19 Ocak 2012 Perşembe

TKP GİRİŞİMCİLERİ AKSİYON'A NEDEN MÜLAKAT VERİR

17 Ocak 2012 tarihli Yarınlar Dergisi,"Fetullah Gülen cemaatinin yayın organlarından biri olan haftalık Aksiyon Dergisi 16 Ocak 2012 tarihli 893. sayısında ilginç bir habere imza atarak sol içi bir tartışmada adeta saf tuttu." diye başlayan haberinde,

Yarınlar Dergisi, Aksiyon Dergisi’ndeki Erkan Acar imzalı En Hakiki TKP Kiminki? başlıklı haberden söz ediyor ve Aksiyonculara yani Fetullah Gülen tarikatına göre, söz konusu olan En hakiki TKP kim olduğunu şu sözlerle haber veriyor: "Ürün dergisinin de içinde bulunduğu Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor Girişimi (SBGYG) tarafından önümüzdeki dönemde kurulması planlanan Türkiye Komünist Partisi coşkuyla karşılanıyor."

Aksiyon Dergisi’nden, aşağıdaki

“TKP isminin ulusalcılık ile yan yana gelmesinden rahatsız olan geleneksel TKP çevreleri kolları sıvadı. “Ürün” isimli dergi etrafında bir araya gelen sosyalistler, geleneksel ‘Türkiye Komünist Partisi’ni (TKP) yeniden kurmaya hazırlanıyor. Program ve tüzük çalışmaları tamamlanıp parti kurulursa ilginç bir durum ortaya çıkacak. Çünkü o zaman Türkiye’nin aynı adı taşıyan iki ayrı partisi olacak. Geleneksel TKP taraftarları, partilerinin isimlerinin 2001 yılında ayrı bir fraksiyon olan Sosyalist İktidar Partisi (SİP) çevresince ele geçirildiğini ileri sürüyor. Ve onlara göre bugünkü TKP’nin geleneksel TKP ile bir ilgisi yok.” şeklindeki alıntıyı aktaran Yarınlar Dergisi, haberine şöyle devam etmiş:

"...haberi okuduğunuzda Aksiyon neden SBGYG içinde yer almıyor diye düşünebilirsiniz. Sola, sol ve sosyalist değerlere küfretmeyi kendine iş edinmiş bir yayın grubu şimdi kurulması gündemdeki bir sosyalist partiyi neden davul ve zurnayla karşılar? Hatta polis ve yargı içindeki yoğun olduğu söylenen etkinliği ile bugün onlarca sosyalistin yok yere cezaevinde tutulduğu operasyonların arka planındaki bir cemaat şimdi neden organik bir bağının da bulunmadığı bir yapılanmaya koltuk çıkar?
Tüm bu soruların yanıtı basit. Özelde Aksiyon, genelde de Gülen cemaati politika yapıyor. Bunu yaparken dost düşman ayırıyor, düşman bellediklerini yıpratacak her türlü girişimi de destekliyor."

Yarınlar Dergisi, yeni TKP girişimcilerinin sözcüsü olan Onur Balcı'nın Aksiyon’a söylediklerine de yer vermiş ve "Gidip SBGYG sözcüsü Onur Balcı’ya mikrofon uzatıyor. SBGYG sözcüsü Aksiyon kadar politika yapabilse o mikrofonu uzatana iade etmeyi bilirdi ya, konuşuyor Balcı " diyerek eleştirdikten sonra Onur Balcı'nın dediklerini şöyle aktarıyor

“Sosyalist sol gelenek içinde yer alan herhangi birine mevcut partiyi sorduğunuzda, onların TKP’li değil, SİP’li olduğu cevabını alırsınız. Kendilerine TKP diyor ve yasal olarak bu isim kullanılıyorsa da sosyalist bünye onların bu ismini kabul etmemiştir. Pek çok sosyalist yapı bu parti mensuplarına hâlâ SİP’li diye hitap etmektedir.”

Bu aktarmayı da yaptıktan sonra, Yarınlar Dergisi, haberini şöyle bitiriyor:

"SİP’in TKP adını alması, buna hakkı olup olmadığı ve Ürün Dergisi’nin bu konudaki yıllar süren mücadelesi okuduğunuz bu haberin konusu değildir. Tüm bu tartışmalarda Ürün çevresi başından sonuna dek kendince haklı olabilir fakat bunlar Aksiyon sayfalarında tartışılacak konular değildir. Okuduğunuz haber sadece cemaatin tescilli dergisinin sol içindeki en küçük yarılmayı dahi kendi safını güçlendirmek adına nasıl kaşıdığı ve yine sol içindeki kesimlerin de maalesef bu işe nasıl alet olduklarını teşhir için yapıldı. Aksiyon'dan alarak bitirelim: 'Türkiye’de yaşanan değişimlerden herkes payını alırken bundan en çok etkilenen kesimlerden biri de sosyalistler oldu.' "

Yarınlar Dergisi’nin dedikleri kendini bağlar elbette ama bizim de, dediklerinin yerinde olduğunu söyleme hakkımızı kullanmamıza engel değildir herhalde bu.

Ancak bizim, ayrıca ekleyeceklerimiz var ve Yarınlar Dergisi’nin dediklerinden daha önemli olduğu kesindir.

Şöyle, öncelikle Ürüncüler de, diğer TKP öbekleri de, hatta bilumum TKP likidasyonun mağduru olan ve bunun Nabi Yağcı ve silah arkadaşları tarafından kotarılmış olduğundan hareket eden diğer TKP üyeleri de, istisnaları ayırıyorum, SİP-TKP ye karşı husumetlerini, hemen hemen salt isim hırsızlığı üzerinden göstermişler ve göstermeye devam ediyorlar. Ancak SİP-TKP den en belirgin ayrılık noktaları ve üstelik Irak'ın ABD tarafından işgali sırasında Ürüncüler BAAS partisinin tarafında yer alarak, ABD ye karşı anti-emperyalist bir tutum almış olmalarına rağmen ki, yerinde bulmuştuk, SİP-TKP nin tam millici olmasa da, yurtseverliği öne çıkartarak büründükleri rengin ulusalcı olması noktasında idi.

Oysa SİP-TKP, bu politikalarında olması gereken yerde iken, mücadele zemininde, yani politikalarının pratiğinde, yanlış yerde idi ve bundan uzaklaşmış değildir. Diğer yandan, SİP-TKP, büründüğü ulusalcı ton ile ki, nesnel olarak var olan yurtseverlik dinamiklerinin üzerine oturmasının ifadesinden başka bir şey değildir, izlediği düzen içi reformist politikalarını örtüleyebiliyordu ve şimdi, bu ulusalcı tondan da nasıl kurtulurumun hesabını yaparak iki arada bir derede olduğu görülmekte ve bunun sonunun tam reformist çizgiye kaymak olacağı da görülmektedir.

Böylece, Ürüncülerle aralarındaki fark, kıl kadar bir kalınlıktan ibaret olacaktır ki, bu düzenin, yani12 Eylül rejiminin, elbette yenisinin de, tam istediği ve öteden beri önünü açtığı bir "Komünist " parti modelidir.

Kuşkusuz dileğimiz ve beklentimiz bu değildir ama görünen köy kılavuz gerektirmiyor ve gördüklerimizi göstermenin sorumluluğumuz ve bu çerçevede hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Yanlış görüyor isek, doğrusunu, SİP-TKPli ve Ürüncü arkadaşlarımızın ki, hem SİP-TKP deki, hem de Ürün çevresindeki arkadaşlarımızın hepsini bir tutmadığımız açıktır, ayrıca, Ürün dinamiğinin de, SİP-TKP dinamiğinin de örgütsel planda oldukça belirgin ve bütünü kaplayan benzerlikleri olduğunun da altını çizmeden geçemiyoruz. Bunu öteden beri şöyle resmettiğim ve tarif ettiğim bilinir ki, tekrarı yerindedir; Bu örgütlenme modelini, avuç içi ile dışından ibaret olan bir elin, içi başka, dışı başka bir dinamik şeklinde hareket etmesiyle ortaya çıkan hareketlenmeye benzetiyordum. Avucun içi silkindiği anda, avucun dışındakilerin, avucun içinin hareketine vakıf olamadığı ve buradaki hareket üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olamadığı için, hiçbir kıymeti harbiyeleri kalmamaktadır ve genellikle avuç dışının daha da dışına dökülmeleri söz konusu olmaktadır. Bu da, avucun içinde sürekli politika değişikliği, dışında ise kadro değişikliği demek idi. Anlaşılacağı üzere, kadro değişikliği, hep avucun dışında cereyan etmekte, içerde politikalar değişse de, kadro değişimi çok nadir ve genellikle avuç içinin izin verdiği ölçüde gerçekleşmektedir.

Böyle, sadece komünist partisi değil, sıradan bir kitle örgütü bile ilerleyemez. İlerlemesi aldatıcıdır ve tümüyle nesnel durumun, düzenin kurduğu ideolojik-politik hegemonya nedeniyle üzerinin örtülü olması ile bağlıdır. Dolayısıyla bu ilerleme, eninde sonunda düzenin öngördüğü sınırlardadır ve açık bıraktığı kapılara doğrudur.

Bunun böyle olduğu, daha TKPnin kendi eliyle kendini feshetmeden tasfiye edip, TİP ile ve çok fazla TİPlinin katılımının sağlanamadığı bir birleşme ile TBKP yi kurma girişimi sırasında belli olmuştu ve 12 Eylül rejimi faşist kimliğini, demokratik kimlikle değiştirebilmenin çaresini burada görmüştü. Bunu, o zamanki gazete sütunlarında yer alan, TKP kurmaylarının, özellikle de Nabi Yağcı’nın verdiği mülakatlarda görebiliriz

Hatırlanacaktır, ben sıklıkla Nabi Yağcı'nın ve ayrıca son olarak S.S.Önder'in, şu, Kürt meselesinde oynanan oyunlardaki gerici-dinci ve egemen güçle işbirliği şeklindeki rengi, sosyalist renkle değiştirebilme veya buna rağmen sosyalist renkleri de çekebilme çabasının ifadesi olarak Kürtlerin "sosyalist" milletvekili yapılması sırasında ve öncesinde de, ZAMAN gazetesine verdikleri mülakatlarda kime ve ne için konuştuklarını açıkladığımda, hem Nabi Yağcı'nın, hem de S.S.Önder'in müritlerinin hışmına uğramıştım ki, bu husumetleri hâlâ devam etmektedir, ama işaret ettikleri noktaya ki, daha sonra Halil Berktay pirimiz de aynı işareti vermiştir, sosyalistlerin mürteci olmaya çalışmasının en devrimci iş olduğu noktasına, kimse aldırış etmemişti ve hâlâ etmemektedirler.

İşte Ürüncülerin, SİP-TKP nin isim hırsızlığından muzdarip olduğu anlaşılan, başka da rahatsızlık dile getirmeyen TKP girişimcilerinin, Fetullah Gülen’in yayın organlarından, propaganda araçlarından olduğu belli olan Aksiyon Dergisi’ne verdikleri mülakatın da bu temelde ele alınmasında hiçbir sakınca ve hiçbir yanlış yoktur.

Doğruluğu nerededir, Ürüncülerin açıklayacağını ise, hiç sanmıyorum, açıklasalar bile bunu ancak bir politika olduğu yollu savunabilirler ki, bu politikanın daha çok Fetullah Gülen tarikatının politikalarına yarar sağlayacağını unutmuş olduklarını itiraf etmelerinden başka bir anlamı olmayacaktır. Çünkü bir komünist partisi girişiminin, hem politik, hem ideolojik ve hem de bilimsel olarak tam karşıt ve uzlaşmaz bir zeminde sorunlarının tartışılmasının karşılığını bulması mümkün değildir. Bulacağı umuluyorsa, bu, yukarda sözünü ettiğim kapıya çıkan bir ümidin ifadesidir.

Bununla birlikte, Nabi Yağcıların tayfasından olduğu anlaşılan ve çok çok övgü alan bu tür başka bir mülakatın, Kuşadası’nın kent meclisinin başkanı olduğunu bildiğimiz bir TKP artığı avukattan geldiğini ve bunun da Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından ve son seçimde YCHP den, siz AK-CHP den anlayabilirsiniz, milletvekili seçilmiş olan ve halen Ergenekon davasından tutuklu bulunan Mustafa Balbay'ın Ergenekon örgütü ile bağlantılı olarak gözetim altına alınıp, salıverilmesinden sonra yine AKSİYON Dergisi’ne verilen Balbay'ın bir TKP itirafçısı olarak lanetlenmesi ve hesap sorulmasının istenmesi yönündeki mülakatın oldukça öğretici olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Bu mülakatların hepsinde bir senkronize dinamik, bir korelasyon yok ise, nedir bu AKSİYON merakı, bunu en safdillikle bile ele alsak, bu kadar tesadüf olacağına inanmak mümkün olabilir mi?

Eğer ortada bir emperyalist oyun ki, başrolde hep olduğu gibi, ABD vardır, var ise ve bu oyunun ana ekseni, Türkiye'nin de içinde olduğu bölgede ulus-devlet dinamiğini bozup, Ortadoğu ve Kafkasların haritada yer alan aynı miktardaki coğrafyasına, üniter yapısı olan ve görece de olsa bir bağımsızlığa, bir burjuva devlet egemenliğine sahip olan devletleri parçalayarak daha fazla devlet sığdırmaya ve parçalara ayırdığı halkları çifte kölelik içine hapsederek kendisine katmerli olarak bağlamaya bununla bağlı olarak da, Kürt ulusunun başka ve üniter yapısı olan devletlerdeki parçalarını birleştirmek suretiyle İsrail'e daha büyük bir devlet sağlamaya yönelik ise, burada anti-emperyalist mücadelenin uç vermesi ve yükselmesi gayet normal ve nesnel bir gelişme olarak karşımıza çıkar.

Bu mücadelenin içinde ve tepesinde ayrı, tabanında ayrı olarak çeşitli renklerin var olması da şaşılacak bir gelişme olmayacaktır. Dolayısıyla bu yelpazede komünistlerin olması da şaşılası bir durum değildir, mahkûm edilecek yanı ise hiç yoktur. Yeter ki, bu nesnelliğin, tarihsel ve nesnel olarak kitlelerin ve elbette onların bu nesnelliği görmeleri için fener tutacak olan bilinçli unsurların önüne koyduğu perspektiften uzaklaşılmasın, başka ifadeyle tarihin ilerleme çizgisindeki diyalektikten sapılmasın.

Bunun anlamı, antiemperyalist mücadele zemininde, mücadelenin ileri yönelmesine engel politikaların peşine takılmamak ama bu zemindeki güçlerden düşman yaratarak, asıl düşmanın adresini şaşırtmaya dolayısıyla asıl düşmanla mücadeleden uzaklaşarak, asıl düşmanın nesnel ve öznel olarak karşıtı olan güçler arasındaki bir mücadelenin içine hapsolmamak ve asıl düşmanın elini kuvvetlendirmemektir.

İşte politika budur ve bu, politika, bir savaş sanatıdır ki (Marxizm'in kurucuları bile, Lenin bile, bu çerçevede, bunu en tam ifadesiyle ortaya koyanın Clausevitz olduğununun hakkını teslim ederek, savaş ve politika konusunda onun yönermelerinden ayrı yaklaşım göstermemişlerdir), düşmanın iradesini teslim almak yanında, düşman yaratma ve bunun karşısında güç biriktirme, dolayısıyla düşmanı bölme sanatıdır.

Aksiyon'un yaptığı tam da budur, dün de bu idi ve başarısız olduğu söylenemez. Hem SİP-TKP ile Ürüncülerin nezdinde girişilen TKP dinamiğini birbirinden ayırmak ve hem de, her ikisini de nesnel olan mücadele zemininden uzaklaştırmak. Böylece egemen ideolojiye ve politikaya bağlamak üzere komünist çevrelerdeki iradeleri zayıflatarak akıl bozmak.

Komünistler, aynı anlamda kullanıyorum, sosyalistler, tarihin ilerleme çizgisinde ifadesini bulan diyalektiğin yasallığına göre, egemen sınıfın ve onun ideolojik-politik hegemonyasının tahrip ettiği bu çizginin, emperyalist kapitalizmin ve işbirlikçilerinin gerilettiği noktasında, diğer bütün sınıfsal ama egemen sınıfa karşıt olan güçlerle birlikte yer aldığının ve buradan daha geriye gitmeyeceğinin, dolayısıyla bu noktaya püskürtülen bütün diğer güçlerle birlikte ama ileriye doğru hareket ederek, asıl düşmana karşı mücadele etmesi gerektiğinin, bu anlamda bütün bu güçlerin öncüsü olmaya aday olduğunu göstermek için, doğru temelde, yani bilimsel temelde, ideolojik-politik konumlanması gerektiğinin bilincinde olmalıdır. Ve bu bilinçte, Türkiye’nin olduğu kadar, bölgenin ve dünya konjonktürünün, dolayısıyla bu konjonktürdeki sınıf mücadelesinin renginin doğru değerlendirilmesi ve politikanın bu temelde şekillendirmesi görevi de olmalıdır.

Fikret Uzun

18 Ocak 2011

17 Ocak 2012 Salı

EYLÜL SÜRERKEN KENAN EVREN'İ YARGILAMA ACIKLI GÜLDÜRÜSÜNE GİZLENMEK

12 Eylülün sınıfsal anlamından uzaklaşırsak, örneğin,"çokbilmiş" bir çok sahte aydının, solcunun 27 Mayıs ihtilâli ile 12 Eylülü veya bütün darbeleri, mesela Portekiz’deki, karanfil devrimi olarak anılan ve bir diktatörlüğe karşı gerçekleştirilen askeri darbeyi de, aynı kefeye koymak, sonrasında da böyle acıklı-güldürülere konu olan 96 lık bir ihtiyarın "başka diyeceğiniz var mı sayın paşam" yollu evinde ve istirahatını bozmadan ifadesine "başvurulur ve bunun adı 12 EYLÜLÜ yargılama olarak gösterilebilir, ahmak solcular da bundan bir devrim sarhoşluğu çıkarabilir.

Oysa 12 Eylül faşist darbesi, 24 Ocak ekonomik ararları olarak anılan acı reçetenin, emekçi kitlelere, özellikle de işçi sınıfına, zora dayalı olarak yutturulması ihtiyacının bir sonucudur.

Eğer 24 Ocak ekonomik paketi mevcut durum korunarak uygulamaya konulsa idi, zaten yenişememe durumu ile resmedilebilecek olan Türkiye’deki demokrasi, büyük resim, belki ortasından çatlamayacak, belki kana bulanacaktı ama muhtemelen sınıf mücadelesini keskinleştirecek ve yenişememe durumundaki dengeyi, emekçi kitlelerin, demokratik güçlerin lehine bozabilecekti. Zaten bu ihtimali göz önünde bulundurarak, korku içinde ülke dışına taşınan birçok büyük sermayenin varlığını biliyoruz, kendileri de dile getiriyor ki, Kenan Evren'in Nutkunda da "son şansımızdı" diyerek vurguladığı budur.

İşte 24 Ocak ekonomik kararları olarak anılan ve babası Özal olan acı reçete, demokratik koşullarda uygulanamayacağı için, demokrasinin rafa kaldırılması ve bunun için de 12 Eylüle gereksinim duyulması söz konusu idi ki, bu darbenin hazırlığının 24 Ocak kararlarından da önce başladığını biliyoruz.

Diğer yandan bu açılım, sadece Türkiye’nin değil, tüm kapitalist dünyanın, en başında ABD’nin hegemonyasının varlığını sürdürdüğü emperyalist kapitalizmin açılımı idi.

Ulus-devlet yapısının çözülmesi, dünyanın bir şirket dinamiğinde yönetilmesine yönelik bir açılımdı ki, ünlü Liberalizm üzerine çokomel misli ekonomik ağırlıklı laboratuar teorileri kaplandı,Neo-Liberalizm olarak bütün dünyaya yedirilmeye başlandı.

Ama gelin görün ki, ne kaplarlarsa kaplasınlar, hangi adı verirlerse versinler, bütün teorileri, laboratuarlarda üretilmiş ideolojik yönermeleri, aynı yere çıkıyordu.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN İFLASINI GECİKTİRMEK VE MÜMKÜNSE SONSUZA KADAR GECİKTİRMEK.

Böylece 12 Eylül faşist darbesi son derece güçlü ve sinsi ama bir o kadar da güçsüz olduğu için korkan bir emir komuta zinciri altında, en tepesinde ve her merhalesinde ABD emperyalizmi olmak üzere emekçi sınıfların ve elbette aydınların, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin tepesine bindi.

Bununla birlikte 27 Mayıs ile elde edilmiş demokratik kazanımların, sendikal kazanımların ve örgütlenme hakkının ve de Kemalist bir suret ve lafız ile Kemalizm’in sol tonlarının, giderek Kemalist düşüncenin ve dinamiklerin bütününün tepesine bindi.

Emin adımlarla yürüyerek faşizmi kalıcı kılan ama demokrasi illuzyonu yaratan bir sinsi reform çalışması ile, restorasyon zinciri ile 12 Eylül faşist rejimi, bir yerleşik ve sağlamlaştırılan ekonomik-politik düzen olarak, başrolünde ABD nin olduğu emperyalist kapitalizmin dünya çapındaki kurtuluş reçetesi anlamındaki ekonomik açılım doğrultusunda politik kararlar bir bir ve kerte kerte yani tedrici olarak alındı. Ve yer yer, darbe misli askeri müdahaleleri elden bırakmadan, gitmesi gereken en son noktaya doğru konuşlandırılmaya devam edildi.

Bu yönelimde aranan tam da AKP ve kadroları idi ki, bunun için var olan ama dar gelen bir ceket misli görünen Erbakan ve partisi tasfiye edildi ki, bu da bir darbe ve yine bir irtica ile mücadele görünümü altında idi. Buna, tereyağından kıl çekmek diyoruz. Bu yönelimin asıl ucu, irtica ile mücadelenin suç sayıldığı, irticaın özgürlükler kapsamında olduğu bir 12 Eylül rejiminin devamı olan yeni 12 Eylül rejimine yönelik idi. Mimarları, "ileri demokrasi" ismini pek beğenmiştir ve sahte solcuların, aydınların, yeni mürtecilerin hepsi, daha da ileri gideceğinden yana fikir beyan etmişler, referandumdan itibaren konferanslarla, panellerle kafalara kakmışlar, anayasanın son değişikliği ile daha da ileri bir demokrasiye kavuşacağımız yönünde halkımızı bilinçlendirmişlerdir.

Velhasıl, görünenin ve gösterildiğinin aksine, 12 Eylül faşist darbesi gerçekleştirildiğinden bu yana, her geçen gün ağırlaştırılmış ve toplumun bütün hücrelerini teslim almış bir faşizm dinamiği içinde ama demokrasi görüntüsü ile konuşlanan bir 12 Eylül rejimi içinde yaşadığımız ortadadır. Başka ifadeyle tam 32 yıldır 12 Eylül faşist rejiminden çıkamıyoruz. O kadar öyle ki, 12 Eylül'ün başrolündeki özverili generali Kenan Evren, demokrasi görünümlü 12 Eylül rejiminin cumhurbaşkanı olmadan önce,12 Eylül darbesi ile devrilen hükümetin başkanı olan ve zindana atılan Demirel tarafından, özel olarak ve devletin uçağı ile Marmaris’ten aldırılmış, Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna icabet etmesi sağlandıktan sonra tekrar aynı uçakla Marmaris’teki istirahatgâhına uğurlanmıştır.

Bu bile 12 Eylül rejiminin ve elbette var olan ve 12 Eylül faşist darbesi ile istenildiği biçimde organize edilen tekellerin devletinin bir devamlılık arz ettiğini göstermeye yeter de artar.

Dahası var, Kenan Evren hiç bir zaman ve şu anda bile devletin zirvesinde yer alan protokolden ayrı sayılmamış, ayrı yere konmamıştır ki, ifadesine bile başvurulması bu çerçevede olmuştur.

Yani 12 Eylül rejimi, hala bir demokrasi illuzyonu içerisinde ve konuşlanmasını, ABD-AB emperyalizminin YDD KONUŞLANMASI İLE SENKRONİZE BİÇİMDE tamamlayarak devam etmektedir.

Bu koşullarda, demokrasi illuzyonunun yanına ve içine şimdi de,12 Eylülün yargılanması illuzyonu yerleştirilmektedir ve buna açıkça ve demokrasi adına omuz verenlerin, öte yandan bu konuşlanmanın başrolüne oturanların demokrasi diye diye gerçekleştirdikleri dinci ve modern feodal temelli faşizmine (yeni Osmanlıcılık diyenler de var) , omuz vermiş olurken, karşılıklı atışmalarında,"BU BİR DİKTATÖRLÜKTÜR" yollu bağırarak kükrediğini duymak son derece öğreticidir.

Ancak bu öğreticiliğe rağmen, illuzyonun hegemonyası marifetiyle olsa gerek, kimsenin bilincinde bir kıpırdama göremiyoruz. Kıpırdama, zaten zinde olan bilinçlerde ve bu bilinçlere içerilen şiddetin hep var olmaya devam etmesi ile varlığını korumaktadır.

Çok uzatmayalım, anlayan anlamıştır ki, 12 Eylül faşist darbesi nasıl ki, 24 Ocak ekonomik kararları adındaki acı reçeteyi kolaylıkla yutturmak için gerekli olan ve demokrasiyi bir daha gelmemek üzere kaldırmak demek olan bir zorun ifadesi ise; bunca zamandır ve onca acı reçeteyi, aynı ama illuzyon nedeniyle görülemeyen bir zor yöntemi ile yani faşizm ile yutturmaya devam etmeleri ve hâlâ devam ediyor olmaları bir yana, bu günkü dünya, bölge ve de Türkiye konjonktüründe daha acı ekonomik reçetelere ihtiyaçları olduğu ve bunun için de, ortaya koymak zorunda oldukları ekonomik ve siyasi reformları için,12 Eylül faşist askeri darbesinin sonuçlarını bile aratacak sonuçları içerecek olan bir yerleşik zora ihtiyaçları olduğu ve işte bu nedenledir ki, bu "zor"u, yani faşizmi, kerte kerte, kurbağanın kısık ateşte kaynatılarak pişirilmesi gibi, öteden beri konuşlandırdıklarını, bunu da aşama aşama kalan son demokratik kırıntıların üzerine basa basa gerçekleştirdiklerini, örnek olsun bir önceki referandumda hamleleri yargı reformu ise, şimdi 12 Eylül anayasasının, yeni ve büsbütün "zor" olarak konuşlandırılan 12 Eylül dinci- faşist rejimine dar gelen maddelerini ortadan kaldıracak olan anayasa değişikliği ile ülkeyi parçalamanın ifadesi olan reformları gerçekleştirmeye çalıştıklarını görüyoruz ki, görmek istemeyenlerin oldukça fazla olduğunu da görmeden duramıyoruz.

Ve şunu da görüyoruz ki,12 Eylülün ve Darbeci başının yargılanması biçimindeki bu illuzyon, bu reformun, tekellerin yeni rejimini, dinci-feodal - faşist diktatörlüğüne kapıları sonuna kadar açacak olan anayasa restorasyonunun yumuşak geçişini sağlamak için oynanan bir tiyatro misli değilse nedir diye soran hâlâ var ki, o kadar da yumuşak gidemiyorlar.

Her taraftan "zor" dinamikleri örüyorlar. Evren’in yargılanmasının da, "demokratik" ama DİNCİ-FEODAL-FAŞİZMİ tescilleyecek, bölünmenin hukuksal temelini kuracak anayasa reformunun  da, diğer bütün zor dinamiklerinin de bu çerçevede ele alınması ve artık gözlerin sımsıkı yumularak, kötü söz misli gösterilen ama dostun söylediği acı söz misli olan sözlerdeki görülemeyen ağırlığı görmek için, gözleri faltaşı gibi açmak, bu sözlerdeki ağırlığı iyi tartıp, kantarın doğru kefesine koyup, topuzuna da mukayyet olmak gerekmektedir.

İyi tartılmazsa ne mi olur, yumacak bir göz bile kalmayacak denli boka batılır ve bütün gerçekler, Milan Kundera’nın yaptığı gibi bokla tartılır ve netice ne olursa olsun sonuç gerçeklerin boka bulanması ve artık gerçeklere ulaşma imkânından da, gerçeklerin bok ile tartılmasını engelleme imkânından da çok ama çok uzaklaşılmış olunur.

Ve unuttum ki, bu da önemlidir, sadece 12 Eylül faşist darbesine ve elbette 24 Ocak ekonomik kararlarına yansıyan neo-liberalizm ideolojisinin ideologları ve haliyle 12 Eylül faşist darbesinin suç ortakları, bu gün de devam eden ve 24 Ocak açılımının devamı olan ekonomik-politik reformların ve bunları, eskilerinden daha acı reçeteler olduğu halde kolaylıkla yutturacak olan "zor"un ifadesi olan politikaların da fikir babaları, ideologları, aynı anlama gelmek üzere sahipleri, aynı kişilerdir.

Dünü, bu anlamda 12 Eylül faşist darbesini ve Kenan Evrenlerin icraatlarını suç kapsamına alıyorsak ve bunlar da, Neo-Liberalizmin ideologları da, haliyle suç ortakları sayılırsa, bunların bu gün de suç ortaklıklarının devam ediyor olduğu bir gerçeklik değil midir?

Sadece bunlar mı, bunlar değil elbet ama bunları hele bir gözümüzün önüne getirelim, peşi sıra, başka kimlerin ve bir bütün olarak hangi dinamiklerin olduğunu ve böylece fotoğrafın tamamının varlığının yanı başımızda gözümüzün içine baka baka demokrasicilik oyununun bir fotoğrafı olarak durduğunu ve böylece de, dikkatlice bakıldığında ise bu demokrasi illuzyonunu resmeden fotoğrafın derininde kopkoyu bir karanlık olduğunu görmek kolaylaşacaktır.

En azından ben öyle umuyorum.

Öyleyse mesele Kenan Evren'i yargılamakta değildir ki yargılanmasın demiyorum, günahları çoktur ve bilerek işlemiştir, azmettirenleri ise Türkiye’de hâlâ bir güçtür, ancak mesele 12 Eylülün, dolayısıyla devam eden rejiminin yargılanmasıdır.

Oysa böyle bir güçler dengesi yoktur ve de,12 Eylül rejimi devam ettiği ve buna bir demokratik ilerleme süsü verildiği sürece, 12 Eylül darbesi ve Evren ile birlikte bütün planlayıcıları ile uygulayıcıları ve zaten devam eden 12 Eylül'ün yargılanabilmesinin koşulları yoktur.

Demek ki, Evrenin yargılanması yeni 12 Eylül dinci-feodal-faşist rejiminin konuşlanmasının tamamlanmasına yönelik bütün kapıları açacak tuzaklardan sadece birisidir ve tarihi bir acıklı-güldürüdür diye düşünmek yerindedir.

Fikret Uzun

17 Ocak 2012

10 Ocak 2012 Salı

MABETLER ve FENERLER

Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit ve mabet ile işçileri, emekçileri uyutmaya çalışan sahtekar varsa ki hepsi, az sayıdaki gerçek devrimcilerle, gerçek sosyal-demokratlarla (komünistler) onları azlığından dolayı, onları kimsenin dinlemediğinden dem vurarak alay ediyorlardı ama tarih başka türlü yazıldı.

O alay ettikleri düşünceler de, bu düşüncelerin nesnel yaşamdaki karşılığını net olarak görüp,hayallere ve bunları pompalayanlara ki,toplumda yaratılmış olan illüzyon nedeniyle iyiden iyiye aklı geriletilmiş cahil kitleler de onların yani reformistlerin, dediklerini kurtuluşları için doğru sözler bellemiş olmalarına rağmen, prim vermeden kitleleri aydınlatmak için her türlü yolu ama daha çok söz söylemeyi, tartışma dinamiklerini canlı tutmayı deneyen ve özlerini hep canlı tutan devrimci kadrolar, her gün azalsalar da yılmamışlar ve sadece bir eylemli bilinç fışkırması ile öfkelerinin yönünü doğru adrese çevirmeye başlayan cahil ve bir o kadar da sahte hayallere, mabetlere, mitlere hapsedilmiş kitleler, kulaklarını ve gözlerini bu son derece azınlıkta olan, çoğunluk olmak için içlerine çürük, çarık hayalperestleri almamayı ve azlıklarından utanıp, kuşkuya düşüp, çoğunluğu oluşturan reformistlerin çeşitli renklerinden birine biat etmemeyi en akıllı ve devrimci iş olarak benimseyen devrimci kadroların söylediklerine çevirmişler ve o kadrolar da, kendilerini inatla dinlemeyen bu cahil kitlelere hiçbir zaman ne haliniz varsa görün dememiş ve hep yanında olmuş, hep sınıf kinlerini canlı ve doğru adrese yöneltmeleri için, reformistlerin alaya aldıkları sözler sarf etmekten vazgeçmemiş ve kinlerinin doğru adresini bellemeye başladıklarından itibaren de, emekçi kitlelere fener olmaya, onları fenersiz bırakmamaya gayret göstermeye devam etmişler sonunda da, tarihi onlar yazmışlardır.

Çoğunluk anlamına gelen ve bir devrimci, savaşkan örgütün tuhaf ismi olarak uzun süre kitlelere yol gösteren Bolşevikler tarih sahnesine çıkmıştır ki, bu gün bile komünist örgütü veya komünist olmayı en tam isimle tarif eden bir kavram olarak kullanılmaktadır ki, bu günün sahtekarlık dinamiği içinde hala bu kavrama ve tarife ihtiyacımız olması hem acıdır ve hem de yerindedir.

Yani Suat arkadaş, çok önce de ve hep, reformistler, kitle kuyrukçuluğu ile çoğunluklarını korumaya çalışanlar, kitlelere ve dava arkadaşlarına olumlu lakırdılar etmişler, ham hayalleri, nesnel yaşamın karşılığı olarak yutturmuşlar ve haliyle bu hayallerin, olumlu lakırdıların alıcısı çok olmuş ama bunların boş umutlar yaratan lakırdılar olduğunu kitleler çok acı deneyimlerle öğrenmişlerdir ki, 1905 şubat burjuva devrimi öncesi yaşanan kanlı pazar bu deneyimlerden sadece bir tanesidir. Gerçekleri ki, o zaman da olumlu olan, mutluluk verici olan hiçbir gelişmeyi içermiyordu, ortaya koyan, henüz Bolşevik olmayan devrimciler, elbette söylediklerine alıcı bulamıyorlar ve kendilerini çoğunluk sanan reformistlerin maskarası durumuna düşürülecek denli azınlıkta kalıyorlardı. Ama ya sonra, bütün küçük-burjuva hayaller tuzla buz olmuş ve çoğunluk olanlar, azınlığa ve çaresizliğe düşmüş, çaresizliğe düştükçe, egemenlerin kucağına daha fütursuzca düşmüşler ve azınlıktaki devrimciler sıçramalı olarak çoğunluk olmaya başlamış ve kitlelerin ellerinden bırakmadığı fenerleri olmuşlardır. Bu fenerlere sahip çıkan kitlelerden hızla yeni fenerler ve fener tutanlar boy atmış ve 1905 Şubat dönemeci, 1917 Şubat dönemecine sıçramış çoğunluk yani Bolşevik, bütün Rusya’nın en fazla ışık saçan, en fazla karanlığı aydınlatan feneri durumuna gelmiş ve insanlık Ekim Devrimi ile sarsılarak, boş umutlardan, gerçekleşmeyecek zannettikleri, öyle kandırıldıkları, gerçekleşecek umutlara aklını ve yüreğini açmıştır.

Aklımdakilerin düşüncelerime yansıttıkları, uzun zamandır,insanlığın yüreğinde çiçek açtıran ve reformistler dahil,bütün devrim düşmanlarının yüreğine korku salan, insanlığın en büyük umut patlamasının,içerden,eskiye bağlılıklarını hiç bırakmayanlarca ,bir karşı devrim dinamiği içersinde ama son derece sinsi, iki yüzlü ve yalan yüklü söylemlerle ve yöntemlerle söndürülmeye çalışıldığı ama insanlığın bir kere yüzyüze gelmiş olduğu ve nesnel yaşamda karşılığı olduğunu gördüğü umudun bir türlü söndürülemediğinin görülmekte olduğu ve bu umudun sönemeyeceğini kesinkes anlayan egemen sınıfların, umutları başka hayallere hapsetmeye ve bütün umudun kendinde olduğunu ikna ettirmeye çalışmakta olduğudur..

İşte kavga ve hatta belki de en devrimci kavga, tam da bu çabaların ortasında cereyan etmektedir.

Ve görülen o ki, tüm geriletilmişliğe, püskürtülmüşlüğe rağmen, umut söndürülemediği gibi, boş umutlarla, boş umutları yeşertmeye çalışan hayallerle değiştirilememektedir de.

Çünkü insanlık, umudunun gerçekleşmeyecek bir ütopya olmadığını, aksine gerçekleşebilir olduğunu, nesnel olarak gerçekleştiğini görerek anlamıştır. Bu, insanlığın, her şeye rağmen ulaşmış olduğu ve bu ulaşmışlıktan sonra geri dönmesinin, umudundan vazgeçmesinin mümkün olmadığı bir noktadır.

işte egemen sınıflar tam da bu noktaya, bu umuda vurmak için, bu umudu tarihe gömmek için her türlü laboratuar çalışmasını yapmakta ve her türlü eski tür, yani eskiden de umut taşıyanların ama umudun hangi yönde olduğunu göremeyenlerin içinde dolaşıp, akıllarını büsbütün karıştıran yardımcısını hareketlendirmekte ve aynı zamanda da, bununla uyum içinde olan tarihin gerisine dönme çabasını bütün dünyaya dayatmaktadır ki, bunun için de hem kitlelerin aklını bozmaya, hem de tarihin ilerleme çizgisinin dinamiğini tahrip etmeye çabalamaktadır.

Fakat gel gör ki, Suat Arkadaş ve işte olumlu olan budur, ama siz bununla ilgilenmediğiniz için, olumlu bir şey göremiyorsunuz, egemen sınıflar bu çabalarında önemli yol kat etmiş olsalar da, hâlâ başarılarını tamama erdiremiyorlar ve tarihte hep böyle olmuştur, egemen sınıfların dayattığı çaresizlik ne kadar koyu olursa, egemen olmayanların önüne son derece etkili çareler çıkmış ve çıkmaya devam edecektir. Ama bu çareler, sizin beklediğiniz Godot türü, Mesih türü, ütopya türü ve kısaca gerçekleşmesi hiç mümkün olmayacak hayaller türü çareler değildir. Tamı tamına tarihin ilerleme çizgisi üzerindeki, toplumların, onların görememesine rağmen, gelişiminin seyri ile ortaya çıkan çarelerdir. Biz bu çarelerin yaklaştığını, çareyi çok istediğimiz için mi, yani hayalini kurduğumuz için mi, ya da kafamızda öznel olarak kurguladığımız için mi ortaya koyuyoruz, elbette hayır, bin kere hayır. Bu çare, zıtların birliğinde cisimleşmiş bir toplumsal gelişmenin bir yasallığıdır.

Eğer çaresizlik varsa, zıttı da, yani çare de vardır. Öyleyse, egemen sınıflar, dünyaya topyekun tarihin gerisine dönmeyi dayatıyorlarsa, tarihin ilerleme çizgisini tahrip edecekler demektir ve egemen sınıfların zıtları olan ezilen sınıflar ise, tarihin ilerleme çizgisi doğrultusunda gelişmeye mahkum olan çare ile burun buruna gelmekten kaçınamayacaklar ve bu çareyi eninde sonunda ve elbette çaresizliğin çaresizce dayatılmasının azgınlaştığı koşullarda mutlaka bulacaklar ve egemen sınıflara hiç beklemedikleri bir çaresizlik yaşatacaklardır.

Hepsi bu Suat arkadaş, eleştirdiğim, daha doğrusu mahkum ederek deşifre ettiğim dinamikler, hep bu nesnel olarak büyüyen ve egemen sınıfları korkutan çareyi, başka yerlerde, sahte umutlar yaratarak aramaya kanal açan, dolayısıyla asıl çareden uzaklaştırmayı hedefleyen dinamiklerdir. İşte sizin tepenizin tasını attıran ve olumlu bir şey olarak görülmeyen, bu deşifre edici vurgularımdır.

İşte "başarmaya çalışmanın /başarmanın" önündeki engel olarak gördüğün ve seni kızdıran haklılık budur ve tam da söylediğim budur, egemen sınıfların ve onların çabalarına bilerek ya da ahmaklıklarından yardım edenlerin tüm dünyayı bir umutsuzluk, bir çaresizlik batağına çekmeye çalışan, asıl çareden uzaklaştırmanın hayallerine hapsetmek isteyen çabalarının başarılı olmasının önündeki engeldir.

Ve demek ayrıldığımız noktaları bulmak çok kolay öyle mi? Bir tanesini söylesen de öğrensek diyorum. Bu ayrı ama aslolan, bu ayrılık noktalarını bulmaktır ve bu önemlidir. Ancak bu noktaların birleştiren noktalar olduğunun yutturulmaya çalışılmasını bulmak ve göstermek ise daha önemlidir ve konumuz öncelikli olarak budur. Mabet misli,"dost" meclisi gibi, tekke misli dinamikler, tam da böyledir. Birleştiren noktalar olarak gösterilen ayrılık noktalarıdır. Birleştirmek, ayrılık noktalarını bulup, çıkarıp, ayırdıktan sonra kalan bir ve ortak noktaların etrafında toplanmakla olur. Ayrılık noktalarını dikkate almadan, onlarla birlikte bir ve aynı noktaların etrafında toplanmak birleştirmek değildir, ayrılıkları dinamik hale getirmek üzere toplanmaktır. Bundan ne bir zenginlik, ne de bir birlik çıkar. Ve işte bu gün bu yapılıyor ama daha vahimi, bundan da kötüsü, bir tekke dinamiği, bir fetiş etrafında, bir "erenler" misli "dost" meclisi dinamiklerinde ayrılıklar özellikle uykuya yatırılmış olarak diri tutularak kurulmaya çalışılan birlik dinamikleri model yapılmaya çalışılıyor. Bu tam bir uzlaşmacılıktır, sınıf uzlaşmacılığıdır. Bunun sonucu, düzene bağlanmaktır. İşte egemen sınıflar dayattığı çareyi ancak böyle kitlelere kabul ettirebilir ve en az maliyetle bütün dünyayı köleleştirebilir, tarihin gerisine sürükleyebilir. Ama sürüklemekte başarılı olamıyor, bu yönde kazandığı mevzileri koruyamıyor, yardımcılarının deşifrasyonunu önleyemiyor ve yerlerine yenilerini yetiştirmeye vakti olmadığı için de, kaba yöntemlere, en bildik yöntemlere; birinci olarak baskıya ve ikinci olarak baskının zorunun yaydığı korku ile öteki dünya ve yüce kurtarıcının şefkatli babamızın cehennem korkusunu yayma yöntemine baş vuruyor.

Hepsi, sınıf bakışını ortadan kaldırıp, kitleleri ümmet yapmak içindir. İşte geçmişin örgütlerinin üzerinden mabetler oluşturmak, tekkeler oluşturmak, dost meclisleri dinamiği ile Mevlanacılığı hortlatmak HEP EGEMENLERİN BU ÇABALARINI BAŞARILI KILMASINA YARDIM ETMEK İÇİNDİR. ve sen bu oyunu bozuyoruz diye dellenmiş, tepenin tasını üzerimize fırlatmış durumda olmayı hem haklı gösteriyorsun ve hem de bizim düşmana çalıştığımızı göstermeye çalışıyorsun.

Hayır, Suat İçsel, tam tersine, düşmanın çabalarının başarılı olmasının hizmetkarı durumunda olanlar, bu dinamikleri, devrimci ve birleştirici dinamikler olarak yutturmaya, çalışanlardır ve elbette onca teşhir edici kelama ve onca turnusole rağmen bunu görmemekte direnenlerdir.

Bitirirken, bir,"ben" dedim, çünkü söylenenler bana aittir ve herkesin kendi sözünü söyleme hakkı olduğunu düşünmekle beraber, söylenenlerde "biz" değerinin olması, onlara sahip çıkma ölçüsünde gerçekleşir ve ortada, böyle bir ölçü göremiyorum.

İki, işte dediklerime sahip çıkan ve dediklerine sahip çıktığım Evin Okçuoğlu, değerli hocam, hem kendi sözlerini söyleme hakkına sahip olduğu ve söylediği halde, hem de benim dediklerime sahip çıkarak söylenenlere "biz" değeri katmıştır ve "biz" değeri katacak olan arkadaşlara "biz" olmanın nasıl olduğunun işaretini vermiştir ama sen kendin ortaya koyuyorsun ki, senin benimle veya Evin Hoca ile veya aynı noktalara dikkat çeken başka ve belki de hiç tanımadığımız insanlarla "biz" olmaya hiç niyetin olmadığı gibi, olamayacağını da gösteriyorsun.

Evin Hoca, benim yazılarımı Forward eden bir kadından ibaret değildir, elbette bir bayandır ama önce, hem bir öğretmen ve akademisyen ve hem de bu akademisyenliğinden, düzene hizmet ederek nemalanmayan, aksine kendi üretimleri ile "biz" dinamiklerini çoğaltan, uyku dinamiklerini dağıtan, bir yazar ve şair kimliği olan sanatçıdır.

Üçüncüsü, bu alan, yani güncel grup, kendisinin sınıf bakışı temelinde, ayrılık noktalarını ortaya çıkarıp, ayrışmak ve birlik noktalarını netleştirerek birleşmek üzere, var olan "ben"lerin,"biz" olabileceği bir alan üzerinde tartışması için, bizzat Evin Hoca tarafından ve tam da şimdi eleştirdiğim türden dinamiklerin sahtekarlıklarının deşifre edilmesi üzerine, gerçek yüzlerinin görülmesi üzerine, doğru bir zeminde "biz" olmaya çalışmak isteyenlerin var olduğunu düşünerek oluşturulmuştur.

O nedenle bu alanda benim veya kendisinin ortaya koyduğu anlatımları paylaşmasından daha doğal ne olabilir diye düşünmelisin.

Diğer bir nokta da, ismini zikrettiğim kişi olarak, herhalde Çetin Sevinç'ten söz ediyorsun, o nedenle bir düzeltme yapacağım, daha doğrusu senin yanlış anlamanı düzeltiyorum, Çetin Sevinç, sadece bir örnektir ve benzerleri çoktur, sizin "başarma"nın simgesi olarak gördüğünüz dinamiklerin vazgeçilmez aktörlerindendir ve ama daha önemlisi, asıl baş roldeki sahte komünist Nabi Yağcı’nın, diğerleri gibi o da bir mürididir, bu anlamda ortada, bir ideal insan olma iddiası olmadığı bir yana, Çetin Sevinç'in, "ideal" insan olmak söz konusu ise, işte sizin "başarma"nın simgesi olan Mevlana tekkesi misli "dost" meclisleri için en ideal tip olduğunu söylediğimi hatırlatarak, yanlış anlamanı düzeltiyorum.

Fikret Uzun

İdeal insan taklidi yapan köyün delisi.

10 Ocak 2012

8 Ocak 2012 Pazar

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM
DEVLETİN KÖKENİ
DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ
ZORA DAYALI DEVRİM
SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET
HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE
YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?
DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?
ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ, FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?
DİN VE DEVLET
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI

"Gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir."
"Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir. Temel etkenlerin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olmasıdır."
"Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim' yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer."
"Sorun devlet-sosyalist devlet mantığı ile yakından bağlantılıdır. Marksizm'in bu koşullarda eski argüman ve taktiklerle, daha önemlisi 'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşması, amacın odağına devlet ve iktidarı koyarak 'yapısal krizi' derinleştirmektedir."
"Bakunin; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' derken devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylerken haklıydı."
“Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin kendiliğinden sönümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durumdur."
"Devlet iktidarını ele geçiren ideoloji ne formda olursa olsun bir öncekinden daha otoriter olmaktan kurtulamaz. Burada sorun 'yönetme' de değil veya 'yönetende' değil, devlet olgusunun götüreceği doğal sonuçtur. Gelinen aşama bunu bize göstermiştir. Marksist paradigmanın 'bunalımı' geçici bir 'tıkanma' süreci olarak izah edilemez, yaşanan durum 'yapısal ve özsel' krizdir."
" 'Devlet toplumun iradesini teslim alan' bir sistemdir, ister sosyalist ister kapitalist-emperyalist devlet fark etmiyor. Devlete (ve iktidara) 'teslim' edilen iradenin, bireyi kendi özünden (doğallığından) uzaklaştırdığı bir gerçekliktir."
Bu ifadelere yansıtılan çıkarımların her biri, oportünizmin, burjuvazinin ve küçük- burjuvazinin ideologlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak Marxizm'i tahrif etmek için, daha çok da, Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirdiğini, bunun nedeninin de Marxist teorinin yanlışlığının anlaşılması olduğunu kanıtlamak için, sürekli öne sürmek zorunda oldukları çoktan iflas etmiş çıkarımlar olduğunu tekraren ifade etmek beni sevindirmiyor. Aksine üzüyor. Ancak, bu, tarihte kalmış olması gereken ve çoktan hem tarihsel gelişmenin ortaya serdiği nesnellik ile, hem de bu nesnelliğin üzerinden geliştirilen teorileri, bu nesnelliklerin karşılığı olarak reel yaşanmışlığın doğrulamasıyla çürütülmüş olan düşüncelerin, ölü bir düşünce olarak hükmü kesinleşmiş olması gerekirken, hâlâ yer yer kaba, yer yer ince yöntemlerle ve daha çok da emperyalist kapitalizmin laboratuarlarında üretilen teoriler olarak önümüze çıkartılması, üstelik de, "Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun" en çok iddia edildiği bir süreçte, Marxizm'i tahrif etmek ve Marxizm'i gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu tekrarların ve Marxizm'i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna geçirmek için, Marxizm'i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en devrimci iş olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin sıçratmalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların çaresizliğinin arttığı ve tabii onunla birlikte egemen ideolojinin nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir.
Bugün,"Marksizm'in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunu" kabul ettirmeye çalışan Marxizm düşmanlarının, "etkisini yitirmiş" olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde Marxistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu olanlar için son derece öğreticidir.
Bu “etkisini yitirme” olgusuna temel olarak etki edenlerin başına, Marxizm'in düşmanları, sosyalizmin "devlet odaklı" olmasını koymaktadırlar.
Demek ki, emperyalist kapitalizmin ideolojik ve politik saldırıları ile bir korelasyon var. Bu gün, hepimiz biliyor ve görüyoruz ki, emperyalizm, yeni dünya düzeni yönelimindeki ideolojik-politik mücadelesinin merkezine ulus-devleti baş düşman olarak yerleştirmiştir; dolayısıyla emperyalist kapitalizme ideolojik silah olarak uşaklık peşinde koşan sahte Marxistler ile Marxizme cepheden saldıranların iş başında olmasına şaşırmıyoruz.
Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marxizmin kurucularının devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marxizmi iflasına sebep olan bir teori olarak göstermek var.
"Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada olduğunu" göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün "Marxizm'in, dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu", bu nedenle de, "kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu" tam bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marxizm düşmanlarının, iktidar perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz.
Bu, "tarihin sonu" teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir.
Kautsky'den beri, Marxizmden uzaklaşırken, bunu Marx'a mal edenler yanında, Marxizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası, hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü olmuştur.
Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim' yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz eden bu Marxizm düşmanları, "sorun"u devlet-sosyalist devlet mantığı ile bağlayarak, Marksizm'in (hâlâ) 'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının, Marxizmin 'yapısal krizi'ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler.
Bu iddialarını doğrulattıkları kişi ise, Bakunindir ki, bozacının şahidi şıracıdır diyoruz.
Bakunin'in; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' dediğini, yani devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylediğini ve bunda haklı olduğunu söylüyorlar.
"Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin kendiliğinden sönümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durum"muş Marxizm'in düşmanlarına, bir o kadar da ondan hâlâ korktukları anlaşılanlara göre.
Devlet ve iktidar sorununun çözümünün, kocakarı ilaçları misli safsata düşüncelerle sağlanacağına inandırmaya çalışan ve "Devletsiz demokrasi" vaaz eden,"demokratik özerklik ve özyönetim" üzerine de nutuklar sıralayan Marxizm'in düşmanlarının, bütün korkularının, Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil. Ancak bunu, Marxizm'i tahrif etme çabalarına, zorlama teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marxizm karşısındaki çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek anlamak mümkün.
Bir yerde, "Marksist paradigma 1840'dan beri insanlığa, toplumsal mücadelelere birçok şey kattı kuşkusuz. Kapitalizmin kurumsallaşarak yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, böylesi ciddi bir paradigmanın açığa çıkıp alternatif oluşturması önemliydi. Dönemin koşullarında Marks'ın ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir. Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir." denilirken,başka bir yerde "Marksist paradigmanın yaşadığı 'yapısal sorunlar' ancak yeni bir paradigmatik yaklaşımla aşılabilir." denilmekte ve Marksizmin yaşadığını söyledikleri yapısal bunalımının nedenlerinin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olması gösterilmektedir. Böylece, Marxizm'in en çok korktukları öğretisine, devlet ve zora dayalı devrim öğretisine, Marxizm'i tahrif ederek savaş açmanın kılıfını hazırlamaya çalışmışlardır.
Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marxizm'i tahrif etme çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine, tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için çırpınışları olduğu görülmektedir.
Öyleyse bize de hodri meydan demek kaldı ve Marxizmin kurucularının, devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin’in de katkılarıyla ortaya koymak suretiyle, bu, Marxizm karşısında acz içinde olan bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev bildik.



DEVLETİN KÖKENİ


Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel'in idealizmini hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel'in, devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. Önce, Hegel'den önce yaşamış olan Rousseau'nun bile görebildiği, devletin insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye girişilirdi.
Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi süslemelere gerek yoktur, hele ki, söze Marxizm'le başlanılan bir alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir.
Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu, burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marxizmi evirip çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak için bin dereden su getirir.
Ama Marxist'likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten Marxist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marxist göstermekten vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir.
Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan devlet'in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet'in varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir.
Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan bu, burjuvazinin ve özellikle küçük-burjuvazinin ideologları, Marx'ın, devleti, sınıfların uzlaşma organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak "Marksist" olmaktan vazgeçmeden Marxizm'in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler.
Hâlbuki Marx'a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir "düzen" in yaratılmasıdır.
Küçük - burjuva politikacıların görüşüne göre ise,"düzen", tam da sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir; yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir!
Dün de, bu gün de, sınıfların "devlet" aracılığıyla "uzlaştırılması " biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını koruması, hep Marxizm'in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış olmasındandır.
Öyleyse, Marxist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya püskürtmek için, Marxizm'in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek bu konuda netleşmek gerekmektedir.
Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden gelirsek; devletin, küçük- burjuva ve dar kafalı profesörlerle yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü benimsemek elbette kolay olurdu. Ve olduğunu görüyoruz. Bu aynı zamanda, Marxist görünüp, Marx'ta devletin, sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın, başka bir sınıf tarafından ezilmesinin organı olduğunu görmezden gelerek, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği yalanını Marx'a dayandırmak demektir.
Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar, aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir.
Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski ilkel komünal toplumdaki " kendi kendine hareket eden silahlı örgüt" yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak "silahlı insanlardan oluşan özel kuvvetler", sürekli ordu, polis vs. meydana çıkar.
Engels,"Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni " adlı çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs.’nin olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını anlatan bir "halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü" olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen göstermiştir.

Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça gösterir.
Demek ki, Engels’in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı insanlardan oluşan "özel" formasyonlar ile "halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü" arasındaki karşılıklı ilişki sorusu olduğudur.
Şimdi, bu altı çizilenler ışığında devlete başka bir açıdan daha bakalım.
Toplumun üstünde duran özel bir kamu gücünün ayakta tutulması için vergilerin ve devlet borçlarının gerekli olduğunu hepimiz biliyoruz.
Buradan hareketle en sefil polis memurunun, Gens toplumunun tüm organlarının toplamından daha çok 'otorite'ye sahip olduğunu, fakat en güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en küçük Gens'in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels'in, kamu gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak isterim.
Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın ne olduğu sorusu öne çıkarılmaktadır.
Engels bu sorunun cevabını, "Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder..." diyerek öne çıkartmaya çalışıyordu. Yani memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi.



DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.


Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine karşı belli bir bağımsızlık kazanır.
Fransa'da 17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi'nden kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu. Fakat gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi yıkarak kendi sınıf devletini kurdu.
Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık kazanabileceğini ifade eden Engels, "demokratik cumhuriyette zenginliğin, iktidarını, Amerika'da olduğu gibi, memurları doğrudan rüşvetle satın alarak veya hem Fransa'da, hem de Amerika'da olduğu gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir o kadar da güvenli olarak icra ettiğini" ekler.
Lenin ise;
Engels'in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik'in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki, ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu iktidarı sarsamayacağını vurgular.
Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının anlamını ise, Engels'in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,"genel oy hakkının, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır." derken, Lenin'in ilaveten söylediğini doğrulamış olmaktadır.
Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının ve Lenin’in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan, adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler, Engels’in sözünü ettiği,"daha fazla" yı, tam da bu "genel oy hakkı"ndan beklerler ve "genel oy hakkı"nın, bu günkü tekellerin devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını halka kabul ettirmeye çalışırlar.
Engels’in kaleminden devletin ne menem bir şey olduğunu daha da netleştirmek için, onun en popüler eserinde dile getirdiği sözlerini aktarmaya uzunca bir alıntı ile devam etmek istiyorum.
"O halde” diyerek devam eder Engels “devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır.
Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır."
Evet, Engels’in bu uzun alıntı ile aktardığım sözleri yeterince açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin panzehiri, elbette ki, Marxist devlet öğretisinin derinlemesine öğrenilmiş olmasıdır.



DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ


Gelelim, Marxizm'in oportünist tahrifinin en yaygın biçimde yapıldığı noktaya; Devletin "sönüp gitmesi" konusuna.
Sönüp gidenin burjuva devlet olduğundan hareketle devletin "sönüp gitmesi "ne alkış tutmak, bunu Marxizme mal ederek, hem Marxist görünüp, hem de devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir. Yani Marxizm'in en ince tahrifidir.

Devletin "sönüp gitmesi" üzerine Engels'in sözleri oportünistlerce de çok sık aktarılır. Amaç Marxizm'in tahrifini Marxizm'e dayandırmaktır. Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır.
Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle Engels'in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha açmamız gerekecektir.
"Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.
Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı.
Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda burjuvazinin devleti.
Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve - bugüne kadar ki üretim anarşisinde yatan - bireysel var olma mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskı altında tutulacak hiç bir şey yoktur.
Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem, - üretim araçlarına toplum adına el konması - aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir.
Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi, çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet 'ortadan kaldırılmaz', sönüp gider.
'Özgür halk devleti' safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de"  bununla ölçülmelidir.
Engels’in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin tersine, yani devletin "ortadan kaldırılması" öğretisinin tersine, Marx'a göre devletin "sönüp gideceği" düşüncesi, sadece bu düşünce, dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı olması çabaları devam etmektedir.
Bunun anlamının, Marxizmin budanması demek olduğunu, budayarak, oportünizme indirgemek demek olduğunu Lenin çok önce net olarak ortaya koymuştur. Ancak, bu anarşist düşüncenin, devletin "ortadan kaldırılması" düşüncesinin, yerine konulan, başka bir tarihsel sürecin nesnelliğini anlatan "devletin sönüp gideceği" düşüncesinin, sosyalist düşünceye bulaştırılmak istenmesinin devam etmesi, bu düşüncenin ne anlama geldiğinin üzerinde durmayı gerektirmektedir.
Böyle bir yorumdan, Lenin'in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, yeknesak, tedrici bir değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin "sönüp gitmesi", devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir.
Oysa Engels'ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır.

Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip, sadece "devletin sönümlenmesi " üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde takılı kalmak, tam da Lenin’in ifade ettiği gibi, devrimin yadsınmasına kadar götürür ve bu sapma, kolaylıkla Marxizm’e bağlanabilir. Bağlanmıştır da.
Ama dikkatli bir biçimde incelendiğinde ve elbette Marxizmde kalarak incelendiğinde görülecektir ki Engels, proletaryanın, burjuvazinin baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan kaldırıldığından söz ettiğini görür. "sönüp gitme " üzerine sözlerinin ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Demek ki, burjuva devlet değildir Engels'e göre sönüp giden, aksine proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet. Sönüp giden ise, proleter devlettir.
İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels’in, "özel bir baskı erki" olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek için var olan bir avuç zenginin "özel baskı erki" nin yerine, burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın "özel baskı erki" nin, yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması eyleminin,"devlet" olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin "özel baskı erki" nin yerine, proletaryanın "özel baskı erki" nin geçmesinin hiçbir koşulda "sönüp gitme " yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz.
Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin'in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde "sönüp gitmekten" ve hatta daha canlı ve renkli biçimde " uykuya dalmak" tan söz ediyor.
Lenin, bu dönemde,"devlet"in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamakta ve Engels'in devletin "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır.
Önceki yazılarımdan demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve devlet ortadan kalktığında, demokrasinin de ortadan kalkacağını vurguladığım hatırlanacaktır. Bu vurguyu elbette Marx'ın da, Engels'in de, açıklıkla ortaya koymuş olmasına borçlu olarak yapıyordum. Böylece, burjuva devletin, dolayısıyla burjuva demokrasisinin, ancak devrimle ortadan kaldırılabilir olduğunu ve genel olarak devletin, yani en tam demokrasinin, sadece "sönüp giderek" ortadan kalkacağını bir kez daha ve Marxizm'in kurucularının ifadeleri ile hatırlatmış oluyorum.
Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır.
Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marxizm'in kurucularının "devlet sönüp gider" tezinin bir başka açıdan önemi, bu tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş olmasındadır.
Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki zayıflık olmalıdır.
Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,"Özgür halk devleti" şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük- burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels'in bu şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini belirtiyordu.

"Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız."
Lenin, bunu, Engels’in ve Marx’ın 19. yüzyılın yetmişli yıllarında partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir "özel baskı erki" olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk devleti olduğunun altını çizer.
Bu konuya daha sonra yeniden dönmek umuduyla şimdilik bu hatırlatma ile yetinerek ve bu konu ile doğrudan ilintili olduğuna inandığım Engels'in, "devletin sönüp gitmesi" üzerine yaptığı değerlendirmeleri içeren eserinden, "devletin sönüp gitmesi" ile uyumlu bir bütünlük oluşturan "zora dayalı devrim" in önemi hakkındaki açıklamalarının üzerinde durmak istiyorum.



ZORA DAYALI DEVRİM



Engels'in dediği şudur, "...fakat zorun tarihte başka bir rol (şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marx'ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk, ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay Dühring'te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü ekonomisini devirmek için belki de zorun - ne yazık ki !- gerekli olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu, halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşları'nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya'da ileri sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti) zorla kabul ettirme sevdasında."
Buradan da görülmektedir ki, Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu "zor"a dayalı devrimle, "devletin sönüp gitmesi" teorisi farklı süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz ve hâlâ bağdaştırılmaktadır.
Burada öne çıkan, Lenin'in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini, gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir anlayış sunmadığını belirtmektedir.
Marxizmin kurucularının "zora dayalı devrim" in kaçınılmazlığı öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin, yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) "sönüp gitme " yoluyla değil, genel kural olarak, ancak "zora dayalı devrim" le bırakabileceğini Engels'ten alıntıladığımız değerlendirmelerden anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, hem de tarihsel gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor.
"Engels'in 'zora dayalı devrim'e yaptığı ve Marx'ın birçok açıklaması ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü, kesinlikle bir "meftuniyet", bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık değildir."

Gerçekten de ve Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marxizm’in kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri " zora dayalı devrim"e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu yatar.
Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, "zora dayalı devrim" olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan kaldırılması, yani her türlü devletin ortadan kaldırılması " sönüp gitme" dışında başka bir yoldan imkânsızdır.
İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir.
Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek zorlama ve tıpkı başta vurgu yaptığım gibi, Hegelvari idealist hayaller pompalanabilmektedir.
Burada oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım, reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için,"demokrasinin barışçıl gelişimi" ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva hayalleri tuzla buz eder.
Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marxizm'in devlet öğretisini tahrif etmeyi sürdürmektedirler.
Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü, küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin’in eleştirel ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı.
Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür.
Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve taraftarlarıdır.
Keza Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı gibi, ParisKomünü'nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles'da, Komün'ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının, Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye yardım etmiştir.



SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET



Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve komünistler, bu kanaldan geçerek, Marx'ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına varır.

Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.
Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti, aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.
Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marx'ın öğretisi çoğu kez ve daha çok Marxizm'i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir. Oysa Marx'ın kendi ifadesiyle ve Lenin'in aktarımı ile sınıf mücadelesi öğretisi Marx'tan çok önce ve burjuvazi tarafından yaratılmıştır.
Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir. Böyle biri, Marxist değildir. Marxizm'i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, Marxizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marxist'tir. Marxizm'i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek taşı budur.
Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı darkafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz.
Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu, ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de, muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü.
Marx'ın Paris Komünü'nden kısa bir süre önce, 1870’in son aylarında, Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, "Ve bu söylediği, Komün'ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart'ında işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marx, Kasım 1905’de işçi ve köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905’ten sonra liberal örneğe uygun olarak, "silaha sarılmamak gerekirdi" diye yaygara koparan Marxizm'in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı" derken, son derece somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu.
Buna karşın Marx, kendi ifadesiyle "gökyüzünü fethetmeye " kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak görüyordu. Ve bu girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.



HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE

Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto’nun 24 Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini açıklıyorlardı.

"Özellikle Komün,'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini' kanıtlamıştır."
Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifestoya eklediler.
Ancak bu düzeltme ile kaydettikleri sonucun anlamı tam olarak anlaşılamamıştı. Hâlâ da anlaşıldığını sanmıyorum. Üstelik Marx ve Engels'in burada iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim düşüncesini vurguladıkları sonucu çıkarıldı.
Oysa Marx'ın düşüncesi, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi.
Kugelmann'a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir mektupta Marx şöyle yazıyordu; " 18. Brumaire'imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur."
İşte anlamak istenmeyen ve Marx'ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin anlamı budur. " Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur."
Diğer yandan, Lenin'in ifadesiyle Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında, onların şimdiki ardıllarının Marx'izmi karikatür haline getirmelerine olanak vermiş olabilir.
Ancak Marx'ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık olmadığı görülüyor.
İnceleme Lenin'den geliyor; "Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu söylüyordu. "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyen Lenin, şöyle devam ediyordu,"1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı" Lenin bunu hatırlatıyor ve "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk' ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanı, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir." diyordu.
"Bu mekanizmayı paramparça etmek ; 'halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar" diyen Lenin ,"en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurguluyordu.
Devlet mekanizmasının "parçalanması"nın, hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847 de Komünist Manifesto'da, burjuva devletin yerine "egemen sınıf olarak proletaryanın örgütünü" , "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini " koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün olduğunca tam ve tutarlı "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi"yle hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı, kitle hareketinin deneyimlerine bırakıyordu.
Bu deneyimlerin, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinde titizlikle tahlil ettiği Komün'ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz.

Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, "her yerde hazır ve nazır organları; daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile merkezileşmiş devlet iktidarı"ndan söz eden Marx, "devlet erkinin, gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizması karakterini aldığını " vurguluyor ve "Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya çıktığını" ekliyordu.
Tahliline devam eden Marx, " Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyuyor ve "Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimiydi..." diyordu.
Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini , "...Komün'ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine silahlı bir halkın konması olduğunu " ifade ederek veriyordu.
"Komün- diyordu Marx – Paris’in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün'ün sorumlu ve her an görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. "
Lenin bunu, "parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından görünürde 'sadece' daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve görevden alınabilirliği" olarak açıklıyordu. "Ne var ki -diyordu - gerçekte bu 'sadece', belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir. Düşünülebilecek en büyük tamlık ve tutarlılıkla uygulanan böyle bir demokrasi, burjuva demokrasisinden proleter demokrasiye dönüşür. Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür."
Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çizerek, burada "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ' özel bir baskı erki'nin gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını ekliyordu.
Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara gereksinimi de o kadar azalırdı.
Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi."
Marx'ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin, oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla, parlamentarizmin her türlü eleştirisine ,"anarşizm" diyerek karşı çıktıklarını hatırlatır.
Diyalektiğin, Marx için oportünistlerin boş bir moda sözcük haline getirdiği bir şey olmadığını vurgulayan Lenin, Marx'ın, özellikle devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin 'ahırı'ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten devrimci-proleter bir eleştirisini yapmayı da bildiğini hatırlatıyor ve ekleyerek, birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin, sadece parlamenter - meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu söylüyordu.
Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, yani parlamentarizmden çıkış yolunun, temsili organların ve seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili organların laklakhanelerden “çalışma" organlarına dönüştürülmesinde olduğunu belirtiyor ve böylece Komün'ün parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına vurgu yapıyordu.
"Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün, yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar. Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur.
Temsili organlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin egemenliğini devirme çabası, Menşeviklerde ve sosyal-devrimcilerde söz konusu olduğu gibi, işçi oylarını kapmak için bir "seçim" lafı değil de, içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız."
Böyle diyordu Lenin ve açıktır ki, Lenin'in, Marx'ın Komün deneyiminden çıkardığı ve devlet teorisine içerdiği derslerle, bu dersleri derinlemesine inceleyip, çıkardığı sonuçları Ekim devrimine uygulaması sırasında ortaya koyduğu çözümlemeler son derece zengin derslerle yüklüdür.
Ancak dün de, bu gün de, ne Marx'ın, ne de Lenin'in ve ne de Devlet öğretisi ile ilgili Engels'in çözümlemeleri yeterince dikkatlice ve derinlemesine ele alınmıştır. Aksine ve bu ele alınmadaki yetersizlik nedeniyle, hem ne kadar küçük-burjuva reformist, işçi sınıfının içindeki hain oportünist varsa Marxizm'i tahrif etmesi kolaylaşmış, hem de Marxizm'in kurucularının çözümlemeleri yerine, bu sahte Marxist'lerin çarpıtmalarına inandırmak kolaylaştırılmıştır.
Marxizm'e içerden savaş açanlar yanında, cepheden saldıranların da amacı, öncelikle sermayenin en gözde ideolojik silahları olmaktır.
Bu temelde, içerden saldıran Marxizm düşmanları ile cepheden saldıran Marxizm düşmanlarının ortak noktası, bir taraftan Marxizmi gözden düşürerek ve geçerliliğini yitirdiğini, hatta baştan beri yanlış temelde teori ürettiğini göstermeye çalışırlarken, diğer taraftan, Marxizmde sermaye için kabul edilebilir olanları alıp, kabul edilemezleri de, sermaye için kabul edilebilir forma sokmak için çalışmaktır.



YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?



Marx'ta, yeni toplumu kafadan uydurmak, yoktan var etmek anlamında bir ütopik yaklaşım yoktur. Aksine Marx, eski toplumun bağrından yeni toplumun doğuşunu, bir doğa tarihi süreci gibi, birincisinden ikincisine geçiş biçimlerini inceler. Bu incelemeler sırasında, proleter kitle hareketlerinin gerçek deneyimlerine bağlı kalan Marx, ondan dersler çıkartır.

Bürokrasiyi her yerde aniden ve tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bu, bir ütopyadır. Fakat eski bürokratik mekanizmayı derhal parçalamak ve derhal, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni bir mekanizmanın inşasına başlamak ütopya değildir. Bu, Komün'ün deneyimidir ve bu, devrimci proletaryanın doğrudan, dolaysız görevidir.
Sosyalizm,"devlet" yönetiminin fonksiyonlarını basitleştirir. "Buyrukçuluğu" ortadan kaldırmayı ve tüm meseleyi, tüm toplum adına " işçi, ustabaşı, muhasebeciyi" egemen sınıf olarak işe alan proleterlerin örgütüne indirgemeyi mümkün kılar.
Marx gibi, bizim de ütopyacı olmadığımızı söylememe gerek yok ama Lenin'in ifadesiyle aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan devletin "sönüp gideceği" düşü görmediğimizi hatırlatmak görevimizdir.
Proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren öylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır. Bu düş, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder. Oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de, izinleri de yoktur. Sosyalist devrim, şimdiki insanlarla, tâbiyet olmadan, denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeciler olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştirilecektir.
Ancak burada tâbi olunması gerekenin, tüm sömürülenlerin ve emekçilerin silahlı öncüsü olduğunu, proletarya olduğunu hatırlatmam gerekmektedir. Bunun pratikteki anlamı ise, devlet memurlarının özgül "buyrukçuluğu"nun yerine derhal, bugünden yarına, "ustabaşı ve muhasebecilerin" basit fonksiyonları, genelde bu günkü düzeylerle bile kesinlikle başa çıkılabilecek ve bir işçi ücreti karşılığında yerine getirilebilecek olan fonksiyonların konulmasıdır.
Lenin, "Biz işçiler, kapitalizmin hâlihazırda yaratmış olduğu şeylerden yola çıkarak, silahlı işçilerin devlet erki tarafından korunacak olan katı, demirden bir disiplin yaratarak, kendi iş deneyimimize dayanarak, büyük üretimi kendimiz örgütleyelim" diyordu ve devam ederek, devlet memurlarını bizim verdiğimiz görevlerin basit birer uygulayıcısı, sorumlu, görevden alınabilir, mütevazı bir ücret alan "ustabaşı ve muhasebeci" haline getirelim diye ekliyordu. "Bunun proleter bir görev olduğunu, proleter devrimi uygulamaya bununla başlanabileceğini ve başlanmalı olduğunu" vurgulayan Lenin, "büyük çaplı üretim temelinde böyle bir başlangıç, kendiliğinden her türlü bürokrasinin tedricen 'sönüp gitmesi'ne, yavaş yavaş, ücretli kölelikle hiç ilgisi bulunmayan, tırnak içinde olmayan bir düzenin yaratılmasına, gittikçe basitleşen gözetim ve muhasebe fonksiyonlarının sırayla herkes tarafından yapıldığı, sonra alışkanlık haline geldiği ve sonunda özel bir insan kategorisinin özel fonksiyonları olarak ortadan kalktığı bir düzenin yaratılmasına götürür" diyor ve 19.yüzyılın yetmişli yıllarından zeki bir Alman sosyal-demokratının, "posta"yı, sosyalist bir ekonominin örneği olarak nitelemesini örnek olarak öne çıkartarak, "posta"nın, devlet kapitalisti tekel tipi üzere örgütlenmiş bir işletme olduğunu vurguluyor ve emperyalizmin tüm tröstleri bu tipte örgütlere dönüştürüldüğüne işaret ediyordu.
İşte burada, aç "sıradan" emekçiler üzerinde duran aynı bürokrasinin varlığı öne çıkar, yani toplumsal iktisadın sevk ve idare mekanizmasının hazır ve nazır olarak varlığı öne çıkar. Kapitalistler devrildiğinde, proletarya tarafından kapitalistlerin direnişi kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında, önümüzde asalaklardan kurtarılmış, teknik açıdan mükemmel bir mekanizma vardır.
Proletarya bu mekanizmayı, teknisyenleri, denetçileri, muhasebecileri işe alarak ve onların hepsine işlerini genelde tüm devlet memurları gibi, işçi ücreti karşılığında yaptırarak pekâlâ işletebilir. Emekçileri sömürüden kurtaran ve Komün'ün pratikte, özellikle de devletin inşası alanında, artık edinmeye başlamış olduğu deneyimleri değerlendiren, tüm tröstler karşısında somut, pratik, derhal uygulanabilir görev budur.

Bu görevin bir adım sonrasındaki hedef ise, tüm ulusal ekonomiyi, posta örneğindeki gibi örgütlemektir; yani iktidarı ele alan proletaryanın denetimi ve yönetimi altında bulunan teknisyen, gözetmen, muhasebeci ve tüm memurların, işçi ücretini geçmeyen bir ücretle çalıştıkları biçimde örgütlemektir.
Gereksinim duyulan devlet, devletin ekonomik temeli budur. Bu, parlamentarizmin ortadan kaldırılmasını ve temsili organların korunmasını sağlayacaktır. Bu, çalışan sınıfları, bu kurumların burjuvazi tarafından fahişeleştirilmesinden kurtaracaktır.
Bu ifadelerin hepsi Lenin'e aittir ve Marx ve Engels'in devlet öğretisine dayandırarak ortaya koyduğu sözleridir ama Marx'ın ve Engels'in olduğu gibi, Lenin'in bu sözleri de oportünistlerin, Marxizm'in düşmanlarının hiç aklına gelmez. Marx ve Engels’in ve elbette onları izleyen Lenin’in, Marxizm'in kurucularının yaşadığı Fransız büyük devriminden çıkardıkları sonuçların ifadesi olan on yıllarca önce söylenmiş sözlerinin, tıpkı Ekim devrimi öncesi unutulduğu gibi, bu gün de hatırlanmaması ve hatırlanmasının engellenmesi için özel çaba harcanması dikkat çekicidir. Öyleyse, Lenin'in deyişiyle arkeolojik kazı yapar misli bu ifadeleri bulup, geniş kitlelerin bilincine çıkarmak, hatırlamaktan ölümüne korkanlara bile hatırlatmak da en devrimci işlerimiz arasındadır.



DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?



Marx'ın, merkezi bir hükümet için hâlâ geride kalan az sayıdaki fakat önemli fonksiyonun, kasıtlı olarak tahrif edildiği gibi, ortadan kaldırılmayacağını, aksine bu fonksiyonların Komün memurlarına, yani kesin sorumlu memurlara devredileceğini vurgulayan ve ulusal birliğin parçalanmayacak olduğuna, tam tersine Komün yönetimi tarafından örgütlenecek olduğuna; kendisini bu örgütlenmenin cisimleşmesi imiş gibi gösteren, fakat bedeninde asalak bir kamburdan başka bir şey olmadığı ulus karşısında bağımsız ve üstün olmak isteyen devlet erkinin yok edilmesiyle ulusal birliğin bir gerçeklik haline gelecek olduğuna ve eski hükümet erkinin salt baskıcı organlarını budamak gerekirken, onun meşru fonksiyonlarının, toplumun üstünde olma hakkı talep eden erkin elinden alınıp, toplumun sorumlu hizmetçilerine geri verilecek olduğuna işaret eden sözleri de oportünsitler tarafından hiç anlaşılmamıştır.
Ünlü revizyonist Bernstein, Marx'ın bu sözlerine dayanarak, Proudhon'un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın geliştirildiğini yazıyordu.
"Demokrasinin birinci işinin - diyordu Bernstein- modern devleti dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx'la Proudhon'un tarif ettiği gibi (komün delegelerinden bileşecek olan il veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal temsilin şimdiye kadar ki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen değiştirmek olması gerektiği bana elbette kuşkulu görünüyor."
Oysa Marx'ın buradaki , "devlet iktidarını yok etmeye" dair görüşü ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, bay Bernstein'in de görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx'ın, asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair görüşlerini Proudhon'un federalizmi ile aynı kefeye koyması kolaylaşacaktır.
Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein'i birçok konuda çürüttüğü halde, Marx'ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuştur.

Oportünistlerin Marx'ın dediklerini görmezden gelip, ona federalizm atfetmelerine ve anarşizmin kurucusu Proudhon ile aynı kefeye koymalarına karşın, Marx'ın Komün'ün deneyimleri üzerine aktarılan anlatımlarında federalizmin izi bile yoktur. Tam tersine Marx, Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana, federalizm sorununda ayrılır. Oysa anarşizmin küçük-burjuva görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar. Marx ise merkeziyetçidir. Ve Marx’ın, Bernstein'in Proudhon'un federalizmi ile benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur.
Lenin, "Yalnızca devlete küçük-burjuva ' batıl inanç'la dolu olan kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin yok edilmesi sayabilirler" dedikten sonra,"Peki, proletarya ve en yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır.? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?" sorusunu sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş oluyordu. Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şeydir.
Marx, Komün'ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri, bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten "ulusun birliğini örgütlemek" ten söz ediyordu.
Marx'ın Proudhon'la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise tam da bu noktada Marx'tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek istemezler.
"Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle yazgıları" olduğunu hatırlatan Marx, "Böylece” der “modern devlet iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya’sındaki ve Fransa’sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması olarak... Montesquieu'nun ve Jirondenler'in düşlediği gibi, küçük devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü."
Marx'a göre " Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak-ur 'devlet'in yiyip bitirdiği tüm güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle Fransa'nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu..."
İşte oportünistlerin devlet öğretisine saldırılarına karşı, bir arkeolog titizliğinde bulup bilince çıkartmamız gereken ve oportünistlerin hatırlamaktan uzak olduğu ve hatırlanmasını istemediği ifadeler bunlardır.
Oportünistler, dün de, bu gün de, parlamenter -demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak göstermektedirler.
Marx, devletin nasıl ki, verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan kalkmasının geçiş biçiminin "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya" olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm tarihinden çıkarmıştı.
Marx'ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin’in adına yazılan Ekim devrimi ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx'ın öğretisini doğrulayan katkısı ile daha bir vücut bulmuştur.
Paris Komün'ü, Marx'ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır. Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan, Lenin’in ifadesiyle, "nihayet keşfedilmiş" bir politik biçimdir.



ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ, FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?



Marx ve Engels, devlet sorununda anarşistlerle de polemiğe girmişler ve onları çürütmüşlerdir.
"İşçi sınıfının politik mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu işlemiş olurlar, çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak için, burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp, devleti ortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler," derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu.
Marx'a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx'a göre, bu hedefe ulaşmak için, sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından, yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.
Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında, "silahları bırakmalı mıdır yoksa kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır, diye soruyordu. Bunun ise devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.
Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca şu yanıtı verdiklerini; " Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir." dediklerini ve "bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine inandıklarını " hatırlatıyordu.
Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan sonra, devlet sorununa geçerek, "Eğer” diyor Engels “otonomistler, geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dâhilinde izin vereceğini söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla mücadele ederler."
Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep ettiklerini belirtiyordu.
Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba, diye sonraki bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu. Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet ettiklerine işaret ediyordu.
Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken, anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle, erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek istemediklerini gösteriyordu.
Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan daha fazla yararlanması gerekmez miydi, sorusuna anarşistlerin somut cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini anlamak zordur.
Engels, Bebel'e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında yazılı olan "özgür devlet"e değinerek,"özgür halkçı devletin, özgür devlet şeklini aldığını" vurgulayarak ; "bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. " diyor ve "devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vaz geçilmesi gerektiğini" söylüyordu.
Böylece, Komün'ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin sahneye çıktığını anlatıyordu. Bütün bunların asıl anlamları ile devletten sapmayı anlattığı açıktır.
Burada sorular şöyledir, Eğer Komün sağlamlaşsaydı, içindeki devlet izleri kendiliğinden sönüp gider miydi? Kendi kurumlarını ortadan kaldırmasına gerek kalır mıydı? Yoksa artık yapacakları bir şey kalmadığı ölçüde işlevlerini yitirirler miydi?
Ve bu soruların cevabı net olduğu ölçüde, anarşistlerin kafasındaki karışıklığın kalıcı ve artıyor olması oldukça öğreticidir.
Aynı mektupta Engels,"daha Marx'ın Proudhon'a karşı yazdığı, Felsefenin Sefaleti adlı kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosunda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır." derken, Bakunin’in Alman sosyal-demokratlarına saldırılarına ve bunu, halkçı devletin aynı özgür halk devleti gibi bir saçmalık ve sosyalizmden bir sapma anlamına geldiği ölçüde haklı bulduğuna işaret ediyordu.
Aynı mektubun ilerleyen satırlarında,"Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz devlet kelimesinin yerine, her yerde, topluluk (gemeinwesen-kamu kuruluşu ) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz." diyen Engels, bunları aslında Bebel üzerinden Alman sosyal-demokratlarına, anarşistlere karşı mücadelelerini iyileştirilmelerine yardımcı olmak üzere, daha doğrusu, onları devlet ile ilgili oportünist önyargılardan arındırmak amacıyla yazıyordu.
Ancak Bebel, Engels’in yargısına tümüyle katıldığını belirtmesine rağmen, daha sonra, "devlet, sınıf egemenliğine dayanan bir devletten, bir halk devletine dönüştürülecektir " diyecekti.
Diğer yandan, aynı mektupta Engels, "bütün sınıf farklarının ortadan kaldırılması" yerine, "her türlü sosyal ve siyasi eşitsizliğin yıkılması" deyimi yersizdir dedikten sonra; Sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmenin dar bir Fransız anlayışı olduğunu ve eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayandığını ve bu anlayışın evrimin bir aşamasına denk geldiği için zamanında ve yerinde bir varlık nedeninin olduğunu ama aşılmaya mahkûm olduğunu ve gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini terk etmiş olduklarını da vurguluyordu.
Yine Engels, başka bir yerde, Erfurt programı taslağının eleştirisinde, " ...Günün anlık çıkarları üzerinden bu ana bakış açılarının unutuluşu, sonraki sonuçları göz önünde bulundurmaksızın bu anlık başarılar elde etme arzusu ve dalaşı, hareketin geleceğinin, hareketin bu gününe feda edilmesi 'dürüst ' niyetli olabilir ama bu oportünizmdir ve öyle kalacaktır.Ve ' dürüst' oportünizm belki de tüm oportünizmlerin en tehlikelisidir..." dedikten sonra, "Kesin olan birşey varsa, - diyordu - o da,partimizin ve işçi sınıfının sadece demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir. Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..."
Bunu söylerken Engels, demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne en yakın giriş olduğunu vurgulamış oluyordu.
Engels, demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak kaldığını söylediğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmiyordu. Demokratik cumhuriyet, sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına geliyordu.
"Çünkü” diyordu Lenin de, tüm II. Enternasyonal için Marx'ın yukarıdaki sözlerinin de unutulmuş sözler olduğunu hatırlatarak “hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmayan bu cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin öylesine genişlemesine, gelişmesine, daha belirgin olarak ortaya çıkmasına, keskinleşmesine yol açar ki, bir kez ezilen kitlelerin temel çıkarlarını karşılama olanağı doğar doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir."
"(Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine, onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasa ile ve aynı şekilde gerici küçük devlet ayrılıkçılığı ile şimdiki Almanya'nın ) yerine ne geçmelidir?" diye soran Engels, "Görüşümce, proletaryanın sadece bir ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabilir," diyordu.
Devam ederek Engels, "Federatif cumhuriyet- diyordu-Doğu'da artık bir engel haline gelirken, Birleşik Devletler'in dev toprakları üzerinde bir bütün olarak hâlâ gerekliliktir. İki adada dört ulusun yaşadığı ve bir parlamentoya rağmen daha şimdiden yan yana üç farklı yasa sisteminin bulunduğu İngiltere'de bu bir ilerleme olurdu. Küçük İsviçre'de çoktan bir engel haline gelmiştir, bu sadece, İsviçre, Avrupa devletler sisteminin salt pasif bir üyesi olmakla yetindiği için katlanılabilir bir durumdur. Almanya için federalist bir İsviçreleştirme büyük bir gerileme olurdu. "

Engels, aynı yerde, “Federal devleti üniter devletten iki noktanın ayırt ettiğine" vurgu yaparak; "her üye devlet, her kanton kendi medeni yasasına ve ceza yasasına ve de hukuk sistemine sahiptir. Ve sonra, halk meclisinin yanı sıra, küçük ya da büyük her kantonun, kanton olarak oy kullandığı devletler meclisi vardır." diye tamamlıyordu.
Engels'in bu ifadelerinden, Lenin’in ifadesiyle onun, devlet biçimleri sorunu karşısında kayıtsız kalmadığı bir yana, her tekil durumun somut-tarihsel özelliklerine göre, ilgili geçiş biçiminin "ne" den,"ne"ye, hangi geçişi temsil ettiğini saptamak için, olağanüstü bir özenle geçiş biçimlerini tahlil ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, açıkça görülmektedir ki, Engels de, Marx gibi, proletaryanın ve proleter devrimin bakış açısından hareketle demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunmaktadır. Federatif cumhuriyeti ise ya istisna ve gelişmenin engeli olarak, ya da ama monarşiden merkeziyetçi cumhuriyete geçiş olarak, belirli özel koşullar altında bir ilerleme olarak görür ve bu özel koşullar altında milliyetler sorunu ön plana çıkar.
Gerek coğrafi koşulların gerekse, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin tek tek küçük parçalarda milliyetler sorununu "halletmiş " olması gerekir diye düşünülebilecek İngiltere'de bile Engels, milliyetler sorununun henüz aşılmadığı gerçeğini hesaba katarak, federatif cumhuriyette bir ilerleme görüyor. Ancak burada da federatif cumhuriyetin eksikliklerini eleştirmekten ve yekpare, merkeziyetçi-demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden vazgeçmiyordu.
Lenin bu konuda," Gündemde Almanya'nın birleşmesi sorunu vardı. Birleşme o günkü sınıfsal ilişkiler göz önüne alındığında iki biçimde gerçekleşebilirdi; ya proletarya tarafından yönetilen ve bir Alman Cumhuriyeti yaratacak olan bir devrimle, ya da Prusyalı toprak sahiplerinin birleşmiş Almanya'da egemenliklerini sağlamlaştıracak olan Prusya'nın hanedanlık savaşlarıyla. Proleter ve demokratik yolun şansının fazla olmadığını gören Lassalleciler, yalpalayan bir taktik izliyorlardı ve Junker Bismarck'ın hegemonyasına ayak uyduruyorlardı. Hataları, işçi partisinin Bonapatist-devlet sosyalisti bir yola sapmasına kadar varıyordu. Buna karşılık Bebel ve Liebknecht kararlılıkla proleter ve demokratik yolu temsil ediyorlar, Junkerlere, Bismarck'ın politikasına ve milliyetçiliğe verilen en küçük tavize karşı mücadele ediyorlardı. Almanya Birsmarckçı yoldan birleşmiş olmasına rağmen tarih Bebel ve Liebknecht'i haklı çıkarmıştır" diyordu.
Engels, demokratik-merkeziyetçiliği, anarşistler ve küçük-burjuva ideologlar gibi, bürokratik anlamda kullanmıyor. Engels için merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamıyordu.
Marxizm'in devlet üzerine programatik görüşlerini geliştiren Engels Sosyal -demokratların program taslağının eleştirisinde şöyle devam ediyordu; “1866 da ve 1870 de yukardan yapılmış olan devrimi geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz buna, aşağıdan bir hareketle gerekli tamamlamayı ve ıslahı sağlamalıyız. Demek ki tek bir cumhuriyet... Ama imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 den,1798 e dek her Fransız vilayeti, her komün Amerikan modeline uygun olarak, tam öz yönetime sahipti ve bize de böyle bir şey gerekir. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, bize bunu Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi. Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri de bugün bize bunu göstermektedir. Böyle bir eyalet ve komün, örneğin kantonun konfederasyonuna göre pek bağımsız bulunduğu ama bu bağımsızlığın bölgeye ve komüne karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür."
Kantonal hükümetlerin, bölge valileri ve valiler atadığını, oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey olmadığını hatırlatarak, biz de, gelecekte bunlardan Prusyalı valilerden ve hükümet görevlilerinden kurtulduğumuz gibi kurtulmalıyız diyen Engels, bütün bu sözünü ettiklerinin, böyle şeylerin söylenmesine izin olmayan Almanya'da durumun karakterini belirtmek için ve aynı zamanda böyle bir durumu komünist toplum şekline kanuni yoldan sokmak isteyenlerin ne ölçüde hayale kapıldıklarını göstermek için olduğunu ekliyordu.
Buna uygun olarak Engels, sosyal-demokrat program tasarısındaki özyönetim maddesini şöyle formüle ediyordu: "vilayetin, bölgenin ve komünün halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel memurların ve valilerin ortadan kaldırılması."
Küçük burjuva demokratları içinde çok yaygın olan federatif cumhuriyetin, merkeziyetçi cumhuriyetten daha büyük özgürlük anlamına geldiği önyargısını Engels'in 1792-1798 yıllarının merkeziyetçi Fransa'sı ve Federalist İsviçre cumhuriyeti ile ilgili aktardığı olgularla çürütmüş olması son derece önemlidir.



DİN VE DEVLET



Devlet sorunu üzerine konuşurken, bu sorun ile bağlantılı olan din konusuna değinmemek olmaz.
Lenin, Engelsin, devlet sorunu ile bağlantılı olarak değindiği din ile ilgili düşüncesine işaret ederken,"Alman sosyal-demokrasisinin yozlaştığı ve gittikçe oportünistleştiği ölçüde, kendin, ünlü 'din kişinin özel sorunudur' formülünün dar kafalı yanlış yorumuna gittikçe daha fazla kaptırdığı bilinir" diye hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu,"bu formül, din sanki devrimci proletaryanın partisi için de kişinin özel sorunu imiş gibi yorumlanıyordu. Engels, proletaryanın devrimci programına bu tam ihanete karşı cephe aldı."
Engels, Paris Komünü'nde hemen hemen yalnızca işçilerin ya da işçilerin ünlü temsilcilerinin yer alması gibi, onun kararlarının da kesin proleter bir karakter taşıdığını vurgulayarak; Komünün, ya devlete karşı dinin kişinin özel sorunundan başka bir şey olmadığı ilkesinin gerçekleşmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin düpedüz korkaklıktan savsakladığı ama işçi sınıfının özgür eylemi için zorunlu bir temel oluşturan reformları kararlaştırdığını; ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının yararına ve eski toplumsal düzende derin çatlaklar açan kararlar aldığını açıklarken, 1891 de partisi içinde gözlemlediği, ancak gayet güçsüz oportünizm tohumları olarak gördüğü ve proletarya partisini halkı alıklaştıran din afyonu ile savaşma görevinden el çektirmeyi düşünen küçük-burjuva düşünceli alman sosyal-demokratlarına büyük bir darbe vuruyordu.



DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI



Devleti ortadan kaldırmak için, devlet hizmetleri işlevlerinin, nüfusun büyük çoğunluğu tarafından daha sonra ise istisnasız tüm nüfus tarafından yerine getirilebilecek basitlikte denetim ve kayıt işlemlerine dönüşmesi gerekir. Ve ikbalperestliğin tümüyle ortadan kaldırılması, bir "fahri görev" in, bir şey kazandırmasa da, en özgürü de dâhil tüm kapitalist ülkelerde her zaman söz konusu olduğu gibi, devlet hizmetinden bankalarda ve anonim şirketlerde yüksek ücretli görevlere geçmenin sıçrama tahtası hizmeti görmemesi gerekir.

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.
Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz. Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.
Ancak sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak genelde insanlara karşı zor kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğerine tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağına eminiz, çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın elamanter kurallarına zor ve tâbiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.
İşte Engels, bu alışma unsurunu vurgulamak için, "yeni özgür toplumsal koşullar içinde yetişerek, tüm devlet pılıpırtısından, demokratik cumhuriyet de dâhil, her türlü devlet pılıpırtısından kurtulacak olan yeni bir kuşaktan" söz ediyordu.
Marx'ın bu sorunu en ayrıntılı biçimde Gotha Programı'nın Eleştirisi’nde incelediğini biliyoruz.
Marx, Bracke'ye yazdığı 5 Mayıs 1875 tarihli mektupta, hasımlarının Engels'ten çok daha "devletçi" gösterilmesine neden olan ifadelerin yer aldığı mektubunda şöyle yazıyordu;
"Bu günkü toplum, ortaçağ unsurlarından az çok arınmış, her memlekete özgü tarihi evrim tarafından az çok değişikliğe uğratılmış, az çok gelişmiş uygar ülkelerde mevcut olan kapitalist toplumdur. Bu günkü devlet ise, tersine sınırlar aşıldıkça değişir. Devlet Prusya-Almanya imparatorluğunda başka türlüdür, İsviçre'de başka, İngiltere'de başka türlüdür, Amerika Birleşik Devletlerinde başka.
Demek ki, bu günkü devlet, bir hayalden başka bir şey değildir.
Bununla birlikte ayrı ayrı uygar ülkelerin ayrı ayrı devletlerinin, hepsinin, şekillerinin çeşitliliğine rağmen, şu ortak yanları vardır ki bu da, kapitalist anlamda az çok gelişmiş çağdaş burjuva toplumunun alanı üzerinde kurulu olmalarıdır. Bu yüzden bunların bazı ortak temel nitelikleri vardır. Bu anlamda devlete, şu anda kökenlik eden burjuva toplumu artık kalkacağı gelecekle karşılaştırmak için "bu günkü devlet"ten söz edilebilir.  Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz; komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bu günkü fonksiyonlarına benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır? Bu soruya ancak bilim cevap verebilir ve halk kelimesini devlet kelimesi ile bin bir şekilde çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.
Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi girer. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamaz.
Programın, şimdilik, ne bu iktidarla, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği vardır."
Evet, böyle diyordu Marx ve bu sözlerinin, ilk bakışta Engels'in sözleri ile çelişki taşıdığı izlenimine kapılmak mümkün oluyordu.
Ancak ilk bakıştaki şaşkınlık geçtikten sonra, ortada bir çelişki olmadığı Marx'ın Engels ile bütünüyle örtüştüğü anlaşılıyordu.

Marx, proletaryanın iktidarına "bir siyasi geçiş dönemi " diyor. Birinden (kapitalist toplum) ötekine (komünist toplum) devrim yoluyla geçiş dönemi... Engels ise, bu geçiş döneminin devletinin, asıl anlamda bir devlet olmadığını söylüyor ki, Marx'ın dediği de tam budur.
Gelecekteki, "sönüp gitme"nin zamanını belirlemenin, hele ki doğal olarak uzun bir süreç söz konusu olduğuna göre, bunu belirlemenin mümkün olamayacağı açıktır, diyen Lenin, Marx ile Engels arasında görünürdeki fark, önlerine koydukları görevlerin farklılığıyla açıklanabilir diye devam ediyordu.
Lenin'e göre Engels, önüne Bebel'e, devlete ilişkin alışılmış önyargıların tüm saçmalığını açık ve çarpıcı bir biçimde, ana hatlarıyla kanıtlama görevini koymuştu. Marx'ı ilgilendiren ise, komünist toplumun gelişimi idi.
Marx, komünist toplumu alt ve üst olmak üzere iki aşamaya bölüyor. Alt aşama sosyalizmdir ve burada üretim araçları artık tüm topluma aittir. Toplumun her üyesi, toplumsal olarak gerekli emeğin bir bölümünü yapar ve toplumdan şu kadar emek sunmuş olduğunu gösteren bir belge alır. Bu belge karşılığında tüketim maddelerinden uygun düşen miktarda ürün almaya hak kazanır. Yani, toplumsal fon için ayrılan emek miktarı çıkarıldıktan sonra her işçi, toplumdan, ona verdiği kadarını geri alır.
Marx, bunu kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum olarak niteliyor ve burada bir eşitlik vardır ve Marx bunun eşit hak eşitsizliği olduğunu ve bunun burjuva hukuku olduğunu vurgulayarak, eşit hakkın, eşitliğin çiğnenmesi ve bir adaletsizlik olduğunu ifade eder. Ancak bu tür kusurların, komünist toplumun alt aşamasında kaçınılmaz olduğunu da ifade ederek, Hukukun, hiçbir zaman toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamayacağını vurgular.
Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında ise, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil ama birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne, 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre' yazabilecektir.
Bu son derece yüksek seviyede bir özgürlük değilse nedir. Geçim için çalışmak zorunluğu yok, kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalkıyor. Öyleyse çalışma zamanı da, boş zaman da bireylerin yeteneği ve isteği ölçüsünde kendini gösteriyor.
Öyleyse, özgürlük ve devlet sözcüklerinin bir araya getirilmesindeki saçmalığa dikkat çeken Engels ile çakışan bir durum söz konusu değil mi? Devlet var olduğu sürece özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman devlet olmayacaktır.
Demek ki, devletin tam olarak sönüp gitmesinin ekonomik temelinin, komünizmin, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkacağı kadar yüksek bir gelişmesi aşamasıdır.
Ancak bu yüksek gelişme aşamasına ne kadar hızla varılacağını bilemiyoruz. Bilemeyiz de. Bu nedenle yalnızca, bu sürecin uzun mesafeli olduğunu, komünizmin üst aşamasının, gelişimin hızına bağlı olduğunu vurgulayarak, devletin sönüp gitmesinin kaçınılmazlığından söz etme hakkına sahibiz. Ama sönüp gitmenin zamanı ya da somut biçimleri konusundaki sorular tamamen açıkta kalır, çünkü henüz bu sorunların çözümü için veriler yoktur.
Marx'ın deyimiyle bu sorulara cevabı bilim verecektir.
Ancak Marx'ın komünist toplumun gelişimi ile ilgili ortaya koydukları da bir veridir ve önemli ipuçları taşıyor ki, toplum, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre ilkesini gerçekleştirdiği zaman, yani insanlar toplumsal ortak yaşamın kurallarına uymaya alıştıklarında ve emekleri onların yeteneklerine göre gönüllü olarak faaliyet gösterebilecekleri kadar verimli olduğunda, devletin tamamen sönüp gideceği anlaşılmaktadır. Diğer yandan, başkasından yarım saat bile fazla çalışmamak için ve daha az ücret almamak için diretmeye yol açan "burjuva hukukunun dar ufku" da o zaman aşılmış olacaktır. İşte o zaman, ürünlerin paylaşımı, herkese düşen miktarın toplum tarafından saptanmasını gerektirmeyecek ve herkes "ihtiyaçlarına göre" özgürce alacaktır.
Bu bize, devletin ancak burjuva devletin zora dayalı bir devrimle parçalanarak ortadan kaldırılmasından sonra, kaçınılmazlıkla sönüp gitmesinin maddi temelini vermeye yeterse, bunun ne zaman gerçekleşeceği üzerine tahmin yürütmenin, bu yönde vaatler vermenin, proletaryanın partisinin programına koymanın bir anlamı ve gereği olmadığı açık değil midir?
Böylece, devlet ve zora dayalı devrim üzerine Marxizm'in kurucularının ortaya koyduklarını ve Lenin’in katkılarını, bugün de taşıdığı önemi ile birlikte aktarmış bulunmaktayım.
Gerisi, bu sorunun çözümünde kolaycılığa kaçıp, Marxizm’in bu öğretisinin karşısına kocakarı ilacı misli, çoktan çürümüş safsata düşünceler koyanların oyunlarına teslim olmak istemeyenlerin, Marxist öğretiye 21.yüzyılın penceresinden bakarak, öğretinin içinde kalarak yeniden gözden geçirilmesi demek olan bu uzun metrajlı anlatımımdaki ifadelerin dikkatlice ve eleştirel gözle incelenmesine kalıyor.
Ancak böyle, bu Marxizm düşmanlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak, akıl dinamiklerinin üzerine attıkları ideolojik bombaları etkisizleştirecek en doğru ideolojik-politik mücadele, işçi sınıfının devrimci örgütünün yokluğundan doğan eksikliği giderebilecek şekilde ortaya konulabilir.

Fikret Uzun

7 Ocak 2012