31 Ağustos 2012 Cuma

SIRRI SÜREYYA ÖNDER'DEN CEMİL ÇİÇEK'E DESTEK HABERİ ÜZERİNE YORUM: HİÇBİR HALK, EZEN ULUSUN EGEMENLERİNDEN DOSTLUK GELECEĞİNİ BEKLEMEZ

SIRRI SÜREYYA ÖNDER'DEN CEMİL ÇİÇEK'E DESTEK HABERİ ÜZERİNE YORUM: HİÇBİR HALK, EZEN ULUSUN EGEMENLERİNDEN DOSTLUK GELECEĞİNİ BEKLEMEZ
Cemil Çiçek'in yaptığı, kaleye doğru top koştururken, ortaya pas atmaktır, hiçbir inandırıcılığı olmaması bir yana, nesnel olarak karşılığı da yoktur daha da açıkçası nesnel olanın karşısına konulacak baraj mislidir. Pası S.S.Önder 'mi yakalamıştır yoksa pasın geleceğini bildiği için kale önünde bekleyen S.S.Önder mi olmuştur bu bilinmez, önemi de yok ama S.S.Önder de bu pas ile herhangi bir şekilde kaleye ulaşamaz çünkü dediğim gibi, bu pasın kaleye ulaşması mümkün değildir. Nesnel karşılığı yoktur, nesnel olan, başka bir mutabakatın hızla ve daha çok da kendiliğinden bir renk taşıyarak yükseliyor olmasıdır. Cemil Çiçek’in pası, nesnel olarak yükselen dalgaya çelme takmak içindir.

Dün gece CHP milletvekili, YAR-SAV’ın eski başkanı Ülker hanımın bazı ifadelerine kulak misafiri oldum, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanma mücadelesi böyle olmaz, Ülker’in söylediği bu tür bir cümle değildi ama buna çıkmaktadır; dediği ise şudur; “PKK, Türkiye'nin bölünmesine izin verilmezse, öldürürüm diyor !" Ve Ülker Hanım, “buna izin vermeyiz” diyordu. Söz konusu Yeni CHP olunca, söylenenleri, Ülker hanımın AĞZINDAN DÖKÜLDÜ DİYE samimiyet yüklü bulamayız, bu ayrı ama yine de düşündürücüdür. Şu nedenle, Türkiye’nin küçülmesini, hatta parça pinçik olmasını ABD emperyalizmi istemiyor mu? Ve yeni CHP ABD ile aramızı açamazlar demiyor mu? Dahası AKP nin yeni anayasa değişikliği bu minvalde kotarılmaya çalışılmıyor mu? Ve Yeni CHP bu masaya kazık çakmış değil mi? Diğer yandan, PKK nın söylemi de, icraatları da ki, göründüğü şekli ile tamı tamına terördür, ABD’nin emelleri ile örtüşmektedir, öte yandan hal böyle iken, artık kahvelerdeki muhabbetlere bile konu olan devletin istihbarat organları ile PKK arasında Kürt sorununun "çözümü" konusunda gizli ama resmi görüşmeler olduğu biliniyor, üstelik bir söz verme listesinin de basına sızdırıldığı biliniyor. Ama öte yandan PKK dağda da değil, şehrin göbeğinde ve kendisine tehdit olarak kabul edilen bir noktada da değil, sivil halkın, masum çocukların bulunduğu bir alanda terör eylemi yapıyor, bunun neresi devrimciliktir, neresinde gerilla rengi vardır? Ayrıca bu terör saldırısını Suriye’nin üzerine yıkma çabası eş zamanlıdır? İki çelişki bir arada yükseliyor ama BDP de, S.S.Önder gibi, "sosyalist" etiketli ama NUR ışığından feyz aldığını gizlemeyenler ve AKP ye danışmanlık yaparken aniden Kürt saylavı olanlar da, pratik olarak AKP nin Kürt "çözümü" konusunda ki bu “çözüm”ün ABD nin “çözümü” olduğu, ABD ile stratejik ortak olma ve ABD nin bölgedeki politikalarının eş başkanı olma insiyatifine sahip olma gereği olarak apaçık ortadadır, hem yandaş icraatlar içindedirler ve hem de karşıt tavırlar sergilemektedirler. Yani AKP yi eleştirmekte ve ama pratik politikalarını düzeltmek üzere, AKP den daha AKP li olarak eleştirmektedirler.

Kürt halkı da, Türk halkı da aptal değildir ve aptal yerine konulduğunun da farkındadır. İşte bu nedenle S.S.Önder'in şaşırtıcı bulduğu "heyecan olmaması" olgusu bundandır. Çünkü yalancı çobanın "yangın var " seslenişine artık, yangın olsa bile kimsenin inanası kalmamıştır.

Ortada bir anlamda “Demokles’in Kılıcı” misli asılı duran Kürt "çözüm”ü, ABD emperyalizmine çözümdür ama Türkiye için ve Türkiye Kürtleri için "çözümsüzlük" olmaya devam etmektedir.

Sosyalist renk takınan sahte sol gömlekliler artık bu "çözüm" e sol renk de verememektedir. Kürt sorununun çözümünde artık sol renk kalmamıştır ve bunu Kürt halkı da, Türk halkı da görmektedir. Sol renk devrimci renktir, yenilik budur, değişim budur dolayısıyla çözüm bu renktedir. Heyecan da bu renktedir ve Türkiye halkları bu rengin yokluğunun farkındadır ve yalanlardan, oyunlardan gına gelmiştir o nedenle de Kürt sorununa bigâne kalmaktadır, heyecan duymamaktadır.

Diğer yandan bir anayasa referandumu yaşadık, BDP Kürt halkını manipüle etti ve AKP nin değirmenine su taşıdı. Bu su gerçekte tekellerin ve ABD emperyalizminin değirmenine akmıştır. Kürt sorununun çözümüne bir damla su akmamıştır. Sonuçları ortadadır. Çünkü "çözüm" ABD içindir.

Şimdi değirmenler ağzına kadar su dolmuş iken, sıradaki anayasa hamlesi kolaylaşmıştır ve BDP de, CHP ve MHP de bu kolaylığa kolaylık katmaya devam etmekte ama öte yandan AKP ile kavga tiyatrosu oynamaktadır. Oysa BDP nin, anayasa referandumunda "BOYKOT" oyunu,son anayasa darbesi ile Türkiye’nin bölünmesi ve Türkiye Kürtlerinin koparılması yönündeki "açılım" beklentisine yönelik sutaşıma operasyonu idi. Bunu halkımız şimdi daha net görüyor, Kürtler de görüyor.
Yeni anayasa değişikliği darbesi ile Kürt ağa ve beylerine, şeyhlerine ve Türkiye’nin tekelleri yanında, ABD-AB emperyalizmi ile bin bir bağ ile bağlı ve çok daha büyük olacaklarının hayali ile ağızlarının suyu akan Kürt işbirlikçi burjuvalarına akabinde büyük bir KÜRT-İSRAİL devletine dönüşecek olan devlet hediye edilecektir. Kürt halkına verilen bir şey yoktur. Üstelik Türkiye'nin karanlıklar içine hapsedilmesine göz yumarak; dinci-faşist bir ortaçağ düzenine sürüklenmesine, emekçi halkının kırbaçlı köleliğe mahkûm edilmesine göz yumularak ve ABD emperyalizmini "dost" belleyerek. Buna Kürt halkının da razı olmayacağı açıktır. Olmuyor da zaten. Hiçbir halk, tescilli bir cellâdı dost bellememiştir. Bundan sonra da bellemeyeceği kesindir.

En somut örnek ve belki de, ABD nin intikam hırsına ve intikamcı politikalarına sebep olan budur; ABD nin Vietnam yenilgisidir. Vietnam halkı, bu gün olduğu gibi, sahte bir kılıkta Vietnam’a giren ve Vietnam’ı parçalayarak halkını köleleştirmek isteyen ABD yi hiçbir zaman dost bellememiş ve en şiddetli, en insanlık dışı saldırısına maruz kalmasına ve Sovyetleri saymazsak, uluslararası destekten de yoksun olmasına karşın, Vietnam’dan geri püskürtmüştür. Şimdi görünen o ki, Irak'ta, Afganistan’da, Libya’da ABD bu kin ve intikam hırsı ile ve "yalandan kim ölmüş" fütursuzluğu ile "demokrasi" diye diye şiddeti ve acıyı götürmüş ama oralarda da başarı kazanamadığı ortadadır. Ama yine de kayıp Irak, Afganistan ve Libya halkının hanesine yazılmıştır. ABD emperyalizmi ise zararını tazmin edemeden tarihin çöplüğüne gidecektir. Öyle görünüyor.

Hal böyle iken, yani sürecin ve oyunların bütün merhalelerinde ABD-AB emperyalizmi ile ve Türkiye’nin yönetimi ile ittifak halinde olanların, söylemleri de, icraatları da inandırıcı değildir.

Bir de, "barış" diyor S.S.Önder. Hangi barış? kimin savaşı sürüyor ki, kimin barışından söz ediyor. "Barış" derken samimi olsa Önder Bey, yanı başımızdaki Suriye’ye yönelik haçlı savaşına karşı "barış" cephesini aklına getirmesi gerekir. Ulusal kurtuluş mücadelesi ise, Suriye yönetiminin politik yapısı ayrıdır, ama Suriye’ye yönelik savaş tam bir emperyalist savaştır ve Suriye halkının, Suriye yönetimin icraatlarını beğenmeyen kesimleri bile, ABD -AB emperyalizminin manipüle ettiği ve silahlandırdığı ve hatta yollarını genişlettiği terörist gruplara karşı hem yönetiminin yanında yer almakta ve hem de bu terörist grupların saldırısına maruz kalmaktadır. Bu anlamda Suriye halkı yönetimi ile birlikte, iç hesaplaşmasını sonraya bırakarak, ABD-AB emperyalizmine köle olmamak için, bir ulusal direniş hattına doğru konum almaktadır. Bu, bir emperyalist saldırıya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi değilse nedir? En azından ABD-AB emperyalizminin sömürgeleştirme, köleleştirme saldırısına karşı ulusal direniş değilse nedir?
Kürt ulusal hareketinin mücadelesi, bu anlamda haklı ise, Suriye halkının günbegün daha kalın bir şekilde çizilen ulusal direniş hattı da haklı değil midir?

Burada haksızlık ABD den gelmektedir. Aynı haksızlığa yandaş olarak sürüklenenlerin ise, daha doğrusu bu haksızlıktan prim yapmaya çalışanların ise, Kürt halkının ulusal kurtuluşundan uzaklaşmış oldukları apaçık ortadadır.

Doğaldır ki, Kürt kurtuluşu, ABD emperyalizmine, Kürt ağa ve beylerine, Hatta tarikat şeyhlerine, Türkiye’nin tekelleri ile bağlı burjuvazisinin dostluğuna dayanırsa, hatta ve hatta egemen politikanın, egemen sınıfın politikası olduğu gerçeğini atlayarak koca gün kayıkçı kavgası yürüttükleri iktidarından medet umarsa, elbette Kürt kurtuluşu için dayanması gereken nesnel ve öznel dinamiklerden ve renklerden uzaklaşacaktır. Uzaklaştığını görüyoruz.

Ancak yine de sol renksiz olmuyor ve sol rengin ihtiyaç olduğunu bildikleri halde, sahte sol renklerden medet umup, böylece halkı kandırmayı göze alıp, gerçek sol renkten uzaklaşmaları ise tarihin affedeceği bir durum değildir. S.S.Önder ve Ertuğrul Kürkçü Bu tür bir medet umulan renktir. .S.S.Önder'in kendi beyanatları ve mülakatları ile ortaya koydukları, NUR rengine daha yakın ve sosyalistlikten ise uzak olduğunu göstermektedir. Açıkça Said-i Nursi güzellemesi yaptığını ve gelmiş geçmiş en büyük aydın olduğunu söyleyerek, aydınlara model gösterdiğini hepimiz biliyoruz.
Demek ki, "milli"mutabakat çağrısına da, "barış" çağrısına da heyecan duyulmaması şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Kürt ve Türk halkındaki bu kararlı duruşun hala küçümsenmesi ve görmezden gelinmesidir. Elbette ABD yi dost görme eğilimi
artmıştır, daha doğrusu artırılmıştır ama hala ezici çoğunluk, ne ABD nin "DOST"luğuna prim vermekte, ne de Türk -Kürt düşmanlığına eğilim göstermektedir. "Barış" vurgusu ise, inandırıcı olması için, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı karşısına örülmesi gereken cephenin adı olmalıdır. Barış, emperyalist kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, dahası sınıflar ortadan kaldırılmadıkça gerçek anlamda mümkün kılınamaz. Bu bir düsturdur.

Bunun mümkün kılınacağını düşünenler ve savlayanlar, ya kakavandır ya da küçük-burjuva ütopyalarında Emperyalizmin dostluğundan medet ummak vardır.

Diğer yandan saldırı savaşları ile savunma araçları arasındaki ayrımın da göz ardı edilmesi, eninde sonunda emperyalizmin ekmeğine yağ sürer.

S.S.Önder, sosyalist midir? Öyleyse, işte fırsat, göstersin sosyalistliğini; sosyalistlerin her zaman savunma savaşlarını her zaman ve belirli anlamda ki, buradaki belirleyicilik feodalizme, mutlakıyete ve yabancı tahakkümüne karşı olmaktır, haklı savaşlar olarak kabul etmeyi düstur edindiklerini bildiğini. Bütün sosyalistler, ezilen, bağımlı veya bağımlı kılınmaya çalışılan ve eşit olmayan devletlerin, ezen, köle sahibi veya köleleştirmeye çalışan ve gasıpkar “büyük devletleri” yenmelerini isterler.

Bütün dünyanın, sermaye beyleri, baronları tarafından bölüşülmesinin tamamlanması çoktan gerçekleşmiştir. Şimdi ve hazırlığı epeydir süren ise, bu paylaşımda aslan payını alan sermaye baronları arasındaki köleliğin artık kırbaçlı olarak sürdürülmesi için bir savaştır ki, tamı tamına bir emperyalist savaştır. Dolayısıyla ABD-AB emperyalizminin Yeni Dünya Düzeni temelli, Küreselleşme adındaki ideolojik saldırı ile başlayan ve bu bölgede BOP-BİP senaryolarına konu olan savaşı da, bu tür bir savaştır. Bu tür savaşın içine sürüklenen Irak’ın da, Afganistan’ın da, Libya’nın da savaşını, ABD-AB emperyalistlerinin bu topraklardaki tahakkümünü ve bu devletlerin halklarını köleleştirmeleri için yürüttükleri savaş ile yani hangi kılıf altında olursa olsun, saldırı savaşı ile bir tutamayız. Afganistan’a ABD, kendi kollayıp, büyüttüğü dinci-gerici güçleri bahane ederek, Afganistan halkını köleleştirilmesini garantiye almak için girmiş ve ardından yine kendi büyüttüğü Saddam’ın nükleer silah üretmesini bahane ederek Irak’a girmiş, bir adım sonra da Libya’da manipüle edilmiş bir iç karışıklık ile ve yine kanka oldukları Kaddafi’yi demokrasi düşmanı göstererek, Libya’nın ve Kaddafi’nin tepesine binmiştir. Öyleyse apaçık ortadadır ki, bu savaşın bir yüzü ve özü emperyalist iken, diğer yüzü ise bir savunma savaşına açılmaktadır.

Şimdi ise sıraya Suriye yerleştirilmiş, aradaki ‘bahar’ olarak tabir edilen değişiklikleri saymıyorum, onların henüz net rengi ortaya çıkmamıştır ve çıkması yakındır, Suriye’de ise,emperyalist saldırı savaşına karşı, bir savunma savaşı yürütüldüğü çok net olarak görülmektedir. O kadar öyle ki, bu netliği hiçbir şekilde bulanıklaştırmaları mümkün olmamaktadır.

Öyleyse S.S.Önderler ve elbette S.S.Önder gibileri vitrine taşıyanlar “barış” derken de,”milli mutabakat” diyenlere hemen güzelleme yaparken de, biraz düşünmeleri gerekmektedir. Öncelikle “milli mutabakat” çağrısına balıklama atlayanlar, “ulusalcı” yaftasını vebalıların boynuna asar gibi astıklarını hatırlamakla başlamaları gerekiyor. İkincisi, Türkiye’nin bu günkü tarihsel koşullarının nesnelliği tam da böyle bir mutabakatı dayatmaktadır ve bu mutabakatın rengi ise, Cemil Çiçek beyinki ile aynı değildir. Üstelik işte meclis, işte parlamenterler orada toplanabilirler ve her ne sorun var ise çözecek kanun hükmünde kararnameleri çıkarabilirler. Hep öyle yapmadılar mı, meclisin bütün partileri AKP nin anayasa değişikliği komisyonunda bir arada olmaktan pek memnunlar ve hatta çıkan önemli ve ilkeler çerçevesinde yenilir yutulur olmayan sorun ve dayatmalarda bile, komisyon masasından hiddetle kalktıkları halde, kalkıyoruz ama gene geleceğiz, bizi mazeret izinli sayın demeyi ihmal etmiyorlar. Demek ki, ortada eksik olan bir renk var, henüz ne Kürt halkını ne de Türk halkını, ABD nin ve buna dört elle sarılan reformistlerin Kürt “çözüm”ünün kuyruğuna takabiliyorlar. Başka bir gerçek de, yönetici sınıfların bütün üyeleri de henüz tam olarak ikna edilmiş değiller.

Çünkü ABD-AB emperyalizminin bu bölgedeki saldırı savaşının bir ucunda da Türkiye vardır ve bunu görebilme katsayısı oynanan oyunlardaki sahteliklerin artık dikiş tutmaması ile daha da artmıştır. Sıra Türkiye’ye geldiğinde, ABD-AB emperyalizmi pek zorluk çekmeyeceği herkesçe malumdur. Türkiye, apaçık ortadadır ki, ABD-AB emperyalizminin sadece ekonomik değil, politik olarak da, hatta ideolojik olarak da tahakkümü altındadır. O kadar öyle ki, sahtekâr ve ahmak sol yanında, bu dinamikleri hala soldan sayanların bile, ABD nin gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan ulusal nihilizmini ve kozmopolitizmini sol renkli saymaktadır. Öyleyse, Türkiye ekseninde de, Kürt ulusal kurtuluşu için “hak verilir” olan koşullar mevcuttur. Öyleyse “barış” derken bu gerçekliklerin üzerinde en az bir kez düşünmek gerekmektedir.
Fikret Uzun
31 Ağustos 2012

UFUKSUZLUĞA MAHKUM OLMAKTAN ÇIKIŞ YOLU


Türkiye bir ufuksuzluk penceresinden izlemeye mahkum edilmiştir. Bu emperyalist kapitalizmin, 12 Eylül rejiminin, egemen sınıf olan büyük burjuvazinin ideolojik hegemonyasının sonucudur. Bunda suç ortaklığının çapı geniştir, hem de çok geniştir. İlk başta sahte sol gömlekli aydınlar ve politikacılardır, arkasından devşirilmiş ve işçiliğinden eser kalmamış sendikacılar ve işçi liderleridir; ek olarak STK ların tepesine çöreklenmiş emperyalist ideolojik saldırı örgütlerinden ( en çok bilineni Sorosdur ve bir kaç ay önce yaklaşık 130 milyar dolar değerindeki kağıtlarını altına çevirdiği konuşulmaktadır ama bizim medya bununla ilgilenmemektedir) fonlanarak muhalefet yapıyormuş gibi caka satan ama toplumsal dinamikleri devletin yönetişimine sokan STK liderleri, bakışını veya yaklaşımını bilimsel verilerden veya öngörülerden değil, tarikat dinamiklerin itkisinden alan sosyalist etiketli örgütler ve partiler ve bunları on yıllardır bir akil adam veya yapı olarak, tekellere karşı birer savaşım öncüsü ve örgütü olarak belleyen ve belleten ahmak solcular vardır. O kadar öyle ki,12 Eylül saldırısı ile birlikte, çok öncesinden başlayan bir çaba ile kitleleri ufuksuzluğa itmişler ve 12 Eylül ile birlikte topyekun egemen sınıfın ideolojik-politik hegemonyasına hapsetmişlerdir. O günden beri kitleler bu dinamikleri aşamadan, hapsoldukları ufuksuzluğun penceresinden oynanan oyunları bir illüzyon gösterisi tadında izlemekte ama irade göstermemektedirler. Bu süre zarfında eski ve sahte sol gömlekli kadroların ipliği pazara çıkmıştır ama peşlerinden sürükledikleri ahmak "solcu"lar veya ahmaklığa yatarak sahtekarlık tedris eden "solcu"lar yerlerini doldurmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Ve hepimizin gördüğü gibi, her yerdeler, o nedenle birincisi ayırt etmek zor olmaktadır, ikincisi son derece yanlış bir yaklaşım olarak, bu dinamikler veya aktörlerle sol dinamiklere kazanılmak üzere ideolojik-politik tartışma yürütülmüş, ikna edilmeye çalışılmıştır. Oysa hepsinin sağırlığı ve körlüğü mahkumiyet mislidir, o nedenle de her çaba, onların sahtekarlığının gelişmesinde staj yerine geçmiştir. Şimdi her yerde ayrı ve bağımsız ve de yeni mürteciler olarak yerlerini almışlardır ki, kendilerinden önceki yeni ama eskimiş mürtecilerin "sol" renge bürünerek yürüttükleri sahtekarlık unutturulmuş, bir çok alanda çok geniş olmasa da özellikle gençler yeni yetme mürtecilerin peşine onları hâlâ "sol" da sayarak takılmışlardır.

Hep söyledik demek hoşuma gitmiyor ama gerçek bu ki, hep söyledik; Bu dinamikler ve aktörleri yeniden sol/sosyalist alanlara kazanmak mümkün değildir-devrim kapısından bir kez kaçanlar bir daha oraya gelmezler. Dahası da var, tekellere karşı sınıf kinimize vurgu yaparken, tekelleri benimsetmeye çalışanlara tiksinti duymak gerekir dediğimizde, çoğumuz kaba olunduğu yollu, hümanizm gösterisi yapmışlardır. Dahası da var, hümanizme vurgu ile insanı öne çıkaranlara, önce insan değil, önce sınıf dediğimizde ırkçı ve hatta Kürt düşmanı olarak yaftalandık. Ve koroya katılım az değildi. Ve öz olarak dediğimiz şu idi; bu, sosyalizm alanlarını bozan aktörleri ve dinamikleri bu alanlara kazanmak için değil, bu alanlardan kovmak için ideolojik mücadele gerekir. Ancak yine dinletemedik ve Ufuk Uras'ın bile sol gömleğinin sahte olduğu, altında burjuvazinin gömleği olduğu ve son derece bilinçli bir sahtekarlık içinde olduğu yeni yeni kabul edilebilmektedir. Ve çokturlar ki, her birini tek tek deşifre etmek hemen gerçekleşememiştir. Daha belirgin ve model olan sahtekar ise, TKP nin son genel sekreteri, çapsız, sığ ve son derece sinsice tekellere hizmet eden, AKP ye danışmanlığı solculuk olarak model yapan ve mürteci olduğunu bizzat Zaman gazetesine verdiği mülakatla ilan eden Nabi Yağcıdır.

Ve sürekli olarak Nabi Yağcı'nın ve benzerlerinin ve de türevlerinin dün nerede iseler,bugün de oradadırlar dediğimde çoğunluk kayıtsız kalmış ve Nabi'nin TKP deki hizmetlerini sıralamaya kalkmıştır ki,bu gün artık bu çok daha net görülmektedir ki, aynı komitede çalıştığı Haluk Yurtsever'de Nabi'nin hiçbir zaman komünist olmadığını, bir sürü entrika ile genel sekreter olduğunu beyan etmiştir ki, TKP içindeki, tekellerin ama bir tarikat itkisi ile hareket eden,gönüllü tetikçisi olduğu artık net olarak görülmektedir.

Uzatmayalım, bütün bunlar nasıl olabildi, yani bütün bu sahtekarlıklara, sinsiliklere kitleler sadece uzaktan izlemek şeklinde yaklaşım gösterdi. Belki bu sola ve daha çok sığlığının, donanımsızlığının farkında olup, kendini geliştireceğine, bu durumunun getirdiği aşağılık kompleksi ile işi erbabına yani sahte sol gömleklilere bırakan ahmak solculara ki, Marxist soldan söz ediyorum, kitlelerin verdiği bir ceza oluyordu. Bu ayrıdır ama bu tespitten de anlaşılacağı gibi asıl sorun ideolojik -politik formasyonun son derece zayıf olmasıdır ancak bundan da önemlisi bunun önemsenmemesidir. Ki bu soruna da dikkat çektiğimizi hatırlıyorum ve ısrarla şunu söylediğimi biliyorum; teori öne geçmiştir yani pratik-politik mücadeleyi, bu yöndeki görevleri askıya almadan, teoriye daha büyük bir önem vermek gerekir diyordum ki, bunu Lenin teorisiz pratik olmaz diye formüle etmişti ancak ben bundan da ötesini söylüyordum ki Stollipin döneminde Lenin’in teoriye vurgusunu da hatırlatırken, aynı zamanda Marx’ın aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir şeklindeki Feuerbach tezlerinden biri olan tezine atıfta bulunarak, dünyayı yorumlamaya bu gün daha çok ihtiyacımız olduğunun altını çiziyordum ki, zaten diyalektik gereğidir, dünyayı yorumlamaktan aciz isek, değiştirmek mümkün olamaz; tersine söylersek, her değişim, yeni yorumlara yani teorilere ihtiyaç doğurur ki bunları söylediğim için her türlü hakaret yanında, masa başı devrimciliği ile yaftalandım. Sonuç olarak gelip, dayandığımız noktada ideolojik mücadelenin, tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasını, dolayısıyla "demokrasi" illüzyonunu yıkabilecek şiddette olması gerektiğinin açıkça görüldüğü açıklık hakimdir. Yine de bu açıklığı herkes görememekte, daha doğrusu, hapsolunan ufuksuzlukta yerleşen rehavet dinamiği hakim renk olarak bu açıklığa uzak durmaya neden olmaktadır. Bu önemli oranda böyle ama asıl etken, şu ucube ama son derece sinsi ve tekeller için biçilmiş kaftan olan sloganın mucitlerinin "yetmez ama evetçiler" in ahtapot kolları oldukça sarmal bir şekilde yayılarak özellikle sol dinamiklerin, bozuk sosyalizm alanlarda bozanlarla kardeşçe solculuk oynayan dinamikler demek istiyorum, akılları karıştırmakta, dolayısıyla gerçeklere sahip çıkılmasını engellemektedirler.


Uzun zamandır, kendimin de içinden çıktığı, TKP artıklarının sinsi çabalarını deşifre etmeye çalıştım ve her seferinde farklı tepkiler de olsa, hep, bu sahtekarların önüne baraj örüldü ve eleştirdiklerime, mahkum ettiklerime hep kalkan olundu. Şimdi bu kalkanlar, bizzat kendileri eleştirmekte ama icraatları ise onların bıraktığı boşluğu doldurmak veya onların renginden farklı olmaya dinamiklere savrulmak veya aynı tür dinamikleri inşa etmek oldu. Bunlardan en belirgin olarak kendini gösteren ve çok önce deşifre ederek ilan ettiğim, ÜRÜN-TKP sidir. İlk mülakatlarının AKSİYON dergisine olması ise son derece manidar olmakla birlikte, benim tespitlerimi doğrular mahiyettedir ki, programlarındaki sahtelik yanında, burjuva rengi ise saymıyorum.

Şimdi gelinen noktada NE YAPMALI, daha önce ifade ettiğimi tekrarlamak istiyorum, bozuk sosyalizm alanlarını temizlemekle veya bozuk olan enstrümanlarını düzeltmekle uğraşmaktan vazgeçerek, bozuk olanları terk edip, temiz ve ileri bir seviyeden sosyalizm alanlarını yükseltmek; bunu yaparken ideolojik mücadelenin şiddetini artırmak, öteden beri yaptığım benzetme ile yani fıkradaki gibi, "HOŞTUNUZ KÖPEK EFENDİ " değil, "HOŞ KÖPEK OĞLU KÖPEK" misli bu sahte sol gömlekliler yanında ahmak olanlarını da bozuk sosyalizm alanlarına terk ederek, tekellerle yürüttüğümüz gibi, onlarla da aynı sertlikte ideolojik mücadele yürütmek ve egemen sınıfın, ideolojik-politik hegemonyasını tuzla buz etmek gerekmektedir. Önce "demokrasi" illüzyonundan başlayabiliriz.

İkinci olarak, iş işten geçmiştir ama bu aynı zamanda yeni işleri öne çıkarmaktadır; öteden beri söylediklerimizi yaşamın yeşil ağacı doğruladı ve kitleler bunu görüyor ancak o kadar çok sapla saman bir birine karıştı ve yalancı çoban misli "yangın var, haydi göreve" dendi ve fos çıktı ki, daha doğrusu bizzat yangın var diyenler tarafından göreve çağırılanlara yangın yokmuş denildi ki, o nedenle kitleler hâlâ ikircimli ve heyecan duymaktan uzaktır. Buradan hareketle kitleleri illüzyondan çıkarmak başat iştir. Bunun için nesnelliğin içinden bir şok dalgası yükseltmek gerekmektedir. Daha doğru ifade ile nesnelliği sessiz kalmaktan kurtarmak ve kitlelere heyecan yaratacak teorik formülü bu nesnelliğin içinden yükseltmek gerekmektedir. Bunun için de bilimsel bir teorik yaklaşıma ihtiyaç olduğunu, dolayısıyla bu yaklaşım olmadığı için ihtiyacımız olan teorilerin üretilemediğini için dolayısıyla teorisiz pratiklerle ya da eksikli teoriler üzerinden bütünsel olmayan, gündelik politikalar peşine takılarak, kitlelerin heyecanını sönümlendirmekten vazgeçmeliyiz.

Üçüncü olarak, apaçık ortadadır ki, emek sürecinin belirleyiciliği hâlâ asıl renktir; ancak bu gerçeğin su yüzüne heyecan yaratacak biçimde, sınıfsal olanı öne çıkaracak şekilde çıkarılabilmesi için, illüzyondan çıkmak, çıkarmak olmazsa olmaz şarttır. İllüzyonun mahiyeti artık net olarak bellidir ki, emperyalizm baskısını götürürken bile "demokrasi" diyerek hareket etmekte ve yutturabilmektedir; "demokrasi" hem bir kültürler toplamına indirgenmiş ve bu anlamda son derece güvenli bir mücadele alanı ve zevahiri kurtaracak bir mücadele amacı yaratılmış ama daha önemlisi bu amaç "demokrasi" sosyalizm mücadelesinin önüne engel,üzerine örtü olmuştur. Bununla birlikte bir taraftan bu illüzyon işletilirken, diğer taraftan demokratik ne varsa, kırıntısına bile tahammül gösterilmemiş, tümüyle düzlenmiştir. Ancak illüzyon nedeniyle bu gerçeğin üzeri hâlâ önemli oranda örtülüdür. Öte yandan, emek sürecinin belirleyiciliği gerçeğinden hareketle, egemen sınıflar ve iktidarları, bu alanda işçi sınıfının elini kolunu bağlamaya devam etmiş, örgütsüz, hafızasız ve heyecansız bırakmayı sürdürmüştür. O kadar öyle ki, sınıfı göndermiş yerine tarikat dinamiğini yani ümmi varlığı yerleştirmiştir. Ve zaten 12 Eylül de bunun için kotarılmış değil midir?

Bir önceki mektubumda ifade ettiğim gibi, bu güne açılan yolların taşları, 12 Eylül ile ve bizzat “Kemalist” yüksek kadrolarla, komutanlarla demek istiyorum ve yönetim dinci akımlara teslim edilerek Türk-İslam sentezi şeklindeki ideolojik yaklaşımı yerleştirerek, bunun için Aydınlar Ocağını ve kadrolarını dinamik hale getirerek ve de tarikat dinamiklerini devletleştirerek döşenmiştir. CHP nin “yeni”leştirilmesi de bunun içindedir.

Yani oyun içinde oyunlar oynanarak, örnek olsun Atatürk diye diye bütün Atatürkçü dinamiklerin rengini değiştirecek dinci veya Türk-İslam sentezci aktivistler Kemalist güç merkezlerinin başına yerleştirilirken, yani Kemalistler, Kemalist güç merkezlerinden tasfiye edilirken, diğer taraftan “irtica ile mücadele” diye diye, yine örnek olsun, Erbakan tasfiye edilmiş ama İmam Hatipler hem müfredat yönünden ve hem de sayı bakımından genişletilmiş, din dersleri mecbur edilmiş, kuran kursları yaygınlaştırılmış ama daha önemlisi tarikat dinamikleri meşrulaştırılmış, devletleştirilmiştir.

Bununla birlikte öteden beri sorun olarak büyütülen ve çözümsüz çözümlere sürüklenen ki, egemen sınıfın hem sorun olarak ve hem de güç olarak baş edememesinin bir sonucudur, Kürt sorununa yönelik çözüm, ABD emperyalizminin “çözüm”lerine bağlanmış dolayısıyla Kürt ulusal sorununun çözümündeki reformist renk, bir sol renkli tas içinde Kürt halkına da, Türk halkına da ve elbette Türkiye soluna da sunulmuş, bunun peşine takılmayan ırkçı, milliyetçi, insanlık düşmanı, Kürt düşmanı olarak yaftalanmıştır.
Yani bir taraftan ve hâlâ Kemalist renk taşıyan programları en devrimci programlar olarak öne çıkartıp,”komünist” renk veren dinamiklerin hiçbir Kemalist güç merkezinde dahi gücü kalmamış olan Kemalistleri baş düşman görmesi devam ederken, diğer taraftan dinci akımlara ”özgürlükler” söz konusu edilerek yakınlaşılırken, diğer taraftan ulusal sorunun ABD “çözüm”üne sol renk verilmekte ama aslında sol renk ile Kürt ulusal sorunu arasında duvar örülmektedir. Demek ki, onca açıklığa karşın, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasının devam etmesi, dolayısıyla kitlelerde ve sol dinamiklerde yeterli heyecanın açığa çıkmaması rastlantı değildir. Sahte dinamikler hâlâ iş başındadır ve gömlekleri hep sol renklidir.

Öyleyse nesnellik ve nesnelliğin içinden yükseltilecek teorik yaklaşım yanında politik hüner bu noktadadır.

Bu nokta, Kürt aydınları ve devrimcileri ile Türk aydınları ve devrimcilerinin iş ve güç birliğini, bu nesnellik içinden yükselen Kemalist dinamiklerin iş ve güç birliği ile birleştirmek ama temel renk emek sürecinin yükselttiği sınıf çelişkilerinin hızla açığa çıkardığı sınıfsal renk olmalıdır. Antiemperyalist, anti tekel vesaire sıralamaya gerek yoktur ki, bu gün ulusal sorun ve “çözüm”ü etrafında oynanan oyunlar, Kürt ulusal sorununu - son tahlilde-temel sorun olmadığı halde, temel sorun haline getirmiştir, ancak temel sorun ve belirleyici olan itki sınıf çelişkisi ve emek süreci olduğuna göre, sosyalistler çok daha geniş bir ufuk sahibi olmalıdırlar ki, daha önce test edilmiş sonuçlandırmalar son derece yol açıcıdır;

Öyleyse ortaya çıkan, uluslar ve sömürgeler sorununa sosyalistler daha yakın ve daha yaratıcı durmaktadırlar ki, burada yol gösterici ve ufuk açıcı düstur, sosyalistlerin her şeyden önce büyük toprak sahipleri ile kapitalistleri alaşağı etmek için ortak mücadele perspektifidir ki bu mücadele, bütün ulusların ve ülkelerin işçileri ile emekçi kitleleri arasında daha sıkı bir birliğe dayanmalıdır. Ancak böyle bir birlik ile emperyalist kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmak mümkün olabilir; bu birlik olmaksızın ulusal baskının ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması imkânsızdır. Hele hele, bir, hatta birkaç emperyalist devletin dostluğuna dayanarak bunun imkânsız olması bir yana, düpedüz intihardır ve onca tarihsel açıklığa rağmen, böyle düşlerin peşinden gitmek mümkün olmayacağına göre, ihanet ve kendi halkına ve ulusuna kalleşlikten başka bir şey değildir.

İşte hem belirleyici olanı ve ortak mücadeleye itki verecek olan asıl rengi daha da koyulaştırarak, diğer bütün çelişkileri bu asıl renk taşıyan çelişkiye bağlayacak olan öne çıkmış olan, özellikle de öznel çabaların itkisi ile başat görünen ulusal sorunun çözümü dinamiğine temel olan rengi, sol-devrimci rengi verecek olan iş ve güç birliği bu temelde ve bu eksende ve hem de nesnelliğin içinden yükselerek kurulacaktır. Bu nesnelliğin önünde artık hiçbir güç duramayacağı gibi, bu nesnelliği örtecek oyun da egemen sınıfın elinde kalmamıştır.

Burada hassas nokta tarihin ilerleme çizgisinin taşıdığı anlam ve içeriğin doğru değerlendirilmesi ve bu iş ve güç birliğinin bu çizgi ile uyumlu işlev ve ağırlığının net olarak konulması ve bu çerçevede vurgu temel renk olan sınıfsal hatta olmak üzere, bu birliğin tarihin ilerleme çizgisi doğrultusunda nitelik olarak geliştirilmesi,güçlendirilmesi ve değişime uğratılması olmalıdır. Tersinden ifade edersek, bu iş ve güç birliğinde, temel renk, diğer renklerin kuyruğuna takılmamalıdır ki, temel renk yönünde nitelik değişiminin, yani diğer çelişkilerin temel renk taşıyan asıl çelikliye bağlanmasının, kuyrukçuluk olmadığı; aksine tarihin gelişme çizgisine doğrusal bir itki veren veya olması gereken doğrultuda bu çizgiyi yerine oturtan ve her iki sorunsalın çözümünü de bilimsel ve sınıfsal tarzda ilerleten bir nitel gelişim ve değişim olduğunu söylemek abartılı ve süslü olmaz.

Bu ifadeyi kurgularken anlaşılmasını kolaylaştırmak için cümleleri özenle kurmaya çalışmam bir yana, daha önce kurgulanmamış ifadeler kullanmaya da özen gösterdim ki, çıkardığım sonuçlar mutlak değildir (ama inandığım görüşlerdir veya nesnelliğin aklıma yansıttığı en akılcı görüşlerdir), benim öteden beri ifade ettiklerimle uyumlu olan ve tümüyle yaşadığımız tarihsel koşulların öne çıkardığı nesnelliğe dayanarak ve üzerinde düşünülüp daha rafine hale getirilmesine yol açacağına inandığım bir perspektifle kurguladığım ifadelerdir.

Yani sosyalist iktidar hedefli, ideolojik-politik mücadeleyi, politikanın bir savaş sanatı olduğundan ve düşman belirlemenin yanında, güç biriktirmenin de önemine vurgu ile hareket ederek, savaş sanatını da dikkate alarak sürdürmek, biriktirilen nesnel ve öznel güçleri bu çerçevede ilerletmek ve geliştirmek bu gün önümüzdeki en acil ve akılcı politik hüner olacaktır ki, bu işin sorumluluğu ve onuru ortak olmakla birlikte, bu iş ve güç birliğinde itki veren ve sonuca götürecek olan yani ileri götürecek olan bilimsel ve sınıfsal yaklaşım olacaktır. Ufuksuzluk ancak bu şekilde aşılır ve bu ufuksuzluğa mahkûm edenlerin, bu iş ve güç birliğine bulaşmaları ancak bu şekilde önlenebilir.
Burada bir ek daha yaparak, ifadelerimi biraz daha netleştirmek ve açıklık kazandırmak istiyorum ki, bu gün bu coğrafyada hem emperyalizmin, hem Türkiye’nin tekellerinin ve iktidarlarının dolayısıyla bütün dünyanın sorunu halindeki; ancak emperyalist kapitalizmin, uluslar arası büyük büyük zenginler yanında ki Siyonist renk hâkimdir ve Türkiye’nin egemen sınıfının, büyük büyük zenginlerinin “çözüm”üne mahkûm edilen Kürt sorunu, asıl sorunun önüne geçmiş, dikkatleri kendi üzerine çekmiştir; fakat dünyanın geri kalanını da göz ardı edemeyiz ki, bu geri kalanda ve eninde sonunda Türkiye’de de, dolayısıyla bütün dünyada temel renk, asıl çelişki sınıf çelişkisidir ve bu çelişkinin diğer bütün çelişkileri kendine bağlaması için nesnel koşullar son derece hareketlidir ve elverişli açıklıklar sağlamaktadır.

Öyleyse bu gerçeklik de, Türkiye’nin ve Kürt coğrafyasının temel çelişkisi gibi görünen ve bu yanıltıcı görüngü öznel çabalarla kullanılarak, emek sürecinin yükselttiği çelişkilerin peşine takılmaya çalışılan Kürt sorununun temel sorun olmadığını göstermektedir; diğer yandan bunun simetriğinde ve nesnel olarak konum alan ama içinde küçük-burjuva milliyetçiliğini de barındıran antiemperyalist ve özellikle ABD-AB emperyalizmine karşıtlık temelinde konum alan Kemalist –ulusalcı dinamiklerin öne çıkardığı çelişkinin de temel sorun olmadığı bu gerçeklikte yatmaktadır.

Öyleyse bu üç dinamik ararsındaki iş ve güç birliğinin, güç olarak biriktirilmesi, geliştirilmesi, ilerletilmesi ve nitel olarak değişime uğratılması çabaları bu çerçevede gerekli olan bir politik hünere ihtiyaç gerektirmektedir. Burada bilimsel ve sınıfsal bakış dolayısıyla ideolojik-teorik donanım belirleyici olacaktır. Demek ki, ahmaklardan ve sahtekâr dinamiklerden kesinkes kopmuş bilinçli tarihsel kadrolara ihtiyaç var demektir. Yapacakları en önemli hamle ise, tarihin hızlandığı şu günlerde ortaya çıkacak olan dönemeç noktalarında hem solun ve hem de kitlelerin fenersiz kalmaması için, doğru yerlere fener tutmada hüner göstermek olacaktır.
Fikret Uzun
31Ağustos 2012

29 Ağustos 2012 Çarşamba

EGEMEN POLİTİKA EGEMEN SINIFIN POLİTİKASIDIR

EGEMEN POLİTİKA EGEMEN SINIFIN POLİTİKASIDIR

Egemen sınıf islamizasyon emretmekte idi, öyleyse, Kemalist yüksek kadroların yapması gereken “emredersiniz” demek olmalıdır ve Kenan Evren’in sözünü ettiği “ emir komuta zinciri” buradan başlamaktadır. “Emriniz olur” diyerek işe koyulan yüksek Kemalist komutanlar, egemen sınıfın emirlerine uydular ve iktidarı aldılar, Kemalizm’e ihanet ederek, sert bir İslamizasyon programı uygulamaya koyuldular.
Kuran kurslarını ve İmam Hatipleri yaymak yanında, insan aklına hücum ile muhakeme yeteneğini zayıflatarak derin bir dinsellik yerleştirdiler. Dinselleştirme, tek başına değil elbet, sürüleştirme olmaktadır. Olmuştur.
Ve hepsini “Kemalizm” ya da “Atatürk” diye diye uyguladılar. Ancak çelişkileri kimse göremedi, ya da görmek istemedi. Demek ki, sürüleştirme çok önceden başlamıştı ve sahtekârların saklanacağı alan genişlemişti.
Görülemeyen, 12 Eylül Faşist darbecilerinin, Erbakan’ı zindana atarken, partisini kapatırken, aynı anda din derslerini zorunlu yapması idi!  Çelişkiyi kimse göremedi, ya da herkesin bildiği bir sır olarak herkes görmemeyi yeğledi! Aynı anda üniversitelerde “1402’likler “operasyonu başlatıldı; Üniversiteleri Laik, cumhuriyetçi, sol eğilimli ve aktif öğretim üyelerinden temizlenmesi operasyonu gerçekleştirildi.
Politika, egemen sınıfın politikası idi ve egemen sınıf burjuvazinin en zenginleri idi. Düzenini kurmak için, bireyleri kapitalizm öncesine indirgemesi gerekiyordu. Bu, sürüleştirme ve ortaçağın bitkisel hayatına döndürmek demekti. Öyleyse tekelci düzenin yerleşmesi için İslamizasyon ve sürüleştirme gerek şarttır.
Erbakan hapse atılırken, kuran kurslarının yayılması ve İmam hatiplerin çoğaltılması ile din dersinin zorunlu hale getirilmesi sürüleştirmek için gerekli olan İslamizasyon programı idi ve bu, Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası idi.
Kemalist yüksek komutanlar, Kemalizm’i geriletirken, İslamizasyonun önünü açtılar ve yönetimi dinci akımlara devrettiler. Bununla da kalmadılar, Kemalizm’i tasfiye etmeye devam ederek, dinci akımların eline geçen yönetimin oturması için, asistanlık ve zaman zaman konu mankenliği yaptılar.
Böylece dindarlar arttı, politika ve kültür dinselleşti. Laiklik içindeki dinsel kurumlar dinamiği hızla mezhep ya da tarikat niteliğindeki dinamiklerin içine aktı. Bu akış, sadece Türkiye’de değildir, bütün dünyada ve aynı anda, Laik dinamikler, tarikat dinamiklerine akıtılmaktadır. Başrolde büyük –büyük zenginler ve onların egemen politikaları var.
Böylece insan gitmiş, din gelmiştir.  Bu işi büyük zenginler ile yüksek komutanlar el ele yaptılar. Aşırı dinsellik, insanın yerine ümmiyi koymuştur. Anadan doğmadır. Yükselmiş insanın küçültülmesi operasyonudur ki bu, yükselen insandan korkmanın ifadesidir. 
Öyleyse Türkiye’de dine dönme sınıfsal ve politiktir. Egemen sınıfın sınıfsal bakışının ürünüdür, egemen politika bu olmuştur.  
Türkiye, CIA’in Türkiye masası şeflerinden biri olan Graham Fuller’in ifadesiyle ki, kitabına isim de olmuştur, İslamizasyon programı ile “Yükselen Bölgesel Aktör” olmuştur. Öyleyse, sadece Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası ile karşı karşıya değiliz; politika ABD emperyalizminden gelmese de, uyumludur öyleyse destek ve açılım sistemlidir. Sınıfsallık ise bozulmuyor, emperyalist ABD ve AB kapitalizminin ihtiyacı da dinselleşmek-sürüleşmek, dolayısıyla orta çağın bitkisel hayatını dayatmaktır. Sonuçta Kenan Evren de itiraf etmiştir, Amerikan yetkililer de, uyum sınıfsaldır; Kenan Evren “emir komuta zinciri “demiştir ve işaret ettiği zincirin başında Büyük-büyük zenginler olduğu muhakkaktır; Amerika “bizim çocuklar başardı” demiştir ve işaret ettiği 12 Eylül faşist darbesinin planlayıcı ve gerçekleştiricisi olan yüksek komutanlardır.

Bu uyumun şimdi vardığı yer ise, Türkiye-ABD  “STRATEJİK “ ortaklığıdır. Varış hedefinde BOP-BİP olduğu gerçeği ise, artık “körlük” ve “sağırlık” dinamiklerini tuzla buz edecek netliktedir. 
Bu Politika hep vardı, ancak Sovyet sosyalizmi yıkıldıktan sonra, o zamana kadar bu yıkımı çabuklaştırmak için kullanılan “din” , ki bunu da Graham Fuller’den açıklıkla öğreniyoruz; “Komünizme karşı İslam’ı destekledik” demektedir, artık komünizmden ebediyen kurtulmak için gerekmektedir.
Demek ki, sonuç olarak, İslamizasyon sınıfsal ve politiktir ama bundan daha fazla olarak bir devlet işidir. Yani İslamlaştırmayı, İslamcılar değil, devlet yapmıştır ve başlangıcı 12 Mart veya 12 Eylül değildir, bu tarihler sonuca gitmek için hızlanmanın adıdır, başka çare kalmamış olmasının da ifadesidir diyebiliriz ki, Kenan Evren’in Bursa Nutku’nda “son çaremizdi” diye ağlaması bunun ifadesidir, başlangıç çok öncedir ve bir devamlılık içinde bu günlere gelinmiştir.
Demirel’in Nur tarikatını koruyup, kollaması, Ecevitlerin Fetullah Gülen’e’e güzelleme yapmaları, Özal’ın Fetullah Gülen’i Köşkte saklaması, Demirel’in Türkî devletlere Gülen için referans vermesi, hepsi bu devamlılık içindedir ki, çok öncesinde “komünizmle mücadele Dernekleri”ni aktif militanı olarak zamanın cumhurbaşkanı ile aynı derneğin mensubu olması da bu devamlılığı ve Fetullah Gülen’in bir devlet eli mamulü olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Öyleyse Fetullah Gülen Kemalist TC yönetiminin eli mahsulüdür diyebiliriz ki, pamuklara sarıp büyütenler Özal-Demirel –Ecevit’tir ve hiç saklama gereği duymamışlardır, inkâr etmemişlerdir.
Şimdi TC eli mahsulü Fetullah Gülen amiline isyan durumundadır.
Asıl sonucu yazmak gerekirse, Türkiye’yi İslamlaştıranların Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu görebiliyoruz. Kemalizm’e ihanet ile Türkiye halkını karanlığın içine soktular.
Graham Fuller’in kitabını takdim niyetine yazan Boston Üniversitesi Antropoloji profesörü Agustus Richard Norton’un şu ifadeleri oldukça öğreticidir;  “Toplumsal açıdan Kemalist girişimcilerin çoğundan daha muhafazakâr olan bir orta sınıf tarafından desteklenen AKP’den söz eden Norton, partinin seçmenlerinin benimsediği “Müslümanlık” ,Türk milliyetçiliğinin kıvama getirdiği bir Müslümanlıktır. Bu insanların birçoğu Nur hareketi içinde yer alırlar ki bu, Türkiye’nin en geniş toplumsal hareketidir. Fuller’in izah ettiği gibi, güçlü bir Türk devlet’i öncülüne az çok yaslanan bu hareket İslami modernizme dayanmaktadır.” Diye yazıyordu. Fuller’in dedikleri ise uzundur ve tam da bu günleri işaretle önerilerde bulunuyordu. Türkiye’nin büyük zenginlerine bir politik ders mahiyetindedir ve belki de kurulan sınıfsal konsensüste payı büyüktür. Çünkü AKP si de, CHP si de, hatta BDP si de, açılım perspektifi almak veya “en iyi ben yaparım” deyyu mülakat vermek için Amerika’yla pek yakın mesafede durduklarını saklama gereği duymadıkları gibi övünerek ilan etmeyi şanlarından saymaktadırlar.

Evet, İslamlaştırma operasyonu sınıfsaldır ve büyük zenginlerin egemen politikasını emir telakki eden yüksek komutanların, Harp Akademilerinden, Türk-İslam sentezi ( aydınlar ocağı) elemanlarını Akademiye “hoca” yaparak başlattıkları operasyondur. O halde AKP nin iktidara oturtulmasını da bu operasyonun içinde ve Kemalizm’e ihanet eden “Kemalist” yüksek komutanların işi olduğunu da eklemek gerekmektedir.

Ordunun, İslamizasyonu solu yenmek için getirdiğini ise, çok tekrarladık ve bu hatırlatmayı bir kez daha sonuç bölümümüze ekliyoruz.

Bu sonuçtan başka ve hep tekrarladığımız bir sonuç daha çıkmaktadır; 12 Eylül faşist darbesi ve yerleştirdiği rejim, Kemalizm yerine “Türk-İslam” sentezi düşüncesini yerleştiriyordu, bu ideolojinin örgütü ve yayıcısı ise, Aydınlar Ocağı’dır.

İdeologlarının açılımı önemlidir ki, şöyle buyuruyorlar; “din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan imam-hatip okulları reorganize edilmelidir, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vesaire hüviyetler de kazandırılmalıdır.”
Kazandırıldığını açıklıkla görüyoruz.
Bir de TİB (Toplumsal İlişkiler Birliği) var ki, çoğunluğu subaylardan oluşan bir devlet dairesidir, bir taraftan Talim ve Terbiye Kurulu aracılığı ile kontrol ettiği Milli Eğitim’e ‘Atatürkçülük ve konsept’ kavramlarını yerleştirmeye çalışırken; diğer taraftan, yurt dışında dağıtmak üzere Kuranı Kerim hazırlatıyor ve aynı zamanda da, Orhan Gökdemir’in bilgilendirmesiyle ‘Profesörler mafyası’ aracılığı ile üniversitelerde araştırma yaptırıp, sahte diplomalar dağıtıyor olduğunu öğreniyoruz.
Burada mühim olan, devlet eli mahsulü olan bir şebekenin varlığıdır. Orhan Gökdemir’in anlatımından bunu öğreniyoruz.
Burada Taha Parla’nın tespitlerini de hatırlatmayı yararlı buluyorum; “Din-devlet ilişkisi konusundaki değişime” dikkat çeken Parla, şöyle diyordu; “ İşte 12 Eylülden sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin, klasik laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslam sentezi adı altında, vurgu Türk’te, oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe, vurgu milliyetçilikte, razı gelişleridir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir.”
Taha Parla, devamla şöyle diyordu; “Anayasanın 42.maddesi eğitim ve öğretimin Atatürk “ilke ve inkılâpları”, doğrultusunda yapılmasını öngörürken, başlangıçtaki “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” ibaresi, İslamiyetten başka ne olabilir ki; ilk ve orta öğrenime konulan zorunlu din ve ahlak derslerinin anayasal dayanağını oluşturmaktadır. Yeniden yazdırılan tek tip ders kitapları, müfredat ve disiplin politikaları, milli tarih ve coğrafya konuları, Türk-İslam temaları ve bunlara karşılık Batı biliminin yasaklanan ürünlerine burada girecek yerimiz yoktur.

Artık Atatürk milliyetçiliği değil, en azından, Atatürkçü ve dinci bir milliyetçilik söz konusudur.

20.yüzyılda “dualı” milliyetçilik, modernleşmeyi değil, yeniden gelenekselleşmeyi temsil etmiyor mu?”

Demek ki, sınıfsal baktığımızda, karşımızdaki düşman, egemen sınıf olan büyük zenginler sınıfıdır ve artık egemen sınıfın politikalarını Kemalist yüksek kadrolar değil, dinci akımlar yürütmektedir. Demek ki milliyetçiliğin rengi dinci-milliyetçi olmuştur ki, son 10 yıldır, dinci-milliyetçi eksenindeki ittifakın ince ince çalıştığı apaçık görülmüştür.

Peki, bu gerçek orta yerde dururken, nedir bu Atatürk düşmanlığı ve geleneksel ve artık hiçbir güç dinamiğinde, hatta adında Kemalist olan dinamiklerde bile, güç olmaktan uzaklaşmış olan Kemalizm’i baş düşman sayma ahmaklığı ve bunu hatırlatanları Kemalizm hayranı saymak ne anlama gelmektedir?

Bu noktada, bu sorunun cevabı düşünülürken, biz TİB’e dönerek devam edelim; TİB’in,12 Eylül cuntası tarafından ve 1983 ‘te kurulduğunu biliyoruz.. Genelkurmay genel sekreterliğine bağlı olarak gizli bir kararname ile kurulmuştur. Amacının toplumu İslamize etmek olduğu adında gizli idi. MGK danışmanı Ertuğrul Zekai Ökte, TİB’i kurmayı üstlendi ve ilk işi AKSİYON dergisine mülakat vermek oldu, şimdi de modadır ve yeni kurulan Komünist parti yöneticileri bile, ilk mülakatlarını buraya vermektedirler.
TİB’in başta gelen subaylarından olan Oğuz Kalelioğlu, Diyanet’in baş danışmanı idi. Bir diğer subay ise, Tahir Taner Kumkale’dir ki, aynı zamanda Fatih Üniversitesinde “Atatürkçülük” dersi veriyordu. Çelişkinin yamanlığına somut bir örnektir.
Albay Altan Ateş ise, Işıkçıların kanalı TGRT nin başındaydı. Hepsinin, başından beri tarikatların içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Bir de DİTİB var, TİB den bir yıl sonra kuruluyor ve yurt dışında Almanya’da faaliyet gösteriyor. DİTİB başlangıçta bir ülkücü girişimdir. MHP kökenli Selahattin Saygın ve Tayyar Altıkulaç kuruluşta yer almışlardı.
O sırada Diyanet’in din görevlileri, ilgili Avrupa ülkesinden maaş almakta idi. Avrupa’daki Türk vatandaşlarını İslamize etmek için kurulmuş olan İslam Kültür Merkezleri, Türk ve Suudi görevlilerce birlikte yönetilmekte idi ve yapılan protokol gereği Türk büyükelçileri, ”ikinci başkan” olmaktadır. Onur Öymen, bu büyükelçilerden birisidir. Ve bu gün “İslami İktidar”ın en önde gelen destekçisinin AB olması rastlantı değildir.
TİB, her ne kadar Toplumsal İlişkiler Birliği olarak anılsa da, asıl açılımının “Türk İslam Birliği” olduğu artık daha nettir.
DİTİB ise, “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği”dir.
Hepsi bu günler içindir ve Orhan Gökdemir’in ifadesiyle artık Laisizm silahsızlandırılmıştır ve de Laisizm, kendisini koruyacak bir orduya sahip olmamakla birlikte, buna karşın laisizmin toplumsal bir tabanı olduğunun ortaya çıkmış olduğu da bir gerçektir. Bu nedenle mücadele, halk ile siyasi devlet teşekkülleri arasında sürmektedir. Ve bu mücadelenin kızıştığını, hep beraber görüyoruz. Daha da kızışacaktır ve bunu da görmekten çok uzakta değiliz.
İşte bu aşamada, düşünmeyi unutmuş olduğu anlaşılanların hala Atatürk düşmanlığını ve “baş düşman” olarak Atatürkçülüğü öne çıkartmakta ısrarcı davrandıklarını görmek düşündürücüdür.
Oysa uzun zamandır Kemalistlerin hiçbir yerde bir güç olmadıkları aşikârdır. Kemalist renk te kalmamıştır. Kemalizm’de komşularını bombalama yoktur; özelleştirme yoktur; düvel-i muazzamanın kucağına oturmak yoktur. Öyleyse Kemalizmi Erbakan’a muhalefete indirgeyemeyiz. Ve Erbakan gitmiş yerine ondan daha çok Erbakancılık yapacak olan ordunun yönetimi almasıyla Kemalist yüksek komutanlar, yönetimi Kemalizmi ortadan kaldırmak isteyenlere teslim etmiştir. Somut gerçeklik budur. 
Burada karıştırılan bir konuyu hatırlatarak gündeme taşımak istiyorum ki, üzerinde düşünmek yararlıdır. 12 Eylül öncesi ve daha öncesi de var, altmışlı yılların ortaları diyelim, sosyalist hareketi Kemalizm’in kuyruğunda terbiye etmeyi politika sayanlar var, bu ayrıdır, Kemalizm’e yaslanarak sosyalizme kaymayı programlarına alanlar da var, bu da ayrıdır ancak asıl mücadele Kemalizm’i aşmak isteyenlerle onu ortadan kaldırmak isteyenler arasında sürmekte idi.
Kemalizm’e ihanet eden Kemalist yüksek kadrolar, komutanlar demek istiyorum, önünü kesemedikleri sosyalist iktidara ulaşmaya kararlı olanları ortadan kaldırmak için, Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyenlere, dinci akımlara demek istiyorum, yönetimi devretmişler ve yerleşene kadar desteklerini vermişlerdir. Şimdi bütün Kemalist dinamiklere, “bizim” sıfatı eklenmiş, bu dinamiklerin başına getirilen devlet kadroları, dinci akımların temsilcilerinden veya taraftarlarından seçilmektedir. Bunu artık açıklıkla görüyoruz ancak bu politika hep vardı.

Bu sırada dinci akımlara karşı yürütülen mücadele ise, ilkeden çok kontrol planında sürmüştür. Böylece neredeyse bütün güç merkezlerinden Kemalist renk ve Kemalistler çıkartılmıştır. Dolayısıyla mücadele halka kalmıştır ve halkın içinden Kemalizm’e dönüşün yükseldiğini, en azından yükseleceğinin işaretlerinin görüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Sıkışınca genleşme olur ve bir yerden dışarı fırlar, bu en temel bilimsel yasa burada kendini hissettirmektedir; güç merkezlerinden kovulan ve ihanete uğradığını fark eden Kemalizm, genleşerek halkın arasından fırlayacaktır, yükselecektir demek istiyorum.
Ancak “asıl düşman” formasyonu ile değil, kendisini ortadan kaldırmak isteyen düşmanlarına karşı daha ileri ve halk rengi ile yükseleceği açıktır. Daha doğrusu bu yükseliş, sosyalist iktidar hareketinin teorik ve politik hüneri ile bağlıdır. Çünkü en yükseği de olsa, Kemalist hareket, sosyalist hareketi ileri götürmez, olsa olsa kendisini daha ileri ve sol bir eksene götürebilir ki, sosyalistlerin buradan geriye gitmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla bu eksen, sosyalist hareketin ilerlemesi ve tarihin ilerlemesi açısından olduğu kadar, tarihsel ve dinsel-gerici - faşist güçlerin geriletilmesi açısından da ve tümüyle iş ve güç birliği ilişkisi temelinde, ileri bir adım olacaktır.
Bu ilişki, nesnelliğin üzerine oturarak sürdüğü müddetçe, Türkiye’nin sorunlarının çözümü kolaylaşacaktır ve kolaylaştığı görüldükçe de, ilişkinin niteliği değişerek, gelişecektir, hatta dönüşecektir.
Diğer yandan egemen sınıfın, Türkiye’de uzun zamandır, tekellerin rejiminin,12 Eylül rejimidir, daha sağlam yerleşmesi için bahane edilen ve Türk sorunu haline gelmiş olan ve aynı zamanda emperyalist ABD nin de sorunu olmuş olan Kürt sorununu çözmek değil, çözmemek egemen politikası olagelmiştir. Bu da, çözümdür ve bu çözüm, tekellerin ve ABD emperyalizminin çözümüdür.
İşte bunun için de, nesnelliğin üzerine oturtulan bir ilişki gerekmektedir. Türkiye’nin ihtiyacı budur. Burada sözünü ettiğim formel yapıların birbirleri ile ilişkisi değildir. Sözünü ettiğim, Türkiye’nin ihtiyacı olan çözüm gerçekten isteniyorsa ki, nesnel olarak eğilimin bu yönde olması gerekmektedir, çözüm sosyalistlerin, Kürt emekçi eğilimi taşıyanların ve yükselen Kemalistlerin iş ve güç birliğinde olacaktır. En olası ve çözüme en yakın birlik olarak, ufukta böyle bir birlik görülmektedir. Birbirini mahkûm etmeden, birbirlerinin değerlerine saygı temelinde, birbirini eleştirmeyi ihmal etmeyen bir birlik.
Burada ilke, birbirimizi değil, halklarımızın duygularını incitmekten sakınmak olmalıdır. Önemli olan halk sevgisi, halklar arası sevgidir. Buradan hareketle “Kürt-Türk Birliği”nden, emekçi Türk halkımız ile emekçi Kürt halkımızın beraberliği anlaşılmalıdır.
Artık daha net görülüyor, cumhuriyeti “Kemalist” yüksek komutanlar çökertmiştir, öyleyse “Kemalist” cumhuriyet çökmüştür.  Bu, Kemalistleri bütün güç merkezlerinden temizleyerek gerçekleştirilmiştir. Kemalist renk ise, Kemalizm’de çoktandır yoktu, rengi önce gitti, arkasından Kemalizm’in düşüşü geldi. Şimdi, güç merkezlerinden çıkartılan Kemalistler, halkın içindedir ve çökertilen cumhuriyetin güç merkezleri peşinde olmanın kıymeti harbiyesi kalmadığının bilincindedirler. Bu, bir daha iktidar olmalarının devrimle mümkün olduğunun bilincinde olmak demektir. Ancak, bundan sonra ülkemizde gerçekleşecek hiçbir devrimin Kemalizm bayrağı çekmesi mümkün görünmemektedir.
Her son bir başlangıç, her çöküş bir kurtuluş olmaktadır. Her çöküşten sonra gelen kurtuluş reddin reddi kıvamındadır. Göndere çekilecek bayrağın rengine vurgu bu anlamdadır. Kurtuluş ise devrimdedir. Devrim, ayağa kalkmaktır ki, ayağa kalkmanın renginin daha ileri bir noktayı işaret etmesi için ise, hafızasını yitirmiş ve sürüleştirilmişlerin bundan kurtularak ayağa kalkmaları gerek şarttır.

Burada, Atatürk’ün adına yazılan Türk kurtuluşunun, muhafazakâr olduğunu hatırlatmak tam zamanıdır. Türk ulusal kurtuluşu, toprak ağalarına, Kürt şeyhlerin ve aşiret reislerine dayanmış ve her zaman emperyalist güçlerle uzlaşma noktası aramıştır. En fazla ayrı olduklarını düşündükleri zamanda bile, yine de İngiltere ile uzlaşma planları düşüncesini atamamıştır.
Bu gerçeğin taşıdığı ders, Kürtler için olduğu kadar, Kemalistler için de altın kıymetindedir. Kemalistler, şimdi bu “kurtuluş”un simetriğindedir, Yani Toprak ağalarına, aşiret reislerine ve tarikat şeyhlerine karşı cumhuriyet ekseninde, büyük Türkiye tarafındadır ve emperyalist güçlerle uzlaşmaktan uzaktır.
Görülmüştür ki, emperyalizmden medet uman, emperyalizmle bağları koparamayan, şeyhlere, zenginlere dayanan bir kurtuluş, kurtuluş olmamaktadır. Olmadığını net olarak görmekteyiz.
İşte Kürt hareketinin en çok ders alacağı ve göz önünde tutacağı nokta burası olmalıdır.
Kürtler, bu gün oldukça uzun süren özgürlük ve kimlik mücadelesinde çok ileri bir noktaya ulaşmışlardır. Ulaştıkları bu günkü noktaya güçlükle ama kendi güçleri ile gelmişlerdir. 
Kürtler kendi güçlerine dayanmak ve güvenmek durumundadırlar.
Artık emperyalistlerin dış politika oyunlarına alet olmayacak ve bundan çare ummayacaklardır. Öyle umuyorum.
Kürtlerin bütün güçleri kendileridir. Bunun dışında bölge halklarının devrimcileridir. Devrimciler, devrimcilerle beraberdir. Beraber olmalıdır. Kürt halkının en büyük destekçisi her türlü milliyetçi önyargıdan uzak Türkiye’nin işçileri olacaktır; yani ABD emperyalizminden gelecek“dostluk” da,”destek” de Kürt kurtuluşuna ilaç olmayacaktır. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman olmamıştır ki, aksine emperyalizm, hangi kılıf altında girerse girsin, girdiği her yere baskısını götürmüştür. ABD emperyalistlerinin ve tekellerin diline doladığı “UKKTH” şiarı ise, Amerika’nın ve tekellerin hatta Barzanilerin ağzına hiç yakışmamaktadır. Çünkü Her şiar, ekonomik gerçeklerin, siyasi durumun ve şiarın taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanmak zorundadır. Bu anlamda, “UKKTH” şiarı yanında “demokrasi” sözcüğü, ABD emperyalizminin dilinde bir eşek arısı misli durmaktadır. Aynını Kürt ulusal sorununda reformist Politikalara, yani egemen sınıfın politikalarına teslim olmuş olan reformistlerin, küçük-burjuva milliyetçilerin dilinde de tıpkı bir eşek arısı gibi vızıldamaktadır.
Bununla birlikte Amerika, bölgeye yerleşmeye ve bölgede kalmaya çok önce karar vermiştir ve Vietnam’da, Irak’ta ve Afganistan’da kalamadığını unuttuğu ve hâlâ bu bölgede kalmaya kararlı olduğu görülmektedir.
Amerika, öteden beri, Kürt şeyhlerinden, aşiret reislerinden, bunları egemen yaparak, bir Kürt varlığını, bu bölgede İsrail’e destek yapılmasından yana idi. Daha doğrusu bu dün böyle görünüyordu. Şimdi fotoğrafın tamamı ortaya çıkmıştır, asıl istediği, Kürtler üzerinden İsrail’e büyük bir devlet vermektir. Hediye etmektir, demek istiyorum.
Dün, Amerika’nın bu yöndeki bir Kürt devleti projesine karşı çıkan Türkiye’nin, bugün bir “eş başkanlık” dinamiği ile Amerika’nın stratejik ortağı olduğunu ve doludizgin hazırlanan, Yahudi –Kürt devletine veya Kürt-Yahudi devletine karşı çıkmadığını, kendi söylem ve icraatlarından biliyoruz.
Ancak bunun olumlu bir yanı da vardır; Amerika’nın bölgeye yerleşme şartlarını hazırlaması ve bunu yaparken Kürt ağa ve beylerine, şeyhlerine dayanması, onları güçlendirmeye çalışması, bir savaşı başlatmış ve bu savaşın sonucu, ortaya Kürt gerçeğini çıkartmıştır.
Kürt gerçeği ise, hem Türkiye’de ve hem de dünyada kabul edilmiştir. Demek ki, bu savaşın asıl ve tek galibi Kürtlerdir ki Kürt yükselişi, hep aydınlık, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olmuştur, çözümü aydınlıkta gören bir yükseliş olmuştur.
.

Emperyalizm bir zifiri karanlıktır; büyük sermaye, bu karanlığın içinde kördür, şovenistler ise, hepten ışıksızdır.
Türkiye’deki tutuculuğun, Kürt gerçeğini görmezden gelmekten vazgeçmiş olması, uzun zaman öncedir. Ancak tutuculuk, asıl düşmanlığı her zaman ve her yerde aydınlığa karşı olduğu için, Kürt gerçeğini tümden red etmeyi bırakmış olmakla birlikte, Kürtler arasında tutucu müttefikler aramıştır, bulamadığı yerde yaratmış, bulduklarını ise büyütmüştür.
Ancak, şimdi görülüyor ki, bu kararından vazgeçmezse, Kürtler, Araplar ve Türkler, halkları demek istiyorum, Amerika’ya çok daha acı Vietnamlar yaşatacak, Türkiye’deki tutuculuğu ise, ait olduğu yere, karanlığa gömecektir.
Şimdi buradayız.
ABD emperyalizmi açılımlarını hep din ve ulusçulukla düşünmüştür. Türkiye ise, emperyalist düşlerini, kuzeye Türk, güneydoğuya doğru bir Kürt ulusçuluğu ile uyandırmıştır.
Körfezdeki ABD savaşıyla birlikte Kürt sorunu, özellikle ABD emperyalizminin YDD adını verdiği operasyonel projeleri ile ve Türkiye’nin rejiminin kendisini bir alt emperyalist ülke olarak yenileme ihtiyacını duymasıyla birlikte yeni bir yörüngeye girmişti. Böylece ABD hegemonik gücünü yenilemiş, bölgede kalıcı bir güce dönüşmüş ve bölge güçlerinin savaş şokunu atlatarak hegemonyasını nasıl tanımlayacaklarını beklemeye çekilmişken, Saddam’ın büyük Kürt göçüne yol açan saldırısı, hegemonyasını yenilemiş ABD nin bekleme yerini, “Güney Kürdistan” yapmıştır.
ABD nin bekleme yerinde yaptığı hazırlık ise, öncelikle bölgede gücünü sergilemeye ve hegemonyasını pekiştirmeye yönelik idi. Ortadoğuyu yeniden örgütleme ve buna göre YDD projesine devam etme kararlılığı güçlü idi. Bu program, aynı zamanda bütün sosyalizan etkileri ve siyasetleri temizlemeyi de içeriyordu. Dolayısıyla oldukça sert bir ideolojik mücadele kendini gösteriyordu. En öncü ve istekli savaşçıları, dün sosyalist / komünist kimlikleri ile önemli mevzilere yerleşmiş olan, ancak 12 Eylül ile birlikte daha önce kanatlarına bindikleri yükselen dalganın, aşağı inmesi ile dalga değiştirerek, yeni mürteci olan ve kendilerini yeni-liberal olarak pazarlayan sahte sol gömlekli aktörler oldu.
Örnek olsun, birisi TKP nin son genel sekreteri Nabi Yağcı ise, bir diğeri de Halil Berktay’dır, diğerleri ise, örneğe sığdıramayacağım kadar çoktur. Arkasından takipçileri de çıkmış ve sıralarını bekleyerek, bu günlerde, ABD nin YDD ne daha çok su taşımak üzere öne çıkmıştır. Örnek isim mi istiyorsunuz? En çarpıcı örnek, S.S.Önder’dir ki, E.Kürkçü’yü bile gölgede bırakmıştır ve açık bir dille atalarının Nur şakirdi olduğunu, kendisinin de Risale-i Nur ile büyüdüğünü ve gelmiş geçmiş en büyük aydının Said-i Nursi olduğunu, Türkiye’nin Saidi Nursi’yi dinlememesi nedeniyle sorunların büyüdüğünü vb. vaaz edip durmaktadır. Şimdilerde ise, AKP yi bol bol eleştirirken, AKP nin ideolojisini ondan daha iyi savunmaya çalışmaktadır.
Demek ki, ABD ideolojik mücadelesinde sol renkli savaşçılar bulmakta hiç zorluk çekmemiş olsa da ve bu yönde epey yol kat etmiş olsa da, nesnelliğin gücünü aşamamış ve ideolojik mücadelesine oturttuğu akıl bozucu teorilerinin, pratiğin doğrulayıcılığı karşısında sürekli olarak iflas etmesini engelleyememiştir.
Bu, ABD yi, pratikte, YDD sinin bölgeye yansıyan adı olan BOP projesini gerçekleştirmek için, bir ileri, iki geri adım atmaya mahkûm etmiş ve hatta en heveskâr kalemşörleri, ideolojik tetikçileri, bunu BOP projesinden vaz geçtiği yollu yutturmaya çalışmışlardır.
Ancak ABD istese de BOP tan vaz geçemeyeceği gibi, YDD çerçevesinde asıl hedef BİP olduğuna göre, şimdi daha sabırsız olan İsrail olsa gerektir, aynı zamanda BOP u kotaracak mecali kalmadığının da farkındadır ve artık “geriden liderlik” misli zırva politik manevralardan medet ummaktadır. Kim bilir, belki de rüyalarında, Vietnam’dan yediği tokadı görmekte ve ürpermektedir ki, Bunun, Saddam üzerinde gösterdiği yetmemiş gibi, Kaddafi üzerinden de gösterdiği yenmekten ziyade, pişman etmek politikasına yansıdığını gördük, Suriye’de ise, birkaç devlet görevlisinin suikaste kurban gitmesinin, korkularından kurtulmasına yetmediği açıkça görülmektedir.
Dün, bölgedeki tüm güçler göremiyordu ama bu gün görüyorlar ve ona göre konum alma yönünde hareketleniyorlar ki, kimliklerini buna göre tanımlamak zorunda olduklarının bilincine varmaları hızla artmaktadır. Ya ABD nin düşmanı, ya da dostu olunacaktır.
Kürtler de kimlik mücadelesi vermektedir ve ABD nin dostluğunda Kürtlerin kendilerini kişilikli hissetmelerini bekleyenleri hayal kırıklığı beklemektedir. Kendisini emperyalist ABD nin “dost” luğunda kişilikli hisseden bir halk dünyada bulunmamaktadır.
Ulusal karakter, bahşedilen ya da sonradan edinilen bir özellik değildir. Bir kimliğin restorasyonu ve çağa ait kılınmasıdır söz konusu olan. Emperyalist tahakküm ve sömürü ise, varlığını artık kolay gizleyememektedir.
Başlangıç aşamasındaki ulusal ve sosyal bir mücadelenin kolaycı çözümlemelerden uzak bir anlayışla ele alınması gerekiyor. Ancak Kürt halkının önemli bir bölümünün Amerika’nın varlığına sıcak baktığı görülmektedir. Öte yandan Amerikancılıkta sınır tanımayacak olanlarının varlığı da kendini hissettirmektedir. İşbirlikçi Kürt ilkel milliyetçiliği olarak gelişen bu hareket, varlığının ve gelişiminin zorunlu koşulu olarak, hep aydınlık için, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olan, çözümü aydınlıkta gören bir yükseliş olan Kürt hareketinin de karşısına yerleşmiştir veya yerleştirilmiştir.

Diğer yandan, ABD bekleme yerinde gücünün nasıl tanımlandığını gördükten sonra, daha da pekiştirmek üzere, daha sert bir gösteri yanında, en sert ideolojik mücadeleyi de öne çıkartmış ve öncesinde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı edindiği deneyimleri bölgeye taşımaya çalışmıştır. Ancak pek başarılı olduğu veya öngördüğü program çerçevesinde istediği kıvama getirdiği söylenemez.
Bu durumda PKK yı eksen alması kaçınılmazdı ve öyle de olduğu görülmektedir, ancak Türkiye’nin de bu deneylerden yararlandığı ancak başarılı olamadığı da görülmektedir. İşte ABD, bir adım ileri iki adım geri taktiğini bu eksende de sürdürerek, gücünü BOP un tamamlanmasına yöneltmiştir. Bu çerçevede epey bir yol açmış olmasına karşın, bunun yetmediği ve Suriye duvarına, ancak Rusya Federasyonu ve Çin duvarı demek daha doğrudur, toslamış olduğu ama bu duvara abandıkça, kendisinin geriye gittiği görülmektedir.

Öte yandan, Kürt halkı da, Türkiye solu da bir kişilik ve kimlik mücadelesi vermektedir. Bu açıkça görülüyor. Türkiye, Kürdü ile Türkü ile kimliğini ileri sosyalizmde bulacaktır. Emperyalist sistem içindeki uzun tarihinde sömürge bile olamayan Kürt coğrafyası, bu gün, Amerika’nın karşı devrimi ile boğulmak istense de, bir devrim içersinde olmaya devam etmektedir. Devrimler ise, köklü ve derin gerçekliğin üstüne otururlar. Hep öyle olmuştur. Akılcı bir ideolojiyle hareket edilmezse ki uzun zamandır hal böyledir, ileri sosyalizm ile korunmazsa Kürt halkının özgürlük kazanması, kazansa bile yaşaması, hele ki, ABD nin dostluğundan medet umulmaya devam edilirse imkânsız kere imkânsızdır.

Türkiye’nin Kürtlerini Türkiye’den ayırarak, İsrail’in hegemonyasında, Siyonistlerin ve Barzani’nin kukla yönetiminde bir büyük Kürt –Yahudi devleti yaratmak, sadece ABD-AB emperyalizminin can attığı bir hedef değildir; aynı zamanda emperyalist arayışlar içine girmesi yeni olmayan Türkiye’nin, bu arayışını gerçekleştirmeye yakınlaştığını öngördüğü için, bu hedefi kabul edilebilir bir seçenek olarak görmesi de kaçınılmazdır.

Burada iki çizgi, her zaman olduğu gibi, devrimci çizgi ile reformist çizgi çatışma halinde olmaya devam edecektir ki, ABD ve Türkiye’deki 12 Eylül rejimi, devrimci çizgiyi asimile ederek,  Kürt ulusal hareketini, ABD yi “dost “ belleyen, tutucu bir çizgiye çekmekten vazgeçmeyecektir.

Bununla birlikte,  Türkiye’deki sol/sosyalist hareketi, özellikle işçi ve emekçi kitlelerinde tarikat dinamiklerini etkin kılarak, dinsel dinamiklerle terbiye etmeye çalışması da devam edecektir. Bunun için, Kürt coğrafyasında, Ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine ve kaderleri tekelci ilişkilerde olan Kürt burjuvalarına dayanılırken, Türkiye’de ise, eskiden kalan sol/sosyalist gömlekleri sayesinde sosyalist hareketin, işçi hareketinin içinde dolaşarak akıl bozan, sahte sol gömlekli, yeni mürteci devşirme solcuların ideolojik tetikçiliğine dayanmaktadır.
Bir dayanakları daha vardı, ancak artık kalmamıştır, çünkü takke düşmüş kel görünmüştür. O da, dün sol/sosyalist hareketin ilerlemesini ve Kürt coğrafyasındaki kimlik ve kişilik mücadelesini en kanlı ve en sinsi yöntemlerle bastırmayı deneyip, başarılı olamadığı için, yönetimi dinci akımlara teslim eden “Kemalist”yüksek kadrolar ve dayandığı “Kemalist” dinamiklerdir.
Ancak, görülen o ki, bütün dayanakları bir bir yıkılmıştır ve dayanakları yıkıldığına göre, kendilerinin de yıkılması kaçınılmazdır. Yıkılmışlardır.
Öyleyse ders çok değerlidir; hem halkın içinden yükselen Kemalistler için ve hem de Emperyalist ABD’nin “dost”luğunda kurtuluş arayan Kürtler için.
Teorisiz devrim olmaz, bu doğrudur ve bu, bilimsel bir tespittir ve devrimcilerin düsturudur.  
Ancak Türk ve Kürt solunda teorinin kalmadığı bir yana, bu düsturu da hatırladıklarını düşünemiyoruz, aksine giderek esnaflaştıklarını görebiliyoruz. O kadar öyle ki, tümüyle emperyalist kapitalizmin sınıfsal saiklerle sarıldığı ABD emperyalizminin Kürt çözümünden, ABD nin “dost”luğunu bulabiliyorlar ki, hem kavramlaştırmaktan kaçındıklarının ve hem de teoriye sırtlarını dönmekte olduklarının göstergesidir.
Bu anlamda Kürt ve Türk solcuları, “sosyalist “sol demek istiyorum, ABD nin, tekellerin ve reformistlerin dilinde eşek arısı misli vızıldayan “UKKTH” ve “demokrasi” sloganlarını teori saymakta, emperyalizmin girdiği her yere baskısını götürdüğünü, daha doğru ifadeyle bu baskısını yerleştirmek için, dilinde bir eşek arısının vızıldaması misli sırıtsa da, her türlü sloganı diline yerleştirmekten çekinmediğini unutmuş görünmektedirler. 
Oysa, ABD emperyalizmi, Fransız ve Japon emperyalistlerinin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Vietnam’a girerken de, bu tür bir vızıldamayı kılıf yapmış, ancak Vietnam halkı, bu vızıldamaya prim vermeyerek, ABD nin sahte sloganlarında “Dostluk”  görmemiş ve Amerika’ya görülmemiş bir yenilgi tattırarak,Vietnam’dan kovmuştur. Geride kalan acılarının ve yaralarının üstesinden çok çabuk gelerek, Vietnam ulusal kurtuluş hareketini gidebileceği en yüksek noktaya taşımıştır.
Kürtlerin ve Türklerin gerçek sol renk taşıyan aydınlarının ve devrimcilerinin büyük çoğunluğunun ise, bu gerçekleri unutmamış olmakla birlikte, ulusal soruna normatif yaklaşmaktan kurtulamadıkları, bu nedenle de, cesur ve kararlı teorik-politik yaklaşımlardan uzak durdukları görülmektedir. 
Dolayısıyla Kürt ve Türk aydınlarının, devrimcilerin büyük çoğunluğu ve hem de Kürt, Türk emekçi halklarının önsezilerinin hissedilen ağırlığına karşın, tıpkı Türkiye’de solun iktidarı alamamasının faturası olan 12 Eylül ile Türkiye emekçi halklarının ağır bedel ödediği ve ödemekten hâlâ kurtulamadığı gibi, başka ifadeyle 12 Eylül gelirken “Faşizme geçit yok” “Faşizme karşı UDC” türünden haykırılmasına rağmen, solun/ sosyalistlerin kendilerini rahatlatmaktan öteye bir etki sağlayamayanlarca ve faşizme karşı ufuklarını genişletmemekte maharet gösterenlerce dar ufuklara veya ufuksuzluğa hapsedilmiş kitlelerin, hapsoldukları dar ufuklarının penceresinden 12 Eylül faşizminin yerleşmesini sadece izlemeye mahkûm edildikleri gibi, emperyalizmin zifiri karanlığı içinde, büyük sermayenin son derece sınıfsal ve şoven kini altında, hep aydınlık yönünde ve ağalığa, şeyhliğe, karanlığa karşı, laik bir çıkış olarak yükselen Kürt devrimci hareketinin,Türkiye’nin devrimi ile buluşamamasının faturası olacak olan Türkiye’nin emekçi halklarını koyu bir dinci-gerici-faşist karanlığın köleliğine mahkûm edilmesi pahasına ve ABD emperyalizminin çıkarları ile tamı tamına uyumlu bir “Kürt Çözümü”nü, hâlâ genişletemedikleri kendilerini hapsettikleri dar ufuklarının penceresinden izlemektedirler.
Öyleyse apaçık görülüyor ki, Vietnam’ın devrimcilerinin, dar ufuklara hapsolmadıkları için, ABD emperyalizminin insanlık dışı saldırıları yanında, sinsi oyunlarına rağmen zafer kazanmalarındaki ufku yakalamak, tümüyle emperyalist ABD’nin çıkarlarının ve daha çok da, içine düştüğü kriz çukurundan kurtulması çabalarının gereği olan  “Kürt Çözümü” tiyatrosunun ufkundan kurtulmakla mümkündür, eğer Kürt,Türk aydınları ve devrimcileri ABD’nin ufkundan kurtulamazlarsa, bu ufku Kürt emekçi halkı paramparça edecek ve Kürt, Türk ufuksuz aydınları, devrimcileri depara kalksa bile, Kürt emekçi halkının yükselişinin önüne geçemeyecektir. Bunları, Kürt halkı affeder mi bilmem ama tarihin affetmeyeceği açıktır.
Fikret Uzun
29 ağustos 2012