8 Mart 2012 Perşembe

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?


Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın gericiliği tarafından, Fransız ihtilâlının bütün suçlarını yüklediği, Cumhuriyet ilan edildikten sonra kesinlikle geri dönülmesini önlemek için, Saint Just, Marat ve Danton ile birlikte kralın idam edilmesini sağlayan, Jakoben Kulübünün üyesi Robespierre’den tam 159 yıl sonra ölen Stalin’e, Ekim devriminde buldukları bütün günahların sorumluluğu, bu kez, kapitalist gericilik, kapitalizmden umudunu yitirmemiş olanlar, Ekim Devrimini anlamayanlar ve sosyalizme hiç inanmayanlar tarafından yüklenmiş ve Stalin’in ölümünden, Sovyet Sosyalizminin yıkılışına kadar ve bu gün hâlâ devam ederek, bu günahların sorumluluğu hep Stalin’in omuzlarının üzerinde bırakılmak istenmiştir.
Bu anlamda, Robespierre ile Stalin’in yazgıları, tarih sayfalarına aynı tonda kaydedilmiş ise, terör de, Robespierre’in ve Stalin’in alnına aynı tonda yapışıp kalmıştır.
Jakoben-terör-Robespierre, Fransız devrimi yıllarında ama Robespierre öldükten sonra, uzun süre ve hatta bu gün bile, nasıl aynı anlama geldi ise, Proletarya diktatörlüğü-terör-Stalin, Ekim devrimi sonrası Sosyalizmin kuruluşu yıllarında ama Stalin’in ölümünden itibaren ve hâlâ eş anlamlı olarak anıldı ve anılması için hâlâ çaba sarf edilmektedir.
Robespierre adına yazılan Jakobenizm, bir teori olmuştu ve Proletarya diktatörlüğüne modeldir. Arada sadece uygulayıcı açısından bir sınıfsal farklılık var.
Lenin’in, Bakuninci ve Blanquici olarak suçlanması yanında, politik rakipleri tarafından Jakoben olarak suçlandığını ve Lenin’in ilk ikisine şiddetle itiraz etmekle birlikte, Jakoben suçlamasını reddetmemiş olduğunu biliyoruz.
Lenin’in 1917 Temmuz’unda Jakobenizm üzerine yazdıkları oldukça öğreticidir.
“ ‘ Jakobenizm’ işçi sınıfını ürkütür mü?” diye soran Lenin, şöyle devam ediyor, “Burjuva tarihçileri, Jakobenizmi bir düşüklük, alçalma olarak görüyorlar. Proleteryen tarihçileri, Jakobenizmi ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek zirvelerinden birisi olarak görürler. Jakobenler, Fransa’ya, demokratik devrim ile bir cumhuriyete karşı olan monarklar koalisyonuna karşı direnişin en güzel modellerini verdiler. Jakobenlerin alın yazgılarında mutlak zaferi kazanma yoktu; en başta 18.YY Fransa’sı, Kıta Avrupa’sında çok geri ülkelerle çevrili olduğu için ve sonra Fransa’nın kendisi sosyalizm için maddi temelden yoksun olduğu, bankalar, kapitalist holdingler, sanayide makineler ve demiryolları olmadığı için .”
Böyle diyordu Lenin ve çok açık olarak, Jakobenizmi ezilen sınıflar için model olarak gösteriyordu.
Jakoben diktatoryasının kan döktüğü yadsınamaz. Gericiliğin çok kan döküldüğünü yazıp durduğunu da biliyoruz. Ancak 1871 Paris Komününden sonra burjuvazinin akıttığı kanın yanında oldukça mütevazı kaldığı da tarih sayfalarına kaydedilmiştir.
Lenin, yine bir başka incelemesinde, 1917 yılında, “Yirminci YYda, Avrupa’da, veya Avrupa ile Asya arasında sınır çizgisi üzerinde bir yerde devrimci sınıfın, köy yoksulları ile desteklenen ve sosyalizme doğru ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın kuralı ‘Jakobenizm’ olacaktır ve ‘Jakobenizm’,18.yy Jakobenlerinin yaptığı büyük, silinmez ve unutulmaz işleri yapmakla kalmayacak, çalışan halklara kalıcı ve dünya ölçüsünde bir zafer getirecektir.” Diyor ve “ Burjuvazinin Jakobenizmden nefret etmesi; küçük burjuvazinin ise Jakobenizm karşısında titremesi doğaldır.” Diye ekleyerek, adeta Stalin için yaratılan nefret kasırgasının kaçınılmazlığına işaret ediyordu.
Dahası var, Lenin, 1917 Eylül ayında “Yaklaşan Katastrof ve Önleme Yolları” adını taşıyan incelemesinde, “ Fransa örneği, bir şeyi, yalnızca bir şeyi, açıkçası, Rusya’yı kendi kendini müdafaa eder duruma getirmek için, Rusya’da kitle kahramanlığının ’mucizelerini’ yaratmak için, eskimiş olan her şeyin ‘Jakoben’ acımasızlığı ile temizlenmesi, Rusya’nın yenilenmesi ve ekonomik olarak yeniden yaşar hale getirilmesi gerektiğini gösterir. Ve 20.yy. da bu, yalnızca çarlığı ortadan kaldırmakla sağlanamaz.

Lenin’in bu yazdıkları ve Marx’ın 5 Mart 1852 yılında Weydemeyer’e yazdığı mektubundaki ve Lenin’in “işte Marx’ın doktrininin özeti” diyerek önemini vurguladığı; o üç maddelik ifadesi,  “1-Sınıfların varlığı, yalnızca üretimin gelişmesinde belli tarihsel aşamalara bağlıdır; 2- Sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür; 3- Yalnızca bu diktatörlük, sınıfların ortadan kaldırılmasına ve bir sınıfsız topluma geçişi sağlar” şeklindeki ifadesi, Proletarya diktatörlüğünün modelinin, 1871 yılında yaşanmış olan Paris Komünü değil, Robespier adına yazılmış olan Jakoben diktatörlüğü olduğunu göstermeye yeter.
Ve şunu da hatırlatmalıyım ki, Babeuf, Jakobenizme karşı idi, ancak Robespier’den sonra, Jakobenizmi daha ileriye götürmek istedi. “Eşitler Cumhuriyeti” adında bir ihtilalci örgüt kurdu.
Kendisi ile Robespier arasında paralellikler kuran Trotsky’nin, Stalin’in inkâr edemediği başarısını resmederken, “Thermidor Gericiliği” ne vurgu yapması ve “Stalin” adını taşıyan kitabına “Thermidor Gericiliği” başlığıyla koyduğu “ek” de, “ Trotskizme karşı kampanya, eski tüfeklerin ve Bolşevik politika çizgisinin korunması gerekçesiyle başladı, parti birliği adına sürdürüldü ve Bolşeviklerin tümden ve fiziksel olarak ortadan kaldırılmalarıyla en yüksek noktasına ulaştı. Her iki Thermidor’da da, ihtilalcilerin yok edilmeleri, ihtilal adına ve muhtemelen en iyi niyetlerle yapıldı” diye yazması oldukça öğreticidir.
Ölümünden birkaç saniye öncesine kadar bile Stalin’i küçük gören cümleler kuran Trotsky, ölene kadar Stalin’in üzerinden Ekim devrimini küçümserken, Stalin Ekim devrimini önemsemiştir ve belki de aşırı ölçüde önemsemiştir. Stalin, tek ülkede sosyalizm kuruculuğu ile karşı karşıya geldiği andan itibaren, Ekim devrimini hiçbir ana küçümsemeyerek, olabilecek en uç seviyede başarı ile ilerletmiş ve bir taraftan Buharin’in adına bağlanan “sağ” sapma ile diğer taraftan NEP politikasını anlayamamaktan doğan ve Trotsky’nin adına bağlanan “sol” sapma ile açık mücadeleye girmek zorunda kalmış bir liderdir.
Stalin’in ifadesiyle, Buharin, hep “NEP” te kalmak istiyordu, Trotsky ise, “NEP” i hiç yaşamak istemiyordu. İkisi de,”NEP”in, tek ülkede sosyalizmin pratiğinin mecbur bıraktığı geçici bir politika olduğunu anlamak istemiyordu. Bu da, her iki kanaldaki anlamak istemeyenlere taban yaratıyordu ve Stalin, “NEP”in net olarak anlaşılmasını ve “NEP” i başararak bir an önce bu bataklıktan kurtulmayı sağlamak için, “jakoben” yanı yüksek bir proletarya diktatörlüğünü işletmek zorunda kalıyordu.
Oysa “NEP”, her ne kadar Stalin ile anılsa da, politikasının temelleri Lenin tarafından atılmış ve atılırken Lenin, açıkça, bunun bir kompromi olduğunu ama ellerinde proletarya diktatörlüğü olduğunu ifade etmiştir. Keza “NEP” politikasına geçilirken, ideolojik mücadelenin en sert biçimde uygulanmaya başlatıldığını biliyoruz.
Bunlar ayrı ve doğrudur, öte yandan, Bir devrimden diğerine koşan bir sürekli devrimci olarak anılmayı hak eden Stalin, aynı zamanda tarihe kaydedilen en önemli kurucu olarak anılmayı da hak ediyorsa, Trotsky’nin de eşsiz bir iç savaş komutanı olarak tarihe kaydedildiğini unutmamak gerekmektedir. Ancak bunlara dayanarak Stalin’i de, Trotsky’i de kutsal pamuklarla sarıp sarmalamaktan vazgeçmek gerekmektedir.
Stalin döneminde, Troçkistlerin ve sonrasında Gorbaçov’a kadar, revizyonistlerin görmek istemediği ve beğenilecek hiçbir yan bulamadıkları Reel Sosyalizmde, çok büyük değerler olduğunu görmemek için, çok çaba sarf etmek gerekmiş olsa gerektir.
Üstelik, bunun sosyalizm adına pek bir fayda sağlamadığı da ortadadır; Bu, sosyalizmden soğumayı hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

O yıllarda Sovyet sosyalizmini eleştirenler ve sosyalizm olmadığı gerekçesiyle küfürle yaklaşanlar, Sovyet sosyalizmi yıkıldıktan sonra, sosyalist ülkelerin çoğunda hükümete geldiler ama hiçbir anti-Sovyetin eleştirilerine konu ettiği sorunlar çözülmediği gibi, daha iyi bir sosyalizm de gelmedi ve daha kötüsü, hükümete gelenler, Gorbaçov dâhil, emperyalist kapitalizmin yöneticilerin önünde düğme iliklemekten veya kendi yönettikleri ülkelerde palazlanan oligarkların kıçını öpmekten geri durmadılar.
Hiç olmazsa şimdi, anti Stalinizm yaparken, hâlâ anti-Sovyetizm yaptıklarını ve anti-Sovyet eleştirileri altında, gerçekte kapitalizmi savunmuş olduklarını kabul etmelerinin daha doğru olacağını görmeleri gerekmektedir.
AYRICA BELİRTMELİYİM Kİ, BİR DEVRİMİN KARŞI DEVRİM TARAFINDAN EZİLMESİNDEN DAHA İYİ BİR DEVRİM UMMAK, KARŞI DEVRİME ALKIŞ TUTMAK DEMEKTİR. BU ALKIŞLARI HÂLÂ SÜRDÜRMEK İSE, KARŞI DEVRİMİN BİR NEFERİ OLMAYI İFADE ETMEKTEDİR.
Öyleyse eskimiş, köhneleşmiş, artık zorlama haline gelmiş düşüncelerle sosyalizmin başarılarına sırt çevirmek yerine, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu açıklıkla göstermiş olan Sovyet sosyalizminin bayrağını daha yükseklere taşımaya katkıda bulunmaya adım atmanın tam zamanıdır. Dünya sosyalizminin sorunlarını aşmak ancak böyle mümkün olacaktır.
Çünkü dünyamız, ileri bir sosyalizme muhtaçtır. Dolayısıyla bu gün reel sosyalizmi daha ileri götürebilmek için, anti-Stalinizm veya anti-Sovyetizm batağına saplanmak değil, daha ileri bir sosyalizmin olabileceğini göstermek gerekmektedir. Bunun için, reel sosyalizmin, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu açıklıkla göstermiş olduğunun ayırdına varmak yeter de artar bile.
Bu aynı zamanda, Sovyet sosyalizminin tarihten silinmesi için hücum halinde olan ve emperyalist kapitalizmin ideolojik laboratuarlarının belki de en önemli uğraşısı olan Avrupa sosyalizminin tuzaklarından korunmanın yol ve yöntemlerini de içeren bir ileri seviyeden sosyalizm bayrağını yükseltme mücadelesi olacaktır.
Tarih yargılanmaz, anlaşılmaya çalışılır. Stalin’in, tek ülkede sosyalizm pratiğinin önüne koyduğu sorunlarla birlikte, sosyalizm kuruculuğundan vazgeçmemek adına, mahkûm kaldığı bu zorunlu pratiği çözmek için, onu bir teori düzeyine çıkartarak sosyalizm kuruculuğunun sorunlarını aşmaya çalıştığını ve bunu da yapabileceği en yüksek seviyede başarmış olduğunu anlamak ancak bu şekilde mümkün olabilir.  
Bugün, pusulanın, Marx’ın hâlâ canlılığını koruyarak sapasağlam ayakta duran ve pratik olarak da doğrulanmış olan teorik temellerine sıkı sıkıya sarılmak noktasında asılı ve ibrenin, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ sürdüğünü gösteren yönde sabitlenmiş olduğunu ve hâlâ tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini ve de Marx’ın, ikna edici kanıtların ve pratiğinin olmadığı bir zamanda, teorik olarak gösterdiği sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu gerçeğini, reel sosyalizmin pratik olarak bir kez daha gösterdiğini işaret ettiğini, sosyalistlerin artık görmekten ve göstermekten kaçamayacağı apaçık ortadadır.
Öyleyse Stalin’e dönüp, birkaç hatırlatma daha yaparak bitirebiliriz.
Revizyonizm suçlamaları ile anti-Sovyet kampta yer alanlar, Troçkist kamptakilerle birlikte, Stalin’i abartırlar; birinciler överken, ikinciler ise yererken abartmaktadır. İkisinin de, Sovyet gerçeğine de, bilimsel titizliğe de uymadığı ortadadır.
Oysa Stalin, ne Sovyet sosyalizmini revizyonizm ile suçlayanların, abartılı ölçüde süsleyerek göklere çıkardığı, ne de Trotskistlerin günah keçisi yaparak yerin dibine batırdığı kimsedir; Sadece, Lenin’in bıraktığı görevi, düşünülebilecek en yüksek seviyede başarıya ulaştıran liderdir.
Fikret Uzun
6 Mart 2012

3 Mart 2012 Cumartesi

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR



MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor.
Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık pratik olarak sınanmıştır ve sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu şüphe götürmez ve çürütülemez bir açıklıkta ortadadır. Bunu Sovyet sosyalizmine borçluyuz.
Peki, borçluyuz da, neden yıkıldı? Sorudur, ama cevapsız değildir ve yıkılması Marxizmin temellerinin sağlam olmadığını göstermiyor.

Başka ifadeyle, mademki sosyalizm işçi sınıfının düzenidir, Sovyet işçi sınıfı neden düzenini koruyamadı diye de sorulabilir. Bunun da cevabı var, kapitalist restorasyona Sovyet işçi sınıfı sonuna kadar karşı çıkmıştır, ancak karşı çıkarken savundukları noktalar eksik kaldıysa, bu, bilincinin derinleşememiş olmasına bağlanabilir. Bunun nedenini de, ancak Sovyet devriminin sürekli olarak yeni alanlarda derinleşememiş olmasına bağlamak gerekiyor. Diğer yandan, Batı Avrupa'daki Cephe politikalarının ve geri ülkelerde kapitalist olmayan yolun, sosyalizmin temel politikalarının yerini alması, Barış ve Demokrasi programının sosyalizm programına kalıcı olarak yerleşmesi Sovyet işçi sınıfının daha ileri bir sosyalizme sahip çıkmasının önünü tıkamıştır.
Ancak Sovyet işçi sınıfı, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu gösterebilmiştir.
İki, emek süreçleri belirleyicidir ve hala belirleyiciliğini koruyor. Bu gün hem topraklarımızda ve hem de gelişmiş, gelişmemiş bütün kapitalist dünyada, kapitalistlerin bütün kaygıları emek süreçlerinden kaynaklanmakta, bütün tedbirler emek süreçlerine yönelik olmaktadır. Eğer böyle olmasa idi, ne Amerikan emperyalizmi yarım milyonu bulan paralı askerlerini Arap çöllerine yığardı, ne de ülkemizde olduğu gibi, bütün reformlarını işçilerin, emekçilerin ücretlerini düşürmek ve emeklilik yaşlarını uzatmak için gerçekleştirirken, buna işçilerin ve emekçilerin itiraz etmelerini engellemek için tüm örgütlenme kanallarını tıkamaya yönelik, baskı mekanizmaları kurma çabalarını yükseltirken, ideolojik olarak hegemonyasını kurmaya çalışırdı..

Sözün kısası, bu gün bütün dünyada, belirgin olarak görünen o ki, sınıf bilincini ortadan kaldırmak için, kapitalistlerin ideolojik saldırısının göbeğine yerleşmiş olan din alanının genişletilmesi çabaları, dün burjuva devletin dayanaklarından iken, artık bir devlet durumu olarak işlemektedir. Laik devlete hücum sadece bizim topraklara has bir olgu değildir, bizde aceleleri olduğu için daha belirgin olarak öne çıkmaktadır. Oysa bu gün dinsel akımlar, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerin devletinin desteği ile toplumu sarmaktadır, dün sosyalist düzende özgürlüklerin kısıtlandığı demokrasinin olmadığı, insan haklarının olmadığı yollu harekete geçen, barış ve insan hakları gibi, af örgütü gibi dinamikler, artık din alanının özgürlüklerden, insan haklarından sayılması yollu hareket halindedir ve din alanının genişlemesi için her türlü çabayı göstermektedirler. Hepsi bir arada, emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırısını oluşturuyor.
Üç, tarihin lokomotifi, hâlâ işçi sınıfıdır bu gerçeklikten kıl kadar bile sapmış olmak veya kuşkuya düşmek, vagonları emperyalist kapitalizmin peşine takmak demektir. Bu gün, ikinci sırada da aktardım, sınıf mücadelesini köreltmek, gelişmiş-gelişmemiş bütün kapitalist ülkelerdeki sermayenin politikalarının odağını oluşturmaktadır. Bu, yalnızca bu mekanizmanın, yani işçi sınıfının, tarihin lokomotifi olarak hâlâ işler halde olduğunu göstermektedir.
Bunlar, Marxizmin temellerinin sağlam olduğunu ve dimdik ayakta durduğunu göstermektedir.

Bilimsellik, hep kaçınılmazı bulup ortaya çıkarmayı ifade etmektedir. Marxizm de, kaçınılmazı ortaya çıkaran bir teorik yapıdır. Marxizmin kaçınılmaza bağlılığı, kaderci değildir, bilimseldir, taşıdığı iyimserlik de bu bilimsellikle bağlıdır ve Marxizmin kaçınılmazı bulurken takip ettiği bilimsellik, kapitalizmin gelişmesindeki yıkıma giden yolun, kaçınılmaz olarak yeniye açılan bir kapıyı açtığına işaret etmektedir. Kapitalizmin ideologları ve bilim adamları hep insanlığın yıkıma sürüklendiğinden dem vururken, Marxizmin kurucuları, yıkıma gidenin Kapitalizm ve kapitalistler olduğunu bulup çıkarmış ve öyleyse, insanlığın önündeki ve kapitalizmin yıkımına açılan kapının, iyimserliğimizin kaynağı olduğunu göstermiştir.

Kapitalizmin ideologları kadar, sahtekâr solcular ve elbette Marxizmi, Marxist kılıkla tahrif etmeye mahkûm olan oportünistler, idealizmin kaderciliği ile Marxizmin kaçınılmazı işaret etmesini özdeşleştirmeyi pek bir cingözlük sayarlar. Buradan hareketle de, sosyalizmin eninde sonunda geleceğini ve lokomotifinin işçi sınıfı olmadığını, burjuvazinin de buna katılacağını, o nedenle de işçi sınıfının tek başına kuracağı iktidarının yadsınmasını, yerine burjuvazinin de ortak olduğu "özgürlükçü sosyalizm" modelinin konulması gerektiğini öne çıkarmaktadırlar. Dolayısıyla tarihin lokomotifi olarak işçi sınıfı "out", insan "in" olmaktadır.

Yani işçi insan ile burjuva insan el ele sosyalizmi kuracak ve kardeşçe yaşayacaktır ki, ilaveten dindar işçi ve dindar burjuva eninde sonunda dünyadaki kötülüklere karşı, deccalin yeryüzünü talan etmesine karşı, elbirliği ile mücadele edecek ama etse de, mesih inmeden deccal ile baş etmesi mümkün olmayacak, dolayısıyla da işçilerle, işverenlerin kavgasına da gerek yoktur. Çünkü asıl düşman, insanlığın ve dünyanın düşmanı olan deccaldır ve mesih inmezse insanlık bir şey yapamaz.
Yani dünyayı, işçiler, emekçiler, burjuvalar yani bütün insanlar, elbirliği ile yok etmektedir. İşte kapitalizmin ideolojik hegemonyasının yönü hep bu üç temel noktaya yöneliktir.

İşte S.S.Önderlerin sosyalizm mücadelesinde Nurculuğu işaret etmesi, Halil Berktayların, dindar solcuyu işaret etmesi, Nabi Yağcı ile başlayan Mülakat furyası ile dinci akımların yayın organlarında solun rengine yönelik mülakatlar verilmesi, hatta mürteci olmaya aday olunduğunun mesajlarının verilmesi ve en son olarak bir komünist partinin, kuruluşunu müjdelerken, başka bir komünist partinin isim hırsızlığının dinci akımların yayın organları yanında, 12 Eylül düzeninin diktatoryal konumunu demokrasi görünümüyle sürdürmesinin en önemli kuvveti durumunda olan tekelci medyaya şikâyet ederek mülakat vermesi, sözünü ettiğim hegemonyanın, Marxizmin hâlâ dimdik ayakta duran üç temelinin çürük olduğunu göstermeye, en azından akıllardan uzaklaştırmaya yönelik olarak sürdüğünü kuşku götürmez biçimde göstermektedir. Bu, diğer yönüyle bu üç temelin sapasağlam ayakta durduğunu ve sosyalist iktidar perspektifini elden bırakmayanlar için, önemli ve belirleyici bir iyimserlik kaynağı olduğunu da kuşkuya yer vermeyecek biçimde göstermektedir.

Burada keskin laflar etmek veya keskin ifadelerle veya doğru tahlillerle yüklü programlar üretmek, işin örtüleme kısmıdır ki, her halde açık açık işçi sınıfına, “haydin burjuvazi ile barışalım” demeleri beklenemez ki, onu da diyecekleri zaman gelecektir.

Komünistler iyimserdir ve ancak geçmişe bakarak ve günü kurtarmak için değil, gelecek açısından iyimserdirler ve hiçbir zaman ne burjuvaziden, ne de dindar insanlardan medet beklerler, ancak ve ancak bilimin, aynı anlama gelmek üzere Marxist teorinin yol göstericiliğinden medet beklerler. Marxist teoridir ki, hiçbir güçlük karşısında morali bozmamayı içerecek kadar iyimserlik kaynağıdır, güçlükler karşısında moralli olmak ve iyimser olmak, hem yürek işidir ve hem de akıl işidir. Ancak akıl taşıyarak yüreklerindeki ateşi alevli tutanlar yeni bir düzeni kurmaya inat ederler. Bunu Marxizm düşüncesi vermektedir. Marxizm güçlüdür ve hâlâ en ileri, en bilimsel en devrimci düşünce olarak gücünü korumaktadır.
Fikret Uzun
2 Mart 2012