28 Mayıs 2012 Pazartesi

27 MAYIS DEMOKRATİK DEVRİM SÜRECİNİN EN İLERİ VE EN SON HALKASIDIR

“ ’Terör saltanatı’ döneminde Paris’in ‘malı mülkü olmayan’ kitleleri, bir ara yönetimi aldılar ve böylece burjuvaların kendilerine rağmen, burjuva ihtilalini zafere ulaştırdılar.” Derken Engels, burjuva ihtilallerinin özüne işaret ediyordu. İhtilalin, açılan bir küçük kapaktan, barajın tümüne sığmayacak bir kitlenin girmek istemesi ile başladığını anlatıyordu.
Büyük Fransız devriminde iktidarın asillerden burjuvaziye devrini Jakoben diktatoryası gerçekleştirdi.  Jakobenizm, burjuva iktidarının ilk ve plebyen gerçekleşme yöntemi oldu. Burjuvazi, her yerde Jakobenizm korkusunu yaymayı, iktidarını güvence altına almanın en güvenilir yolu saydı.
Meşrutiyet İhtilalini gerçekleştiren Jön Türkler, içerdeki ve dışarıdaki karşıtları tarafından hep Jakoben olarak kötülendi. Meşrutiyet ihtilalinin görgü tanıkları şunları kaydediyor;
“ Hürriyet ilan edilir edilmez, gözler hür memleketlere çevrilmişti. Fransız ve İngiliz efkârı umumiyesinin bize müzaharat göstereceği ümit edilmişti. İlk günlerde oldukça sempati gösterilmişti. Fakat derhal yüksek siyaset ve entrika tesirini hissettirdi. Bütün dünya matbuatı Türk İnkılâbı ve İttihat ve Terakki aleyhine döndü. İttihat ve Terakki dar kafalı, Jakoben idi, Mutaassıptı. Zavallı ekalliyetleri (azınlıkları)Türkleştirmek istiyordu. İstiklal istiyordu. Memleketteki ecnebi hâkimiyetini yani kapütilasyonları kaldırmak istiyordu. Avrupa’nın bütün mali muhitleri bu cüretkâr gençler aleyhine dönmüştü.”
Lenin, Jakobenizm İşçi Sınıfını Korkutabilir mi? başlıklı yazısında, bir Rus tarihçisinden aktarma yapıyor; “Sovyetler ‘tüm iktidarı’aldıkları zaman iktidarlarının çok küçük olduğunu hemen anlayacaklar. Ve güç eksikliklerini Jön Türkler veya Jakobenlerin tarihçe sınanmış yöntemlerine başvurarak gidermek zorundadırlar. Bütün sorun bir daha gündeme gelince, onlar, Jakobenizme ve terörizme tenezzül mü edecekler, yoksa ellerini, bu işten, temiz mi tutacaklar? Asıl soru budur, birkaç gün içinde belli olacak”
Lenin, bundan sonra şunları ekliyor;” Burjuva tarihçiler, Jakobenizmi bir alçalma,’tenezzül’ olarak görüyorlar. Proletarya tarihçileri Jakobenizmi, bir ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en tepe noktalarından birisi sayıyorlar. Jakobenizm, Fransa’ya, demokratik devrimin ve cumhuriyete karşı bir Monarklar koalisyonuna direnmenin en güzel örneklerini sağladı”
Adını Robespierre’in ve arkadaşlarının toplandıkları Jakoben manastırlarından alan Jakobenizm, burjuvazinin hegemonyasını kurmasını sağlamıştı.
Burjuva demokratik devrimlerin, yönetenler arasında bir başkaldırı ve çekişme ile başlaması, bunu bir patlamanın izlemesi, Engels’in sözleriyle, hasat için olgunlaşmış burjuva kazanımlarını elde etmek için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa’da ve 1848 tarihinde Almanya’da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülme zorunluluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.
Engels,“işte böyle, ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine zorunlu olarak burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor.” Derken, burjuva demokratik devrimin, hem ileriye doğru, hem de geriye doğru kendisini aştığını anlatıyordu. Burjuvazi alanı zapt etmek için önce ileriye uzanıyor; arkasından, tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekiliyor.
Liberaller özgürlük’e, demokratlar eşitlik’e, sosyalistler paylaşım’a öncelik veriyorlar. Fransız devrimi, Robespierre’in arkasından, ihtilali ciddiye alarak,”eşitler cumhuriyeti” kurmayı planlayan Babeüf’ü de giyotine gönderiyor. Burjuva-demokrat Batı Avrupa,19.Yüzyılın ilk yarısında, en büyük korkuyu, sosyalistlerden değil, demokratlardan duyuyor. Ancak ikinci yarıdan sonra sosyalistler korkutan durumuna geliyorlar. Burjuvazinin emek-değer yasasını reddettiği dönemdir. Ricardo’ya yazılan emek-değer yasası burjuvaziye iktidarı gösteren iktisat yasasıdır. Önce Ricardo tarafından ve sonra Vulgar iktisatçılar tarafından reddediliyor; İktidar alındıktan kısa bir süre sonra burjuvazinin reddine uğruyor.
Karl Marx, 1848 devrimlerinden beş yıl önce, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı da, ” Diğer ülkelerin ihtilallerine ortak olmamakla birlikte çağdaş ulusların restorasyonlarını paylaştık. Biz bir restorasyon yaşadık, birincisi, çünkü diğer uluslar bir ihtilal yapma cesaretini gösterdiler, ikincisi, çünkü diğer uluslar bir karşı-devrimle karşılaştılar; birincisinde bizim yöneticilerimiz korktular ve ikincisinde bizim yöneticilerimiz korkmadılar”
İşçi sınıfının burjuvaziden bağımsız siyasal eylemlere hazır olduğunu göstermesinden sonra, kapitalizm, dünya ölçüsünde ve daha açık bir biçimde, restorasyon ihraç etmeye de başlıyor. Bu bilimsel açıdan bir şans oluyor; Marx,1848 ihtilal girişimlerinin başarısızlığı ve özellikle Almanya’da gözlenen burjuva ihanetler üzerine eşitsiz gelişme yasasından söz etme gereği duyuyor.
Kapitalist devrimlerini daha geç,19 yüzyılda gerçekleştiren Almanya, İtalya ve Japonya, birinci büyük savaş sonrasındaki bunalımlı yıllarda uzun faşist deneyimlerini geçiriyorlar. Aynı biçimde sanayileşme sürecini 19yüzyılın son yıllarında hızlandıran Rusya’da 1905 devrimi denemesinden sonra Stolipin reformları adı altında bir büyük gericilik yaşıyor. 1905 devrimi Avrupa’da hiç yankı uyandırmıyor. Ancak Asya’da büyük yankı buluyor. Birkaç yıl içinde İran, Türkiye ve Çin’de devrimler patlak veriyor.
Fransız devrimi, kendi türünün, en yoğun, en gelişmiş ve en şiddetli uygulaması idi. Fransız devriminin izleyicileri hep bunun gerisinde kaldılar ve bazı çizgileri eksik gelişti. Marx, 1848 devrimlerini anlatırken, “Prusya’da,1848 Mart ihtilalinin amacı, istek olarak meşruti monarşiyi ve gerçekte burjuvazinin yönetimini kurmak idi. Bir Avrupa devrimi olmaktan çok uzak, yalnızca, geri bir ülkede bir Avrupa ihtilalinin güdük yankısı oldu” diyordu.
Bu, evrensel düzeyde, soyut planda ve teorik alanda, demokratik devrimi geriletici dinamiklerin hareket halinde olduğunu göstermektedir.
Buradan hareketle 27 Mayıs’ın Türkiye’de demokratik devrimin son halkası olduğunu söyleyebiliyoruz.
12 Eylül ise, Türkiye’de Kemalizm’in en son aşaması ve Kemalizm’i sona erdiren sürecin başlangıcıdır.
20. yüzyıl Türkiye’sindeki toplumsal hareketlilikte 1908tarihli Meşrutiyet devrimi ile 1960 tarihli 27 Mayıs, birer genç subay hareketidir. Her ikisi de, komuta kademesinin dışında ve komuta kademesini aşarak gerçekleşti. 1920 tarihli Anadolu devrimi ise, bir komuta kademesi hareketi olarak sonuca ulaştı. Hareketin asıl direkleri, Kazım Karabekir ile Ali Fuat paşalar oldular. Mustafa Kemal ise, bu harekete müfettişlik unvanı ile katıldı Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü, bu harekete katılmadan önce Osmanlı İmparatorluğunda Milli savunma bakanlığı ve müsteşarlığı yaptı. Rauf Orbay ise Osmanlı döneminde bahriye nazırı idi.
Kemalist devrim, Osmanlı düzeninin üst düzey yöneticilerieliyle gerçekleştirildi.
27 Mayısçılar, Kemalist devrimin eksiklerini tamamlamak ve Kemalist devrimden saptayabildikleri sapmaları gidermek için yola koyuldular. Türkiye’de ABD büyükelçiliğinde diplomat olarak çalışan, Ancak CIA ile bağlantısı gizli olmayan George Haris,27 Mayıs’ın oluşumu için ,” 27 Mayıs 1960tarihinde, ordu kuruluşu içinde geniş destek sağlayan küçük bir gizli örgütçü tayfası, ulusal birliği koruma adına, yönetimi ele aldı” diye yazıyordu.
Ancak ordu kuruluşunun 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlere desteği, sanıldığından çok kısa sürdü; tam bir yıl sonra, Haziran 1961tarihinde silahlı kuvvetler desteğini geri çekti.
1960 devriminden sonra,1960 yıllarının ilk dönemi ile son kesitinde, ordu içinde çeşitli komiteler, toplumun diğer kesimlerindeki devrimci eğilimlerle yakın ya da uzak bağlantılar içinde, hep 27 Mayıs’ın eksikliklerini ortadan kaldırabilmek için iktidarı almanın yollarını aradılar.
En büyük başarısızlıklarını 9 Mart 1971 tarihinde yaşadılar.  Ve 12 Mart 1971 tarihinde, 9Mart’ta kaypaklık gösteren diğer mensuplarını da kendine çekerek, ordu bütünlüğü içinde ve hiyerarşiyi koruyarak müdahale etti.
12 Mart 1971 e kadar, Jön Türkler dâhil, Türkiye'nin ihtilalcileri hep eksikleri tamamlama peşinde koştular ve hep dayanak aradılar. Tanzimatçıların dayanağı, büyük devletlerin elçilikleri oldu. Yakın zamanların ordu ihtilalcileri ise, hep iki dayanaktan birisini seçti; CHP ve hiyerarşi.
27 Mayıs, ordunun hiyerarşik yapısına karşı olduğu ve CHPnin açık desteğini alamadığı için daha radikal gerçekleşebildi.
İnönü, mecliste, Menderes’e ” Beni dinleyin, biz böyle bir ihtilal içinde olmayız, olamayız. Böyle bir ihtilal, bizim dışımızdan, bizimle ilişkisi olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejimi istikametinden ayırıp, baskı rejimi haline getirmek tehlikelidir. Bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam.” Derken, hem 27 Mayıs’ı açıkça desteklemeyeceğinin ve hem de 27Mayıs ihtilalinin gelmekte olduğunun haberini veriyordu.
27 Mayıs’ı değerlendirirken,1960 yıllarının dünya ve Türkiye topraklarında bir düzen değişikliği dönemi olduğunun da hatırlanması gerekmektedir. Latin Amerika’da başta Che Guevera, sayısız gerilla Lideri Castro’nun başarısından esinlenerek sosyalizme yönelik talihsiz ama destansı girişimlerini sergilediler. Asya’da ABD, yenilmezlik unvanını ve prestijini kaybederek, Vietnam’dan çekilmek zorunda kaldı. Güneyde Filistin halkının mücadelesi en yüksek noktasını yaşıyordu. Afrika’da Nasır rüzgârları esiyordu. Türkiye’de TİP ile başlayan “sosyalist devrim” çizgisi entelektüel çekiciliğini yitirirken, sol, teorik sığlığa yönelmenin karşılığında kitlesel bir mücadele dinamizmi kazanıyordu. Sosyalizm adına, tarihsel olarak geri ve Kemalizm ile 27 Mayıs’ın eksiklerini tamamlamayı amaç edinmiş bir MDD programı, Türkiye topraklarını sarsıyordu. Sosyalizmin, solculuğun ve devrimciliğin prestijinin son derece yüksek olduğu bir dönem olan 1960lı yıllar, umutlarda devrimi yaşatıyordu.
12 Mart 1971 işte böyle bir zamanda ve devrim umutlarını kırabilmek için geldi. Ancak 27 Mayıs’a toptan karşı çıkışı sergileyemiyor. Bu anlamda gelişmemişlik taşıyor.
12 Eylül ise, Marta göre daha gelişmiş ve daha şiddetli olmuştur. Çizgisini daha net sergiliyor. 12 Mart ile 12 Eylül arasında, burjuva politikacılar, Ecevit ve Demirel, artık mevcut hukuki ve siyasal yapı ile Türkiye’yi yönetemediklerini anlıyorlar. Hem hukuki ve siyasal yapının değiştirilmesini ve hem de toplumsal muhalefetin kırılmasını istiyorlar. Her iki politikacı da, Türkiye’nin siyasal yapısını, aşılmış topraklarına geri çekme isteği taşıyorlar ancak bunun yıpratıcı sorumluluğunu birbirlerinin omuzlarına yıkmaya çalışıyorlar. Menderes dönemini yeniden yaşamanın özlemi içinde, CHP ve AP, Ecevit ile Demirel, 12 Eylül’ü bekliyorlar.
12 Eylül, Türkiye’yi, tarihinin ve tarihin geri aşamalarına zorla geri çekme girişimidir. 27 Mayıs’a karşıdır ve bütün kurumlarıyla 27Mayıs’ın kazanımlarını kökünden kazıma operasyonu olarak ortaya çıkıyor.
Devlet ile demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığını sık sık söylüyoruz. Ancak demokrasi geliştiği ölçüde devlet, gücünü daha yavaş uygulayabiliyor. Demokrasinin gelişmişliği çerçevesinde devlet yönetimine katılım, devletin çelişkileri bastırma işlevini ortadan kaldırmıyor ancak hızını azaltıyor.
1961 Anayasası, çift bölmeli parlamentosu, özerk kurumları ve örgütlenme haklarıyla, devlet gücünün kullanımında geniş katılımı gözetmekten geri durmuyor; ancak katılım, devlet gücünün işleyişinin yönünü ve niteliğini değiştirmemekle birlikte hızını azaltıyor. İki büyük partinin parlamentoda çoğunluk sağlayacak tabanlarını yitirmeleri, devlet yönetimindeki hızın azalması sonucuna katkıda bulunuyor. İki parti ve liderleri, farklı beklentileri olsa da, yıpratıcı sorumluluğu üstlenmekten kaçınarak,12 Eylülü bekliyorlar.
12 Eylül daha yüksek bir şiddet içeriyor ve içerdiği şiddet daha büyük bir şiddetle uygulanıyor. Bu ikiyüzlülüğü zorlaştırıyor. 12 Mart’taki yüzlülüklerini sürdürebilen CHP ve AP ve elbette liderleri, bunu 12 Eylülde sürdüremiyorlar. 12 Eylül sahneye konduktan sonra, 12 Eylül bekleyişlerini destekleri ile tamamlıyorlar.
Demirel ile Ecevit’in, 12 Eylül’ün özüne bir karşıtlıkları olmamıştır. Her ikisi de bekledikleri 12 Eylül’ün, bekledikleri işlevi yerine getirdiğine inandıkları zaman, ondan, iktidarı almak istiyorlar. Demirel, iktidarı yönetimin elinden alma planı içinde olduğu izlenimi veriyorken, Ecevit ise, yönetimin teslim edileceği kişi olmayı planlar görünüyordu.
1981 Mayısında Demirel, “şimdi biz, silahlı kuvvetlerimizin giriştiği mücadelesinden başarı ile çıkmasına duacıyız” diyor. Bununla kalmıyor, Avrupa Konseyinin meclis başkanına, “Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak, Türk devleti ve milletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden sakınmanızı isteriz “ diyor.
Ancak 12 Eylül komutanları, Demirel ve Ecevit’in 12 Eylülün özüne karşı olmadıklarını ve yıpratıcı sorumluluğu üstlenmekten kaçındıkları için 12 Eylül’e karşı oldukları izlenimi verdiklerini göremiyorlar.
Burada bir tekrar gerekiyor, altını çizmek de diyebiliriz,27 Mayıs, Türkiye’de demokratik devrim sürecinin en ileri aşamasıdır. 12 Eylül, büyük bir geriye sürükleme hareketidir.
Faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişkilerin, bir taraf lehine ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini anlatmaktadır. Faşizm yöneten sermaye grupları içinde, ister ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni alanlar zapt etmek isteyenlerin düzeni oluyor. Bu sermaye sınıfı için yeni ekonomik alanların zaptı anlamına geldiği ölçüde, bir devlet durumu olan demokrasi, yerini terk ederek, diktatörlüğe teslim ediyor. Yeni alanlar zapt etmek, devlet gücünü hızla ve engelsiz uygulamayı gerektiriyor.
12 Eylül’den Koç sermaye grubu temsil niteliğini kaybederek çıkıyor. Eczacıbaşı sermayesi de eski ağırlığını yitiriyor. Tam bir 12 Eylülcü kompleks olan Enka grubu ile birlikte Sabancı sermayesi, hızla ve engelsiz işleyen devlet mekanizmasının isteklilerinin ve meyvelerini toplayanların başında yer alıyorlar.
1950 seçimleri ile Türkiye’nin bir demokratik döneme girdiği papağan misli tekrarlanıyordu. En büyük kanıt olarak da, Türkiye’nin başına, ilk ve tek sivil devlet başkanının geldiği ileri sürülüyordu. Oysa demokrasi bir üniforma sorunu değildir.
Bayar-Menderes düzeni, İsmet İnönü’nün çok önce başlattığı restorasyon sürecinin son aşamasıydı. Devlet gücü, engelsiz ve hızla uygulanabiliyor. Menderes döneminde Amerikan askerleri Türkiye’dedir ve Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı, Ruhi Su, Sıdıka Su, Enver Gökçe ve diğerleri zindana atılıyor. Hepsi TKP üyesidir. Grev hakkı yok, sendikalar yeni yeni doğuyor. Önemli bir demokratik mücadele görülmüyor. Mac Cartyzm hâkimdir. Aydınlar büyük ölçüde sessizliği seçiyor.
1950 yıllarında, dünya tekelci aşamada ve emperyalist çağdadır ama Türkiye’de tekelci aşama yok. Ancak demokrasinin temsili kurumlarını saklı tutarak içini boşaltmak mümkün olabiliyor.
27 Mayıs,1940lı yılların ortalarından itibaren süregelen bir demokrasi akımının yönetimi almasıdır. Yönetimi almada silahlı kuvvetler içinde çalışan bir gizli örgütün önemli ve sonuç alıcı rol oynamasını abartmamak gerekiyor. Bu, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin şu ya da bu ölçüde katılımı olmadan bir yönetim değişikliğinin olamayacağı düşüncesinin hem doğrulayanı ve hem de sonucudur.  27 Mayısı gerçekleştirenler, ordu içindeki hiyerarşiye dayanmayan küçük ve gizli bir grup, ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir bölümü istekli, bir bölümü isteksiz olarak, bu gizli örgütçülerin yaptığı işi destekliyorlar. Ve çok kısa bir zaman sonra desteklerini çekiyorlar.
CIA ajanı George Haris,” 1960 Darbesi, Türkiye’nin gelişmesinde keskin bir dönüşe işaret etmese de, yaşama damgasını vuracak olan güçlü solcu güçleri boşandırdı “diyor. Bir kontrolsüzlük rengine vurgu yapıyor. Bu doğrudur,  27 Mayıs’ta Türkiye’de solcu güçleri harekete geçirme ya da serbest bırakma irade ve perspektifi kesinlikle yok.
Bu, sosyalizm çağında demokratik devrimlerin, en büyük düşmanlığı sola karşı yaptığı yönlü saptamayı doğruluyor. Ek olarak, demokratik devrim ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlamda sosyalist hareket ne kadar genişlemişse, düşmanlık, o ölçüde şiddetli oluyor. Bu Türkiye’de kendini, ABDye bağlılık ile gösteriyor. ABD ye bağlılık, sola karşı olmakla aynı anlama geliyor.
1960 27 Mayıs’ında sabaha karşı yönetimi alan gizli örgütçü subaylar, radyodan NATO’ya ve CENTO ya bağlılıklarını ilan ederken; bildirilerini ABD elçiliğinin kapısına da bırakıyorlar. Kısa zamanda ABD nin bundan memnun kaldığı bilgisi geliyor.
Demokratik devrim, kendisini kaygan bir toprak üzerinde hissediyor ve sosyalizme açılan bütün kapıları kapatmak istiyor. Bu, demokratik devrimin, kendi kendisini red sürecinin başlangıcı demek oluyor. Sosyalizm çağında demokratik süreç, en çok ve en güçlü olarak bir red ve geriye dönüş eğilimi taşıyor.
27 Mayıs ihtilalinin hemen arkasından bunlar görülüyor. AP ile CHP nin, 27Mayıs’a dayanarak geldikleri yerden geriye doğru kaydıklarını, hemen göremesek de, 12 Eylül ile görebiliyoruz.  12Eylül’ün 27 Mayıs’ı bir ulusal gün olmaktan çıkarmasına ve Türkiye’deki siyasal yapıyı, 27 Mayıs 1960 öncesine, Bayar-Menderes rejiminin kurumlarına çekmesine seslerini çıkarmıyorlar.
27 Mayıs basit bir askeri darbe olmaktan çok uzak olan bir burjuva harekettir.  Bunun ortaya çıkışında Türkiye kapitalizminin artan çelişkileri önemli rol oynuyor. 27 Mayıs ile başlayan dönemde, yeni kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedefler içinde, sanayi kapitalizmi rengini ve damgasını vuruyor.1960 lı yılların “özgürlük rejimi”,toplu sözleşme ve grev düzeni, öğrenci ve aydınların, haklarını arayan, yüksek ücret peşinde koşan işçilerin etrafında kenetlenmesi, Türkiye kapitalizminin büyük bir aşama kaydetmesi için gerekli oldu. DİSK’in yüksek ücret düzeyi sağlayan sendikal çalışmaları olmasaydı, büyük sermaye, dayanıklı tüketim malları üretiminde büyük atılımını gerçekleştiremezdi.
Bu anlamda 27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin, Pazar ve realizasyon sorunlarına ülke içinde çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu.
12 Eylül ise, Pazar ve realizasyon sorununu ülke dışında çözme denemesi olarak hazırlandı ve gelişti.
27 Mayıs, bir merkantilist politikaya ve yüksek işçi ücretlerine dayanmak zorundaydı; sağlandı.
12 Eylül, her türlü kontrol sistemini reddeden, son derece düşük ücret sistemi ile sürdürülen bir toplum yapısına muhtaçtı; sağlanmaya çalışıldı. Hala sürüyor.
Ancak bu kadar olmamalı, burjuvazinin 27 Mayıs’a kin sürdürmesini, “demokratik güçler”in,  bir burjuva hareket olan ve burjuva devletin güçlenmesine yol açan 27 Mayısa kin gütmesi biçiminde kendini gösteren çelişkinin açıklanması gerekiyor.
Çünkü 27 Mayıs’a rengini ve anlamını veren, önlemek ve gelişmesini durdurmak istediği solcu güçlerdir. 27 Mayıs, kuruluşuna katkıda bulunduğu 1961 anayasası ve türevi olan kurumlarıyla değil, daha çok yarattığı hayal kırıklığı ve tarihsel olarak boşanmasını sağladığı solcu güçler ile gerçekleşiyor.
Babeüf ve üç büyük ütopyacı sosyalist, iki büyük devrimden, Fransız siyasal devrimi ile İngiliz sanayi devriminden duyulan hayal kırıklığının üzerine geldiler. Sosyalizmin gelişmesine büyük katkıda bulundular.
27 Mayıs günü büyük bir coşku sahnelendi, ancak 1961 Ekim seçimleri bir büyük çözümsüzlüğü ortaya çıkardı. Coşkunun yerini hayal kırıklığı aldı. 1960 Yılları ile başlayan ve gittikçe yükselerek Türkiye düzenini sarsan kitlesel eylemler, bir hayal kırıklığına karşı güven patlamasının yansıması oluyor. 1960 lı yılların ikinci yarısında, sosyalist devrim için yola çıkıp, bunu yasaklayarak demokratik devrimi hedef sayan devrimciler ağırlık kazanıyor. Bu dönemde hem iktidardaki ve hem de muhalefetteki partiler, bu yeni devrimciler hareketi karşısında şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. İki büyük partinin, CHP ve AP nin, demokratik süreçten dönüş yollarını arayışa başlaması bu zamana düşüyor.
1940 lı yılların ortasından başlayarak ilerleyen gizli örgütçü subaylar, programlarını 27 Mayıs ile gerçekleştiremiyorlar. Bu program, daha sonraki yıllarda, TİP, Yön Hareketi ve Demokratik Devrimcilerden oluşan üçgenin kitlesel atılımı ile gerçekleşme sürecine giriyor.
İhtilal yolu, günlük yaşamdaki dengesizlikten geçiyor. İhtilal yoluna girmek için, günlük ve somut yaşamda, çözümü gereken doyumsuzlukların bulunması zorunludur. İhtilalci bilinci, günlük ve somut düzensizliklerin giderilmesinin ancak kapsamlı bir eylem ile yönetimin toptan ele geçirilmesi ile mümkün olduğunun kavranmasıyla geliyor.
Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında,”Cemiyet çalışmalarımız önce tamamen öğrenci sorunlarıyla başladı ve sonra yurt ve dünya sorunları ile bütünleşerek sürdü, gitti. Her bilinç düzeyi bir eylemi ve her eylem yeni bir bilinci getiriyordu. İşte 1960-1970 dönemini böyle yaşadık.” Derken buna işaret etmiş oluyordu.
Şimdi darbecileri yenerek, “demokrasi gelecek” masalına sarılanlar, bir taraftan “demokrasi” masalı ile sosyalist mücadelenin üzerini kapatıyorlar, diğer taraftan demokrasi illüzyonu yaratmaya çalışıyorlar.
“Bütün darbelere karşıyız” derken ve 27 Mayıs ihtilalini Kemalizm’in faşist darbesi olarak nitelerken,27 Mayıs ile 12 Eylül’ü ve 12Mart’ı özdeşleştirmeye çalışanlar, kendileri son derece komik duruma düşürürlerken, toplumu büyük bir trajedinin içine sürüklüyorlar.
Darbelerin, toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi, iki müdahalenin de, bakışsız profesyonel darbecilerin marifeti olarak görülmesi, son tahlilde her iki müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak yaklaşmak, sonuç itibarıyla yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı bakışına tabi olmakla aynıdır.
27 Mayısla birlikte yükselen sol/ sosyalist hareketlenmenin yöneticileri, başka karmaşık etmenler bir yana, Kemalist bakış açısının dışına çıkamamış olmanın sonucu,12 Eylül darbesinin hedefine Kemalizm’i de yerleştirdiğini görmemiş, aksine Kemalist bir darbe olarak görmüştür. Dolayısıyla 12 Eylül noktasına kadar sosyalist hareketi de peşine takan ama bunun sosyalizmi durdurmak için bir çözüm olmadığını gören Kemalist hareketin, çözümü, yönetimi gerici akımlara terk etmekte bulmasını idrak edememiş ve yerleşen 12 Eylül rejiminin, hegemonyasına tabi olmakta tereddüt etmemiştir. Buda geçmişte, Kemalizm’in bakış açısında kalarak sosyalist hareketin güçleneceği yanılgısına düşen sosyalist hareketin yöneticilerinin, yanılgı değiştirerek, bu kez 12 Eylül rejiminin, Kemalizm’in çoktan uzaklaştırıldığı yeni yönetiminin hegemonyasında Kemalist hareketi baş düşman kabul etmeleri demek oluyor.
Bunun sonucu olarak da, sapla samanı iyiden iyiye karıştırmışlar, 27 Mayıs ihtilâlini, 12 Eylül ile özdeşleştirerek, 12 Eylül rejiminin, 27 Mayıs anayasası ile elde edilmiş olan kazanımları yerle bir ederken en büyük destekçisi durumuna düşmüşlerdir.
Bugün hâlâ devam etmekte olan 12 Eylül rejimi, bütün faşist karakteri ile orta yerde dururken," bütün darbelere karşıyız" demek,12 Eylül rejiminin, 12 Eylül faşist darbesinin devamı olduğu ve karakterini sürdürdüğü unutturularak, 12 Eylül rejimine, yani tekellerin düzenine karşı yükselmesi muhtemel olan dinamiklerin, 27 Mayıslara karşı ve hayali darbelere karşı kurulan dinamiklerin peşine takılmasını kolaylaştırmak demektir.
Artık bunun yalnızca tekellerin işine yarayacak olan bir Alicengiz oyunu olduğu apaçık görülmektedir.
Bütün “darbelere karşıyız” sloganının mucitleri de biliyorlar ki, 27 Mayıs, 12 Eylül faşist darbesi ile özdeş olmamakla birlikte, diktatörlük de değildir ve hem de faşist diktatörlük hiç değildir. Öyle olsaydı,12 Marta ve 12 Eylüle gerek olmazdı. Oldu ise de, mademki hepsi birbiri ile özdeştir, 12 Eylül’ün 27 Mayısa cepheden saldırmasına ve 27 Mayıs anayasa ve Hürriyet Bayramının 12 Eylül faşist yönetimince kaldırılmasına gerek olmazdı.
Diğer yandan, bu ne yaman çelişkidir ki, bugün ve öteden beri, hem 12 Eylül anayasasının değiştirilmesinden bir demokrasi bekleyip, aynı zamanda 12 Eylül faşist darbesinin yargılanması ile demokrasinin pekişeceği masalına inanılırken, diğer yandan 12 Eylül anayasasının,27 Mayıs anayasası ile getirilen demokratik kazanımlarını, hatta 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramını ortadan kaldırmış olmasına gözlerini kapatmaktadırlar. Daha başka ifadeyle, demokrasi diye tutturanlar, 27 Mayıs’ın Türkiye’de demokratik devrim sürecinin en ileri ve en son halkası olduğunu unutmuş görünmektedirler.
Bu nedenle,12 Eylül’ü sadece oldubitti, artık demokrasiyi bırakıp çekip gitti misli bir darbe olarak mahkûm ederlerken, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye'yi yönetemeyeceğini anlamış olmasının getirdiği bir sonuç olarak, 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyon olduğunu; dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonu olduğunu da görmezden gelmekle kalmayıp, yerleştirdiği rejimi sol tonda sunmaktan da geri durmamaktadırlar.
12 Eylül faşist darbesini demokrasi adına mahkûm ederlerken, devam eden 12Eylül faşist rejiminden her türlü iyiliği bulup çıkarmak için yırtınmak akıl işi değildir. Ucunda biraz akıl varsa, ortada son derece sinsi bir sahtekârlık ve ihanet var demektir.


TKP sinin son genel sekreteri Haydar Kutlu-Nabi Yağcı’nın, 1988 yılında, mahkemede yaptığı savunmasının  (elyazmasının) 78. Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek;  “1961anayasası klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu. 27 Mayıs sonrası Türkiye’nin önünde teorik olarak iki yol vardı; ya işçi ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel dönüşümleri gerçekleştirmek, emperyalizmin sultasından kurtararak, ulusal kalkınma yoluna sokmak. Yani kapitalist olmayan bir yola girmek. Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini tamamlamak; ya da, yine ulusal kurtuluş savaşı sonrasında olduğu gibi kapitalist yolda devam etmek.”  ten söz ederken, şimdi artık27 Mayıs ile 12 Eylül’ü özdeşleştirmekte olması, daha önce Kemalist bakış açısının dışına çıkamamış veya buna mahkûm edilmiş olanların körleşmelerinin ve bunun sonucu olarak yaydıkları körlüğün boyutlarını göstermesi açısından son derece önemli bir derstir.
Dün Kemalizm’in bakış açısından ayrılamayan sol/sosyalist hareketin yöneticileri, bu gün, 27 Mayıs üzerinden, 27 Mayısın kazanımlarını kazıyan,12 Eylül faşist rejimi ile empati kurmayı ve bunu yaymayı politika bilmekte ve bunun sonucu olarak da 12 Eylül rejimi adına Kemalizm düşmanlığının ihalesini üstlenmektedir. Bu yanılgıda sahtekârlık dinamiğinin baskın olduğunun göstergesidir. Hiçbir akıl taşıyan, sol/sosyalist hareketin tepesine tırmanmış olan kişi, bu kadar yanılgı değiştirme hastalığı içinde kıvranarak kendini bitirmez.
Demek ki, 27 Mayıs ulusal bayram günü olmaktan çıkalı onlarca yıl geçmişken ve 27 Mayıs’ın bütün kazanımları yok edilmişken bile, Türkiye toplumunu onlarca yıl korkutanlar, korkularından hala kurtulamamışlar.
Böyle olmasaydı, yani 27 Mayıs’tan bir devrim olarak ve hala korkulmasa idi, 27 Mayıs’ı darbe olarak tanıtlama yarışına girmezlerdi.
Öyleyse, bu topraklar, tarihte görülmemiş derecede kitlesel bir sahtekârlık dinamiğinin oyun içinde oyunlarına maruz kalmış demektir. Bununla ancak ve ancak akılla ve akla sahip çıkılarak baş edilebilir. Çünkü bütün gerçeklikler son derece çıplak ve son derece nettir. Sadece biraz akıl ve biraz hafıza gerekiyor.


Fikret Uzun


27 MAYIS 2012

6 Mayıs 2012 Pazar

6 MAYIS DENİZLER


6 MAYIS DENİZLER

İnsan doğar, büyür, genç olur ve başlar işleri düzeltmek için kıpırdanmaya. O andan itibaren solcudur. Daha doğrusu ilk adımını atmıştır.
Bazıları bu gençliği, hızlı koşarak ve solcu olarak geride bırakır ama koşuyu tamamlayamaz.
Kimi zaman tamamlamasına izin verilmediği için tamamlayamaz, kimi zaman tamamlamasına izin verilmemenin ne olduğunu gördüğü için tamamlamaktan vazgeçer.
Tarihte tamamlayamayanlardan da, tamamlayanlardan da kahramanlar çıkar ama tamamlamaktan vazgeçenlerden kahraman çıktığı görülmemiştir.
Şimdi, tereddüt edenlerden, tamamlamaktan vazgeçenlerden kahraman üretmeye çalışılmaktadır.
Dün, işi tamamlamak isteyenlerin dolayısıyla kahramanlıkların önünü kesmek için, gencecik solcuları darağaçlarına götürenler, bugün, darağaçlarını gencecik insanların beyinlerine getiriyorlar.
Dün darağaçlarına götürülen ama darağacını kendi tekmeleyip pişman olmadığını haykıranların kahramanlığını korkuyla bastıranlar, bugün, dün korkuyla bastırdıkları kahramanlığı, pişmanlığı bir yaşam biçimi yapanlarda yaşatmak ve asıl kahramanlığın dün asanlarla barışık yaşamak olduğunu akıllara sokmak için, ne kadar işi tamamlamaktan vazgeçmeyi kahramanlık olarak seçen varsa, onları kullanmakta, önünü açmaktadır. 
Hepsi ama hepsi Türkiye’de yükselen sol hareketin önünü kesmek, bu hareketin en tepesine bu vazgeçen "kahraman"ları bindirerek, tepeden sol hareketin kanatlarını yoldurmak içindir.
En son kahramanlaştırdıkları ise, elbette ki Nabi Yağcıgiller olmuştur. Uçaktan indiği andan itibaren, darağaçlarını tekmeleme ve tekmelerken bile Marksizm-Leninizmi işaret etme kararlılığını gösterenler unutturulmuş, sol hareketin kanatları kökünden koparılmıştır.
Şimdi ise, sol hareketin kanatlarını yolanlar, gerçek kahramanların kahramanlıklarına göz dikmişlerdir. Dökülen cilalarını onarmak için hep bir ağızdan, hey kahramanlar siz öldünüz, kazanan biziz, biz yaşıyoruz, bırakın biz sizin kahramanlığınızla yaşayalım diye haykırmakta, utanmadan mezarlarda ağıtlar yakarak, korkularını bu ağıtlardaki ıslıklarına asmaktadırlar.
Onlar için en kahraman, ölü kahramandır. Ama en geçerli kahraman ölmeyip havuç biriktiren kahramandır.
Dün bir grev öyküsü ile, genel grevde kimlerin sermayeye yarandığını anlatan Aziz Nesin’e, "Aziz Nesin sen nesin" diye bağıranlar, bağırtanlar, aynı aziz nesin ölünce" sen bizim kahramanımızsın" diye feryat etmişlerdir. En kahraman ölü kahraman olmuştur o zaman Aziz Nesin.
Ertuğrul Kürkçü de, kahramanlığı samanlığa saklayıp, samanlıkta yakalananlardandır. Şimdi hem ölenlerin en kahramanlıklarına ağlamakta, hem de en geçerli kahraman olmaktan gurur duyduğunu haykırmaktadır.
En mantıklı ifadesi şudur,"Soros bize para veriyor ama, ne yazacağımıza da karışmıyor"
Bu girizgahın Denizlerin ölüm yıldönümüne işaret ettiğini anlamışsınızdır.
Öyleyse Denizlerin ölümlerindeki vazgeçmemişliğe, direnmeye, ölüme atılmış tekme ile ne demek istediklerine bakabiliriz.
Daha önce bir mektubumda da dediğim gibi, Deniz, Yusuf ve Hüseyin büyümüş genç olmuş ve Türkiye’nin bozuk hallerini, inandıkları doğrultuda düzeltmek için mücadele ederken ve bu mücadeleyi dava arkadaşlarının tamamlayacağına olan inançlarıyla ölüme gitmişler ve ölümlerinin bağlı olduğu darağacını hiç tereddütsüz tekmeleyerek, pişman olmadıklarını ve Marksizm-Leninizme inandıkları için, emperyalizme, faşizme karşı kinle mücadele ettikleri için darağacına getirildiklerini işaret etmişlerdir.
Ve pişman olanlar, kendi darağacını tekmeleme cesaretini gösteremeyenler belki yaşar ama onların yerine Marksizm-Leninizmi öldürmüş olurlar demişlerdir o tekmeleri atarak ve yaşasın Marksizm-Leninizm diye haykırarak.
Dahası, geride bıraktıkları arkadaşlarına, siz de ölüme tekme atın, Marksizm- Leninizmi yaşatın, bıraktığımız işi tamamlayın demişlerdir.
Şimdi bütün darağacı korkakları, inançsız Soros fedaileri, en geçerli kahramanlar utanmazca, sanki işi tamamlamış gibi, Denizlerin kahramanlıklarına, en önemlisi direngenliklerine, vazgeçmemişliklerine ortak olmak için sıraya dizilmişler.
Bugün kahramanlığın Kürt-Türk düşmanlığında değil, Kürt-Türk kardeşliğinde olduğu gerçeğinden uzakta olanlar, Soros şemsiyesi altında rengarenk demokrasileri beğendirmeye çalışırken, Denizlerin mezarında ağlıyorlarsa, siz bizim kahramanımızsınız diye haykırıyorsa, renklerinde eksiklik olduğunun farkına varmalarındandır.
Bugün kahramanlık Türk-Kürt siyasal hattındadır ve bu renklendirerek sulandırılmış, Soroslara sunulan tez haline getirilmiş demokrasi mücadelesi projesinde vücut bulamayacak kadar nesneldir. Bu nesnellik, bir doku uyuşmazlığı kategorisindedir.
Şimdi geçerli kahramanlar, böyle sopa yüklü siyasal hatlardan uzak, havuç getiren siyasal hatlara ise burun buruna yakındır. Ama tavşan terlidir ve her uzatılan havucu yememektedir. O nedenle, Denizlere ihtiyaç vardır. Onların kahramanlığından rol çalarak, geçerli kahramalıklarla kaynaştırmak gerekmektedir.
Denizleri ve onların yürekliliklerini kendilerine kalkan yapıp, onlara yönelen yürekleri havuçların peşine takmak isteyenlerin, bu kahramanlıkta rolleri dün de yoktu, bu günde olamaz.
Kürt hareketinin pasifize edilmesi, islamizasyonun yükselmesi ve bunlar olurken solun sessiz sedasız bırakılması, kanatlarının yolunması, dahası bu hat ile kaynaştırılması ne kadar havuça malolmuştur bilemem ama bunun müsebbiblerinin, hep bu darağacı korkağı, zindan ürkeği havuç meraklısı yaratıkların marifeti olduğunu bilirim.
Denizleri anmak, mezarlarında ağlamak, nutuklar atmak onların hem vitrin yapmak, hem de darağacı korkularını ağıtlarında ıslık çalarak bastırmak içindir.
Denizleri gerçekten yaşayan, yüreklerinde yaşatanlar, bugün maddi dünyanın korku yüklü canlı hayaletleridir.
Denizlerin mezarlarına ıslık çalanlar, her gün ölen, korkak birer ölüdür.
Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in idam kararları tam bir sınıf kiniyle, gericiliğin korkularının yansıması olarak apar topar alınmış, bütün engelleme çabalarına, hatta anayasa mahkemesinin usulden bozmasına rağmen, nerdeyse ülke, ortasından bu gencecik insanlar için  çatlamasına rağmen, gericiler, faşistler ve onların parlamentodaki tetikçileri ne yapıp edip alelacele onları darağacına çıkartmıştır.
Asılarak ölenler Denizlerdir elbette ama o darağaçları, Türkiye’nin bütün ilericilerinin, devrimcilerinin boynuna ilmik geçirmek için kurulmuştur.
Bu topraklarda yükselen ilerici, devrimci sol inadın, mücadelenin, kararlılığın önünü kesmek içindir. Türkiye devrimcileri bu inattan Denizlerin asılmasıyla yenik çıkmıştır. Sadece Denizlerin inadı ve onları kurtarmak için aynı tonda kararlılık gösteren arkadaşlarının inadı yetmemiştir.
Bu inattan vazgeçmeyenler ölmüşlerdir ve şimdi vazgeçenler bu ölümsüzlükten rol çalabilmek  ve bunu yaparken "inadı bırak" türkülerini duyurabilmek için, şimdi ölümsüzlüğün, kahramanlığın, yiğitliğin hakim olduğu sahnede yer kapmak peşindedir.
Denizler bütün bu olanları daha o zaman, darağaçları kurulurken görmüş ve bu günleri engelleyebilmek için darağaçlarını tekmelemişlerdir.
Arkamızdan ağlamak için işi gücü bırakmayın, inada devam edin demişlerdir. Ama ardında kalanların büyük çoğunluğu ağlayarak, inad ettiğini zannetmiş, sonunda darağaçlarından da, Marksizm- Leninizmden de, inattan da uzaklaşmışlar, en geçerli kahraman olmuşlardır.
Deniz, Yusuf, Hüseyin üçü de gencecik üniversite öğrencileri, kendilerinin üniversitede karşılaştıkları sorunlardan yola çıkarak, bu sorunların asıl kaynağının emperyalizmde, kapitalizmde olduğunu görmüş ve bunu değiştirmek en azından düzeltmek için solcu olmuşlardır.
Gördüklerini göstermek için işe koyulmuşlar ama işlerini tamamlayamadan, tekmeledikleri darağacında kısacık yaşamlarını bırakmışlardır. O kısacık anda, hem pişman olmadıklarını, hem yol göstericilerinin Marksizm-Leninizm olduğunu, hem de emperyalizmle ve faşizmle mücadele ettiklerini haykırmışlar, darağaçlarını tekmeleyerek de arkadaşlarına bu inatlarına sahip çıkmalarını vasiyet etmişlerdir.
Şimdi ne kadar pişman, havuç arsızı varsa, kendi ıslığından bile korkup, Denizlere sığınan varsa, ne kadar Marksizm-Leninizm kaçkını varsa, Denizlerin ardından ağıt yakmak için sıraya girerken, onları asanlarla, insaniyet namına barış içinde, kardeşçe bir arada yaşamaya methiyeler dizdiklerini unutuyorlar.
Şimdi ağıt yakma zamanı değildir. Ağıt yaktıranlarla kardeşlik zamanı değildir. Şimdi tekmeleme zamanıdır. Ve asıl tekmenin Marksizm-Leninizm olduğunu, asıl inadın bu olduğunu görme, gösterme zamanıdır. Denizlerin darağaçlarına attıkları tekmelerin anlamı budur. Yol göstericiliği budur.
Bunu yapmayıp, denizlerin ardından ağıt yakarak, bir sonraki ağıta kadar, bu ağıtlara neden olanlarla, bu ağıtların kaynağı ile barışık yaşamaya devam etmek, denizlerin ölümüyle yaşatılan çözülmeleri, pişmanlıkları, havuçlara yönelmeleri, en geçer kahramanlıkları erdemleştirmek demektir.
Etraf pişmanlarla, darağaçlarının kıskacında, zindanların karanlığında korkularını gizleyerek yayanlarla, yaydıkça şaşırtanlarla, şaşırttıkça havuçlara gark olanlarla dolu.
Bunları Denizlerden uzak tutarak azaltmak, onları azaltarak Denizleri çoğaltmak gerekmektedir.
Bize darağacını tekmeleyen Denizler lazım, darağacı korkusuyla suçu Marksa, Lenine atıp, İsak Alatonlarla kardeş olanlar değil.
Kahramanları olmayan bir devrimci hareket olamaz. Şimdi yapılan bütün kahramanların, kahramanlıklara giden yolların önünü  tıkamaktır. Bizim yapmamız gereken bu yolları açmaktır.
Artık kahramanları asmak yetmiyor, onlara sahip çıkarak, kahramanlara yönelmenin önünü de tıkamak gerekiyor. Yaptıkları budur. Denizleri vazgeçenlere bırakmamak da bizim tarihsel sorumluluğumuzdur.
Şimdi ayrışma zamanıdır. Aslına dönme de denilebilir.  Tam bu noktada, Denizleri niye seviyorsunuz, havuçlara gark olmak için mi, sopalardan kaçmak için mi diye sormak gerekiyor. Sorup hatırlatmak gerekiyor, Denizler kaybedecekleri havuçları boş ver, ölümlerini tekmeleyip vazgeçmediklerinin imzasını atmışlar, sopadan korkmamak gerektiğini göstermişlerdir. Varın siz karar verin aslınız neresiyse oraya dönün demek gerek.
Denizler çok az yaşadılar ama pek çok hızlı koştular. Şimdi hızlı koşmak zamanıdır. kaybedilen zaman, kaybedilen yiğit insan çoktur.
Tarih tereddüt edenleri, savaşmayanları, havuç peşinde koşanları yargılayacaktır. Savaşanları ise, mutlaka ve her zaman taçlandıracaktır.
Bence ODTÜ nün girişinde büyükçe bir alan kapatılmalıdır; müze yapılmalıdır; ne kadar hızlı koşan, tereddüt etmeyen, samanlık aramayan, kanatlarına kahramanlık asılan devrimciyi misafir ettiyse, hepsinin sıra sıra heykeli dikilmeli, korkudan her gün ölenlere, bu yiğit, ölümsüz devrimcilerin nasıl sonsuza kadar yaşayacakları gösterilmelidir.
Olmaz mı? Olmaz diyorsanız, tereddüt ediyorsanız; Denizlerin mezarında neyi oldurmaya çalışıyorsunuz.
Denizler tereddüt etmeden, tereddüt etmeden yaşayanların indinde yaşamak üzere, ölümüne tekme atarak ölümsüzlüğe gömüldüler.
Anıları önünde, tereddüt etmeden saygıyla ve kinle eğiliyorum.

Not; Dün Marksın doğum günü idi, bugün Denizlerin ölüm yıldönümünü hatırlamak için yarış eden pek çok Marks etiketli grup dün Marksın doğduğunu hatırlamadı. Öyleyse soru, dün doğan Marks onların hatırladıkları ve etiketledikleri Marks değil mi?

Fikret Uzun
6 Mayıs 2009