayiğidinden, belki sadece bir tüy boyu ilerdesindir!

Şirazen öyle kaymış ki, marifet eyleyeceğini zannederek, kabahatini, hatta cahilliğini açık ediyorsun! Bir türlü şirazeyi tutturamıyorsun!

Sen şimdi kendi kurduğun cümlelerindeki bilmecelerin bile, kurduktan hemen sonra ne anlama geldiğini unuturken, benim dediklerimi haydi haydi bilmece sanabilirsin; o nedenle biraz açayım ama iyi dinle ve iyi anla!

Eh be kardeşim, bu toprakların ve halklarının üzerinde, faşist 12 Eylül diktatoryası bütün baskı ve zoru ile duruyorken ve bu duruşunu perçinleştirmek için en son hamlesine hazırlanırken, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu; ondan demokrasi beklediğiniz yetmiyormuş gibi, Kürt sorununu, hem de demokratik olarak çözeceğini de bekliyorsunuz ve üstelik Kürt halkının, ola ki bu çözümden kendilerine bir kurtuluş çıktı, 12 Eylül faşizminin Türkiye’nin emekçi halkları üzerindeki diktatörlüğü pahasına bu kurtuluşa razı olabileceğini mi sanıyorsun?

Dahası da var, senin anlayacağın ve konu ettiğin üzere anlatayım, boşanma hakkına kimse karşı değil ki, mesele boşandıktan sonra kime varacağındadır; yani söz gelimi oğuldan boşanıp, babasına varmak pek de anlaşılır olmazdı değil mi? Türkiye’den boşanan Kürt halkı, ABD nin mandaterliğine veya İsrail’in mandaterliğine varırsa boşanmış mı olmaktadır? Ve üstelik nikâh şahitlerinin önünde kendi rızası ile bir yeni evlilik mi yapmış olmaktadır?

Öyle olsa bile, yaptığı olsa olsa cellâdına varmaktır ki, bu bir psikosomatik durumdur; boşandığı kocasından kopamadığı için, boşanır boşanmaz ondan da beterini bulmak kaçınılmaz olur; bunun senin taşıdığın mantıkta bile yeri olduğunu sanmıyorum!

Cahilliğin bununla da sınırlı değil, aklınca bir “eşkenar” üçgen çizme denemesi yapıyorsun ve içine de birbirlerinden çok uzaklarda duran üç kişiyi sokarak sorunun müsebbibini keşfetmiş görünmek istiyorsun ama keşfine kendin de inanmıyorsun ki, keşfini, çizgisiz bir eşkenar üçgen icadın ile zenginleştirmeye çalışıyorsun; belki de dediğinden kendin bile bir şey anlamıyorsun! Bunu da gülüp geçmek için araya sıkıştırmış oluyorum, bir cevap sanma!

Ve sana gene bir evet CHE (yetmez ama! Demiyorum çünkü yeterlidir) !

Nurullah Ataç ile A.Hamdi Tanpınar kadın üzerine muhabbetteler ve Ataç, ille de Tanpınar’ı evlendirecek; Beğendiremiyor; sonunda iki güzel kız buluyor ve Tanpınar’a gösteriyor, Tanpınar çok beğeniyor ancak bir mesele var diyor ve kulağına eğilerek, ”çok güzeller de, benim evleneceğim kadın biraz orospu olmalıdır” diyor. Şeyh’i de bu “utanmaz kadın” çekiyor; hem utanmaz kadın diyerek mahkûm ediyor, hem de koynuna girmeden edemiyor Şeyh ile orospu arasında bir korelâsyon var!

Kim fahişe, kim şeyh? Bilinmediği gibi, fahişe mi şeyhten daha şeyh, şeyh mi fahişeden daha fahişe! İşte budur bütün mesele!

“Geçmişi olmayan” diye bir şey olmaz CHE, herkesin bir geçmişi vardır ama geçmişine sahip çıkmayan olabilir ve onun geleceği de geçmişi gibidir bellidir ki geleceğine sahip çıkmayacak ve geçmişine sahip çıkmayanlar, geleceğine de sahip çıkamaz!

Kürt halkının tarihine gözlerini kapatanların durumu budur; gözleri kapatıp açınca, açtığı anı tarih saymak tam da bu durumu anlatıyor; oysa gözleri kapatarak, geçmiş yok olmuyor! Kürtlerin tarihi de olduğu yerde duruyor; sadece kimi renklerine sahip çıkmak, kimi renklerini reddetmek var; yukarda hatırlattım, Kürtlerin hain şeyh, ağa, bey takımı ile birbirine dolanmış olduğu tarihi Öcalan reddediyor ve hangi renklerine sahip çıktığını açıklıkla ortaya koyarak, Kürtlüğünün "Barzani, Talabani ya da Bedirhani Kürtçülüğü olmadığını ve Osmanlıdan kalma Kürt bürokratların Kürtlüğü ile de baştan çelişkili olduğunu" ,”Kürtlüğünün, ağa, şeyh, devlet kategorisinden ayrı” olduğunu belirterek,” "aşiret bağlarından kopmuş Kürtlerin Kürtlüğünü örgütlediğini" söylüyordu.

Şimdi görülen şudur, ABD emperyalizminin reddettiği ve desteklediği renkler ile Öcalan’ın reddettiği ve benimsediği renkler üst üste düşüyor.

Demek ki,“Düz ovada siyaset” dedikleri bu oluyor!

CHE kardeş, halklar tapınma nesnesi değildir, kuyruğunda tatmin olma nesnesi de değildir! Halklar, sadece gerçektirler, hem hain, hem de kahramandırlar. Hem bozulmuş, hem de yücedirler. Belki de böyle oldukları için bizim dışımızdadırlar ve biz onların içindeyizdir. Ve belki de bu nedenle sen halkı göremiyorsun, şeyh, ağa ve bey takımını halktan sayıyorsun!

Diğer yandan “Halklar yenilmez.” Diye haykırırlar bazıları! Belki sen de öyle haykırıyorsun, çünkü yalakalıkta sınır yok! Ancak buna kendileri bile inanmazlar ve bir süre sonra “örgütlü halk yenilmez!” diye bağırırlar! Oysa “Yenilmez oldukları” söylenen “örgütlü halkların” da yenilenleri oldu, oluyor! Örgütlenmesine ve ezen tarafın gücüne bağlıdır!

Bu güne kadar yaşanan tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu biliyoruz; senin de bildiğine inanıyorum! Diğer yandan, “her devrimci mücadelenin, devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak, başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu…”da biliyoruz; ancak bunu hatırladığından emin değilim!

Öyleyse halklar yenilebilir, yeniliyorlar, her halkın tarihinde yenilgiler var; ancak hiçbir zaman yok edilemiyorlar. Uyanmış ve örgütlenmiş bir halkın örgütü yetkin ve yaygın değilse yenilgi kaçınılmaz oluyor.

Kürt halkının tarihi de yenilgiler tarihidir; hep yeniliyorlar; nedenleri var ve bir iki gün önce uzun uzun anlattım ama demek ki Kürtlerin tarihini ya herkes biliyor ya da kimsenin aslında Kürt sorunu ve çözümü ile derinlemesine ilgilendiği yok!

Yenilgiden sonra halk örgütünden kopuyor, örgüt de halkından kopuyor; yenilgi halkı yerin dibine sokmuyor ama yerin altına girdiğini, daha ilerde yeniden doğmak için kendisini biriktirmek üzere köklerine çekildiğini biliyoruz. Kendisini biriktirip, örgütü ile buluşarak yükselişe geçtiğini de biliyoruz.

Yükseliş, halkın örgütü ile buluşması ve örgütün halkı ile kucaklaşması sürecidir. Örgüt, halkına vazgeçilmez ve tarihsel çıkarlarının yönünü gösteriyor ve halk, örgütüne, hem tarihine ve hem de vazgeçilmez çıkarlarına sahip çıkarak, bağlanıyor!

İşte yükseliş budur ve bu eksendeki devrimci inat, yenilmezliğin anahtarı oluyor!

Rusya’da, 1905 Şubat devrimine girerken ve devrim sürecinde de, uyanmış, zembereğine sığmayan bir halk ama yetkin olmayan liderler, dolayısıyla yetkin olmayan ve zayıf kalan bir örgüt söz konusuydu; yenilgi kaçınılmaz oldu.

Rusya’nın emekçi kitleleri örgütünden koptu ya da örgütlere dağılarak örgütsüz kaldı.

Örgüt daha da zayıflayarak halktan koptu ve uzun süren bir karanlık içinde yer altına girerek kendisini biriktirdi. Yerin altında uzun bir tazelenme ve meyvelenme dönemi yaşadıktan sonra, yeni bir Şubat ve yeni bir devrimci kalkışma, yerin altında ama uyanık olarak biriken ve meyvelenen halkları ayağa kaldırdı ve yetkinleşen örgütleri ile kucaklaştırdı.

Doğru kılavuz ve devrimci inat, Rusya’nın işçi sınıfının ve ezilen halklarının elinde yenilmezliğin anahtarı oldu ve zafere koştular, koşuyu tamamladılar, iktidarı ellerine alarak, geleceği yeniden kurdular.

Öte yandan halklar hep güven ihtiyacı duyuyor. Devlete ya da şeyhine, ağasına, beyine güvenmek ihtiyacı ile büyüyor ve güveniyor ya da örgütüne bağlanıyor. Güvenemeyen halklar, korkunun derinliklerinde görünmez oluyorlar. Örgütüne güvenen, örgütünün rehberliğini kabul etmeye başlayan halklara ise katliamlar ve yağmalamalarla, cevap veriliyor; bu, halk ile örgütü arasına güvensizlik duvarı dikmek içindir; halkları, örgütünden yardım gelmeyeceğine, örgütüne güvenmemesi gerektiğine inandırmak içindir.

Milletler hapishanesi diye bilinen Rusya’da Ekim devrimine kadar olan budur ve Ekim devrimi öncesi, Kazak birliklerinin yaptıkları akınlar, yağmalamalar, katliamlar, düzenli olarak tekrarlanıyor; ancak, Rusya’nın ezilen halkları, daha 1905 Şubat devrimi ile ayağa kalkmaları gerektiğini ve örgütlerine güvenmeleri gerektiğini kafalarına yerleştiriyor.

1917 Şubat Devrimi ile ayağa kalkmaya ve örgütlerine sımsıkı sarılmaya hazırdırlar! Ancak yeterince bilinçli değiller. Ancak Şubat ile Haziran arasında Rusya’da yaşananlar, tam bir eylemli bilinç fışkırması yaratıyor. Kitleler inanarak ve güvenerek örgütüne daha sıkı bağlanıyor.

Ekim devrimini zafere ulaştıran, Rusya işçi sınıfının güvenerek kucaklaştığı örgüte, Rusya’nın bütün ezilen halklarının proletarya ile birlikte güvenmesi ve sımsıkı sarılmış olmasıdır.

Katliamlar, yakıp yıkmalar, korku salmalar Rusya’nın ezilen, sömürülen halklarını, yetkin bir örgüt olduğunu, güvenilir bir örgüt olduğunu çoktan kanıtlayan Rusya proletaryasının devrimci örgütü ile kucaklaşmaktan alıkoyamıyor, korkunun derinliklerine gömemiyor.

İşte tarih budur ve unutmuyoruz!

Kürt halkı hep şeyhine, ağasına, beyine ve hatta kendisini ezen devletine güvendi; dahası şeyhlerinin, beylerinin güvendiği, devletine düşman devletlere güvendi; ama yenilgiden kurtulamadı, ezilmesinin, sömürülmesinin önüne geçemedi!

Sonunda şeyhine, beyine ve devletine güvenmekten vazgeçti ama kime neye güveneceğini bilemedi, hiç bilmesin, hiç güvenmesin diye hep katliamlar yedi, ihanetler yaşadı, hep ezildi, hep korkunun derinliklerinde yaşadı!

Sonra birden, Türkiye’nin, emekçi halklar ile devrimci örgütlerin arasına kan ve korku ile bir güvensizlik duvarı dikilerek, topyekün korkunun derinliklerine gömüldüğü bir zamanda, Türkiye devrimci ve işçi sınıfı hareketinin, emekçi halklarının bastırıldığı, bütün kalelerinin zapt edildiği bir zamanda, Kürt halkı, gömüldüğü yerden fışkırarak yükseliyor ve örgütü ile buluşuyor.

Öncesinde inatçı bir yiğitlikle ve kendisinden daha inatçı olan rehberine güvenmekten asla vazgeçmeden, tarihin en doymaz canavarı olan ABD emperyalizmine, direnerek ve bütün acılarına göğüs gererek dur diyen ve topraklarından kovan kahraman Vietnam halkı var!

Vietnam halkının üzerinde dolaşan devrim kelebekleri, makûs talihini de tarihini de döndürmüş olan Vietnam halkını zaferinin coşkusu ile baş başa bırakarak, devrimci hareketi yükseklerde olan Türkiye topraklarının üzerine uçmaya başlıyor. Ancak kelebeklerden önce, Vietnam’dan kovulan ABD emperyalizminin Vietnam kasabı unvanlı CIA ajanı büyükelçisi geliyor ve ardından 12 Eylül faşist darbesi Türkiye’nin tepesine biniyor.12 Eylül faşizminin, Türkiye’nin devrimci hareketinin ve emekçi halklarının üzerine çöküşü, Vietnam’dan sevinçle dönen devrim kelebeklerinden önce davranıyor; Vietnam halkının sevincini yaşayan devrim kelebekleri, Kürt halkının fışkırdığı coğrafyaya yöneliyor ve Kürt halkının yükselişini, Türkiye’nin devrimci hareketi ile buluşturmasını bekleyerek, Kürt coğrafyasından fışkıran insanlığın büyümesini, yükselişini izliyor.

Kürt halkının yükselişi, belki en son noktasına ulaşıyor ama Türkiye’nin devrimci yükselişi ile kucaklaşamıyor ve Türkiye solunu tahmininden de çabuk ve kolay ezen, Kürtlere sınıf kinine görülmemiş bir ırkçı kin de ekleyerek saldıran 12 Eylül faşizminin en sert saldırısı ile karşı karşıya kalıyor.

Tarihler üst üste biniyor ve kimse ders çıkarmıyor; Kürt yükselişi, Türkiye’nin devrimini yükseltsin diye bekleniyor, Kürt yükselişi Türkiye’nin Godot’u oluyor! Ancak Türkiye’nin vurgun yemiş devrimci hareketi, bu yükseliş ile kucaklaşmak istemiyor! Kürtlerin yükselişi ise durmuyor, yani şirazeleri kaymadan, Kürt halkı yükselmeye devam ediyor. Ancak bu devrimci yükseliş Türkiye’nin devrimi olamıyor!

Hepsi budur ve artık ortada bir mayalanma vardır ve önemli olan bu mayalanmanın bozulmaması, ekşitilmemesidir!

Kürtlerin yükselişi, Kürtlerin başını yüksek tutmasıdır; yerde sürünen, ezilen insan başı artık Kürtlere uzaktır!

İşte reddedilen budur; bu başın yerlerde sürünmesi ve ezilmesi ise en beğenilendir!

Oysa bir coğrafyada yükseliş durduğu zaman, insanlık alçalışa geçmektedir; bu, insanlığın sonudur! Başlar kalkık değilse, insanlık da yoktur! Ancak insanlığın sonu olmadığını ve insanın tükenmediğini de tarihin mantığı ile kavramış durumdayız; öyleyse insanlığın yükselmesi de durdurulamıyor ve durdurulamamıştır! Ancak durdurmaktan vazgeçilmediğini de biliyoruz.

İşte CHE, asıl tarih budur ve her beş ya da on yılda bir, hiç fark etmez, şirazeleri kayan Kürt halkı değildir ve mesele Reşo, Memo, Kamo vesaire isim taşıyan sıradan kişilerin şirazesinin kayması da değildir; mesele Kürt halkına rehber olanların ve Türkiye devrimci hareketinin vurgun yemiş “devrimci”lerinin şirazesinin kaymış olmasıdır!

İşte şimdi tam buradayız ve yoğun “şiraze kayması”nın üzerinde sağlam durmaya çalışıyoruz! Sağlam durmayanları da,“şiraze kayması”nı canlı tutmaya çalışanları da çok yakından izliyoruz ve tam burada, bu “şiraze kayması”üzerinde dans etmekte ısrar edenlerin, güçlüden yana, başka ifade ile egemen poltikadan yana kol salladıklarını görüyoruz; oyuna giren kol sallar elbette ancak önemli olan oyunun kimin oyunu olduğudur; önemli olan kimin oyununda kol sallandığıdır!

Boş şeylerle uğraşmaktan, cezadan, sokaktan filan mı söz etmiştin CHE? Al sana sırçada üretilmemiş, tamı tamına hayatın canlı gerçekliğinden alınmış ve tüm o bilmecelere boğarak mazlum edebiyatı yaptığın lakırdılarının boş lakırdılar olduğunu netlikle resmetmeye yetecek olan ifadeler.

Ve son olarak CHE, önemli olan güçsüzün yanında olmak değildir; bu, halkların saflığı, halkların mutlak temizliği düşüncesine varır! Bunun adı popülizmdir! Oysa önemli olan mazluma, yeni bir biçim ve yükseliş vererek onu değiştirebilmek, devrimcileştirmektir; işte buna devrimcilik deniyor!

Kürt ulusal hareketi, çıkışında devrimci ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptaması yaparak göstermişti.

Öyleyse önemli olan açıklıkla ortaya çıkıyor; bu saptamaya bağlı kalıp, Kürt halkının yitirilen değerlerini yerine koyarak, Kürt halkına yeni bir biçim ve yükseliş vermek, Kürt halkını yeni bir teori ve inanç ile donatmak, kısaca Kürt halkını değiştirerek devrimcileştirmektir önemli olan.

Dolayısıyla devrimciliğin, halkı yeni bir teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatmaktan geçtiğini bir kez daha hatırlamış oluyoruz. Devrimcinin işi, halkı değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmektir. Demek ki, popülizm ile devrimcilik, birbirinin zıddı iki yol olmaktadır.

Popülizm, halkın mutlak saf olduğunu kabul ediyor, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi hedeflemiyor.

Öyleyse devrim yürüyüşünün önündeki en önemli tuzaklardan birisi popülizmdir.

Ve sen CHE, tam üstünde duruyorsun ve bir sürü boş lakırdı sıkıyorsun, güçlüye sadece ok atıyorsun ve güçlüyü en tam ifadesiyle resmetmiyorsun; mazluma ise hiçbir şey vermiyorsun, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi aklından bile geçirmiyorsun; dolayısıyla Kürt halkının hem hain, hem kahraman olacağını göremiyorsun, haini bol bir millet olduğunu göremediğin gibi, Kürt devrimciliğinin bu hain bataklığını kurutmak olduğunu da kabul etmiyorsun; çünkü Kürtlerin haini ile kahramanını birbirinden ayırmıyorsun! Kürtlere sadece Kürt oldukları için yakınlık duyuyorsun; oysa Türk zenginleri ile bir arada olmak isteyen Kürt zenginlerine sırf Kürt oldukları için yakınlık duymak, devrimcilik olmadığı gibi, Kürtleri devrimcisizleştirmektir!

Doğru olan bunlara da, Türkiye’yi yönetenlere nasıl bakılıyorsa öyle bakmaktır!

Günlük yaşamlarında halklar, tembel ya da çalışkandır; korkak ya da cesurdur; hain ya da sadıktır; kişiliksiz ya da kişiliklidir; kaçak ya da yüreklidir; korkak ya da kahramandır; halklar günlük hallerinde hem güzeldir hem de çirkindir!

Popülizm halkların günlük hallerinden çıkmasını istemez; değişmesini, tarihsel ve vazgeçilmez çıkarlarını fark etmesini hedeflemez! Oysa tarihsel ve vazgeçilmez çıkarların farkındalığında halk artık bir ulustur, bir özdür; bu anlamda bir çelik olmuştur, artık ezilmesi çok daha zordur!

İşte sen bunu görmüyorsun CHE ve işte bu nedenle yukarda, Kürt halkını göremediğini, şeyh, ağa ve bey takımını halktan saydığını vurguladım.

Fikret Uzun

06 Mart 2013