30 Nisan 2012 Pazartesi

1 MAYIS ÖNCESİ EMEK ÖRGÜTLERİ SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK İŞÇİLERİN VATANI VE 1 MAYIS



1 MAYIS ÖNCESİ “EMEK ÖRGÜTLERİ”, SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK, İŞÇİLERİN VATANI ve 1 MAYIS

"EMEK HER TÜRLÜ ZENGİNLİĞİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI" diyorlardı. Öyle yazılmıştı, ünlü Gotha programında. Peki, öyle mi imiş? Öyle mi? Burada kastedilen belli diyerek Marx geçiştirmiş mi? Geçiştirmemiş ve net olarak koymuş. “EMEK HER TÜRLÜ SERVETİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI DEĞİLDİR." En azından bu biçimdeki bir anlatım doğruyu vermemektedir. "Emek evrime uğrayarak sosyal emek haline geldiği ve böylelikle servetin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda ise servet ve kültür gelişir." Böyle düzeltmiştir Marx. Demek ki, gerisi burjuva lafazanlıktan başka bir şey değildir.

"Emek örgütleri" ifadesi de aynı tür bir lafazanlığın içindedir ki, Türk-İş’in de, o tür diğer sendikaların da, sınıf sendikası görünüp, karşı sınıfın bahçesinden konuşan sendikaların da bu lafazanlığı pek sevdiğini biliyoruz.
Tamam, belki normal şartlarda bu tür ifadeler veya isim koymak ve tariflendirmeler mesele edilmeyebilir, olumlu yanıyla bakılabilir. Ancak toplum zaten bellek kaybına uğratılmış, fabrikalarda sınıf bilinci dışarı kovulup,ümmet bilinci yerleştirilmiş ve kendiliğindencilik, o olmazsa sendikalizm, o da olmazsa, inkârcılık model yapılarak, siyasi mücadelenin önüne koşulmuş veya üzerini örtmek, hafızalardan kazımak için kullanılan bir araç haline getirilmişken, bu tür lafazanlıkların rengini net koymak gerekmektedir.

Diğer taraftan, “Emeğin kurtuluşu” ifadesine de karşı çıkar Marx ve açıklar ki, bunu hepimiz biliyoruz, aslı böyle olmayan bir ifadeden kopya çekilmiş ama ifade Marx’ın deyimiyle "ıslah edilerek" programa yansıtılmıştır. Ve yine Marx hatırlatmıştır ki, enternasyonalin tüzüğündeki asıl ifade şöyledir; "çalışanlar sınıfının kurtuluşu, emekçilerin kendi eseri olacaktır"
Ve burada mesele öyle denmiş, böyle denmiş ve denilenler Marx’a uymuyor meselesi değildir. Burada önemli nokta, ortada bir bulanıklığın, bir soyutluğun olması ve bu, netlikten uzak olduğu, sırıttığı halde bundan vazgeçilmemesidir. Oysa bu gün her zamankinden çok netliğe ihtiyaç olmaktadır. Bu şekilde hareket etmek tam da tekellerin istediği türden yaklaşımlardır.
Öncelikle sendikaların ve ekonomik mücadelenin önemini yadsımıyoruz. Ancak ekonomist mücadele ile ekonomik mücadele aynı şey değildir. O nedenle de, sendikalizmin siyasal mücadelenin önüne konulduğunu vurguladım. Önem taşıyan nokta burasıdır. Sapla samanı hep karışık tutmak ekonomistlerin, reformistlerin işine geldiği içindir ki, soyut konuşulduğu hatırlatıyoruz. “Emek örgütleri” ifadesi tam da budur.

İkincisi, bu günün ekonomik mücadelesinin şiarı, işçi sınıfını, emekçi kitleleri, reformizmin, ekonomizmin kuyruğuna takmak isteyenlerin dillendirdiği “iş günü kısaltılsın “ sloganı değildir. Her slogan ekonomik gerçeklerin, siyasi durumun ve sloganın taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanmak zorundadır.

Bu gün sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, grevsizleştirme, toplu sözleşmesizleştirme, geleceksizleştirme, sosyal güvenliksizleştirme temel politika olmuş, buna karşın kimi sendikaların keyfi yerinde, kimileri ise tabanına göre kendini yeniden şekillendiriyor ve yine de sendikal alanda, fabrikalar alanında çok da umutsuzluk nedeni olabilecek bir tablo olmadığını söylüyoruz ve elbette sendikalarda çalışılır, çalışılmalı, gerici sendikalarda da çalışılır ve çalışılmalı ( işçi sınıfının birliği için her yerde, her koşulda çalışılmalı)ama neredeyse bir STK ( kavramın kötü anlamında) kıvamında olan sendikal örgütlenmelerin içinde çalışmak bir yana, orada çalışabilecek sınıf bakışını taşıyan sendikacı bulmak bile zor, ya hepsi işsiz kalmış, ya da çarkların dişlilerine yem olmuş, sıradanlaşmış kadro olmuşken bunu, “sendikacılığın birer düzen kurumu haline geldiğini” vurgulayıp “ama” diyerek, gerici sendikalarda bile çalışmayı öne çıkartmak, eksikliğin üzerini örtmektir.

Oysa bu gün Türk-İş’te yaşanan yarılma, DİSK bünyesindeki sendikalara geçme dinamiğinin hızlanması, 1Mayıstaki kopmalar, ayrılmalar ama buna karşın, bütünleşmeler yaşanması, bunların hiçbirisi, istisna varsa da ölçü tutmaz, gerici sendikalardaki, hatta sendikalardaki ilerici, devrimci, dürüst sendikacıların çalışma perspektifinin sonucu değildir. Bu var elbette, ama belirleyici olan sadece sendikal yapının, tabanındaki işçilerin hareketlenmesinin gerisinde kaldığını fark edip, kimi telaşa düştüğü için, kimi işçilerin nabzını yakalayıp, yapısını korumak için şekillenmenin ifadesidir. İşçilerin hareketlenmesi, sadece sendikalardaki dürüst unsurların çalışma alanını genişletmekte, elini güçlendirmektedir. Belki bu kadar katı olmamak gerekir ama ben baktığım yerden böyle görüyorum ve bu, sendikalarda çalışmayı yadsımak, sendikal çalışmayı küçümsemek değildir. Sadece mevcut duruma dikkat çekiyorum.

Ama burada önemli bir nokta var ve o atlanıyor ki, işte bu nedenle "EMEK ÖRGÜTLERİ" ifadesinin yanlışlığı bu noktada kendini daha net gösteriyor.
Üçüncüsü, bu gelişmeler, işçi sınıfının gizil gücünü öne çıkarıyor ki, birçok fabrikada, belediyede, işletmede kendini gösteren direnişler, hak arama veya hak gasp etmelere karşı durma eylemleri, fabrika işgalleri ve sonunda elde edilen kazanımlar, bunun ifadesidir ve bunların üzeri, devletleşmiş medya tarafından fütursuzca örtülüyor. Açmaya çalışan basın organları ise, ya yeterli gelmiyor veya daha çok da, çeşitli yaftalamalara maruz kaldıkları için, bilgilendirmeleri sınırlı bir alanda kalıyor. Ama yine de işçilerin kendi içindeki dayanışması yanında, birbirleri ile iletişim dinamiklerinin hareket halinde olması ile bu gün sendikaların harekete geçmesi, bu hareketleri yakalayıp, tutması mecburiyeti öne çıkıyor.

Ben diyorum ki, sendikalar da, politikacılar da farkındalar ki, işçilerin, emekçilerin, hatta ilerici, yurtsever dinamiklerin hareketi, sendikal ve politik hareketlerin önüne geçmiştir. Sadece medya sayesinde görünmez haldedirler. Ve sendikalar, sendikacılar ve STK ların tek korkusu var, bir grev dalgası yayılırsa, politik hale gelirse o zaman bu öne geçen hareketi, yakalayana kadar bütün sahte renkler bu hareketin altında kalacaktır.

“Emek örgütleri” kelamlarından vazgeçmemeleri bundandır. Bu ifadenin sıkça ve geniş olarak kullanılması, elbette kimin hangi amaçla kullandığının üzerini örtüyor. O nedenle elbette bu soyutlama modasına uyup, iyi niyetle veya herhangi bir kötü niyet aramadan bu ifadeyi dillendirenleri ayırıyoruz. Ancak bu, şuna adam gibi, emekçilerin örgütleri desenize; İşçi sınıfının örgütleri desenize; Ama o zaman muallâkta kalmayacağı için sorulacak, kim bu örgütler diyecekler. Ve saydığınız örgütler muhtemelen en renksiz veya sahte renkli örgütler olacaktır. Diyerek soruna dikkat çekmemizi engellemiyor.

İşçi sınıfının, emekçilerin sendikal örgütleri vardır, dernekleri vardır ve politik örgütleri vardır. STK lar ise artık tescilli bir fonlama örgütü halindedirler. Soros vakfından fon almayanı, tartıya gelmeyecek denli azdır. Sendikaların da bundan farkı olmadığını biliyoruz.
Hal böyle iken, “çalışma saatini kısıtlama”yı talep edelim imiş. Herhalde oligarkların gülme ihtiyacını karşılamak için acıklı güldürü yapılıyor. Sorun 8 saatlik işgünü kısaltmak değildir, artık iş günleri 12 saattir ve mesai parası alanı herhalde mumla arıyoruz. Diğer yandan, işçilerin kıdem tazminatları da güme gitmenin eşiğindedir. Tıpkı işsizlik fonunda biriken paraların tekellere fon yapıldığı gibi…
Dün sınıf çelişkilerinden, sınıf mücadelesinden dolayısıyla sınıfsal eksenden söz edince dalga geçenler, sınıf mı ne sınıfı!  Şimdi bilişim teknolojileri çağı, sınıf gitti teknoloji geldi diyorlardı ve tek uğraş alanları, işçilerin vatanının dünya mı yoksa yaşadığı topraklar mı olduğu idi. Bu hala devam etmektedir. Ve keşifleri ise, elbette işçilere dünyayı vatan biçmekti.

Dolayısıyla yaptıkları aynı, emek örgütü türünden bir soyutlama, bulanıklaştırma idi. Oysa ne yaşadığı topraklar, ne de dünya, işçi sınıfının vatanı değil. Birini yadsımak için öteki ile dünya ile delillendirmek, marifetini söylemek için, kabahatini açık eden mert Çingene mislidir. Dünyayı vatan belletince, sanıyorlar ki, enternasyonalizmi de hallettik. Böylece, işçi sınıfı küresel sermayenin peşine takılacak. Hatta belki bazılarına, diyar diyar gezme hayali yaşatacak.

Bunun için argüman bulmakta zorlandıkları için, Komünist Manifesto yanında, işçi marşlarındaki sözlerden medet umuyorlar. Bir marşta “yurdumuz cihandır bizim” dizesini kanıt gösterirken, diğer marştaki, enternasyonal marşı, “…hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı…” dizelerinin üzerinden atlıyorlar.
 
Oysa nasıl ki, işçiler kendi topraklarında malsız, mülksüz, geleceksiz, güvenliksiz yaşıyorlar, dünyada da bu böyledir ve dünya, bugün işçi sınıfının, kendi topraklarındakinden çok daha inisiyatifsiz biçimde işçileri dışlayan bir kötü gidişin eşiğindedir. Bunun baş mimarları ve müsebbipleri en başta uluslararası tekeller ve onlarla entegre olmuş yerli tekeller ve onların iktidarlarıdır. Dolayısıyla işçi sınıfına boş hayallerle, kendi topraklarındaki sınıf mücadelesinden kaçmak öğütlenmektedir.
Bu diğer yanıyla, bu bölgedeki, ABD-AB emperyalizminin, maçası yemediği için, kestaneleri Türkiye’ye aldırması kolaylaştırılmaktadır. Örneğin, burnumuzun dibindeki, dün lideri kankamız ilan edilen Suriye’de halka karşı bir yönetim var ve Türkiye halkı buna karşı ayağa kalkmalıdır. Böyle yönlendiriyorlar. Peki, yönetimi destekleyen, hatta referandumda oy kullanarak varlığını gösteren, öte yandan seçime hazırlanan halka ne oldu. Onlar halk değil mi? Bu gün AKP iktidarını 10 yıldır artarak destekleyen halk, halk değil mi? Peki desteklemeyenler halk değil mi? Ya Türkiye’nin işçileri emekçi halkı ne durumda, yönetimi ile arasından su mu sızmıyor? Tarihin en halkçı yönetimi mi var da, Suriye’deki yönetimden muzdarip halkın durumuna ağlama seansları düzenlenerek, Türkiye toplumunun bu seanslara katılmasına çalışılıyor. ABD-AB Türkiye’dedir. Hükümetler uzun zamandır ama son on yıldır artan oranda AB normlarına göre yasa çıkarıyor ve Türkiye’nin emekçi halklarının elinde ne varsa geri alıyor. ABD ile ise, bu bölgedeki stratejilerine, eş-başkanlık dinamiği içinde entegre olunduğunu yönetimdekiler bizzat kendileri dillendiriyor. Türkiye tarihinin en yüksek düzeyde ABD uzmanı çalıştıran bir yönetimi ile karşı karşıyayız. Çift pasaportu olan, ABD vatandaşı olan kaç milletvekili, bakan var kimse bilmiyor ama var olduklarını biliyoruz. Bir Merve Kavakçı bile Türban tanıtımı yapmak ve meclise yakışacağını göstermek için vekil yapıldığında ABD vatandaşı idi. Görevi bitince gittiği yer Amerika olmuştur. Anayurdu ABD dir çünkü. Bir Egemen Bağış hangi pasaportu taşıyor? Bir Babacan, nerenin vatandaşıdır? Bir dış işleri bakanı nereden gelmiştir? Daha önce nerede ikamet ediyordu? ABD büyükelçisinin ağzından damlayanlar bal misli, ziyan olmasın diye koşuşturup durulmuyor mu? Sözleriniz bizim için emirdir haşmetmeap fotoğrafı vermiyor mu? Peki, o zaman sömürgeyi nerede arıyoruz, diktatörü nerede arıyoruz, burnumuzun dibindekini görmezken, neredeki diktatörü taşlama seansları yapıyoruz?

İşte bulanıklık, muğlâklık, soyutlama hep bu noktalarda yapılıyor. İşte şimdi de işçilerin kendi gizil gücünün fabrikalardaki potansiyel dinamikleri, cemaat dinamiğinden, sınıf dinamiğine sürüklemeye başlamışken, bizimkiler, Amerikan mandacıları, iş başında.  Hemen "emek örgütleri" ni devreye sokup, nesnellikle ve işçi sınıfının, emekçilerin kabaran hareketi ile ilgisi olmayan sloganları öne çıkartıyorlar.

İşçi sınıfının vatanı olmaması olgusu, işçi sınıfına dünyanın yurt olması olgusunu da yadsır. O kadar bulanıklık yaratılıyor ki, ama dediğim gibi, bu bulanıklık, emperyalist ideolojinin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine bağlılıklarından geliyor. Yani işçi sınıfının, solun düşüncelerini taşımıyorlar.

Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın işçilerin elinde olduğunu haykıracaklarmış !!! Nasıl? Önce işçileri, elinden haklarını daha da almak için hazırlık yapan tekellerden ve iktidarından talep etmeye ve onları sendikalizmin kuyruğuna takmaya çalıştıktan sonra mı? Bu, sapla samanı bilerek karıştırmak demektir.

İşçilerin temel sorunu bu gün, ayaklarını bastığı topraklar dururken, dünya vatandaşlığı sahibi olmak mı? Kendi topraklarında kırbaçlı köleye çevrilen işçiler, emekçiler, dünya vatandaşı olsa ne olacak? İşçilerin bu günkü bilinç ve örgütlülük düzeyi bir yana, kendilerini nesnel olarak motive eden çıkarlarındaki tehditler, onları, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadeleye çağıran sloganların peşine takar mı? Üstelik de aynı karede, hem de ekseni kaymış sendikal bir dinamiğin varlığından söz edilirken ve bu haldeki sendikalarda çalışmaya, dolayısıyla Lenin'e gönderme yaparlarken, işçilere emekçilere iş saatleri kısaltılsın sloganını layık görmek tam bir sahtekârlık değilse, kafa karışıklığıdır. Eskileri aratmıyor.

Önce evimizdeki yangını söndürmek için kendimize gelelim sonra veya aynı anda ama ancak ayıldıktan sonra, dünyanın her yanındaki yangınları söndürmek için birbirimize enternasyonal desteğimizi verebiliriz. Diğer yandan, enternasyonal destek, ABD nin kozmopolitizmine aşkla bağlı olanların pompaladığının aksine, küreselleşmenin içinde değildir. O emperyalistlerin küreselleşmesidir ve onlar için çaredir, İşçilerin emekçilerin, ezilen halkların bu küreselleşmedeki çarede çare araması yersizdir. Buna ikna etmeye çalışmak ise, sahtekârlıktır.

Emperyalizmin gerici-milliyetçi ideolojisi şaha kalkmış, her yüzünü aynı anda kullanıyor, bunlardan biri de kozmopolitizmdir. Kozmopolitizmin kökü çok eskidir ve zamanında ilerici zemine oturtulabilirdi ama emperyalizmin, her şeyde olduğu gibi bunu da karşıtlarını daha kolay sömürüp, ezebilmesinde araç olarak kullanmak için laboratuarda daha da geliştirdiğini,renklendirdiğini biliyoruz.. Şimdi içine self-determinasyonu da katarak, bir tarafta ulussuzlaşmayı körüklerken, hatta zorlarken, öteki tarafta, bu körüğü daha da çalıştırmak için, uluslara kendi kaderlerini tayin etme hakkı verme şampiyonluğuna soyunmaktadır. Bu hakkı kim kaybetti de, Amerika bulup versin. Bu hak her zaman var ve önemli olan bu hakkın, sahibi tarafından alınmasıdır. Bu hakkı kaybettirenin verdiği hak, hak olmayacaktır. Ama ABD nin kozmopolitizmine aşklarından gözleri kör olmuş, akılları durmuş olan sahtekârlar ABD den gelecek bu self-determinasyona devrimci bir renk katmaya pek bir heveskârdırlar. Adı üstünde self determinasyon… Yani Kürt halkının önlerine koydukları kadar kendi kaderini tayin hakkı!  Bu, çok basit bir denklemdir ve bunu en sıradan akıl bile çözebilmektedir. Ne ki, akıl bozmada sınır tanımayanların keşfi, daha önce vatan, millet, Sakarya edebiyatı iken, şimdi, çoktan inkâr ettikleri işçilerin vatanı olmadığı yönlü edebi demogojileri göreve hazırdır.

Bu yöndeki yalanları hep aynıdır, hadi çok eskileri unuttuk, Vietnam var, onu da mı unuttuk, ABD emperyalizmi, taa Vietnam’dan beri "demokrasi" veya "insan hakları" yalanının üzerine oturarak, gözünü kestirdiği coğrafyalardaki halkların çektiği çilelerden muzdaripmiş gibi yaparak, ezilenleri ve sömürülenleri daha fazla ezmek, iliğini kuruturcasına sömürmek için harekete geçti. Vietnam’dan öncekiler bir yana, Vietnam’dan sonrakiler hala hafızalarımızdadır. Şimdi de aynı oyun bölgemizde oynanıyor.

Diktatörleri deviriyormuş, halklara demokrasi getiriyormuş!  Birlikte hareket ettiği devletlere bakın hele, neresi doğru, neresinde demokrasi var, neresinde halkçı liderler, halkçı iktidarlar var? Ve "demokrasi " götürdüğü ülkelere bakalım, hepsinde şu anda şeriat yönetimi, o olmazsa, dinci-gerici yönetimler egemen oldu. Demokrasi bunun neresinde? Şimdi de Suriye’ye, Suriye halkını pek seven emperyalistler, demokrasi götürecek ve diktatörlüğe son verecek öyle mi? Peki önce kendisi kendi küresel diktatörlük arayışlarından vazgeçse nasıl olur? Olmaz, çünkü eşyanın tabiatına aykırıdır.

Emperyalizm, expansiyonizmdir. Bundan kaçışı yok. Ama ilhaklarla ama yeni sömürgeci yöntemlerle, ya da ülkeleri bölüp parçalayarak, o ülke yönetimlerini, kendi yönetim organları haline getirerek illaki yayılması gerekiyor. Yoksa burjuva ideologlarının Marx’a yüklediği kehanet gerçek olur. Gerçek oldu bile ama uzatmaları oynuyor ve bunu emperyalizm görüyor, emperyalizme tutkuyla bağlı olan sahtekârlar görmek istemiyor.

İşçi sınıfı geçmişte anavatan savunuculuğuna sevk edilirken, aynı zamanda kendi burjuvazisi ile sınıf mücadelesini, ekonomik ve politik mücadeleyi askıya alması isteniyordu. Şimdi Suriye’nin iç işlerine karışan ABD-AB emperyalizmine ve onun kestanelerini ateşten almaya gönüllü işbirlikçilerine karşı mücadele etmeye yönlendirilen işçi sınıfına, emekçilere, ilerici, yurtsever dinamiklere kimsenin, sınıf mücadelesinden vazgeçin, ekonomik ve politik mücadeleyi askıya alın demiyor, aksine daha da artırılmasından ve daha da keskin hatlarla altının çizilmesinden yana tavır konuluyor. Ancak sahtekârlar, bunu “işçilerin vatanı yoktur” yarım doğrusu ile 2.Enternasyonalin dönek sosyalistlerinin ünlü “anavatan savunuculuğu” ile özdeşleştirmeye çalışıyorlar. Bu gün ABD-AB emperyalizmine karşı olmadan, onları bu coğrafyadan, geçmişte Vietnam halkının yaptığı gibi defetmeden, kapitalizmle, Türkiye’nin tekelleri ile oligarkları ile mücadele etmiş olunamayacağının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Onlar da biliyorlar ki, mücadele edilmiş olunsa da başarı şansı yoktur. Sadece yönetiminin sureti değiştirilir ki, bu bile onlara kan verir, hepsi o kadar.

O nedenle, işçi sınıfının, emekçi halkların bu gün 1 Mayısta haykıracakları, Grevli toplu sözleşmeli sendika yasası ile aynı karede grev perspektifini işleyen sloganlar olmalıdır. Bunun yanında emperyalizme ait savaşta maşa olmak için Türkiye’yi ateşlere atmak isteyenlere karşı BARIŞ sloganı öne çıkartılmalıdır. Bu nesnel olanla yani ekonomik ve siyasal gerçekliklerle örtüşen bir slogandır. Daha şimdiden analar ki, çoğunun çocuğunu askere gönderirken düğün dernek kurduğu bilinmektedir, görülmektedir, çocuklarımızı Suriye’ye karşı başlatılan savaşa göndermeyiz sesleri yükseltmeye başlamışlardır.

Ve öyle içi boş "barış dilini konuşalım," "savaşa hayır", "çocuklarımız ölmesin" türünden sloganlar değil, net, ekonomik ve siyasi anlamı olan sloganlar atmak gerekiyor. Hani nerede barışseverler, iş Suriye’ye gelince, barışın dili unutuldu mu? Savaşa karşı sınıfsal olmayan ve emperyalizmin kurguladığı türden lakırdılarla “barış” türküsü söylenirse olacağı budur. Bu tür “barış” türküleri, ezilen, sömürülen halkları, ezenlerin, sömürenlerin dayattığı barışa mahkûm etmenin türküsüdür. Bu gün asıl şimdi barış için mücadele sloganı öne çıkmalıdır. Çünkü ortadoğuda halklar, dün başka devletlerde, bu gün Suriye’de hep emperyalizmin dayattığı barışa mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Yönetimleri diktatördür, halkçı değildir, demokratik değildir bu ayrıdır ama buradaki asıl önemli olan gerçeklik, emperyalizmin kendi çıkarları yönünde dayattığı barışa mahkûmiyet, bu ülkelerdeki halklar için daha büyük bir tehdit olmasıdır. Hem, bu güne kadar, ABD ye karşı çıkacak, ondan ayrı davranacak diktatör görülmüş müdür hiç? Hangi savaşa karşı, ABD-AB emperyalizminin, bölgedeki onlarla işbirliği içinde olan yerli tekellerin, onların yönetimlerinin ve elbette bundan çıkar uman sahte sol renkli aktörlerin, dinamiklerin desteklediği Suriye’ye karşı yürütülen emperyalist savaşa karşı barış mücadelesi sloganı tamı tamına ekonomik ve siyasi anlamı olan slogandır.

Yok, bu başka deniliyorsa, biz de “oldu canım!  Siz emperyalizmin savaşında emperyalist tarafta olun, ama öte yandan, işçilere “yurdumuz cihandır” ,”işçilerin vatanı yoktur” martavalları atın; öteki savaşta ise, Kürt halkını emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin dayattığı, Barzanilerin dünden razı olduğu, eşit olmayan barışa mahkûm etmeye çalışın, dolayısıyla gene emperyalist tarafta yer alın; bizim de bunu yememizi bekleyin ama yemezler deriz.

Bunu işçiler, emekçiler, akıl taşıyanlar, Kürt halkı fark etmeyecek mi? Barzani ile mi Kürtlere demokrasi veya demokratik hak gelecek? Yahu adam hem gerici, hem dinci ve hem de, hem İsrail’e, hem Amerika’ya göbekten bağlı, dolayısıyla bırakalım demokrasiyi, mevcut durumdan çok daha geriye götürmenin planlarını yaptıkları besbelli.

Kürt halkının üzerinde oynadıkları oyunların rengi tam da budur, Kürt halkını, gericiliğin, dinciliğin kıskacında, ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine ABD’nin ağababalığında daha fazla köle yapmak. Onlara Kürt halkının sırtından kırbacı eksik etmesin ve böylece İsrail’e büyük bir devlet, ABD-AB nin çok uluslu tekellerine akan Kürt halkına ait olan zenginliklerin akışını garanti eden bu çağdışı karanlık ortaklığa damlayan biraz daha büyütülmüş kırıntılarla büyütecekleri bir hükümranlık vermek. Peki, Kürt halkının kurtuluşu, bu türlü hile ile karmaşıklaştırılmış denklemin neresinde? Y ada Kürt halkına düşen bir kurtuluş emaresi var mıdır? Bunu görmemek için çok zeki olmaya gerek yoktur ve görmemekte direnenler ise, ahmaklık var fakat ahmaklıklarından değil, tümüyle sahtekârlıklarından görmemektedirler.   


Bu ahmağa yatan sahtekârlar, bu basit denklemi çözülmez hale getirmek için, türlü türlü argümanlar icat etmeye çalışıyorlar, edemezlerse, keşfediyorlar. Son keşifleri, Avusturya işçi marşıdır ve   “işçilerin vatanı yok”, argümanının yanına, “bütün cihandır yurdumuz”, “dil farkı bilmeyiz”,”din farkı bilmeyiz” argümanlarını eklemişlerdir. Burada söylenenler güzel de, vurgu nereye? Vurgu,”Son Kavga”yadır ve bu dillendirilenler, son kavgadan sonrasının gerçekleridir. Bizim ahmağa yatan sahtekârlarımız ise, burada çok cingözdürler ve işin bu kısmının üzerinden atlamaktaki hünerleri takdire şayandır.

Bunlar, sahtekârlıkta sınır tanımıyorlar, dün “yetmez ama evet” türünden şaka gibi sloganlarını, bu toprakların tarihinin kara sayfalarına astıkları gibi, 1 Mayıs İşçilerin mücadele gününde (ki 1 Mayıslar işçi sınıfının, emekçilerinin kurtuluşu için mücadelelerinde bir derlenip, toparlanma, güçlerini tasnif edip, aynı yöne akıtmanın andının içildiği ve bunu da dosta düşmana ilan ettikleri gündür), hem 1 Mayıs’ı “emeğin bayramı” renginde gösterip, hem de  “İşte Taksim’i zapt ettik, şimdi koşun ilk hedefimiz komünizm” yollu haykırarak, “yetmez ama evet” çileri kıskandıracak bir acıklı güldürüye imza atabilirler.

Ama fırıldaklıklarını kimseler yemiyor artık. Mademki dedikleri bu günün gerçekleri, dolayısıyla “dil farkı bilmeyiz” derken, Kürtler için neden ana dilinde Kürtçe talebini dillendiriyorsunuz? Sorusunu sormayı kimse akıl edemez mi sanıyorlar? ( burada, bu taleplerin haklılığını, tarihselliğini, ekonomik ve politik gerçekliklerle uyumlu mu değil mi onu tartışmıyoruz, konu bu değil yani; konu, bu noktalardaki çelişkilerin, cambazlıkların ve ikiyüzlülüklerin örtüsünü açmaktır) Neden din farkı bilmeyiz”i öne çıkarıyorsunuz da, öte yandan din, mezhep farklılıklarını körüklüyorsunuz? Neden bütün etnik renkleri alabora ediyorsunuz? Diye sorulmaz mı? Peki, işçilerin vatanı yok ise ve temel rengimiz bu oldu ise, Kürtlere neden bir vatan talep ediyorsunuz? Öyleyse sizin ilgilendiğiniz yoksul, malsız, mülksüz, emekçi Kürt halkı değil de, malı mülkü gani olan, Allah daha da artırsın diye ABD ye yanaşan ağalara, beylere, işbirlikçi Kürt burjuvalarına mı vatan istiyorsunuz? Diye sormazlar mı?  Bir yerde işçilerin vatanı yok, diğer yerde ille de vatan isteriz! Diyorsunuz. İkisinin de arkasında ABD’nin imzası olduğunun bilinmediğini mi sanıyorsunuz? Demezler mi adama?  Birisi sapına kadar burjuva milliyetçiliği, diğeri bu milliyetçiliğin öteki yüzü olan emperyalizmin keşfi kozmopolitizm! Siz kimi kandırıyorsunuz? Sorusunu ise en sona sakladım, bu sorunun, kitlelerin sessiz çoğunluğunun kafasında yankılar yaptığı gerçekliği ise, son derece gerçektir.

Evet, Avusturya marşını argümanları yapmışlar, çok güzel. Ama öte yandan, enternasyonal marşında da,

“hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı “ diyor.

Ne olacak şimdi, bakınız orada işçilerin asıl “mal sahibi” olduğu vurgulanmıyor mu?

Başka bir tarihsel zeminde olsa idik, muhtemelen bu sahtekârlar, bu iki marş arasına soktukları çelişki kaması ile Marxizmi tahrif etmenin yollarını arayacaklardı ama şimdi serde ABD emperyalizminin kozmopolitizm ihalesinden karlı çıkma güdüsü olduğu için,  işçilerin vatandan uzaklaştırılması ve ABD nin çıkarları ile uyumlu bir enternasyonal renge hapsedilmesi, dolayısıyla Türkiye’nin ulus-devlet yapısının bozulması ve her parçadaki yer üstü ve altı zenginliklerin ABD-AB nin çokuluslu tekellerine peşkeş çekilmesinin devamlılığının bir hukuka bağlanmasının yüzü suyu hürmetine bu çelişki görmezden gelinmektedir. İşte göstermek istediğimiz, bu noktadaki çelişkiler, ikiyüzlülükler ve Ali Cengiz oyunlarıdır. Gösteriyoruz ve ahmağa yatan sahtekârlarımızın son derece ikiyüzlü bir tutum içinde olduklarını söylemeye hakkımız olduğunu düşünerek ve bunu ikircimsiz söylüyoruz.
Bununla bir yere varamayacakları bellidir. Bugüne, bu günün nesnel gerçekliğine bakalım. Avusturya marşı ile üst üste koyup bakalım ve görelim;  bu marşlar neyin özlemini anlatıyor ve hangi nesnelliğe vurgudur, manifestoya kaydedilenler? Bunların olabilmesi için tayin edici olan son kavgadır. Çıkıp, işçilerin çalışma saatlerinin düşürülmesini sloganlaştırmak, ama öte yandan başka bir zamana ait gerçekliğin ifadesini bu günün sloganı olarak kafamıza kakmaya çalışmak konuya tekrar dönmeyi gerektiriyor.


Evet, işçilerin vatanı yoktur, bunu kimse yadsımıyor ama işçi sınıfının vatanı yoksa dünya da vatanı değildir, ancak dünya, insanın insan olarak kurtuluşunun gerçekleşmesi durumunda yine işçilerin değil, insanlığın vatanı olabilir ki bu, uzak bir geleceğin ifadesidir ve uluslararası işçi sınıfının yakın hedefi olmaktan çıkartılmış olması bir yana, sosyalizmin cazibesinin bile eski yerine getirilmesinde sıkıntılar varken, bu temel ama uzak gerçeklik üzerinden politika üretmek ya da üretilen gerçekçi politikaların önüne duvar örmek, ancak bu günün sosyal şovenistlerinin ki, sosyal şovenizm, oportünizmdir, işçi sınıfının, emekçi halkların kafasını karıştırmak ve emperyalizmin milliyetçiliğinin, gericiliğinin, Ulusal nihilizminin ve kozmopolitizminin kuyruğuna takmak üzere işçi sınıfı hareketinin içine kendine ait ve laboratuarda ürettiği düşünceleri yerleştiren, tekellerin, emperyalist burjuvazinin işine yarar.

Şimdi artık devletlerin bir şirket olduğunu vaaz ediyorlar, ABD nin kozmopolitizmini kafalara kakmayı kolaylaştırmak için. Ve burada kimse, burjuva milliyetçiliğini savunmuyor, bu açıktır. Vatan da, vatan, İlle de vatan! diye de tutturulmuyor. Ama kavramları yerli yerinde kullanmak gerek. Bu sloganlaştırılmış ifadeler, sadece ABD emperyalizminin kozmopolitizmini allayıp, pullamaya yarıyor. Bu şekilde, ABD nin bölgedeki ulus-devlet dinamiklerini parçalayarak, Kürt halkını da, Türk halkını da, diğer halkları da köle yapacak (kırbaçlı köleden söz ediyorum) bir Ortadoğu haritası ve İsrail’e büyük bir devlet yaratması kolaylaşacak. Önemli olan burasıdır. Önemli olan bu kolaylaştırılan kotarılırsa ne olacağıdır?

Burada hatırlanması gerek, Manifestoda işçilerin vatanı yoktur diyen, Marxizm’in kurucuları, daha sonra, birçok yerde, birçok “vatan” girişiminde, işçi sınıfının bu girişimlerin kiminin yanında olmasını kiminin karşısında olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Demek ki, her şeyin bir tarihsel zamanı ve nesnel olarak gerçekleşebilirlik koşulları söz konusudur.

Manifestoda, “işçilerin vatanı yoktur” önermesine girilmeden önce, Marxizmin kurucuları, “Komünistlerin, ayrıca, vatan ve milliyeti kaldırmayı istemekle de suçlanıyor” olduklarına işaret edilmektedir. Ondan sonra, bu suçlamaya karşı, “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız,” denmektedir. Ve bununla bırakılmamaktadır.”Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil. “ diyerek devam edilmektedir ki, buna, başka bir ifade ile yani  ”Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.“ diyerek açıklık getirilmektedir. Yeterince açık ama Rusya’da da, bizimkiler gibi sahtekârlar ve bu açıklığı görmemekte direnenler olduğu için Lenin biraz daha açıklık sağlamaya çalışmış ve dobra dobra, bu bütünsel ifadeden hareketle; yüz yıl önce, manifestodaki, şimdiki sosyal-şövenistlerin pek bir meraklı olduğu ‘işçilerin vatanı yoktur’ önermesinin, devamındaki önermeden ayrılmasının son derece hatalı olduğuna vurgu yaparak,’ bu iki önermenin gerçek anlamının burjuva milliyetçiliğini reddeden proletaryanın, emekçileri kendisi ile birlikte anti-kapitalist mücadele içinde sürüklemesi ve ulusu sosyalizme götürebilmesi bakımından, proletaryanın ulus içinde öncü sınıf durumuna yükselmesinin zorunlu olduğuna’ dikkat çekerek,’proletaryanın ancak bu anlamda ulusal olduğunu ve onun sınıf çıkarlarının ancak bu sınırlar içinde tüm ulusun çıkarları ile bağdaştığını” söylemiştir.

Ve Lenin, çarlığın emperyalist savaşına “anavatan savunuculuğu” ile destek olmayı ve Rus burjuvazisi ile ve çarla kavgayı rafa kaldırmayı vaaz eden Kautsky’lere kesinlikle karşı çıkarken, devrim gerçekleştiğinde işçileri, köylüleri emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı “anavatanı savunmaya” çağırdığını aklına getirecek akla sahip olanların olduğunu, bizim sahtekârlarımız aklına getirmemektedirler.
Diğer yandan, sahtekarlıklarını bir adım daha ilerletmek çabasında olanlar, Marksın, 18.Brumaire çalışmasında, "yurtseverlik ile mülkiyet duygusunu ilişkilendiren ifadesini argüman olarak kullanarak, yurtseverliği, alçakların sığınacağı bir liman olarak mutlaklaştırma çabası içine girmişlerdir. Bu da açıkça gösteriyor ki, ABD emperyalizminin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine bağlılıklarını sürdürmek için bu sahtekârların oportünistlikleri sınır tanımamaktadır

“Marks, çalışmasında bir dizi Napolyonvari fikirlerden söz ettikten sonra ve bu fikirlerin temel olanının ordunun üstünlüğü olduğuna ve ordunun da, küçük köylülerin onur sorunu olduğuna dikkat çektikten ve ordunun, dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları milliyet biçimini yüceltirken, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken, küçük köylülerin kahramanlarına dönüştüklerine vurgu yaptıktan sonra, aşağıdaki ifadeyi kullanıyor.

“Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri, imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu ve yurtseverlik, mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi.”

Yani sahtekârların çarpıtarak yansıttığı gibi, mutlak olarak “biçimidir.” denmiyor. “Biçimi idi” deniliyor.

Bu ayrıntıya gözlerini kapayan ve bu ayrıntının üzerini örten sahtekârlar, bu “biçim”den, başka bir “biçim”in de olacağının da üstünü örtmektedirler.

Buradan hareketle de, bizim sahtekârlarımız, Emperyalistlerin, dışarıdaki, yani “demokrasi” götürdüğü coğrafyalardaki yeni mülkiyet biçimlerini savunmak ve kutsamak için, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken ordularını ve ordularına transfer ettikleri ucuz askerlerini kahraman yurtseverler olarak göstermek için yurtseverliğe sahip çıktığını; ama bu coğrafyalardaki kitlelerde ve bu oyuna karşı çıkan Türkiye’nin aklı geriletilememiş veya aklı yerine gelmeye başlayan kitlelerinde yükselen yurtseverlik dinamiklerini “alçakların sığınacağı liman” olarak gösterdiğini görmezden geliyor.

Başka ifadeyle ABD –AB emperyalizminin ordularının, bu coğrafyalardaki ulus-devletlere  “demokrasi” götürmek için, onları parçalama ve zenginliklerini kendi tekellerine akıtma girişimlerini ve bu girişimlerde stratejik ortaklık yürütenlerin ucuz asker güçlerini emperyalistlerin ordularının emrine veren ordularını kahraman yurtseverler gösterirken; buna karşı çıkan, asker de vermeyen,  komşu coğrafyalardaki ve kendi topraklarındaki parçalama oyunlarına ve zenginliklerin peşkeş çekilmesine ortak olmama eğilimi gösteren bir ordu ve yüksek komuta kademesi söz konusu olduğunda ve buna destek ve önem veren dinamikler olduğunda, yurtseverliğin , “alçakların sığınacağı liman” olarak gösterilmesine bu sahtekârların itirazı olmuyor.

Evet, ifadenin kıymeti harbiyesi budur. Bunu açıklıkla gösterdiğime inanıyorum. Bu ifadenin, öncesindeki ve devamındaki ifadelerle birlikte ele alınmaması durumunda, üzerine istenilen öznel anlamları yüklemenin oldukça kolay olduğunu da gösterdiğime inanıyorum; öyleyse burada bitmeyen bu İfade’nin devamındakileri de aktarmam gerekiyor.

“Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak zorunda olduğu düşmanlar, artık Kazaklar değil, haciz memuru ve tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte'ın Napoléon'un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı, şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi avlamaktan ibarettir ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek, dayak yiyecek.

Görüldüğü gibi bütün "idées napoléonienne", henüz gelişmemiş ve henüz gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin can çekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir."

İfadenin devamı budur ve görüldüğü gibi, günümüze ayna tutacak aydınlıkta olduğu kadar, sahtekarların çarpıtmaları için argüman olamayacak kadar nettir. Öyleyse sadece ve sadece sahtekarların sahtekarlıklarını sergilemekteki cesaretleri kadar, cesaret göstererek mesnetsiz hiçbir yaftadan korkmamak bu sahtekarların ipliğini pazara çıkarmak, heveslerini kursaklarında bırakmak için yetiyor.

Madem yurtseverlik konusunu açmak zorunda kaldık,  kapitalist toplum koşullarındaki küçük çapta özel mülkiyetin, yurtseverlik anlayışının ekonomik dayanağını oluşturduğunu ekleyerek biraz daha devam edelim.

Dış pazarla hiçbir bağlantısı olmayan küçük burjuvazinin, tekelci burjuvaziye oranla daha yurtsever eğilimli olduğu bilinen bir gerçektir. Küçük burjuva yurtseverliğinin, kısıtlı ve dar görüşlü olduğu da bir gerçektir.  Dolayısıyla. Küçük burjuvazi, ülkesinin çıkarını salt bağımsızlıkta görür, ülkesinin geleceğini, dünya devrim sürecinin gelişme yönelimleri ile ve hedefleri ile bağdaştırmaması anlaşılır bir durumdur.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu ekonomik durumda, onun özgürlüğe kavuşması için gerekli koşullar ve onun sınıfsal düşmanları, ulusal değil, uluslararası bir karaktere sahiptir. Bu nedenle işçi sınıfı, ülkesinin gelişme yönelim ve hedeflerini, dünya sosyalist devriminin başarılarına bağlı olarak ele alır. Öyleyse, küçük burjuva yurtseverlik anlayışının sürdüğü kapitalist toplumda, tümüyle öznel etmene (ideolojik çalışma) bağlı olarak verilen yurtseverlik ve enternasyonalizm eğitimi, yeni tip bir yurtseverlik anlayışı kazandırabilir ve kazandırmaktadır.

İşte komünistlerin, sosyalistlerin yurtseverlik anlayışını bu temelde ele almak gerekir.

Ve evet, işçi hareketinin, sol/sosyalist hareketin içindeki sahtekâr sol gömleklilerin  icat ettikleri yaftalara sokulan dinamiklerde  değil ama ortada bir zehir var ve bu zehrin, belki başka bir tarihsel, ekonomik koşulda, yurtseverlik içinde olabilir ama bu gün yurtseverlikten çok, bize, sosyalistlere ait olmayan düşüncelerin içinde olduğu apaçık ortadadır. Kimin taşıdığı ise daha net görülmektedir. Gösterebildiğimi düşünüyorum.

Peki, bitiriyoruz, Kürt ağa ve beylerine, Türkiye’nin tekelleri ile işbirliği içindeki Kürt burjuvazisine, gerici tarikat şeyhlerine ABD emperyalizminin garantörlüğünde bir devlet verilirken, hem o devlet şirket olmuyorken, hem de yurtseverlik devrimci bir renk ile öne çıkartılıyorken, ABD-AB emperyalizminin Türkiye’yi sömürgeleştirmesine, Ortadoğu’da emperyalizmin savaş arabası olarak kullanmaya çalışmasına, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin uluslar arası tekellere verilerek el değiştirmesine, böylece işçilerin, emekçilerin daha çok işsizliğe, daha çok yoksulluğa, daha çok sendikasızlığa ve topyekûn grevsizliğe, açlığa, geleceksizliğe, velhasıl kırbaçlı köleliğe mahkûm edilmesine karşı durmak için anti-emperyalizm sloganı ile yurtseverliğin öne çıkarılmasına “alçakların sığındığı bir liman” yaftası takarken utanmamayı, sıkılmamayı, ikiyüzlülüğünüzün sırıtacağından endişe duymamayı nasıl becerebilenler, herhalde bundan sonraki kuşakların sosyo-psikolojik çalışmalarında önemli bir veri olarak tarihe geçeceklerdir.

Manifesto’da, “işçilerin vatanı yok” derken, devamında dedikleri ile bu ifadeyi tamamlayan aynı Marx, başka bir tarihsel zamanda,“ bütün bir toplum, ulus, ya da aynı anda var olan bütün toplumlar, dünyanın sahibi değillerdir.” diyordu ve devam ederek, “yalnızca dünyadan yararlananlar, dünyayı şimdilik kullananlar olarak, iyi aile reisleri gibi, dünyayı gelecek nesillere daha iyi bir durumda bırakmaları gerekir.” Derken, herhalde, Manifestoda dile getirdiklerini hala anlayamayan, mutlaklaştıran, durgun, cansız geliştirilmesi ve hatta belli tarihsel koşullar veri alındığında, kendisini yadsımasının mümkün olmayacağını düşünenler yanında, bu ifadenin anlamını çarpıtma çabasından vazgeçmeyenler olacağını düşünmüştü.

Türkiye’ye gelince, artık Türkiye’de toprak aynı toprak değil, bir yere kaybolmuyor ama egemenlerin ayaklarının altından durmadan akıyor.  Egemenlerin en sadık ideolojik silahları olan sahte sol gömlekli kalıntıların da ayaklarınızın altından akıyor. Yani, Sadece köprülerin altından sular akmıyor, toprak da akıyor ve toprak da akan suların taşıdığı gibi, geleceği taşıyor. Taşınan gelecek çürümüş, ölmüş de habarı olmayan emperyalist kapitalizmin ve kendilerine tutkuyla bağlı oportünistlerin değildir; onlar için, toprak da, sular da tersten akıyor, rüzgâr da tersten esiyor. Kimi zaman acıklı güldürülere konu olacak yaftalar da, hiçbir gerçeklikle bağdaşmayan sloganlar da, bu akıntının altında kalarak tuzla buz oluyor.

Tarihinin ilerleme çizgisi üzerinde bir ileri renk olan ama kısa süren cumhuriyet yıkılmış olabilir, öyledir de, öyle olmasa bile aynı cumhuriyet dikiş tutmaz artık. Öyleyse, kimileri, sol gömlekli sahtekârlar, bundan kendine pay çıkardığı için sevinebilir, kimileri, bu sahte sol gömleklileri hala soldan sayan ahmaklar, yıkılanın üzerinden daha iyisinin yükseleceğine inanabilir ama yıkılan cumhuriyetin üzerinden yükselen, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine düşen bir renk taşıyacaktır. Bundan ve bunun karşısında hiç engel bırakmadıklarından emperyalist burjuvazi, tekeller ve yönetimleri ve elbette gericiler ile onların rengini almak için sırada bekleyen sahte sol gömlekliler emin görünmekte ancak yine de beklediklerinin gerçekleştiğini ilan edememekte, birbirleri ile kavga etmektedirler.

Bunun nedeni, akan toprağın, derelerin altından birikerek akan suların ve yavaş, sessiz ama hızlanarak esen rüzgârın yeniyi taşıdığını görmüş olmalarıdır. Gelecek budur ve bu akanları ve esenleri tutanlar, geleceğe de sahip olacaktır, yeniyi de kurmayı başaracaktır.

Şimdi 1 Mayıs inadı ile Taksimi zapt etmiş olma hayallerine kapılmadan, 2012 1 Mayıs’ında bu gerçekliklerini içeren sloganlarla kitlelere seslenilmezse, işçi hareketi, sol/sosyalist hareket, ağzıyla kuş tutsa emekçi kitleleri harekete geçiremez de, yükselen kendiliğinden hareketinin arkasında kalmaktan kurtulamaz da.

İşte bu nedenledir ki, sahte sol gömlekli oportünistler, bu anlamdaki eksikli ve yanlış düşünceleri, sloganları işçi hareketine, sol/sosyalist harekete ağızları ile kuş tutmak olarak göstermek için yoğun çaba sarf etmektedir.

Ancak, bu şekilde tutulan kuşların, nesnel gerçekliklerle birlikte yaşayan kitleler için hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.

Öyleyse, 1 Mayıs 2012 de, işçilerin, emekçilerin ve onlara fener tuttuklarını iddia edenlerin, haykıracakları sloganlar, Türkiye’nin ekonomik gerçeklerinin, siyasi durumunun ve üretilen sloganların taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanan sloganlar olmalıdır.

1 Mayıs’ın bahar bayramı renkleri ile ve sınıftan kaçışı müjdelercesine, işçilerin, emekçilerin kafasına kakılmasını tersine çevirecek tek gerçek budur ve bu gerçek aynı zamanda bu gerçekten isteyerek uzaklaşanlar ile bu gerçeği bilince çıkartamayanları da netleştirecek ve bu gerçeğin üzerinin örtülmesine bir an bile izin vermeyen, Lenin’in deyimiyle kokuşmuş resmi "sosyalizm"den geriye kalmış olan dürüst unsurları temsil eden tek tek kişilerin ağırlığını net olarak açığa çıkaracaktır. Böylece, hem 1 Mayısı oluşturan güçler dengesindeki tasnifleme yanında, işçi hareketinin, sol/sosyalist hareketin güçler dengesini de, olumlu ve artan şekilde tarihin ilerleme çizgisindeki yerine oturtacak, hem de bu dengedeki tasniflemeyi daha da netleştirerek, karşısındaki hedefi de bütün çıplaklığı ile ortaya serecektir.

Fikret Uzun

30 Nisan 2012

27 Nisan 2012 Cuma

SOL YANIM SAĞ YANIM OLMUŞ TEKELLERE TEŞNE OLDUĞUNU SAKLAMAZ OLMUŞ


"SOL" YANIM, SAĞ YANIM OLMUŞ, TEKELLERE TEŞNE OLDUĞUNU SAKLAMAZ OLMUŞ
Hâlâ kayıkçı kavgası devam ediyor. Somut bir lakırdı yok, eskiler, “fındıkkabuğunu doldurmaz”  derler, öylesine boş kalıyor kavramların ve hatta olguların içi. Sadede gelemiyor bir türlü, Üç KİTAP yazmış, "Herhangi biri".

Aslında niyeti belli, kıvranıp duruyor. Kendini ayırıp, sol’u, artık kimi, kimleri kastediyorsa, tü kaka yapmaya çalışmaktadır. Bütün melanetlerin sorumlusu sol’dur ona göre. Öyle anlaşılıyor, soyut bir biçimde herhangi bir örgüte veya sol’a bütün günahları yükleyenleri görünce, aklıma hep TKP ( karışıklık olmasın, Milli dönek Nabi Yağcı ve şürekâsının likide ettiği TKP den söz ediyorum.) üyeliğinden nefret etmiş ve o heyecanla birkaç kitap devirmiş Latife Tekin aklıma gelir. O da bütün günahları TKP ye yükler, ama Nabi Yağcı ve şürekâsı onun için pir-u paktır.
Deccal TKP dir ve Kenan Evren mesihtir. Tekin hanımefendi, tangırdaya, tungurdaya 12 Eylül gelirken, tangırdaya, tıngırdaya TKP den kaçmıştır.

Üç kitap yazmış “Herhangi biri” de bu mislidir. Sol deccaldır, ama hâlâ peşinden gitmekten bıkmadıkları, geçmişin “sol” artıkları olan sahte sol gömlekli aktörler pir-u paktır. Mesih ise, sanırsınız, “Herhangi biri”nin olmak istediğidir. Üç kitap indirmiştir ama henüz mürit bulamamıştır.

Pir-u pak gördüğü ve muhtemelen kuyruğundan ayrılmadığı aktörlerin hemen hepsi TARAF ta mevzilenmiş olup, artık mülakatlarını ZAMAN da vermekte ve ABANT PLATFORMUNDA zıplamaktan büyük keyif almaktadırlar. Yeni mürteci diyoruz ve alınmamaktadırlar. Hepsi ama hepsinin çift inançlı oldukları, yükselen dalgaları pek sevdikleri ve dalga indiği anda, başka dalgalara binmekte hüner sahibi oldukları apaçık görülmektedir. DNA larında var. Ara sıra birbirlerine de çatmayı ihmal etmezler ama mızıkçılık yapan kardeş kavgası mislidir. Eğleniyorlar.

İşte “Herhangi biri” ki, kendisi gibi bakanların aynasıdır, bu sahte sol gömlekli aktörleri, ”sol”un günahlarından ayırmaktadırlar.

Muzdarip olduğu hangi sol’dur onu bilemiyoruz. Kendisi de "sol" mudur, sol’mudur? Onu da bilemiyoruz. Ranselmanı kedilerdir ki, ben pek severim ve kıt bütçeme karşın, bu sevgimi lafta bırakmam. Yani, kediler yetmiyor, şu üç kitaptan tek bir paragraf aktarsa da, ne kadar sol olduğunu anlasak diyorum. Yazmış,"sol"un içine saçmış ama rağbet etmemişler. Böyle ağlamaklıdır "Herhangi biri" . Ama hâlâ sol konusunda, bir çizme boyunu bile aşamadı. Nedir sol?  Nedir devrimci? Hâlâ aydınlanamadık. “sol”u mu, yoksa sol’u mu lanetlemektedir onu da anlayamadık.

Ben de yardımcı olurum sandım ve uzun uzun yazdım ama benim dediklerim hep yok hükmünde kaldı. Sessiz bir katılım var, duymamak, görmemek ve cevap vermemek kimsenin aralarında konuşmadığı bir sır misli ittifak gibidir. Katılım, katılmamak üzerinedir. Yani benim ifade ettiklerimin içinde, ağzıyla kuş tutan cümleler olsa da, katılmamaya katılmak, sessizce, hiç konuşmadan gelişen bir ittifak oluyor. Tek bahaneleri “uzun yazmak” idi, o da çürütülünce bahane kalmadı. Öyleyse yok saymak yerindedir. Ama demiştim, dediklerim tarihe nottur ve tarihin sayfaları yok saymayı bilmiyor. Bu notu da o nedenle düşmüş oluyorum. Yok sayanlar, yok saymayı bilmeyen tarih sayfalarına girsin istiyorum.

Buradan devam ediyorum.
12 Eylül öncesi, herhalde ellilerin ikinci yarısında dünyaya adım atanların kuşağı oluyor. Hepimiz çok şiddetli olmasa da, azımsanmayacak bir yükselişin çocuklarıyız.  27 Mayıs, öncesindeki demokratik mücadele, solun kitleselleşmesi, Che Guevera ile cisimleşen evrensel yiğitleme,  Vietnam halkının ABD emperyalizmine diz çöktürmesi, hepsi bir yükselişin taç giydirilmiş renkleri oldular. 15 -16 Haziran günleri, bu yükselişin ortasında bir dönüm noktası oldu. THKO da, THKP-C de bu yükselişin ürünleridir. 1920 TKP si de, aynı tür bir yükselişin ürünüdür. Bunu da eklemek gerekiyor.

Hepsi 1920 den itibaren gelen baskı sellerinden habersiz, son derece moralli olarak kuruldular. Yanılgı belki de buradan geliyor, hem 12 Mart’ı, hem 12 Eylül’ü, bir veya birkaç kişinin marifeti olarak ve geçici bir gelişme olarak gördüler. 27 Mayıs ile bir ve aynı karakterde saydılar. Saymayanı ulusalcı, faşist, darbe sever olarak yaftaladılar. Faşist darbeciler çekilince, faşizmin misafirliğinin bittiğine ve demokrasinin geldiğine inandılar. Oysa faşizm, demokrasi iluzyonu ile adım adım, kalıcı olarak yerleşiyordu. Göremediler. Daha kötüsü görmemeyi geçer akçe bir politika olarak bellediler, müritlerine bellettiler. Müritleri kuşak arkadaşları yanında, yeni kuşaktan da çoktur.

“Herhangi biri” nin kafası karışmasın, “ulusalcı” diye yaftalama kolaycılığına kaçmasın, biraz 27 Mayısın nemenem bir şey olduğunu anlatmaya çalışayım, üç kitap yazmış, anlar diye umuyorum.

Ama önce Mc. Cartizm’e değinmek istiyorum. Amerikan icadıdır. Şeytancadır üstelik. Bütün muhalifleri “komünist” diye yaftalayıp, bertaraf etmeyi anlatıyor. Beğenmedikleri ve tehdit olarak gördükleri her taşın altından “komünist” çıkartıyorlar. Çok ünlü ve tarihsel davalara da konu olmuştur.

Bizde de uzunca bir dönem hüküm sürmüştür ki, birçokları bundan Özal ile Demirel’in “demokrat”lığında kurtulduğumuzu varsayarlar ve komünist etiketli zavallılardır. 141-142 nin en sadık uygulayıcılarının,141-142 yi kaldırmış olarak demokrat sayılması oldukça öğreticidir. Menderes’in “komünizm” tehlikesi icad etmek için, Müstecaplıoğlu’nun sosyalist partisinden bile “komünist” çıkarması ve zindanlara doldurması  aynı yerdedir.

Bunları bilip bilmediğini, ilgilenip, ilgilenmediğini bilmediğimiz “Herhangi biri”, hâlâ günahkâr sol lakırdısı yapabilir ama soyut kalıyor ve içini dolduruyorum.

Eski Mc Carthicilikte temel renk, “komünizmle mücadele” dinamikleri iken; şimdi, Mc. Carthicilik, “bütün darbelere hayır” veya “darbelere dur de” dinamikleri oluyor. “Sol”/ “sosyalist” renklerle, Mc.Carticiliğe önemli katkıları olan geçmişin “komünizmle mücadele” dinamiklerinin ardıllarını darbelere karşı omuzdaş yapmaktadır. Oldukça dâhiyane buluyorum ve bir Amerikan parmağı olduğu anlaşılıyor. Şeytancadır yani. Böylece, bütün muhalefetin hem bu düzleme çekilmesi ve hem de bu düzleme çekilemeyenlerin darbeci olarak veya darbe sever olarak yaftalanması kolaylaşıyor. Bu da geçmişin devamı olan dinamiğin, geçmişle hesaplaşma tiyatrosunu kolaylaştırırken, geçmişin aklanan dinamiklerinin hem meşrulaştırılması, hem demokrasi havarisi sayılması ve hem de sol/sosyalist dinamiklere yakınlaştırılması kolaylaşmış oluyor. Ahmak “sol”cu çok olunca, tiyatroların  perdeleri hep açıktır. Oyun hep zirvededir.

Ama “Herhangi biri” konuşuyor, “sol kötüdür, bilimsel değildir, bilimi filan takmamaktadır.” diyor. Ancak hâlâ hangi sol? Diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Her iki durumda da Türkiye’de akan toprağın (sadece derelerin altından sular akmıyor, toprak da akıyor), tarihin ilerleme çizgisinin ilerlediği yoldan saptırılması kolaylaşıyor. Böyle olunca da tarihin ilerleme çizgisi üzerinde akan toprağın getirdikleri ve götürdükleri toprağın derinliğine gömülebiliyor. Üstü örtülebiliyor demek istiyorum.

27 Mayısın getirdikleri ve götürdükleri bu tür bir gömülen oluyor. 27 Mayısın, götürdüğü gerici renkler ile getirdiği ilerici, demokratik renkler hafızalardan silinebiliyor. Akan toprağın akışını tutan 27 Mayısın, solun, sosyalist hareketin yükselişini biriktiren barınakları ve sığınakları getirmiş olduğu gerçekliği, muhalefete başlasam mı, başlamasam mı ikircimliğinde olan ve geçmişin kalıntılarına akıl almaz derecede bağlılık gösteren ama yeni politik mücadeleye karşı, geçmişe bütün olarak nihilist bir tutumla yaklaşan yeni kuşağın hafızasından siliniyor.

Bizim kuşaktan olduğunu anladığımız “Herhangi biri” nin yaptığı da budur. Bütün günahları hiçbir ayırım yapmadan soyut bir sola yüklüyor. Tam bir nihilist tutumdur. Ama büyük ihtimalle, bütün olarak reddettiği sol’un ,”sol” kalıntılarının peşinden giderek, sosyalizm alanlarını bozmalarına yardım etmeyi en büyük devrimcilik sayıyor.

Şimdi geçmişin kalıntılarından olan Hasan Cemal ve türlerinin,“ bütün darbelere karşıyız” türünden vaazlarına hemen biat etmeleri, bu belleksizlikten kaynaklanıyor. 27 Mayıs ihtilali ile 12 Eylül faşist darbesini bir saymakta ve aynı kefeye koymakta zorlanmıyorlar. Hal böyle olunca, mesela Portekiz’deki,”karanfil devrimi” olarak anılan ve bir diktatörlüğe karşı gerçekleştirilen askeri darbenin demokratik rengini ise çoktan unutmuş oluyorlar.

Doğrudur, 27 Mayıs da, burjuva sınırlarında gerçekleştirilen bir askeri darbedir. Buna kimse karşı çıkmıyor. 27 Mayısçılar, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıkmıştı. Ancak TSK'nin, 27 Mayısçılara desteği kısa sürmüştü. 27 Mayıs, burjuva demokrasisini ifade eder ve hem burjuva demokrasisine vurgu yapmak, hem de 27 Mayısı faşist bir diktatörlüğün ifadesi olarak algılamak çelişkidir. Bu çelişkiye kıskançlıkla sahip çıkmak ise, sığ bir bakışın ifadesi değilse, kötü niyetin ifadesidir. Kötü niyetin ağır bastığı ise, akla daha yatkın görünüyor.
12 Eylül ise, burjuvazinin, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile Türkiye'yi yönetemeyeceğini anlamış olmasının getirdiği bir sonuç olarak, 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyondur. Dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonudur. Bunu bugün çok daha net olarak görüyorken, bu gerçekliğin üzerinden atlamak, devrimciliğin, solun/sosyalist hareketin çok uzağındadır.

“Herhangi biri” nin ve tuttuğu aynaya bakanların bunu görmediği açıkça görülmektedir. Ama sol’u bütün melanetlerin sahibi olarak görebiliyor, gösterebiliyorlar. Sıkılmaları yoktur.
Sapla samanı karıştırırsak, 27 Mayısla 12 Eylülü karıştırmak da mümkün oluyor. Böyle olunca da, 27 Mayısın sonucu olan 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımının ve hızının dengelenmesinin sağlandığı, Çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı sağladığı görülemiyor.

Diğer yandan, 27 Mayısla birlikte yükselen sol/ sosyalist hareketlenmenin yöneticilerinin, Kemalist bakış açısının dışına çıkamamaları, 27 Mayıs’ın 12 Eylül karakterinde bir faşist darbe olduğunu göstermiyor. Ama dün sosyalist hareketi, Kemalizmin kuyruğunda terbiye etmeyi Politika sayan geçmişin yükselen çocukları, dalga düşünce, Kemalist dalgadan da, sosyalist hareketin dalgasından da inip, hemen dalga değiştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bindikleri dalganın adına Neo-Liberalizm adını vermişler ve hem Kemalizme düşmanlık ve hem de geçmişlerine düşmanlık en geçerli politikaları olmuştur.  
12 Eylül rejimi, bir tekelci düzeni yerleştirme operasyonunun serüvenini taşımaktadır ve tümüyle ABD emperyalizminin gericiliği ile uyumlu olarak, sosyalizmi yok etmek üzere, sosyalist örgütlenmenin sığınaklarını, yani 27 Mayısın kazanımlarını ortadan kaldırmak için gerçekleştirilen bir faşist darbenin eseridir. Ve hâlâ devam etmekte olan 12 Eylül, bütün faşist
karakteri ile dururken," bütün darbelere karşıyız" dinamikleri ile 12 Eylül rejimine karşı, tekellerin düzenine karşı yükselmesi muhtemel olan dinamikleri, 12 Eylül rejiminin, 12 Eylül faşist darbesinin devamı olduğu ve karakterini taşıdığı unutturularak, 27 Mayıslara, hayali darbelere karşı kurulan dinamiklerin peşine takmak, yalnızca tekellerin işine yarayacak bir Ali Cengiz oyununudur.
Bu oyunu görmeyenler, daha kötüsü dâhil olanlar, bu oyunun sol/sosyalist hareketi toptan ve kalıcı olarak bertaraf etmek için, sol/sosyalist hareketin sığınaklarına ve barınaklarına hücumla sürdüğünün üzerini örtmekte pek hünerli davranmışlarıdır. Ve hepsinin ağzında sakız yaptığı lakırdı, “sol iyi bir sınav vermedi” yollu olmuştur. Yani kendileri pir-u pak, sol ise deccaldır ve ezilmelidir. Öyleyse 12 Eylül darbesi ile sessize yatan bu sahte sol gömlekli kalıntılar, darbecilerin çekilip, demokrasinin geldiği illüzyonunu yaymak için,12 Eylül rejiminin her durağında bir mesih bulmuş ve demokrasi için toplumu bu mesihlerin etrafında birleştirmenin oyunlarını oynamışlardır. Son mesihleri Akepe-RTE idi ve şimdi mesihleri Fetullah Gülendir. Örnek olsun, dedikleri arşivlerde vardır, açın okuyun, “radikal faşizm ayıp bir şeydir” yollu komiklik yapan S.S.Önder, burada, Önder’in söylediklerini peygamber kelamı olarak bellemeyen pek azdır, Kürtlerin vekili olmaya aday olduğu günlerde Nurculuğu referans göstermiş, şimdi bundan ayrı tutmadığı Fethullah Gülen’in en demokrat hareket ettiği, AKP nin sınıfta kaldığı yollu vaaz verebilmektedir. Ve en çok RTE güzellemesi yapan geçmişin sol gömlekli kalıntıları, şimdi “RTE OUT, Fethullah IN” yollu fıkra yazmaktadırlar.

Bu sahte sol gömlekli, yükselen dalgaları seven, 12 Eylülle birlikte, 27 Mayısın sağladığı bütün burjuva demokratik kazanımların yerle bir edildiğini daha düne kadar dillendiren geçmişin “sol”kalıntıları,  şimdi 27 Mayısı, 12 Eylül kategorisine koymaya sıkılmamaktadırlar. Ne zaman ki, emperyalist yenidünya düzeni, bu bölgede coğrafyaları ve halkları parçalama dinamiğinin düğmesine bastı, bu kapıkulu, devşirme solcular da, daha önce
dediklerini unutup, aynı masala sarıldı.
 “Herhangi biri” nin aynasında ise, sol’un günahları bitmemektedir. Masallarla  senkronizedir.
27 Mayıs, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun, burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasıdır ve tümüyle burjuva düzenin yerleşmesine yöneliktir.
Bu gerçekliklerin üzerinden atlayıp, bize ait olmayan düşüncelere hapsolunca, bu gerçekliği de,12 Eylül’ün, burjuvazinin, tekelci düzeni yerleştirmek için uyguladığı politikalarının sonucu ve devamı olduğu gerçeğini de ıskalarız. Haliyle bunun, emperyalist kapitalizmin politikalarına bağlı olduğunu da göremeyiz. Hem ıskalamak, hem de neyin ıskaladığını görememek, geçmişin sahte sol gömlekli kalıntılarının sol/sosyalist harekete kaktığı bir masalımsı politikadır. Bu masalımsı politikayı yüksek tutup, sol’un günahlarından, devrimcilik adına dem vurmak , “sol”u OUT, sol/sosyalist hareketin alanlarını bozanları IN yapmaktır. Başka ifadeyle, “sol”u, sol’un önüne, sol/sosyalist harekete çelme takmak için çıkartmaktır.
Bu da bize, yani sol/sosyalist harekete ait olmayan düşünceleri yüksek tutmak demektir.
Böyle olunca da, yanılgı hastalığı bitmiyor. Dün Kemalizmin kuyruğunda sosyalist hareketin ilerleyemeyeceğini göremeyenler, bu gün sol/sosyalist hareketin bertaraf edilmesinin, Kemalizme ve 27 Mayıs ile kazanılmış barınak ve sığınak misli demokratik alanlara ve elbette cumhuriyete, bununla birlikte  darbeler üzerinden TSK ya saldırı ile birlikte yürütüldüğünü ama daha önemlisi, başrolde dün de, bu gün de aynı  emperyalist aktörlerin yani ABD-AB nin olduğunu göremiyorlar. Bütün melanetlerin sahibi, moda deyimle deccal ABD-AB emperyalizmi iken, onun mihmandarlığında saldırılan bütün alanlar deccal ilan edilmektedir.
Laisizme saldırıdan bile demokrasi çıkarabilen bu yanılgı değiştirme ustaları, Laisizme saldırının temelinde, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde bir ileri noktayı temsil eden cumhuriyeti yıkıp, tarihin ilerleme çizgisinin ters istikametinin ifadesi olan İslamik-Osmanik bir düzenin yerleştirilmesi ve toplumun bu yönde dönüştürülmeye çalışılması gerçekliği olduğunu görememektedirler.
Bu yanılgıların peşinden koşarak devrimcilik yaptığını sananların, laisizm’i bir kavram olarak pek bildiğini sanmıyorum. Herkesin, laisizmi, çeşitli dinlerin ve tarikatların, bir arada ve barış içinde yaşaması olarak anlıyor olduğu bir hali var. Bilenleri ve bu hali taşımayanları ayırıyorum.

Bu gün İslam’ın yanında, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de yayılma savaşı içinde olduğu açıkça görülüyorken, laisizmi, sadece dinlerin birbirine saygılı konumu olarak almanın, cahillerin ve ikiyüzlülerin işi olarak görmek gerektiğine inanıyorum.

Oysa laisizmin özü, kamu işlerine aklı egemen kılmaktır. Laisizmin temeli, toplum yaşamını akıl ilkeleri üzerine kurmaktır. Bu haliyle laisizm, hem felsefi ve hem de ekonomik bir akımdır.

Öyleyse din temelli politik partilerin laik düzende yeri olmaması son derece akla yatkındır. Dolayısıyla din temelli partinin veya tarikatların devlet iktidarına egemen olması durumunda veya din temelli devlet düzeninde laisizme yer olmadığı da açıktır.

“Herhangi biri” sol’u deccal misli resmederken, asıl gerçeklerin üzeri örtülmeye devam etmektedir. Hem de devrimci, hatta en iyi devrimci olmak adına. En iyi devrimci, gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapayarak geçmişinde deccal bulan “devrimci” olmaktadır. “Herhangi biri”nin sol deccali resmeden “devrimci” lakırdılarından bunu öğreniyoruz. Mesih’i ise,”sol” kalıntılardır, tekraren altını çizmiş oluyorum.

Gerçeklere gözlerimizi kapayınca, hep bize ait olmayan düşüncelerin esiri oluyoruz ve yanılgıdan kurtulamıyoruz. Kurtulamadığımız için de, bu politikaların, son on yıllık süreçte ve ABD-AB nin YENİDÜNYA DÜZENİ çerçevesinde hızlandığını, bu topraklarda, tarihin ilerleme çizgisindeki akışını tersine döndürme çabalarının önemli oranda kotarılmış olduğunun farkına da varamayız, önüne de geçemeyiz. Geçemediğimiz ise apaçık ortadadır.

Peki, 27 Mayıs ihtilali ile12 Eylül faşist darbesini bir ve aynı sayanlar, 12 Eylül faşist darbesinin 24 Ocak kararları ile ve ABD-AB emperyalizminin, şu an içinde yaşadığımız zamanın  ekonomik-politik yapılanmasına  yönelik  hedefleri ile bağlı sınıfsal  karakterinin bilincinde midirler? Öyleyse 12 Eylül rejiminde, “demokrasiye geçtik” zırvalamalarının geçmişin kalıntılarının ağzından pek fazla dökülmeye başladığı andan itibaren bu güne kadar gerçekleştirilen  darbelerin resmini çizebilirler mi acaba? Ve elbette bu darbelerin, tıpkı 12 Eylül faşist darbesi gibi, ABD-AB emperyalizmin YENİDÜNYA DÜZENİ için, BOP için yol açıcı olduklarını da biliyorlardır! Sırasıyla ve aklıma geldiğince resmini çizmeyi deneyeceğim. Katkısı olanlara şükranlarım bakidir.

Ancak bunun için uzunca bir paranteze ihtiyacım vardır ve açarak, bu günlere doğru açılan yoldaki serüvenleri resmetme denemesine başlıyorum. Bir anlamda kısa bir yakın tarih çalışması olmaktadır, yararlı olacağına, bellek tazeleyeceğine inanıyorum. “sol” yanımızın yine kör ve sağır olmaya devam edeceğini, sol yanımızın ise, çok ve yararlı şeyler hatırlayacağına inanıyorum.

Öncelikle bu darbelerin 12 Eylül rejiminin sağlam ayaklarla yerleştirilmesine yönelik  olduğunu ve uzun süre, işkence yaparak, can alarak, korkuyu kitleselleştirdiğini bildiğimizi hatırlatmak istiyorum. Bu, aynı zamanda, darbenin sınırsız bir korkunun ürünü olduğunu hatırlatmak için gereklidir. 12 Eylül darbesi, hem uluslar arası, hem de ulusal planda, burjuvaziyi acımasızlaştıran korkusunun sonucunda gerçekleştirildi. İçerde devrimci sol hareketin yükselişi büyük bir korku kaynağı oldu. Dışarıda Afganistan ve İran devrimleri korkuyu arttırıcı etki yaptı. Dolayısıyla 12 Eylülün lokomotifi korku idi, o nedenle de kindar davranarak, Kenan Evren’e “asmayalım da besleyelim mi?” dedirtti. Korkanlar, korkutmak ve korkuyu kitleselleştirmek için 12 Eylül darbesini hazırlamıştı. 24 Ocak kararlarının ancak böyle bir darbe ile uygulanabileceğini düşünüyorlardı.

Bundan sonrası Türkiye burjuvazinsin korkularını budama yılları oldu ve uzun sürmüştür. 1987 yılı Türkiye burjuvazisinin geleceğe dair korkularını geri plana attığı yıldır. Özal yönetimindeki hükümetle 12 Eylül rejimi sürerken en çok aydın hareketinden ve silahlı devrimci-demokrat örgütlenmelerden korkuyorlardı. Böylece sırasıyla korkularını yenmeye başladılar. Tamamen kurtulmak için reformlara başladılar. 12 Eylül rejiminde reform demek gericiliğin ve faşizmin yerleşmesi demekti. Ancak  demokrasi iluzyonu ile üzerini örterek ilerlediler.

Rusya’da Stolipin reformları bu türden bir gericiliğin ve baskının yerleştirilmesidir. O nedenle bir parantez açıp, 1905 devriminin sonrasına dair bazı hatırlatmalar yapmak yararlı olacaktır.

Stolipin reformları, 1905 devrimci yükselişine bir cevaptır. Orada da korkanlar, korkularını bastırmak için korkuyu yaymıştı. Devrimci hareketin yükselişi durmuştu. Ancak bu yükseliş dönemi, bütün sınıflara ders olmuş ve başkasının düşüncelerini taşıyarak işçi sınıfına ahkâm kesen reformistlerin de önemli oranda deşifre olmasına neden olmuştu. Çara karşı mücadele eden burjuvazi, 1905 devriminde işçi sınıfının yeterince siyasal deneyim kazanmış olduğunu ve artık Gapon’un değil, kendi partisinin peşinden gideceğini görmüştü. O nedenle ger geri gitmeye başladı. Karşı devrimci bir sınıf olması uzun sürmemişti.

Buna karşın, bunu görmemek için gözlerini yuman Menşevikler, politikalarını hâlâ burjuvazi ile ittifak üzerine kuruyorlar, bunun doğru olduğunu ikna etmek için bin dereden su getiriyorlardı. Ancak, bunlara karşın köylülük derin bir uykudan uyanmış, tarım sorununu bütün yakıcılığı ile ortaya sermişti.

Kısa sürede yenilginin  muhasebeleri çarpışmaya başlamıştı. Menşevikler, kavganın bittiği savları ile anayasal monarşiye razı olup, onunla uzlaşmayı politika bellemişti. Bolşevikler ise, henüz  devrimin sona ermediğini, çarın yerinde durduğunu, devrimin dayattığı sorunların henüz kesin olarak çözülemediğini, er ya da geç yeni bir devrimci dalganın yükseleceğini öne sürüyorlardı. Bolşeviklere, özellikle de Lenin’e göre, olanlar öncü savaşlardı, asıl çarpışma gerçekleşmemişti.

Lenin, olayların çok daha hızlı seyredeceğini düşünüyordu ama 1917 yılına kadar devrimci dalganın yükselişi epey bir sönmüştü. Bolşevikler çok büyük kan kaybetmiş, Menşevikler ise güçlenmişti. Liberal burjuvazi ise seçimlerde büyük bir zafer kazanmıştı. Partileri, Kadet Partisi ( anayasacı demokrat) , Duma da birinci sırada idi. Bu durum, Menşevikleri Avrupa parlamentarizmi rüyası görmeye itmişti. Dumanın başkanı Kadet partisinden seçilmişti ve Menşevikler, bunu Marxist stratejinin başarısı olarak propaganda ettiler. “Çara değil, Dumaya hesap verecek olan sorumlu bakan” diyorlardı. Ancak işçileri uzun süre kandıramadılar, hızla kan kaybettiler.

Bu süreçte Bolşevikler de bölünmüştü. Özellikle 3. kez toplanan imparatorluk Dumasına katılalım mı, boykot mu edelim tartışması bu bölünmeyi tetiklemişti. Lenin katılmaktan yana tavır koymuştu. Boykotun Dumanın toplanmasını engelleyemeyeceği, o nedenle yasal çalışmanın olanaklarından yararlanmayı doğru politika olarak ortaya koydu ve sonunda kabul gördü. Ancak tartışmalar bitmemişti. Bu Menşeviklerin sendikalardaki üstünlüğünü, hem de 1917  Ekimine dek sürerek, daha da artırmıştı.

Duma’nın boykot edilmesi tartışmaları sürerken sosyal demokrat partinin içinden çeşitli sapmalar boy gösteriyordu. Bolşeviklerin bir kısmı, Dumadaki sosyal-demokrat vekillerin geri çağırılması yönünde  direttiler ve Lenin’i sağa kaymakla suçladılar. Duma’ya katılanlar, devrime ihanet etmiş sayılıyordu. Bunlara “geri çağırma” kökünden gelen Otzovistler deniyordu.

Bir diğer eğilim ise, Ultimatizm idi. Gene Lenin’i oportünistlikle suçlayan bir kısım Bolşeviğin hareketi idi. Ultimatizm, İçinde Gorki’nin de yer aldığı, Otzovizmin ılımlı versiyonu idi. Özü gene Bolşevik vekillerin Duma’dan ayrılmasına yönelik idi.

Diğer eğilim ise, Deizm idi. Bu ise Gorki tarafından desteklenen bir eğilim idi. O dönem, pornografinin yükselmesi, gizemcilik ile dinselliğin serpilmesiyle el ele gidiyordu. İşçilere, Marxizmden çok Deizm öğretiyorlardı. Ama yeterince etkili olamadılar. Deistler, o dönem yükselen dinsel eğilimlere göz kırpıyorlardı. Tanrıya inanmaktan kaçınan deistler, kendilerine özel, neredeyse Marxist bir ilah imal ettiler.

Bu arada,1905  ortalarında, şimdi yaşadığımızın benzeri abuklukta yaklaşımlar da vardı. Örneğin, genel greve açıktan karşı çıkamayan 2.Enternasyonalci Sosyal-demokratlar, genel greve, genel saçmalık olarak bakıyorlar ve genel grevden kaçmak için, “ bütün işçilerin işlerini bırakacakları bir genel grev başlatacak güçte isek, devrim de yapabiliriz demektir. Eğer o kadar güçlü isek, genel greve gerek kalmaz; yok, o kadar güçlü değilsek, genel grev başlatamayacağımız için bunu konuşmak bile saçmadır”. Tabii bu sav söze ilk atlayanlar, Menşevikler olmuştu.

Öte yandan, Menşeviklerin silahlı ayaklanma sorununa yaklaşımı da aynı abukluk örneğidir ki, şöyle demektedirler; “işçilere silah vermek yerine, silahlanmanın gerekliliği fikrini aşılamakla işe başlanmalıdır.”

Sonuçta Bolşevikler, 7 Yıl süren bir gericilik ve gerileme dönemi yaşadıktan sonra, onca bölünme ile tasfiye hareketi ile sapmalar ile mücadele ederek  en kıt imkânlarla, en  fazla kitleye ulaşabilmeyi sürdürdüler ve 1917 Şubatında başlayan devrimi Lenin’in önderliğinde Ekim sosyalist devrimine taşmayı başardılar.

Parantezi kapatıp Türkiye’de 12 Eylül rejiminin reformlarla yerleşmesini sağlamlaştırma serüvenine devam ediyorum. Ve ilginçtir ki, bu dönemin çocukları olan yeni kuşaklar, bu dönemin gerçeklerinden çok uzaktırlar. Bunu da eklemek istiyorum.

12 Eylül rejiminin ilk planlaması, MİT-GEN. KURMAY eliyle, TKP-TİP yerine 12 Eylül rejimine uygun bir Öro-komünist parti ye karar verilmiş olmasıdır. Önce Perinçek’in partisi ile Nabi Yağcıların Töbekapesi üzerinde kararsız kalınıyor, ancak Perinçek, dobradır, bir burjuva muhalefeti yapacağını gizlemiyor, sonunda Töbekapede karar kılınıyor. Böylece Nabi Yağcı ve Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönüp, TBKP kurma serüveni bu plana uygun işletiliyor. Burada en demokrat Özal’dır ve Özal ağırdan alınca Demirel’in demokratlığı öne çıkarılıyor.
Ve rejim, bir taraftan tıpkı,1905 sonrası Rusya’sında olduğu gibi, pornografik edebiyata hız veriyor, diğer taraftan Özal ile İnönü’ye teslim edilen reformlar, seçim yasası ile başlatılıyor. Hemen bütün yenikçi psikolojisi içindeki, ezik solcular, o dönem, yüksek “solculuk” aşkı ile SHP nin parti ve belediye meclislerine doluşmuştur bunu biliyoruz.

Böylece, ANAP-SHP eliyle meclisten geçirilen seçim yasası ile temsili demokrasi ortadan kaldırılarak, demokrasiye geçiyoruz  naraları eşliğinde halkımıza ilan ediliyor.

Bununla birlikte, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi kampanyaları eşliğinde, toplumsal  kurumların devletleştirilmesi süreci başlatılıyor. İlk uygulama tiyatro alanında yaşanıyor. Özel tiyatrolar kollanmaya başlanıyor. Örnek olsun, Tiyatro Yazarları Derneğine, Yıldız Sarayında,”Saray Soytarıları Köşkü” anlamında ki “Muhasip Ağalar Köşkü”  tahsis ediliyor.

Özel bir kuruluş olan TÜYAP  Görüntüde özel, özde ise devlet  kuruluşu haline geliyor. Kitap fuarlarına çağırılan Sovyet yazarlarının bütün masraflarını devlet ödüyor. Hangi yazarların geleceğini, TÜYAP yönetiminden çok, dışişleri bakanlığı kararlaştırıyor.

Diğer yandan, devlet tiyatrolarına ait olan  Taksim Tiyatrosu salonu, Türkiye Yazarlar Sendikasının panellerine tahsis ediliyor.

Bir diğer reform ise, üniversitelerin tüm otoritesinin ortadan kaldırılmasıdır. Akademisyenlik bir otorite taşıyıcılığına dönüştürülüyor. Böylece, panellerde, medyada konuşan profesörlerin otoritesi öndedir ve yanıltmak için birebirdir.

Ardından sanat ve yazın alanında özel girişimciliklerin devletleştirilmesi gerçekleştiriliyor. Bu alanda da otoriteler yükseliyor, Biri, yukarda sözünü ettim, Latife Tekin’dir, diğeri Ahmet Altan oluyor. Sonra bir de Kundera çıkartıyorlar. Ve model hale getiriliyorlar, böylece yazarlar, sanatçılar, devlet kapısına koşmak için sıraya giriyor. Latife Tekin’e başarılarından ötürü, Bodrum’da bir sanat akademisi hediye ediliyor. Artık devletleşmiştirler.

Böylece, reformlar ve demokrasi şöleni eşliğinde, sanatseverlik gösterileri altında, 12 Eylül rejimi, korkularından arınarak yerleşmesini sürdürüyor. İnsanları hamamböceklerine döndürüyor.

Bu reformlar sürerken, muhalefet, iktidarın koltuk değneği olarak biçimleniyor; mezara gömüldüğü kabul edilen DİSK yerine, Türk-İş devrimci sendika olarak allanıp pullanıp öne çıkartılıyor; bu arada sık sık, DİSK ile ilgili nostaljik anmalar yapılmaya devam ediliyor. Sanat ve edebiyat ürünleri ve üreticileri devletleştirilerek, model bir aydın profili yükseltilerek, uzlaşmacı aydın profiline erişmek zor olmuyor. Uzlaşanlar ödüle doymuyor, uzlaşmayanlar ise sopalara doyuruluyor. Ardından depolitizm dönemi onun ardından partisizleşme dönemi yerleşiyor. Devrimci çizgiyi koruyan az sayıda devrimcinin dışındaki, geçmişin kalıntısı bütün “sol”cular, TV lerde boy gösteriyor, Kimi ANAP ın sakızlarını, kimi SHP nin sakızlarını çiğneye çiğneye gününü gün ediyor, devrimciliklerine de toz kondurmuyor. Bu artık olmazsa olmaz bir dinamiktir ve her TVnin kendine ait uzmanları ve hatta müdavim uzmanları var, her şeyi bilendirler ve hemen hepsinin işlevi toplumu yanıltmaya yöneliktir. 12Eylül rejiminin buna hâlâ ihtiyacı var. “Sol” yanımız ise, daha çok bu uzmanların söylediklerini referans olarak almaktadır. Örnek olsun, Nazlı Ilıcak en büyük demokrattır “sol” yanımız için.

Öte yandan, Türkiye’nin Avrupa tekellerine peşkeş çekilmesine karşı çıkan solcuların alanı, 12 Eylülün baskısı ile önemli oranda dağıtılmıştı. Böylece, bir bölüm “solcu”, demokrasiyi Avrupa Parlamentosundan bekler oluyor, bir kısmı ise, “barış ve demokrasi” programlarına teslim olarak sosyalizm yolundan ricat ediyor.

Böylece 12 Eylül rejimi yerleşiyor ve kendini sağlama alıyor.

İşte darbeler bundan sonra başlıyor. Tere yağdan kıl çeker gibi, demokrasi illuzyonu içinde Rejimin tıkanıklığını aşmak için hemen planlanıyor ve bir komplo dinamiği ile gerçekleşiyor.

Orta çağda tüccar ile korsan bir ve aynıdır. Tekellerin düzeninde, aynı anlama gelmek üzere 12 Eylül rejiminde seçim, darbe ile özdeşleşmektedir.

Bu noktada Marx’ın 18. Brumaire’i oldukça öğreticidir. “Hegel’e gönderme yaparak, büyük olay ve karakterlerinin, iki kez ortaya çıktıklarına işaret ettiğini ve birincide, trajedi, ikinci kez fars olduğunu eklemeyi unuttuğunu hatırlatıyor. Danton’un yerine Caussidiere, Robespierre’in yerine, Louis Blanc, 1793-95 yıllarının Montagne’i yerine,1848-51 yıllarının Montagne’i. Amca Napoleon’un yerine yeğeni çıkıyor. Ve biz aynı karikatürü 18.Brumaire’in ikinci baskısını çevreleyen olaylar içerisinde görebiliyoruz.” diyordu.

 Bonapart,1848 devrimi bastırıldıktan sonra seçimle geldiği devlet başkanlığı koltuğunda, Aralık 1851 yılı aralık ayında bir darbe ile amcası büyük Napolyon’a öykünerek imparatorluğunu ilan ediyor. Büyük Napolyon, küçük burjuvaların ve özellikle köylülüğün lideridir; yeğen Bonapart, kendisini küçük burjuvaların lideri sanıyor ve onları kırarak büyük sermayenin gelişmesine ve egemenliğine kapıları açıyor.

Marx,18 Brumaire’de devam ediyor. “Durumunun çelişik isterleriyle güdülen Bonapart, Napolyon’u ikame eden birisi olarak, tıpkı bir sihirbaz gibi, sürekli sürprizlerle, her gün bir coup d’etat ( hükümet darbesi) göstererek kamunun bakışlarını üzerinde tutmak zorundadır. Böylece tüm burjuva ekonomisini bir kargaşaya sürüklüyor.1848 devriminde yıkılamaz görüneni her gün yıkıyor. Kimini devrim hoşgörülüsü, kimini devrim tutkunu yapıyor. Düzen adına anarşinin kendisini yaratıyor. Ve aynı zamanda bayağılaştırarak, hem tiksindirici ve hem de komik yaparak, devlet makinesinin üzerindeki haleyi alıp atıyor.” diyor.
Marx’ın söylediği de, seçimlerin darbe ile özdeşleşebildiğinin ifadesidir.
Bu konuyu,18 Brumaire’in derslerini, burada derinlemesine incelemeyi düşünmüyorum ama gerekli dersin alındığına inanıyorum. Ancak benzerliklerin,12 Eylül rejiminin sınırları içinde kalmadığını, örnek olsun, 12 Eylül darbesinin,1950 seçimleri ile özdeş olduğunu, seçimle gelen Menderes Hükümetinin, bir taraftan Kemalist restorasyonu sağlarken, diğer yanıyla da Türkiye’deki mülk sahibi sınıfların kendi güvenliklerini ABD de ve NATO içinde bulmasını sağladığını vurgulamak istiyorum.
1951 yılında Türkiye’nin NATO ya giriş protokolünün imzalanmasıyla 1951 TKP tutuklamaları başlatılması aynı zamana denk getiriliyor. NATO’ya girilirken Türkiye’de sosyalistler tutuklanıyor. Mülk sahibi sınıflar, korkularını bir taraftan NATO’ya girerek, diğer taraftan o zamanın önde gelen tek örgütü olan TKP nin liderlerini ve üyelerini tutuklayarak yeniyorlar.
12 Eylül darbesi, yalnızca Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının değil, aynı zamanda dünya emperyalistlerinin korkularından kurtulmalarının da çabası oldu.

Bu kadar değil, 1950 yılında seçimle gelenler,1960 yılında süngü ile gidiyorlar. 1969 yılında seçimle gelenler, 12 Mart darbesi ile yönetimden uzaklaştırılıyorlar. 1977 yılında seçimle parlamentoya girenler,1980 darbesi ile düşürülüyorlar.

1950 sonrası, üstelik öncesinde, DP yi demokrat bulup cephe kurma imkânları araştırılırken, ilericiler İsmet İnönü’yü demokrasi şampiyonluğu koltuğuna oturturken, 1980 sonrası, önce Özal, sonra Demirel ve en sonunda Erdal İnönü demokrasi şampiyonu yapılıyor.

Benzerlikler şaşırtıcı gelmiyor, Marx,18 Brumaire’de aynı fotoğrafın resmini çiziyor.

O nedenle devrimci olmak, en kalın çeliği delen, yerin yedi kat dibini gören gözlere sahip olmayı ve tarihe tutkuyla bağlı olmayı gerektiriyor.

Darbeye gerek olmadığı zamanda seçim yapılıyor, seçimin yetmediği zamanda darbeye gerek duyuluyor.

“Solcu”lar, her iki durumda da, sol ile ilgilenir görünüyor ve baba İnönü olmazsa, Demirel, Demirel olmazsa Özal, Özal olmazsa oğul İnönü demokrasi şampiyonu yapılıyor. Onlar da olmazsa, Çiller, Çiller olmazsa, Erbakan, o da olmazsa Ecevit birkaç kez demokratlığıyla şampiyon ilan ediliyor. Hiçbiri olmazsa, Recep Tayyip Erdoğan en demokrat ilan ediliyor. Böylece “sol”cular, tekellerle uyuşuyor. Aydınlar, holdinglere danışman, “solcu”lardan arta kalanlar, ANAP a, SHP ye ve en sonunda AKP ye danışman ve politik öğretmen oluyor.

Rauf Tamerler ile Uğur Mumcular daha sonra, Nazlı Ilıcaklar ile Hasan Cemaller, daha da sonra BBP nin yitik başkanı Yazıcıoğlu ile kuzeni Laçinerler ve diğerleri ve de diğer diğerleri, hepsi birlikte toplanıp, birlikte imzalar atarak demokrasiyi korumak için demokrasi havarisi kesiliyor.

Kimdir bunlar, nedir, neyin nesidir, “solcu”lar merak etmiyor, sormuyor. Hepsinin ama hepsinin,  kimi son tahlilde, kimi açıktan, kimi içinden hep ve daima, darbe olmadığı zamanlarda, seçimle gelenlerin, seçim yetmediği zamanlarda darbe ile gelenlerin sadık izleyicileri ve akıllı danışmanları oluyor.

Şimdi hepsi AKEPE nin danışmanıdır ki kimisi RTE ye eleştirel pozisyon almakla, AKİSTliği bir devrimci renginde sunarak sürdürüyor. Hâlâ kimsenin, kimdir bu AKİSTler, neyin nesidir sormak aklına gelmiyor ve hatta hâlâ peşlerinden bir devrimci edası ile giderken, solu topyekûn lanetleyip,”sol”un üzerinden atlayanlar bu “solcu”ların kim olduklarını, neye yaradıklarını merak etmiyor.

Dün ÖDEP in başını bırakarak, ÖDEP ten, Kürtlere vekil olduğu için, Ufuk Uras’ı takdis edip, “solcu”luğunun arkasına dizilenler, onun işi bittiğinde, Bu kez, AKİST lerden olan Murat Belge’nin tedrisinde yetiştiği unutularak ünlü ve milli devrimci Ertuğrul Kürkçü’nün, dün Kürt hareketinin en sıcak dönemlerinde Kürtleri hatırlamıyorken, şimdi Kürtlere vekil olmasını takdis edip, arkasına dizilebiliyorlar. Hepsi “solcu”dur. Dahası da var, açık ve net olarak Nur şakirdi olmayı referans gösteren, Saidi Nursi’nin bütün zamanların en büyük aydını olduğunu müjdeleyen ve her gün,”radikal faşizm ayıp bir şeydir”  misli komik fıkralarla halkımızı güldüren, Kürtlerin vekili ama Türklüğe laf söyleyenlerin de karşısına dikilen beynelmilel senarist S.S.Önder’in solculuğunu takdis ederek peşinden gidenler de “solcu”dur.

Etyen Mahçupyanları, Halil Berktayları, Danyal Çalışları, Osman Çandarları, ithal “solcu”muz Marguilesleri, milli likidatör Nabi Yağcıları ve daha nicelerini ve peşinden gitmeyi en büyük devrimcilik sayanları saymaya hem lüzum görmüyorum, hem de yazının daha da uzamasına gerek duymuyorum. Ama hiçbir “solcu”nun bu çerçevede, kimin kim, neyin ne olduğunu merak etmemesinin ahmaklığı aşan bir dinamik olduğunun altını çizmeye gerek duyuyorum.

Velhasıl, seçim olmazsa darbe, darbe olmazsa seçim trafiğinin içine sıkıştırılarak devşirilen “aydın”larımızın,”solcu”larımızın, tekellerle artık büsbütün uyuştuğunu, bunu açıklıkla göstermenin sınırına yaklaştıklarını görebiliyoruz.

Hepsi, solu lanetleyip,”sol”un üzerini örtmektedir.“sol”u sol göstermek için ve tekellerle uyuşan “solcu”ları, en büyük devrimci göstermek için bu gerek şarttır. Hepsi, bu uyumu geliştirmek için önceleri “yönetişim”i keşfederlerken, şimdi artık tekellerle en fazla uyuşan rengi, dindar”solcu”yu keşfetmişlerdir. Açıklığa doğru koşuyorlar. Hepsi azap zebanisidir.

Kafaları ve yürekleri sosyalizmi ve devrimi almayanların, iktidarı ise rüyasında bile göremeyenlerin devrimciliğinin gideceği yer burasıdır diyorum ve kitleselleşmesinde ise çift inançlı bir dinamiğin bin yıllık izleri olduğunu görebiliyorum. Tekellerin ahtapot kolları, bu dinamikle her yere uzanmaktadır. Tesadüf olabilir mi, Stalin gibi ben de, tesadüf olamaz diyorum. “Sol”un tekellerle uyumu bir devlet durumudur ve devamlılığının sürdüğünü görebildiğimi göstermeye çalışıyorum.

Buradan darbesel ve seçimsel dönemeçlerin bir kaçını hatırlatmaya geçiyorum.

1993 darbesi ile başlıyorum. Kanla başlatılmıştır ve merkezine Çiller’in, hem de, ansızın paraşütle indirildiğini hatırlatıyorum. Özal’ın ölümü, akrabaları artık öldürüldü diyor, Eşref Bitlis’e suikast, aynı yerdedir. Bir adım öncesinde Uğur Mumcu’nun patlatılması var. İran yaptı yollu açıklanmıştı, öyle olmadığı üzerinde ve adresin aynı olduğu üzerinde artık daha fazla fikir birliği var. Çiller DYP nin başkanlık koltuğuna oturtulmuş ve oradan meclise sokulmuştur. Demirel ise Köşke çıkartılmıştır. Zincir gelişmeler ABD eli mahsulümüdür, İsrail’e mi bağlanmalıdır, hiç önemi yok. Artık ikisi bir ve aynı yerdedir. Sonuçta her ikisinin de hegemonyası güçlenmiştir.

Henüz görünmüyor ama ufuk ötesinde AKP var ve adı bile henüz belli değildir. Çiller AKPye yol açan ilk seçim darbesidir. Bazıları komplo tabir ediyor ki yerindedir. Ben mi, benim görebilmem hiç mümkün değildi ve kim görebildi ki diyorum ama artık görebildiğimi gösterebiliyorum.

1991 yılında Sovyetler Birliği çözülmüştü,1992 yılında Yugoslavya parçalanmıştı,1993 yılına gelindiğinde sıraya Türkiye yerleşmişti. 1993 hareketlidir. Ocak, Uğur Mumcu, Şubat Eşref Bitlis, Nisan Özal, öldürüldüler. Arkasından temmuzda Sivas’ta 38 aydını yaktılar. Çözülme sırası Türkiye’dedir ve Çillerle yol açılmıştır. En münasip olanı aramak bir devlet politikasıdır ve Çiller ile başlıyoruz.  Ve Çiller bir seçim darbesinin adıdır. Şimdi darbeler, darbeciler ve elbette Gladyo miladyo, Ergenekon, mergenekon telaffuz edilirken ve hatta Ağarlara zindan yolu kapatılamazken, Çillerler hep vareste tutuluyor. Devlet her zaman bir devamlılığın ifadesidir.

Uzatmıyorum, Çilleri geçiyorum, ardından bir kamyonun darbesi geliyor.  3 Kasım 1996da, bir kamyon gece yarısı susurluk güzergâhındaki otoyolu boylu boyunca kaplıyor ve devlet-siyaset-mafya üçgeninin bağırsakları yola dökülüyor. Dökülen bağırsakların içinden bir DYP milletvekili ayağa kalkıyor ve iyileştiriliyor, hâlâ sapasağlamdır. Üçgenden dökülen bağırsakların diğer bölümlerini yüce gök de koruyamıyor. Hangisi mafyayı, hangisi Gladyoyu, hangisi devleti ve siyaseti temsil ediyor anlaşılamamaktadır. Bağırsaklar bir yumak olmuş, adeta Çiller’in paraşütle indirilmiş bir darbe olduğunu teyit ediyor.

Aynı yıl,1996, İsrail ile antlaşmalar yılıdır. Şimdi zindana atılan ve 28 Şubat’ın mihmandarı sayılan Gn. Kurmay 2. başkanı Çevik Bir imzacılarındandır. Ve Erbakan başbakan, Çiller yardımcısı ve dışişleri bakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı ise devlet bakanıdır. Öncesinde,1994 yılıdır, Çiller, İsrail’e ilk ziyaret gerçekleştiren başbakan unvanını kazanıyor. Çiller bir değişiklik için, değişiklik darbesiz olmuyor, paraşütle indirilmiş ve başka değişikliklere yol açmıştır. Ancak açılan yolda yeni darbelere gerek duyuluyor. Ve 28 Şubat günlerine yaklaşılıyor. Birkaç gün öncesinde, bu kez ve aniden Gn. Kurmay başkanı Karadayı İsrail’dedir. Dönüşünde MGK dan ünlü 28 Şubat kararları çıkıyor ve Erbakan da  imzalıyor ve gereğini bakanlara ve ilgili yerlere iletiyor. Kısa bir süre sonra da, Erbakan, koalisyonun diğer ortağa devredilmesi isteği ile Demirel’e istifasını sunuyor, Demirel, Cumhurbaşkanıdır ve hükümeti kurma görevini Çiller’e değil, Mesut Yılmaz’ a veriyor. Böylece ANA-SOL-D (demokrat Türkiye Partisi)  hükümeti kuruluyor. Darbe gerçekleştirilmiştir. Ama yeterli gelmiyor ve mecliste 30 Temmuz 1998 tarihinde yapılan oylamada genel ve yerel seçimlerin aynı zamanda ve 18 Nisan 1999 tarihinde yapılması kararı alınıyor. Ancak 25 Kasım 1998 tarihinde Mesut Yılmaz hakkında verilen gensoru önergesi sonrasında Mesut Yılmaz istifa ediyor. Hükümet düşüyor. Demek ki, yeni değişiklikler için yeni aktörler hâlâ gerekiyor ve demek ki darbe –seçimlere ihtiyaç hâlâ devam etmektedir. Asıl amaç hâlâ AKP ye yol açmaktır. İsmi cismi bilinmiyor ancak aranıyor demek istiyorum.

Bu kez Demirel, hükümeti kurma görevini Ecevit’e veriyor. Ecevit kuramıyor ve görevi iade ediyor. Arada Yalım Erez var, o da kuramıyor. Top yine Ecevit’in kucağına düşüyor. Muhtemelen gerekli hazırlıklar yapılmıştır. 11 Ocak 1999 da hükümet kuruluyor. Ecevit’e dışardan destek Çiller’den gelmektedir. 18 Nisan’da ise genel seçimler nedeniyle hükümet sona eriyor.

Bu fotoğrafta oyun kurmanın ve bu oyunda devletin bütün dinamiklerinin seferber olduğunun görülememesi, solun değil, ancak “sol”un fotoğrafını vermektedir. Bu fotoğraftaki “sol” her daim, seçim ile darbe arasında çelik çomak oynamakta olduklarından, oyunu bozmak akıllarına gelmiyor. Melanetin solda değil, “sol”da olduğunu hatırlatmış oluyorum.

Önümüzde DSP-MHP-ANAP koalisyonu var. Aranan kanın bulunmasına az kalmıştır. Öyleyse 50-51-52 Çiller hükümetleri ile oyun kurmaya devam ediliyor, eksikler tamamlanıyor, fazlalar atılıyor ve hoop 53. hükümetle sıra Mesut Yılmazdadır ancak Yılmaz Refahın gensorusu ile koalisyon ortağı DYP ile anlaşmazlığı bahane ederek istifa ediyor. Ve bu kez Erbakan sahne alıyor. Artık 54. Erbakan’ın hükümetidir. Çiller, seçim propagandasında, daha çok Mesut Yılmaz’a yükleniyor ve en çok dillendirdiği, “korkaksın, neden kaçtın” demek oluyor. Söyledikleri Mesut Yılmaz’adır.

Ama gene de, Erbakan’dan sonra hükümet, Çillerin dillendirdiği gibi, korkup hükümeti bırakan Mesut Yılmaz’ın kucağına düşüyor. Ancak gensoru peşini bırakmıyor ve bu kez de istifa ederek hükümeti düşürmüş oluyor.

Neticede artık aranan kanın bulunmasına yaklaşmış durumdayız ve bu hazırlıkların da, DSP-ANAP- MHP koalisyonu sırasında tamamlandığını hepimiz biliyoruz.
Mesih misli Kemal Derviş’in ithal ekonomi bakanı olarak paraşütle Ecevit’in hükümetinin orta yerine indirildiğini de biliyoruz ve elbette bir anayasa kitapçığı masaya fırlatıldı diye devalüasyon yapıldığını da biliyoruz. Neyi bilmiyoruz, daha doğrusu neye gözlerimizi kapatıyoruz; hepsi, aynı tür bir yol açmanın içinde ve bir Amerikan-İsrail darbesinin hazırlanmasıdır.

“Sol” yanımız kör olmuştur ama tekellere uyumda sınır tanımamakta ve yeni geleni, henüz gelmeden alkışlamaya ve Ecevit’in hastalığından muzdarip olmaya ve tez zamanda hükümeti düşürmeye pek can atmaktadır.

Aranan kan bulunmuştur ve tez hükümet düşürülmelidir. Engel Ecevit’tir ve Ecevit, kendi doktorunun sokağa çıkma yasağı ile hastaneye kapatılıyor, ancak Ecevit, hastaneden kaçmaktadır. Olmuyor, hükümet Ecevit’in hastalığı ile düşürülemiyor. Ancak oyunda sınır yok. Oyun başka aktörlerin elinde patlıyor. Yeni aktör MHP lideri Bahçeli’dir. Bozkurtların geleneksel çadır şöleninde, bombayı patlatıyor. Erken seçime gidilmelidir diyor. MHP nin de kendisinin de ipini çekmeyi göze alarak, hükümeti düşürmüş oluyor. Devalüasyon yapan hükümet üyeleri şaşkın ve çaresiz ama Bahçeli istifa ederim diyor ve hükümet düşüyor. Ancak oyun kolay kurulmuyor, Bahçeliden önce, Derviş-Özkan-İpekçi ittifakı ile DSP bölünmeye çalışılıyor.

Darbe mi, seçim mi, tıpkı yumurta mı, tavuk mu bilmecesine dönmüş durumdadır, aklı ve yüreği vurgun yemiş sol kalıntıların ve gözlerini kapalı tutmak görevlerinden olan “sol” yanlarımızın bu bilmeceyi çözmesini beklemiyoruz, beklemedik. Ancak bu, tamıtamına Ecevit’e yönelik ve koalisyonu düşürmeye yönelik bir darbedir.

Ol tarihte, Fikret Bila’nın ve Murat Yetkin’in ifşaatlarından, dış basının da haberleri bu yöndedir, ordunun Ecevit yerine, Ecevit’in adamı Hüsamettin Özkan’ı istediğini ve illa, billa koalisyonun düşmesini istediklerini öğreniyoruz. Medyada yükselen koro ise, “hasta çekilsin” yollu mırıldanmaktadır. Bu dönemde, 28 Ağustos 2002 tarihinde genelkurmay başkanı olan Hilmi Özkök’ün, genelkurmay ikinci başkanlığı yaptığını ve öncesinde ise sırasıyla 1.ordu ve kara kuvvetleri başkanı olduğunu biliyoruz. AKP yi ilk tebrik eden Hilmi Özkök olmuştur ve oyunu kullanır kullanmaz ABD ye uçtuğunu biliyoruz. Tebriklerini Amerika’dan göndermiştir ve onun da, Evren gibi, babasının imam olmasıyla övündüğünü biliyoruz. Hadi Kenan Evren’i atladık, Hilmi Özkök’ün İmamın oğlu olmasından “sol” yanımız dâhil, kimsenin “hani ordu titiz idi ve Kemalizme dolayısıyla laisizme bağlı olmakla bir imamın oğlunun nasıl olur da GN. Kurmay başkanlığına yükselebildiği, yoksa ordunun aslında Kemalistlere OUT, İmam oğullarına veya imamlara IN mi” olduğunu düşünmeyi bile düşünmediklerini görüyoruz.

Sonuçta, Refahtan kopan jön kadroların kurduğu AKP hazır ve nazır olarak, diğerlerinin kaderi de hazırlanmış olarak 3 Kasım 2002 Türkiye’de yeni bir sayfa açıyor. DSP, ANAP siliniyor, MHP barajı geçemiyor, AKP ise % 34 oyla ,%66 yı kapıyor. Mecliste artık 363 AKP milletvekili vardır. Bu AKP nin başarısı mıdır, diğerlerinin başarısızlığı mıdır, yoksa ortak oynanan bir oyunun olması gereken sonucu mudur, artık bunun üzerinde durulmuyor. Önemli olan aranan kan bulunmuştur ve bu kanda “sol”yanımızın da parmak izleri olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama “sol” yanımız kör ve sağır olduğu için, görmemekte ve duymamakta sınır tanımıyor.

Seçim yasasının ayak izleri ise, ANAP ile SHP nin kapısına kadar gidiyor. Devamlılık hiç bitmiyor.

Ancak zorluklar da bitmiyor, çünkü bulunan kanda sorunlar var, RTE yasaklıdır ve AKP başkanı olarak Amerikalarda temaslarda bulunsa da, henüz vekil seçilmemiştir. Daha RTE nin seçim yasağının kaldırılması var. Bulunan kana kan katan CHP oluyor. Hiç şaşırtmıyor. Menderes için verilen CHP kanı, bu kez AKP için veriliyor. Müjdeyi, Baykal ile ters düşen muhalefetten ve Zülfü Livaneli’den alıyoruz. Haberci Livaneli’dir ve Baykal doğruluyor. Baykal zaten hiç yalanlamıyor. Ardından kişiye özel seçim için bir vekil düşürülüyor, RTE vekil seçiliyor. Oyun tamamlanıyor.

Artık aranan kan bulunduğuna göre, oyunların ince ince, oya işler gibi oynanması, bu nedenle de hiçbir özveriden kaçılmaması gerekiyor.

CHP liderinin ve MHP liderinin, AKP ile hep birdirbir oyunu oynadığını ve sürekli olarak AKP ye su taşıyan muhalefet yaptıklarını, bunun için kendi tabanlarına yönelik olarak da oyun içinde oyun oynadıklarını biliyoruz. Baykal çabuk yıpranmış ve yerine getirilen ki, burada da darbe misli bir komplo olduğu açıktır, “sol” yanımızın görmemesi, bunu değiştirmiyor, artık açıkça AKP ye payandadır ve RTE ile kavgası, AKP ile kavga değildir. MHP ise ihtiyaç oldukça AKP nin yolundaki engelleri temizlemekte ve örnek olsun, en popüler oyunu, kürsüden ip atmaktır ve hep AKP ve RTE ile kavgalı olmakla beraber, hatta BOP telaffuz etmekle beraber, BOP eşbaşkanı olarak fotoğrafını çektiği Erdoğan’ın altındaki koltuğa hep dayanak olmaktadır. Anayasa komisyonundaki rolleri ile verdiği destek ise her iki sahte muhalefetin sicilinde en renkli yeri işgal etmektedir. Geçirmeyiz deyip, anayasa komisyonunda AKP ile birdirbir oyunu oynaktadırlar.

Son 10 yıl da böyle geçiyor ve ne oyunlar oynanıyor ne oyunlar... Ama “sol” yanımız hâlâ kördür, hatta kötürüm olmuştur ve kötürümlüğü bulaşıcıdır. Bütün “sol” bulaştırıyor, hatta sol yanımızı da içine alıyor. “sol” yanımız artık sağ yanımız olmuştur ve sol’a açık hücum içindedir. Tekellerle uyum son derece senkronizedir ve yeni görevleri, solumuza dindar olmanın erdemlerini göstermektir. Gorki’yi ve Deistleri hatırlatıyor. Ancak onlar, bunlar gibi değildi, sonra hatalarını anlıyor ve nedamet getiriyorlar. Bunlar ise, baştan beri görevlerinin başındadır ve görevleri, bu topraklardan sol rengi, mümkünse adını kazımaktır. Ancak bir türlü muvaffak olamıyorlar ve agresiflikleri bundandır. Akıl hocalıklarını, danışmanlıklarını “haklısınız padişahım” modundan, “yanlış yapıyorsunuz veziriazamım” moduna dönüştürmüşlerdir.

Böylece, bir aranan Akepe –negatif kanı bulma serüveni içindeki yolu açıcı seçim – darbe dinamiğini resmetmeyi bitirmiş oluyorum. 27 Nisan’ı atladığımın sanılmasını da istemiyorum. Bu e-muhtırayı çözümlemek için, bir bu kadar daha yer gerektiği için, belki e-muhtıra AKP nin işine yaramakla birlikte, RTE nin köşke çıkmasını engellemiş olup, yine de köşke türbanın çıkmasını engelleyememiştir. Ortada Büyükanıt-Erdoğan mutabakatı var ve ölene kadar sırdır dedikleri için, biz ne konuşulduğunu bilmiyoruz ama gerçekten bir mutabakat vardır ve bir, zırhlı araba ile en yüksek hizmet nişanı gözümüzden kaçmıyor; iki, RTE, 27 Nisan’ı muhtıra saymamaktadır, saysa bile Büyükanıt’ı ayırmaktadır, ancak CHP lideri pek ısrarcıdır, İlker Başbuğ yetmez, Büyükanıt’da demektedir. Erdoğan’ın ise, şimdilik, Kılıcıdaroğlunun sesini duymamayı yeğlediği görülmektedir. Duyacağını da pek sanmıyorum.

Anayasa Mahkemesi’nin, AKP yi irticai faaliyetlerin odağı kabul etmesini ama para cezası ile dosyayı kapatmasını ise değinerek geçiyorum. Herhalde tarihe not düşmüş, ancak bu yolda devam edilmesinde bir sakınca görmemiştir. Devamlılık sürmektedir. Şimdi, irticai faaliyetlerin odağı olarak Anayasa Mahkemesince ilanen tebliğ edilen parti, irtica ile mücadele eden bütün dinamiklerde darbeci görmekte ve bunun için kurulan özel mahkemeler ki, DGM ler olduklarını herkes dillendirmektedir, para cezası ile yetinmemektedir ve zindanların yetmediğini görmekteyiz.

“Sol” yanımız hâlâ kör ve sağırdır ancak bu yanımızın “sağ” yanımız olarak tescillendiğini bir tek kendileri görememektedir. Ve daha görmedikleri çok şey vardır ki, rüzgârın değiştiğini görememeleri örneklerden biridir.

Ne hazin,18 Brumaire günlerinin durmadan Türkiye topraklarından dönüp durduğu bir hali yaşıyoruz ve halimizin ölmüşüz de habarımız yok hali olduğunu göremiyoruz.

Parantezi kapatıyorum ve yeni kuşakların hali pür melalini resmedip bitirmek üzere devam ediyorum.

Sonraki kuşak, bunun, yani yükselen dalganın çocuklarını ifade eden kuşağın (ki kalıntıları artık “sağ” yanımız olan “sol” yanımızdadır), simetriğindedir. Yükseliş döneminin tersine,  tümüyle baskı döneminin çocukları olmaktadırlar. Bu tersine durum, bir yanıyla olumlu olmakla birlikte, yeni kuşakların eski kuşakların yaşadığı yükseliş döneminin kitleselliği karşısında, yalnızlığa düşmeleri nedeniyle, açık mücadeleye daha yatkınlık gösteriyor olmalarına karşın, beraberinde muhalefete başlamak ile başlamamak arasında ikircimli olmalarını da getirmektedir. Bu, daha önceki kuşakların kalıntıları üzerinden ilerlemeyi sürdüren yeni kuşaklar açısından çok daha öldürücü etki yaratmaktadır. Bu etkinin yansıması, bu kuşağın depolitize olması ve  politik mücadeleye karşı, geçmişin soyut olarak reddini içeren bir nihilist tutuma itilmeleri olarak gelişiyor. Hem muhalefete yalnızlıkla başlamaktan ürküyorlar, hem bu ürküntünün etkisi ile eskinin kalıntılarının üzerinden hareket etmek istiyorlar ve hem de kalıntıları görmezden gelerek geçmiş politik mücadeleyi soyut bir biçimde reddettikleri halde, geçmişin yanılgı yüklü kalıntılarından da, yaydıkları politikalarından da kopamıyorlar.

Bu da herkesi, geçmişin kalıntılarının yanılgı yüklü politikaları ile bozulan sol/sosyalist alanlarda ilerletilmek istenen ve haliyle yanılgıdan kurtulması mümkün olmayan, sol/sosyalist örgütlerin içine tıkmayı politika saymalarını getiriyor. Oysa bu topraklarda politika, yalnızlıkla başlamayı kabul ederek yola çıkmayı zorluyor. Ki bu bozuk sol/sosyalizm alanlarından, yani yanılgı yüklenmeye çalışılan alanlardan, doğru bir ilerlemenin olmayacağının ifadesidir.

Burada bitiriyorum, bitirirken de bir itirafım var, boş bulundum, saflık yaptım, başlatılan tartışmadan, gerçekten devrimciye ulaşılacağını ummuştum. Ama yanıldığımı çabuk anladım. Burada, üstelik en heyecanlı görünen üç kitap yazan  “Herhangi biri” en başta,  neredeyse herkes, devrimciyi bulup çıkarmanın değil, yedi kat yerin dibine gömmenin hedefini gütmektedir. Sol’u günahkârlığın en tepesine koymaları ise bununla uyumludur. Günahkâr bir sol varsa, devrimci de günahkâr olacaktır, öyleyse gömün gitsin devrimciyi şimdiden. Bize kalan “sol” yeter demek istiyorlar.
Sol yanımız, “sol” yanımızın sağ yanımıza düştüğünü ve tekellerle uyumun zirvesinde olduğunu artık çok daha net görüyor. Bozuk sosyalizm alanlarının kısırlaşmasının, yükselen ve bozulmamış sol alanlarına geçmişin kalıntılarının girmekte zorlanmasının sol yanımızın zindeleşmesinin ifadesi olduğunu ve Türkiye’de sadece köprülerin altından suların akmadığının, akan su ile birlikte toprağın da aktığının görüldüğünün ifadesi olduğunu; daha önemlisi, akan toprağın, “sol” yanımızın ayaklarının altından, sol yanımıza doğru aktığı haberinin, tersten esen rüzgârın kanatlarında dolaştığının ifadesi olduğunu artık sol yanımız çok daha net duymaktadır. 
Fikret Uzun
26 Nisan 2012