31 Aralık 2012 Pazartesi

2013e GİRERKEN

2013''e GİRERKEN
Son saatlerini yaşadığımız 2012 yılı, Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin, Türkiye'nin emekçi halklarını sürükledikleri ortaçağ karanlığına yönelik adımlarını, birer birer olsa da, sonrasında iki adım "ileri"ye yani ortaçağ karanlığına atmayı planlasalar da geri atmaya alışmak zorunda kaldıkları bir yıl oldu; onlar , adımlarını geri atmayı poltika sayarlarken, bu aynı yılda, kendi siyasi ve ekonomik kaderlerini yaşayan toplumsal dinamikler, kendiliğindenlik yönü ağır basan bir hareketlilikle adımlarını iki adım öne atabildiklerinin ve daha fazlasını da yapabileceklerinin pratik bilinci ile kucaklaştılar ; bunun arkasından emperyalistlerin takımı üç adım ileri atamazdı ama iki adım ileri atabilirdi ve bu da, toplumsal dinamikleri birkaç adım daha atmaya iteklerdi ve haliyle, emperyalist takımın, her şeyi göze alıp, hesapsız kitapsız ve hazırlıksız "zor"unu dökmezse, bir iki adım daha geri atacağını gösteriyordu .
Buna diyalektik deniyor ve egemen sınıf "zor"unu dökemezse, bir iki adım geri atmasının zorunluluk olduğuna ve bu zorunluluktan bir özgürlük çıkma ihtimalinin yüksekliğine işaret ediyor. Fakat dediğim gibi, bu zorunlu ve nesnel adımlaşmaları, ancak ve ancak emperyalist takımın hesapsız kitapsız, her şeyi göze alarak dökeceği "zor" sekteye uğratabilirdi ama son tahlilde bu adımlar, zorunlu olarak özgürlüğü beslemekte idi,besliyor da.
Tabii bu özgürlükte nesnellik değil, öznellik var, zorunluluğun nesnelliği ile özgürlüğün öznelliği buluşma eğilimini çoktan gösterdi ve buradaki özgürlük, iradeyi, devrimci iradeyi ifade etmektedir.
Bu özgürlük, toplumsal güçlerin aynı nesnel zemindeki yer alımını,devrimci iradenin politik hüneri ile bir araya getirebilirse, elbette diyalektik burada da işleyecektir, yani toplumsal dinamiklerdeki kendiliğindenlik- ki bu rüşeym halindeki bilinçtir - ile devrimci iradedeki politik güç ve hüner, birbirini ileriye yönelik olarak etkileyecek ve emperyalist takım, özellikle de onunla işbirliğindeki takım, önemli oranda geri adım atacaktır ve iktidarı hemen bırakmasa da, muktedir olma yetisi son derece zayıflayacaktır.
Ve görüyoruz ki,bu resmettiklerim,olmaktadır ve hızlanıyor; işte 2012 de olan budur ve bu olanları doğru dürüst okuyanlar,özellikle de ahmaklıktan kurtulanlar,okuma konusunda öteden beri sıkıntı çekmeyenlerin iradesi ile bütünleşerek,sahtekâr dinamikleri sırtlarından ve toplumsal dinamiklerin içinden atacaklardır; böylece,2012 de olanları, daha ileriye götürecek saflığı,daha doğrusu nesnel ve öznel güçlerin saflaşmasını, daha net ve daha güçlü hale getireceklerdir.
Bu hal, kitlelerin dizüstü durumundan kurtulmayı düşünme eşiğinin ötesinde bir eşiktir ve dizüstü durumundan ayağa kalkma iradesi göstermek için ayağa kalkmaya başlamış oldukları eşiktir ki, bundan sonrası toplumsal dinamiklerde sürekli bir yeniden saflaşmayı, ayrık otlarının ayıklanmasının hızlanmasını ve sınıf mücadelesinin, politik irade ile ve kararlı bir örgütlülükle ileri doğru sıçramalar yaratmasını tetikleyen veya örgütleyen, kazanımları biriktiren ve sonul hedefle bağlayan eşik olacaktır.
BUNUN ADINI VEYA FOTOĞRAFINI ESKİMİŞ FORMÜLLERLE ÖLÇMEK DE TARİF ETMEK DE ZOR VE GEREKSİZDİR; ARTIK YEPYENİ BİR NESNEL DURUM ORTAYA ÇIKACAKTIR VE BU NESNELLİK, ESKİ FORMÜLLERDEN BİN KAT DAHA GERÇEK VE BİN KAT DAHA İLERLETİCİ OLACAKTIR.
Bu an'a, pratiğin teorinin önüne geçtiği an demek uygundur ve teori, bu yeni pratik ile bütünleşip, bu pratiği daha ileriye bağlayan kılavuzluğu sağlarsa, işte o zaman en tam ifadesiyle emperyalizm henüz yenilmemiş olsa bile, işbirlikçileri kesinkes yenilmiş olacaktır ki, bu dinamiğin, sadece bizim topraklarla sınırlı kalmayacağı, bölgede biriken çelişkilerin yumağını çözeceği için, Türkiye’nin ve Kürtlerin de içinde olduğu ve bu ikili ile bağlı bütün halkları da kapsayacağı için, bu anlamda bu en geniş bölgesel coğrafyayı da kasıp kavuracak bir toplumsal dinamik rüzgârı ile bütünleşeceği ve en azından bu bölgede emperyalizmin yenilmesini hızlandıracağı kuvvetle muhtemeldir.
İşte 2012 ye ve özellikle de son anlarına damgasını vuran ve emperyalizmin ve de işbirlikçilerinin çaresizliğini yansıtan olan bitenlerin bir adım ileri, iki adım geri dozunda seyretmesi bundandır; yani emperyalistler ve işbirlikçileri, hem çaresiz ve hem de güçsüz noktaya doğru sürüklenmektedirler ve her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gördükleri için, hep kenarda tuttukları "zor"unu en tam ifadesi ile devreye sokmaya korkmaktadırlar.
Bu arada ve hızla belirginleşerek, emek sürecindeki çelişkilerin keskinliği artmakta ve bunun önünde engel olarak öteden beri var olan ama son 10 yılda altın çağını yakalayan dinci akımların sağladığı "sulh" ortamı, yani sınıf barışı ortamı dağılmakta ve işçiler, emekçiler, sınıf bilincini hatırlama yönünde her gün daha çok çelişki ile karşılaşmakta ve bu çelişkilerin üstünü örtmeye çalışan sendikacıları, işçi liderlerini, toplumsal dinamiklerdeki sahtekârları ayırt etmekte ve en önemlisi işçi sınıfı, kendi gizil gücünün farkına daha fazla varması ve bu anlamda kaderini ele alma kararlılığını artırması ile hafızasına kavuşması gerektiğini daha netlikle sezmeye başlamaktadır.
Bu sezginin 2012 nin son anlarına sığması tesadüf değildir;çünkü 2012 nin bu son anları, asıl çelişkinin üzerinin,başka çelişkilerle ve daha çok laboratuarlarda üretilen teorilerin yarattığı çelişkilerle örtülmesinin artık zorlaştığı bir zaman dilimidir.
Öte yandan, Kürt coğrafyasında emek bakışlı Kürtler, emperyalizmden dost olmayacağının ayırdına daha açıklıkla varmakta ve emperyalizm, bu coğrafyada kaş yapayım derken göz çıkarmaya başladığının farkında olarak çaresizlikle kıvranmaktadır.
Ve toplumsal dinamiklerin en başında ve en kararlı bir noktaya evrilen antiemperyalist, antikapitalist devrimci-demokrat dinamikler, Kemalistler, yurtseverler, şeriata karşı cumhuriyeti savunanlar, laiklik momentinde birleşenler, aydınlar, sanatçılar, gençler, emekliler ve bu dinamiklerden etkilenen sol/sosyalist örgütler, hem öne geçmiş ve hem de sınıf ekseninde buluşmadan ilerlenilemeyeceğinin bilincine varmış olarak hareketliliğini artırmakta ve toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımı konusunda önemli açıklıklar sağlamaktadırlar.
Bunun hepsi birden, 2012 de olanları harekete geçiren ama nesnel rengi daha ağır basan bir öznelliğin ifadesidir. Bunun anlamı, öznel iradenin,henüz bu nesnellik ile yeterince kucaklaşmamış olmasıdır.
Öyleyse, biz bu fotoğrafın, sınıfların karşılıklı ilişkisinin daha bir netlikle ortada olduğu bir zeminin resmini verdiğini söyleyebiliriz.
Buna göre, bu zeminde nesnel olarak biriken,başka ifadeyle emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin dayatmaları ve saldırıları ile nesnel olarak aynı eşiğe sürüklenmiş olan bu toplumsal güçler, yani emek bakışlı Kürtler, hızla dönüş yapan Kemalist dinamikler ve kemalize olan kitleler ve işçilerin - emekçilerin,şimdilik sahipsizmiş gibi görünen,önünde arkasında devrimci bir irade yokmuş gibi görünen ama içten içe ve hemen hemen tamı tamına kendiliğinden bir renk ile dizüstünden kurtulma ve ayağa kalkma iradesi biriktiriyor olmalarında kendini gösteren güç ve iradenin yumak haldeki birlikteliği ve bunu öteden beri izleyen,anlam veremeyen ve kendinden bağımsız gören ama bütün üstü örtülen çelişkilerden bireysel olarak olumsuz biçimde etkilendiğinin farkındalığını içten içe yaşayan ama yoğun bir ideolojik saldırı içinde olan, emperyalistler ve işbirlikçisi tekeller ve bu işbirliğinden medet uman toplumsal ve sınıfsal katmanlar dışındaki bütün kesimler,bu ideolojik saldırının yarattığı ideolojik hegemonyadan ve pratik ifadesi ile "demokrasi" illuzyonununun etkilerinden kurtulmaya başlamış ve daha net fotoğraf veren yumak haldeki nesnel ve devrimci renk taşıyan muhalif güçlerin etrafını örmeye başlamasından doğan ve bir dönemeç noktasına doğru ilerleyen bu güç, 2012 de olan biten ve bakiyesini ise 2013 e devreden tarihsel aktörlerin iradesini resmeden bir güçtür.
Şimdi iş, fener tutan ellerde, akıl taşıyan yüreklerde yani politik hünerlerdedir.
Politik hüner, kesinkes ve ikircimsiz, yaşamın önümüze getirdiği gerçekliğin, alışılagelmiş veya ezberlenmiş teorik formüllerden çok daha gerçek ve elle tutulur olduğunu görmeyi emretmektedir ve politik hünere içerilmiş bu emir, yaşamın taşıdığı gerçeklikten süzülen bir emirdir ve bu emri doğru değerlendiren politik hüner sahibi ama akıl ve yürek, bu anlamda bilimsel bir inanç taşıyan aktörler, hızlanmış olan tarihin sürüklediği dönemece doğru ilerleyen kitleler ile birlikte tarih yaratmayı başaracaklardır.
İşte 2013,bu sıçramalara gebe olan dönemeçlerin yaşandığı tarih sahnesi olacaktır.
Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır ve egemen sınıf kendi çelişkilerinde boğulurken, egemen politikasının ve ideolojisinin hegemonyası, kağıtttan veya kumdan kuleler misli darmadağınık olacaktır.
İşte 2012 nin gösterdikleri ile 2013 e girerken okuyabildiğimiz işaretler bunu göstermektedir; 2013 ve onu takip eden yıllar, kaçınılmazlığın,özgürlükle ve bu çok daha ileri seviyede bir özgürlüktür, sonuçlandığı tarihsel peryodun adı olacaktır.
Fikret Uzun
31 Aralık 2012

29 Aralık 2012 Cumartesi

SONER YALÇININ TAHLİYESİNİN GÖLGESİNE HAPSEDİLMEYE ÇALIŞILAN

Soner Yalçın'ın Tahliyesinin Gölgesine Hapsedilmeye Çalışılan Gerçekler Gözden Kaçar mı?
Hiç sanmıyorum!
Soner Yalçın'ın tahliyesine üzüldüm veya sevinmedim sanılmasın ama onca zamandır süren, yıllardır deli taşlar gibi taşlanarak, bütün ayrıntıda gerçekleri, Engels'in deyimi ile körün değneğindeki bilgeliklere hapsederek, "milli deli" olduğu denli, "milli suçlu" ilanını, herkesin bildiği bir sır misli karanlık yerlere asan dinamiklerin konsensüsündeki körleştirme ve bu körleştirmeden medet bekleme dinamiği, varlığını hâlâ koruyor ve ama gerçekler birbirine bağlıdır ve birbirinin gerçekliğini gölgelerden kurtarmak da gerçekliğin boyutlarından biri olmaktadır ki, Soner Yalçın'ın tahliyesi bu boyutu bütün çıplaklığı ile orta yere düşürmektedir; düşünceleri, hatta düşünce tarzı ve hatta bunları aksettirme biçimi eleştirilir, beğenilmeyebilir, kabul edilmeyebilir, hatta pek kolay olmasa da mahkûm da edilebilir ama bu tahliyenin orta yere döktüğü gerçekliklerdeki gölgelere hapsedilmek istenen gerçeğe, hiç kimsenin, körün değneğindeki bilgelikten öte bir şey söyleyebilmesi mümkün değildir.
Hatta ve hatta bu, orta yere dökülen gerçeklik aracıyla  karanlık gölgelere hapsedilmek istenen gerçek öyle bir gerçek ki, Yalçın Küçük'ün düşüncelerinin egemen sınıfa ait düzenin sınırlarına hapsedilemeyecek denli egemen sınıfa ve düzenine ve bundan beslenen ve bu egemen sınıfın düzenini besleyen bütün dinamiklere karşıt  olduğunu ve düzen içi konsensüslerin ne yönde ve hangi sınırda harekete geçtiğini, hangi sınıra dayandığında bu hareketten bağışık kaldığını göstermeye yetiyor ve  "milli deli" ilanının gerçekte, egemen sınıflara ait olan ve haliyle egemen olan politikanın karşısındaki bir  enternasyonal  ve  tehlikeli "baş belası" için asıldığını da gözler önüne sermeye, en azından böyle bir sessiz konsensüsün varlığını ve özellikle de, bu çerçevedeki konsensüsün rengini düşündürtmeye  yetiyor.
Bir şey daha var ki, öteden beri ifade ettiklerimizi teyit etmektedir, bu gün üzerinde bulunulan eşik, egemen sınıfın düzeninin eksi ve artı yöndeki sınırının tam ortasıdır ve bu sınıra sürüklenenlerin,bu sürüklenme içine hapsedilenlerin, ne denli nesnel bir eksende,tarihsel bir gerçekliğin dönemecinde birbirlerinden bağımsız olarak bulundukları  net olarak görülmektedir; bununla birlikte bu eşiğe sürüklenenlerin hemen hiç biri, bu eşikten daha geriye sürüklenmemek üzere ve yine birbirlerinden bağımsız irade göstermiş, göstermektedirler ki, Soner Yalçın'ın tahliyesine damgasını vuran da bu iradi kararlılıktır ve şimdi, egemen sınıfların tıkanıklığının veya çaresizliğinin ifadesi olan pratiğin dayatmasının  sonucu olarak, egemen sınıfın, düzeninin sınırlarının revizyonuna mahkûmiyete sürüklendiğinin yansıması ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bu ise, öteden beri egemen sınıfın ideolojik saldırısının kendi açısından ne denli isabetli ve karşıtları açısından  ne denli yıkıcı olduğunun açık, net bir fotoğrafını vermekte ve bu minvalde düşünce üretenlerin,tespitlerini sakınmayanların ne denli öngörü sahibi olduklarını göstermiş olmaktadır.
Öyleyse açıkça görülüyor ki, değişen rüzgârın ve birilerinin veya bazı güçlerin altından akan toprağın varlığı bir yana, bu değişen rüzgârın ve akan toprağın şiddetinin egemen sınıfın düzeninin karşısındaki bütün taşları, egemen sınıfın ve devşirmelerinin onca zahmetlerine, onca akıl bozucu, illüzyon yaratıcı çabalarına  karşın, birbirinden uzaklaştıramamakta veya bir birlerine çarptıramamakta olduğu, aksine birbirleri ile birlikteliğindeki nesnelliği açığa çıkarmak yanında, bu birlikteliğe içerilen iradenin, yani öznel yetkenin bu değişen rüzgârın ve akan toprağın şiddetinin içinden ve ileriye doğru yükseliyor olduğu gerçeği gizlenememektedir.
Daha doğru ifadeyle bu gerçeklikten son derece telaşa kapıldıkları ve inisiyatifi kaybetmemek için, düzen sınırlarındaki ve bir adım ileri iki adım geri hamlesini anıştıran revizyona mahkûm oldukları ve bu mahkûmiyeti en az kayıpla atlatmak üzere geri adım attıkları görülmektedir.
Öyleyse altın değerinde, hatta geleceğin tamamını kapsayan bir değerde ortaya çıkan soru şudur; bu mahkûmiyete zorlayan etmenler, bu mahkûmiyete rıza göstererek düzen sınırlarında revizyon alternatifine sarılan egemen sınıfı kurtaracak rengi mi, yoksa egemen sınıfın düzeninin sınırlarını zorlayacak rengi mi taşımaktadır; yani, egemen sınıfın, düzeninin sınırlarında bir  revizyona  rıza gösterdiğinin yansıması olarak görülen, bütün bu olanlara  ve hala devam edenlere karşılık olarak ve birbirini etkileyerek gelişen nesnel  ve öznel  etmenin birikiminden ayrı düşünülemeyecek olan geri adımlar, bu revizyona fit olacaklar mı?  Başka ifadeyle fit olma şansları var mıdır? Yoksa egemen sınıfın bu geri adımları, egemen sınıfı, düzeninin sınırlarında bir revizyona  razı ettiği, en azından alternatif olarak bu seçeneğe sürüklediği anlaşılan öznel ve nesnel etmenin, egemen sınıfın düzeninin sınırlarını da zorlayacak olan  ileri adımları ile  bütünleşmek zorunda mı kalacaktır?
Yani, öteden beri dillendirdiğimiz ve çok geniş bir coğrafyaya yaydığımız , egemen sınıfların, onların ideolojik politik saldırısının sürüklediği ama bu sürüklenişte çaresizliklerinin de biriktiği eşikten daha geriye sürükleyemeyeceğinin telaşına düşmesiyle attığı geri adımlar ile gerçek bir olgu olmaya yönelen bu, tarihin gerisine sürüklenişin karşısına konulacak olan, düzenin sınırlarına geri dönülmesi çaresinin, ilerletici olmadığı ve tarihin gerisine gidişte başarılı olamadığı için bu çareye sarılan bir egemen sınıfın ise, düzeninin sınırlarına geri dönmeye razı edilerek alt edilemeyeceği ve alt etmek için, bunca olan ve devam eden karşısında başarılı olamadığı için egemen sınıfların razı olduğu geri adımların, daha ileriye götürecek adımlarla bütünleşmesinin gerektiği yönlü perspektifle mi bütünleşilecektir?
Bunun ise, düzenin kendi sınırlarına dönme yönündeki geri adımlarına fit olan geri adımlara teslim olmakla  mümkün  olmayacağı, aksine  daha ileri adımlar atmanın perspektifini ve  daha ileri bir devrimci iradeyi taşıyan ileri adımların, bu geri adımları da  kendine bağlayarak göstereceği politik hünerler  ile mümkün olduğu  gayet açıktır.
Öyleyse, sürüklenilen eşik son noktadır ve buradan geriye düşmek karanlığa düşmek ise, buna karşılık, karanlığa düşmemek adına eski sınıra dönmeye razı olmak, egemen sınıf için ve buna fit olanlar için ilerlemek olabilir ama ilericiler, devrimciler için, aydınlanmadan yana güçler için, işçi sınıfı ve emekçi halklar için ilerlemek değildir. İlerlemek için o sınırın aşılması ve gerçek anlamda yeniye ulaştıracak kapıları açmak  gerekmektedir.
İşte tahliyelerle ortaya dökülen gerçekliğin gölgesine hapsedilmeye çalışılan gerçek buradadır ve Yalçın Küçük'ün neden hâlâ ve üstelik düzenin kendi sınırlarına dönmesine çoktan fit olacak olan inançlı bir polis şefi ile Hanefi Avcı ile birlikte zindanda tutulduğu sorusundadır ki, bu soruyu gene en iyi açarak ve mahkeme heyetine yönelterek, başka sorular üretenin Yalçın Küçük'ün  kendisi olduğunu görmekteyiz.

Fikret Uzun
28 Aralık 2012

30 Ekim 2012 Salı

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.





 EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için, gençlere, güncelliğini uzun süre yitirmeyecek olan bir tarihsel ders sunmayı borç bildim.

Ve ekliyorum, kimse kızmasın, en azından bu “ders”i iyi niyetle ders sayarak sunanlar ve bu “ders”te bir terslik olduğunun farkında olmayanlar kırılmasın ki, Bu “ders”, zalimin tımarını andırmaktadır. Öyle bir derse benziyor demek istiyorum. Oysa gençler tımar edilmek değil, eski ama eskimemiş komünistlerden devrime götürecek ilkeleri anlatarak kılavuzluk etmelerini bekliyor. Gençlere kendi başına ve yoldaşları ile birlikte öğrenmenin ilkelerini anlatmalarını bekliyor. Gençler, eski ama eskimemiş komünistlerden, sınıf savaşı kızıştığında, tarih hızlı aktığında ortaya çıkan büyük olaylar yeni toplumsal katmanları meydana çıkardığında, dolayısıyla yepyeni ve kalıcı sorular ve sorunları ortaya koyduğunda, kaçınılmaz olarak görülen, gruplaşmalarda, dönüşümlerde nerede durmaları gerektiğinin ipuçlarını beklemektedirler. Bu, gençlere borcumuzdur. Bunun için, bu “ders” son derece terstir. Üstelik gerçeklerin, dolayısıyla gençlerin durması gereken zeminin üzerini kapatıyor.

Borcumu ödeyeceğim ve gençler, hâlâ alacaklı olduklarını ve de borcumu yeterince ödemediğimi veyahut da kalp ödeme yaptığımı düşünüyorlarsa, en sert eleştirileri dahi kabulümdür ve mutlaka borcumu tamamlarım ve mutlaka eleştirilere şükran duyarım. Eksiğim varsa tamamlar, yanlışım varsa düzeltirim. Eleştiri, bizim için doğru yolda devam etmemizin motorudur, bu nedenle birbirimizi eleştirmeye mahkûm olduğumuzu unutmamalıyız. Bu, egemen sınıfa ve onun egemenlik aracına karşı sağlam temelli mücadele için oluşturulacak veya nesnel olarak yan yana gelmiş güç birlikleri için de geçerlidir. Ancak bunun dışındakiler eleştiri alanımızda değildir, daha doğrusu eleştirilerimiz, tarihsel olarak mahkûm ederek, mahkûmiyetlerini teşhir etmek içindir. Egemen sınıfın egemenliğine karşı yürüyüşümüzde önümüze çıkanlarla yürüttüğümüz kavganın içindeki mahkûm edici eleştirilerdir. Ancak aynı yürüyüşün başka adımında olanlarla eleştirel tartışmamız, onları, Türkiye’nin sosyalist hareketini en yüksek düzeye yükseltmek sorumluluğuna çağırmak içindir. Ve bu bir tasniftir. Aynılar aynı yere, ayrı olanlar ayrı yere. Artık aynılar ile ayrılar daha kolay ayırt edilmektedir, ben biraz daha kolaylaştırdığıma inanıyorum.

Bu yürüyüşte ve bu yürüyüşün varması gereken yere vardırılması sorumluluğu yanında, birbirimizi eleştiriler nedeniyle kırmak hiç önemli değildir. Eleştiriler, sorumluluğumuzun eksiksiz ve en üst düzeyde kotarılması içindir.

Bugün zayıf durumdayız, ancak bundan önceki görkemli kalabalık zamanında da güçlü değildik; en azından zor olan hiçbir işi çözemedik.  Bu gün de önümüzde zor işler var ve son derece karışık bir yumak mislidir. Çözmek için güç toplamak veya yaratmak gerekiyor. Bunun için ise öncelikle akıl gerekiyor. Daha doğrusu, geriletilmiş akılları yerine koymak gerekiyor. Güç yaratmak ve biriktirmek politika sanatının içindedir ancak bu, teoriye olan ihtiyacı öne çıkartıyor. Şimdi, bu zayıf durumumuzda, politika daha da zor iştir. Ancak güçlenmek ve güç biriktirmek zorundayız. Bunun teorisini formüle etmek hepimizin sorumluluğundadır. Bunun anahtarı ise, farklılıkların zenginliği değildir, tam aksine farklılıkların törpülenmesidir. Eleştiri bunun için gerekiyor. Eleştiri netleşerek ilerlemeyi anlatıyor. Netleşerek ilerlemek, güç biriktirmektir.

İşte bu yüzden dediklerimi adamakıllı eleştirmekten kendini alıkoymayan arkadaşlarıma şükranlarımı ifade ediyorum.

Ve bu girişten sonra, iyi okumalar, tekrar tekrar okumalar dileyerek borcumu ödemeye başlıyorum.

Bugün bu coğrafyada yapılmak istenenler yeni ve merkezinde İsrail olan bir Osmanlı İmparatorluğu kurmaktır. Bu, ulus-devlet sistemini yıkmak demektir. Bu, bölgedeki devletleri istikrarsız ve güçsüz hale getirmek ve öyle tutmak demektir. B,u Chomsky tarafından da ve daha çok Siyonist belgelerine dayanılarak açıklıkla ortaya konan bir tespittir. Yani yorum değildir. İsrail bölgede Osmanizasyon’a mahkûmdur. Bölgede, ülke sınırlarının anlamını yitirmesi, ulus-devlet sisteminin çökmesi, etnisite ve dinsel cemaatlere Osmanist “millet” formunun verilmesi, Chomsky’ye göre İsrail’in bir devlet politikasıdır.

Öyleyse anlaşılıyor, bu Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde İsrail vardır.

Bir Moiz Cohen vardır kendinden içeri;  ünlü Siyonist ve iktidardaki İttihat-Terakkinin adamıdır ve Türkiye’de adı Munis Tekinalp’tir, Cumhuriyet döneminin Kemalist ideolojisini yazanlardandır. Osmanlı döneminde Moiz Cohen ve Jön-Türk ve de Yahudi bir aktivist idi, Cumhuriyetle birlikte, Munis Tekinalp ve Kemalizm’in ideologudur. 9.Dünya Siyonist kongresinde Osmanlı delegesidir ve Osmanlı Yahudilerini ve tabii iktidardaki İttihat-Terakkiyi temsil ediyordu. Biz bunu pek telaffuz etmeyi sevmeyiz. En çok anti-Kemalizm yapanlar dahi Tekinalp’in Kemalistliğini ve Kohen’in Siyonistliğini hatırlamak istemez.

Kongrede “Biz Osmanlı Siyonistleri” diyerek giriş yapan Munis Cohen, bu kongrede, Yahudilerin Türkiye’ye göçü konusunun ilk defa 1908 Meşrutiyet İhtilali sonrası gündeme geldiğini belirtiyor. Ve şöyle devam ediyordu; “Birden kavuştuğumuz bağımsızlığın sarhoşluğu ve sevinci, bizleri, yaşadıkları ülkelerde zor durumda bulunan kardeşlerimizi Türkiye’ye göç etme konusunda umutlandırıyordu. Anti-Siyonist düşüncelerden uzak kalmış tek ülke Türkiye’yi bizler zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın kutsal toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyorduk. Türkiye’de ortaya çıkacak bir Anti-Siyonist hareketi etkisiz kılacak bir başka gizil güç daha bulunmaktadır. Bu gizil güç de, Yahudilerin kendi aralarında dayanışmasından başka bir şey değildir. Evet, Türkiye’ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır.”

Görülüyor, Cohen’in işareti ile Bilge Hasan amcamızın vurgusu çakışıyor; Bilge amca, paşayı kastediyor ama aslında tam üstüne basıyor; Kenan Evren Paşa’nın misyonu- veya bu misyonun yüklenmesi gereği Genel Kurmay başkanlığına getirilmesi- tam da Cohen’in işaret ettiği Kenan Ülkesini Türkiye’de kurmak içindir. Bilge amca bu tarihsel gerçekliği biliyor mu? Bunu bilmiyorum ama vurgusunun çarpıtmak için olduğunu görebiliyorum. Burada Kemalizmin Evrimi’ni göremiyoruz, olsa olsa Judaizmin Kemalist kalıptan sıyrılıp, yeni ve belki de kendi kalıbına dönmesi olarak nitelenebilir. Dün Kemalizmin ideologu olanların, bugün Kemalizmden başka deccal tanımaması bundan olsa gerek.

Hoş bu vurgum nedeniyle Bilge Tezcan, daha önce de olduğu gibi, boynuma Anti-Semitist yaftası asabilir ama bence gerçekler bu yaftadan daha ağır basacaktır.

Cohen bununla da kalmıyor, “ Ayrıca bizde kendilerini asimile edecek daha yüksek bir kültür olmadığı için, göç eden Yahudiler kültürel kimliklerini koruyabileceklerdir.”

Bunları sağolsun İletişim yayınları haber veriyor; daha doğrusu, haber verenlerin haberini kitaplaştırmıştır. Merak edenler, J.M.Landau’nun,” Tekinalp Bir Türk Yurtseveri 1883-1961 ) adlı 1996 da yayınlanan eserine bakabilirler.

“ Osmanizasyon, ne kadar itici ya da tiksindirici olursa olsun, Yişuv’un devamlılığını garantileyebilmek için geriye kalan tek yoldur.”(Profesör İ.Friedman –Germany Turkey Zionism 1897-1918)

Bu politika, Siyonistler için de tek yol olarak görülüyor ve İttihat-Terakki ile pazarlıklar artıyor. Tabii İttihat Terakki şeflerinin de projeye sempati duyduğu açıktır.

Bir “İmmigration Kompani” kuruluyor. Ve İttihat-Terakkinin önde gelen yöneticilerinden olan Dr. Nazım, bu birliğin veya şirketin yönetim kurulunda olmayı kabul ediyor ve Türkiye’ye 8 milyona kadar Yahudi almaya hazır olduğunu bildirmektedir. (Prof. İ.Friedman haber vermektedir.) Jön-Türk devriminin yapıcılarından olduğu söylenen Dr. Nazım’ı, İzmir Suikasti bahanesi ile Mustafa Kemal’in astırdığını biliyoruz.

İmmigration Kompani, Osmanizasyon politikasının içindedir ve birinci savaşın başlama ihtimali bu projeyi hızlandırmıştır. Hem şimdi öyle olduğu daha net anlaşılıyor, hem de bunu haber veren kaynaklar var. Ancak birinci savaş, beklenenin aksine bu projeyi başarısızlığa uğratıyor ve 12 Eylül darbesi ile yeniden bu proje ısıtılıyor. Şimdi en sıcak noktasındadır. Bu projenin ilk olarak, Jön-Türk devrimi ile harekete geçtiğini Munis Tekinalp’ten biliyoruz.

Tekinalp’in kongredeki ifadelerine göre, Jön-Türk devrimi ,“Osmanizasyon” kapısını (Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak, kapısı olarak da anlayabiliriz), açıyor. ( Nabi’nin ve türevlerinin Batılılaşma aşığı olmasının ve aynı zamanda mürteciliğinin tavan yapmasının kökü belki biraz anlaşılıyordur. ) Böylece Yahudiler’de, Türkiye topraklarını “yurt” sayma kararlılığı artıyordu.

“Osmanizasyon” politikası ise, Yahudilere Osmanlı tebaasına girmeyi şart koşuyordu.

Bu küçük hatırlatma ile Kemalist Cumhuriyet –Osmanist Cumhuriyet dizilişi ile devam ediyorum.

Bu dizilişin bir tarihsel-nesnel diziliş olmadığının altını çiziyorum. Burada Judaik bir öznellik olduğu açıktır. Ve artık saklanmamakta olduğunu görebiliyoruz. Diğer yandan Kürt coğrafyalarındaki hareketlenmeyi de bunun,”Osmanizasyon”un, içinde saymak eğilim olmaktan çıkmıştır ve koca bir çıplak gerçek olarak karşımızda duruyor. Hatırlatarak geçiyorum.

Burada bir hatırlatma daha eklemek istiyorum, Emperyalizm teorisini kuranlardan biri olan J.A.Hobson, Judaizm ile emperyalizmi bir arada görmektedir. Teoreminin dayanağı ise oldukça ilginçtir.

Bugün Siyonist parmaklı bir Osmanizasyon denemesi gerçek olmaya pek yakındır. Türkiye’de iktidara çok yakındır demek istiyorum, hatta iktidardadır diyebiliriz. Diğer yandan Osmanlı topraklarının “kutsal toprak” olarak kabul edildiğini biliyoruz. İlk Moiz Cohen haberini vermişti.

Peki, nasıl bir Osmanizasyon?

Hiçbir güçlenmenin kabul edilmediği; aynı zamanda hiçbir yayılmacı politikayı taşıyan politikacıya izin vermeyen; Kutsal Topraklar olarak tarifi yapılmış olan bu topraklarda İsrail’in dışında bütün devletlerin zayıflatılmış olması; yine İsrail dışındaki devletlerde iç karışıklıkların kalıcı olması.

İşte Siyonist eli mahsulü Osmanizasyon budur. Ve bunun Jön-Türk devrimi ile başladığı, Birinci savaşın işaretleri ile ciddiye bindiği ve Birinci savaşın yarattığı başarısızlık ile bu günlere ertelendiği artık daha net anlaşılmaktadır.

Bu politikanın, Osmanizasyon, Osmanlı İmparatorluğundan kalan bu toprakların (sadece Türkiye olmadığı açıktır), etnik ve dinsel cemaatlere bölünmesi olarak formüle edildiği de açıklıkla görülmektedir. Neredeyse kör gözler bile görebilecekken, cin gibi bakan gözlerin bunu görememesi düşündürücüdür, ekliyorum.

Kemalizasyon, Osmanizasyon politikasının başarısızlığa uğramasının sonucu olabilir mi? Ya da belki, Osmanizasyonu, Kemalizasyon içinde biriktirmek olarak düşünmek gerek! Evet, düşünmek gerekiyor. Kim bilir belki de Kemalizasyondan bu kadar çabuk vazgeçebilmek bundandır! Bu da düşünülmelidir. Tabii düşünmeyi unutmadı isek veya “öğretilmiş düşünceler” taşımıyorsak.

Türkiye’de belki çok kolay kazanıldığını söyleyebileceğimiz Kemalist Devrim ile Kemalizasyon çok fazla ciddiye alınmaktadır. Batı’nın ve Sovyetlerin de aynı yüceltme içinde olduklarını biliyoruz. Bu abartmanın mantıksal uzantısı olarak, ordunun Kemalizm’e sonsuza dek bağlı olduğu abartması bir dogma misli orta yerde kalmıştır. Oysa Türkiye’deki dinsel deformasyon, TSK eli mahsulüdür. 12 Eylül Faşist darbesi ile birlikte İmam Hatip Okulları genişledi ve öteden beri büyütülen tarikatlar ortalığa saçılıverdiler ve devletin şemsiyesinin altına daha fazla girdiler. Bunu hepimiz biliyoruz. Öyleyse Kenan Evren’i bir Kemalist saymak ve böylece Kemalizm’in devam ettiğini kabul etmek ve bunu kabul ettirmeye çalışmak, son derece manidar ve son derece sığ bir düşünce ve dar bir politikadır. Hatta çıkmaz sokaktır.

Üstelik bu biçimdeki bir devamlılığı bilimsel bir söyleme oturtanlar, devletin devamlılığı ilkesini dolayısıyla 12 Eylül rejiminin devam ediyor olduğu gerçeğini ve en önemlisi bir devamlılık varsa onun, “Kenanizm”in, RTE ile AKP ile devam ettiğini görmezden gelmeleri, hatta akıllarına bile getirmemeleridir. Üstelik “ Kemalizm- Kenanizm “devamlılığından veya evriminden söz edenler, Kenanizm ile kavga etmemekte ama Kemalizm ile kavgayı bir Politika saymaktadırlar. Bunun politik-pratik yansıması ise artık çişini bile tutmakta zorlanacak denli bitkisel hayatta olan Kenan Evren paşanın, yargılanması tiyatrosuna dâhil olmak olarak kendini göstermektedir. Çünkü çıkmaz sokak, adı üstünde ve çıkamıyorlar, hep Kemalizm sayıklıyorlar ki, başka bir abartmadır. Abartmadır ve önceki abartmalara uymaktadır ve böylece de Kemalizasyon içinde Osmanizasyonu biriktirmek ve yerleştirmek hem devam etmekte ve hem de gizlenmektedir.

12 Eylül, aşırı ölçüde dindar ve hissedilir ölçüde dominant özellikler gösteren bir tüccar düzenini yerleştirmek için ve sanıldığının aksine 24 Ocak ekonomik kararlarından da önce yani 1978 in başında, Kenan Evren’in Genel Kurmay Başkanı oluşundan da önce ihtiyaç olarak doğmuş veya keşfedilmiş olup, hızla uygulanmasının koşulları yaratılmıştır. İlk hamle elbette ki, Kenan Evren’in, hâlâ devam eden yöntemlerle Gn. Kurm. Bşk. Yapılmasıdır; Mart 1978dir ve ardından biliyoruz ki, Aralık 1978 de sıkıyönetim ilan edilmiştir ve hiç kalkmamıştır. 27 Aralık 1979 da uyarı mektubu ve arkasından müdahale kararının onaylanması ve bu kararın sıkıyönetim komutanlıklarına da sözlü olarak dolaştırılıp onaylatılması ve 12 Eylül 1980 günü faşist darbenin gerçekleştirilmesi. Bunca zaman toplumun ve devletin bütün katları sanki kış uykusundadır; birkaç işaret dışında, her yerde sanki bir sessizlik konsensüsü vardır ki, bunun anlamı hoş geldin sessizliğine hazırlık olsa gerektir ve geldiği anda sessizlik on kat, belki de bin kat fazlalaşmıştır.

Örnek olsun, hoş DİSK çoktan bitkisel hayata girmiş idi ve kitlelerdeki hareketlilik katsayısı yatay düzlemde yüksek, derinlemesine ise ölü bir durumda idi ama yine de egemenlerdeki korku boşuna değildi ve kitleler, örgütlü ve kitlesel hareketliliğin sonucunda ellerine önemli kazanımlar geçeceğinin eylemsel bilincini henüz unutmamıştı; Örneğimi DİSK genel sekreteri Karaca’dan aktarıyorum, “ Biz darbenin geleceğini biliyorduk ama 12 Eylülde geleceğini bilmiyorduk (oldu’ bir de saatini de verselerdi size) o nedenle Süleyman Üstün 12 Eylül’de sendikada toplanalım grevleri konuşalım derken, ona bir şey diyemedim.”

Evet, Karaca, o da Tustav’ın sözlü tarih grubunda estirilen rüzgârla aktardığı anılarında böyle diyordu ve TKP yönetiminin ise hiçbir uyarıda bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Bulundu ise de şimdi bir tarikat olarak, Nabiciler de diyebiliriz, kendilerine “özgür komünistler” diyen tayfadan başkalarına ulaşmamıştır. Bunu şimdi daha net görebiliyoruz.

Peki, bu ne demektir? Bunun anlamı, 12 Eylül askeri darbesi, darbe olmasının ve faşist olmasının ötesinde, çok daha geniş bir politikanın ki şimdi daha net bu da görülüyor, “Osmanizasyon” politikasının vücut bulmuş hali olmaktadır. Ve bu tümüyle ve özellikle ABD-AB emperyalizminin dümenini aniden kırdığı Yeni Dünya Düzeni yöneliminin içindedir ve onunla uyumludur. Emperyalist kapitalizm, bu düzen için bir; dinselleşmeye, iki; ulus-devlet sisteminden kurtulmaya ihtiyaç duymakta idi ve 12 Eylül bunun üzerine gelmiştir ve durmamıştır. Lazım gelen ne varsa bir bir ve temelleri çok önce atılmış Osmanizasyon projesine de uygun olarak - ki bu YDD projesinden ayrı değildir, YDD de tümüyle Siyonist katlarda pişirilmiştir- yerine getirmiştir. O kadar öyle yerine getirmiştir ki, bu topraklara iyiden iyiye nüfuz etmiş, her gün yeni bir versiyonunu yerleştirmek, beğenmediklerini bozup, düzeltmek için yaptığı hamlelerde hiç zorluk çekmemektedir.

12 Eylülün öncesinde, problem olmayan bir problem olan Türkiye var. Problem iç savaştır, her gün onlarca insan ve daha çok aydınlar öldürülmektedir ve iki taraf da korku içindedir ve bu bir problemdir ama “no problem”dir; çünkü problem bu günler içindir, sonrasında 12 Eylül problemi çözmüştür. Çok yaşa Kenan Evren paşa! Olmuştur. O gün bugündür,12 Eylül öncesinin artıkları, döküntüleri “çok yaşa Kenan Evren, çok yaşa Kenanizm!” demektedir. Hemen hepsinin 12 Eylül rejimine kapılanmış olduğunu şimdi daha net görüyoruz. O kadar öyle ki, Nisan günlerindeki Lenin’in “Eski Bolşevikler” ,”Arşivlik Bolşevikler” nitelemesini ve hepsini tarihin tozlu arşivine kaldırdığını, yani bütün düzene kapılananlardan koptuğunu, tek başına kalmayı bile göze aldığını hatırlıyoruz.

İşte tam burada çok önemli bir gerçeklik var; Amerika’nın ve İsrail’in son derece güçlü olduğu bir Türk Silahlı kuvvetleri var ve Kemalizmden çoktan kopmuşlardır. Öyleyse ufukta ve 12 Eylülcülerin elinde adı konulmamış bir İslamik parti var ve oraya doğru sondaja devam ediyorlar. Sondaj tamamlanmış ve sonunda da aranan kan bulunmuştur. Eski kanlar yetmemektedir ve araya araya yenisini bulup çıkarmışlardır ki, sırf bunun için bile çok deneme yapılmış, çok kan akıtılmış, çok çukurlar kazılmış ve sonunda, 23 yıl sonra, istenilen kan bulunmuş ve hasta hazırdır ve hastanın problem olmayan problemlerinin de artık şıppadanak ve elbirliği ile “çözüm”ü hazırdır. Çözüm, Osmanizasyon’dur.

İşte Bilge amcanın vurgusu burayı ( Kemalizm= Kenanizm demektedir) işaret etmektedir ki, bu “çözüm”den ayrı saymıyorum. Ağız birliği yanında “öğretilmiş düşünce” taşındığı açıkça görülüyor. “Kenanizm”, Kemalizmin “evrimleşmiş” hali ise bile, Kenanizm ile kavgayı bırakıp, aksine onun ağzı ile konuşarak, yerini Kenanizme bırakıp tarih olan Kemalizm ile kavgayı bayrak edinmeyi tek politika saymak son derece manidardır ve akıl taşıyanların aklını şaşırtamamaktadır.

Öyleyse ne demektir? 12 Eylül’de hem ABD ve hem de İsrail parmağı var demektir!

Kemalizmi yüksek tutanlar ve aşırı abartanlar, Kemalizmi ( Bilge amcaya göre “Kenanizm”e dönüştürmüşlerdir ve Bilge amcamız dönüştürenlere işaret etmemektedir) tarihe gömerek, Osmanizasyonu yüksek tutmakta ve oya gibi işlemek istemektedirler. Ne de olsa tarihsel ve tarihten gelen  “çözüm”leri budur.

Bu fotoğrafın orta yerinden ise sarkan bir gerçeklik daha var, kimine göre somuttur ama ne yazık ki, bütün fotoğraf soyutlanmadan somutlanamamaktadır ki yukardan aşağıya bu soyutlamayı yaptığıma inanıyorum ve sarkan gerçeğe işaret ediyorum;  Orta Doğuda ve daha çok bir zamanlar Osmanlı mülkü olan topraklarda, artık İsrail’in hegemonyası hem belirgin ve hem de belirleyici bir noktadadır ve bu hegemonyayı kabul etmeyen devletler ve liderleri ile artık açık olmaya başlayan bir savaş öteden beri vardır, işte şimdi bu gerçek, artık fotoğrafın en koyu rengi olarak fotoğraftan taşmaktadır. Ve yanı başında sarkan başka bir gerçeklik de, özellikle Suriye-Esad gerçekliğinde, İsrail’in hegemonyasının çatırdamakta olduğunu ve bunun, bu bölgedeki anti-Siyonist, anti Amerikancı dinamiklerin kararlılığını daha da pekiştirmekte olduğunu ve de bu hegemonyanın yıkılabilir olduğunu hissettirmektedir. Ve bu sarkan gerçeklikler, birkaç bütün fotoğrafın en arkasında yer alan çok daha büyük bir fotoğrafın varlığını açığa çıkarmaktadır ki,ABD-İsrail ve AB nin YDD sinin bu fotoğrafta olmadığını ve bu fotoğrafın YDD’ nin fotoğrafından daha geniş ve daha bir nesnel renkler taşıdığını çok net olarak göstermeye başlamıştır.

Neticede ortaya saçılan renkler veya fotoğraf kareleri o kadar net olarak gösteriyor ki, Türkiye’nin İslamlaştırılması da,Osmanlılaştırılması da TSK nın yüksek kadroları eli mahsulüdür ve Evren ile sınırlı değildir ve Evren zamanı ile de sınırlı değildir. Ancak başrolde hep TSK yüksek kadroları var ve şimdi içlerinden bazıları zindandadır, TSK daki dönüşüm tamamlandığında ki, bu Kemalizm’in tümüyle kazınması demektir, salıverilmelerinde mahsur kalmayacaktır. Bu, zindanda kalmalarına gerek kalmayacaktır anlamındadır.

İslamizasyon da, Osmanizasyon da sınıfsaldır ve hatta hâlâ “Kemalizasyon” illüzyonu peşinde koşmak, İslamizasyonu ve Osmanizasyonu ve buradaki sınıfsallığı görmeyip “Kemalizm”den başka deccal tanımamak da sınıfsaldır. Daha doğrusu aynı sınıfsal kategorinin içindedir.

“Öğretilmiş bakış” tam da buradadır. Emperyalist politikalara ve hâlâ devam eden Eylülist politikalara tabi ve içindedir.

Burada başka ne var? Diye sorarsak; gördüğümüzün ve vereceğimiz cevabın, Harp Akademilerinde, Türk-İslam Sentezi kadrolarının, Aydın Ocaklarından Hızır gibi yetişen aydınların,”hoca” olduğu açıktır. Ayrıca, TSK nın yüksek kadrolarının, büyük büyük zenginlerin ekonomik, dolayısıyla politik programının uygulayıcısı olduklarını görürüz. İslamlaştırma ve Osmanlılaştırma temel politikadır ve bu politika tümüyle sınıfsaldır ve ekmek arası soğandan, ekmek arası havaya geçiş, yani ücretli kölelikten, kırbaçlı köleliğe geçiş için olmazsa olmaz şarttır. Hem içerde hem dışarda politika budur; bir paralellikten söz etmiyoruz, bu politika hem içeri, hem dışarıdır, iç içedir ve böyle bir bütünsellik taşımaktadır.

Peki, ekmek arası soğandan, ekmek arası havaya geçiş sırasında ne olabilir? Bu ekmek arası soğanı kabul ettirmek için onca disiplini, başka ifadeyle sessizliği, devlet zoru ve yaydığı korku ile ancak sağlayanlar,  ekmek arası havayı ve elbette kırbaçlı köleliği aynı zor ile kabul ettirmenin kolay ve mümkün olmadığını görmektedir; mümkün olsa bile maliyeti çok yüksektir ve de riskleri vardır; öyleyse yeni ve oldukça ucuza sağlanan disiplin, İslamizasyon ve Osmanizasyondur ki bu, çok muhterem Bilge amcamızın-  aklı şaşırtmak için vurulan bir vurgusu olsa da -  vurgusundaki “Kenanizm” gerçeğinin ta kendisi olmaktadır.

Kenanizm, aşırı din, aşırı ırkçılık ve aşırı işçi düşmanlığı demektir ki, bunu Lenin 100 yıl önce işaret etmiştir. Komünistlere armağanıdır ama buradan “işte ‘komünist’lerin hali budur, bu nedenle komünistler nerede denilmektedir yoldaş Lenin! “ yollu haykırmayı bir borç biliyoruz.

Öyleyse vurguyu kalınlaştıralım ki, burada hâlâ Kemalizasyon veya Kemalist  “güç” aramak abesle iştigaldir. Burada Kemalizm yoktur ve İslamizasyon da Osmanizasyon da, her ne kadar Kemalizasyonun içinde biriktirilmiş olsalar da, Kemalizmi ve Kemalizasyonu dışlamaktadır. Artık onlar için Kemalizm yoktur ve hâlâ seslerini duymaktan bu nedenle şaşkınlık geçirmektedirler ve her boydan ve soydan kendilerine kapılananları göreve çağırmaktadırlar veya o kapılananlar kendilerine bu durumdan vazife çıkarmaktadırlar.

Peki, olmasını mı istiyoruz? Daha doğrusu komünistlerin, sosyalistlerin istediği bu mudur? Yani kurtarıcı olarak Kemalistleri ve Kemalist ideolojiyi mi çağırıyorlar?

Tek kelime yeter ve milyonlarca kez yinelenmiştir; hayır?

Sosyalistler ve komünistler bilirler ki, onları Kemalizm ilerletmez, ilerletmedi ve aksine köstekledi ve başarılı olamayınca, yol uzayınca yönetimlerini de güçlerini de dinci akımlara teslim ettiler; ancak komünistler ve sosyalistler ki, devlet kapısına öyle ya da böyle kapılanmamış olanlardan söz ediyorum, bir şeyi daha bilirler; o da, içinde bulunulan tarihsel koşulların karmaşıklığında Kemalizmden daha geriye gitmeyecekleridir.

Türk –İslam sentezi, İslamizasyon ve Osmanizasyon hamlesinin hem ideolojisi ve hem de hazırlanışını kolaylaştıran bir hamledir ki, bunun da yüksek “Kemalist” kadrolarca ve TSK yüksek kadroları eliyle kotarıldığını biliyoruz.

Burada Aydınlar Ocağı Türk-İslam sentezinin en önemli kurucuları olmaktadır ki, Ocağın kuruluşu 12 Eylülün çok öncesindedir. Öğrettikleri ise öz olarak ve kısaca, “İslam Türk kültüründen üstündür ve eğer o olmasaydı Türk kültürü yaşayamazdı; ama Türk kültürü de İslamı korumuş ve güçlendirmiştir.”

Bu konuda ki Ürüncülerin teorisyeni olduğunu ve bu nedenle Almanya’daki “eski komünistlerden” epey bir eleştiri aldıklarını biliyoruz, Taha Parla’dan söz ediyorum, söyledikleri oldukça öğreticidir. Aktarıyorum.

 “İşte 12 Eylül’den sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin, klasik laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslam sentezi adı altında, vurgu Türk’te, oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe, vurgu milliyetçilikte, razı gelişleridir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir.”

Ve devamında dedikleri ise, açıklığı ve öğreticiliği tamamlamaktadır; TRT nin bir yayınına atıfta bulunan Taha Parla, şöyle devam ediyor;  “1985 sonbaharında yayınlanan “laiklik” açık oturumlarında, Osmanlı Devleti’nin teokratik olmadığı, Atatürk’ün ‘ 2000 yıllık Türk-İslam sentezine’ göre düşündüğü, laikliğin din-devlet ayırımı olmayıp, tam tersine, laik öğretimin, dinin denetim ve gözetimi altında bizzat ve önemle devlet tarafından öğretilmesi olduğu, bilimsel ve mantıklı bir biçimde anlatılmıştı. Ve farklı görüşlere yer vermediği için de bu bir endoktrinasyon (beyin yıkama olarak kullandığını sanıyorum) girişimi olmuştu.” Diyor ki, bu kadar değil;

“20nci yüzyılda ‘dualı’ milliyetçilik, modernleşmeyi değil, yeniden gelenekselleşmeyi temsil etmiyor mu?” sorusuyla bitiriyor. (Taha Parla-Din ve Milliyetçilik –Yeni Gündem 19 Mayıs 1986)

Aydınlar Ocağı mı? Herhalde herkes biliyordur ama vurgulamak açısından, bu Ocağın, tarikatçı ve ırkçı öğretim üyeleri ile bürokratları birleştiren bir yapı olduğunu hatırlatmak yararlı olacaktır. İşte Türk-İslam Sentezi adı verilen Arabistan’dan hareketle iç Asya’ya yayılan totaliter-expansiyonist ideoloji, bu “Ocak” tarafından pişirilmiştir. Ve bu ocağın kadroları, önce Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu olmak üzere, Atatürkçü bütün merkezleri işgal etmişlerdir ve dolayısıyla hiçbir Atatürkçü kurumda Kemalizm, bir güç olarak kalmamıştır. Dolayısıyla hal böyle iken, bir Kemalizm’e dönüş yaşanması ve bunun yarattığı sendrom,“yeni” 12 Eylül rejimini, RTE ile devam eden “Kenan Evren Diktatörlüğü”nü şaşırtmakta ve öfkelendirmektedir; bazılarının yeniden üzerine vazife almasının nedeni de bu olsa gerektir.

Ve hatırlatmaya gerek yok ama ben yine de altını çizmek istiyorum ki, Osmanizasyon olmasa da, İslamizasyon, TC nin dönemsel her safhasında olmakla birlikte, 12 Eylül ile en tam ifadesiyle yerine oturtulabilmiş ve gericilere altın bir çağ yaratmıştır ve İslamizasyon temel olarak sol’un yükselişine karşı bir tertip olmaktadır. Bunun içindir ki, yani her dönem içinde büyüttüğü İslamizasyonla birlikte Kemalizm, sol’un yükselişini durdurmaya ve terbiye etmeye yetmediği için, Kemalistler Kemalizmden de cumhuriyetten de vazgeçmiş ve yönetimi dinci akımlara teslim etmişlerdir.

Dolayısıyla solu topyekün gömmek için, Kemalizm’in ve en son ve en demokratik noktasını ki, sol’un en önemli sığınakları ve barınakları buradadır, 27 Mayıs ile yaşadığımız demokratik cumhuriyetin kökünü kazımak, olmazsa olmaz idi. Bir devlet politikası olduğu açıktır. Ve bunda en çok yardımı,12 Eylül öncesinden kalan solun artıklarından, döküntülerinden, vurgun yemiş politikacılarından, sendikacılarından, aydınlarından almışlardır.

Şimdi bile bu yardımın devam ettiğini görmek, daha doğrusu hâlâ bu yardımı esirgemeyenleri görmeyenleri veya görmezden gelenleri görmek, son derece üzücü ve şaşırtıcıdır. Ancak ne üzülüyoruz, ne de şaşırıyoruz, sadece deşifre ediyoruz ki, tarihsel olarak sonlarına koşmaktadırlar ve yardımları ile “yeni” 12 Eylül rejimini belki biraz rahatlatabilirler ama kendi sonlarını çabuklaştırmaktadır.

Aşırı dinsellik ve ırkçılık ile İslamizasyon ve Osmanizasyon orta çağa dönüşün hem habercisi ve hem de hazırlayanı olmaktadır. Emperyalist dünyada düğmesine basılan orta çağa dönüş hamlesi, bu bölgede ve İslamizasyon-Osmanizasyon hedefi ile ve de 12 Eylül faşist darbesi ile ardından yerleştirilen ve “yeni” sureti ile hâlâ devam eden 12 Eylül Kenanist rejim ile kotarılarak gerçekleştirilecek ve yayılacaktır. Emperyalist ABD-AB ve İsrail için bir Yeni Dünya’dır ki, Laisizme, rasyonalizme yer yoktur. Bunlar yoksa orta çağ kapıdadır ve kapıdadır.

12 Eylül ve baş aktörü Kenan Evren, genel Kurmay koltuğuna tesadüfen veya bir silsilenin devamında oturtulmamıştır; Kenan Evren sırtında taşıdığı, cumhuriyeti çökertme misyonu ile oturtulmuştur ki, RTE ve AKP ile devam etmektedir.

İşte bütün açılan kapılar ve kapatılan kapılar, tam bu noktadadır, bir tarafı aydınlığa kapalı kapılarla, diğer tarafı karanlığa açılan kapılar ki, orta çağ eşiğinde olduğumuzun işareti olmaktadır, İşte sosyalistler, komünistler daha geri gitmeyiz derken bu karanlığa açılan kapıdan söz etmektedirler ve kapalı olan kapıları zorlayıp dönecekleri aydınlığın ise, henüz sosyalist cumhuriyeti aydınlatacak bir aydınlık taşımadığının bilincindedirler ki bu da komünistlerin hem karanlık kapıları kapatmak ve hem de aydınlık kapıları açmak tarihsel misyonu ile karşı karşıya olduklarını açık ve net olarak göstermektedir.

“Eski solcu”ların buna, Kemalizm kuyrukçuluğu veya Kemalizm savunucusu diyerek gerçekleri savuşturmaları mümkün değildir.

Ve bu “eski solcu”ların da zihnini açmak için ekleyelim; dinselleşme burjuvazide, egemenliği eline aldığı andan itibaren vardır, ancak şimdi dönülen dinsellik daha derin bir dinselliktir ki bunu “Kemalizm hâlâ işbaşında” olarak algılamak akıl körlüğünden başka bir şey değildir.

Yapılan veya inşaatı devam eden, Türkiye’yi, Tanzimat öncesine çekmektir. AKP ve her türlü yardımcıları, bunun için varlar ve bu bir karşı-devrim değilse nedir? Karşı-devrim ise, Kemalizm bunun neresindedir? Soruyorum!

Şimdi biri diğerine tam olarak egemen olmayan, ancak vurgu “yeni”yedir, iki iktidar olduğunu söylemek ayrıdır, Kemalizm ideolojisi ve dolayısıyla Kemalistler hâlâ ve başka kılıkta iktidardadır demek başka şeydir ve birincisi akıl ile bağlıdır; ikincisi ise akıl dışıdır.
Bu durum ise, bir iç savaşın varlığına dalalettir. Bu iç savaşı ise, en azından bu noktada, burjuvazinin Kemalizm ile gericilik kanadının çarpışmasına indirgemek veya Bilge amcamızın çıkarımı ile Kemalizm’in kendi kendine veya yenisinin eskisi ile kavgası olarak görmek, son derece bulanık bir aklın varlığına dalalettir. Bu, sınıfsal bakıştan uzak olmak demektir ki, 12 Eylül rejiminin, dolayısıyla İslamizasyonun temel amacı bu idi ve fakat bu, o kadar kolay kotarılacak bir amaç değildir. Karşısında toplumsal ve ekonomik yasalar var.

Ancak daha önemlisi var ve öfke ile şaşkınlık katsayısını artırırken, “oh nihayet!” diye nefes alıp, yeni görevler için hazırlananları telaşa ve zorunlu göreve koşturan bir dönüş var; iç savaşın rüzgârı dönmüştür ve daha da kuvvetleneceğinin sinyallerini veriyor.

Devam ediyorum; 27 Mayıs devrimcidir; burjuvadır ama devrimcidir ve demokrasinin olup olabileceği en son noktasıdır ki, hem tarihsel ve hem de bilimseldir burjuvazi bu noktadan sonra geriye dönmektedir, kendi yarattıklarının kökünü kazımak, ömrünü kurtarması için gereklidir. Demek ki, sınıfsallık var ve sınıfsallık, belirleyici olanın Kemalizm değil, burjuvazinin gelip dayandığı ve tarihin gerisine açılan noktadaki karşılıklı sınıf ilişkileri olduğunu göstermektedir; Kemalizm, bu noktaya giden yolda bir duraktır veya bir kaldıraçtır ve durdurulmuştur, bütün kaldıran mekanizmaları kökünden kazınmaktadır. Sınıfsallık, büyük zenginleri Kemalizm’den kurtulmaya ve İslamizasyon ile Osmanizasyona sarılmaya itmektedir. Burada Kemalizm’den çok, Kemalizm’e saldırıdır İslamizasyon ile Osmanizasyonun kaldıracı. Son derece ideolojik ve politiktir. Sınıfsaldır diyoruz.

İslamizasyon ile Osmanizasyon’un kaldıracı olarak ve hatta ortaçağ karanlığına giriş kapısı olarak Kemalizmi - her ne suret ile anılsa bile- görmek sınıfsal olmadığı gibi akıl dışıdır da.

Diğer yandan ve az önemli değildir, Kemalizmi Kemalizm yapan sosyalizm için yola çıktıklarını eylemleri ile gösteren eski soldur, benden daha eski oldukları kesindir; Ondan önce Kemalizm’in olmadığı da kesindir. Bu nedenle, dünün Kemalizm’i kodifiye edenlerinin, bugünün Kemalizm düşmanı ve mürtecileri olması şaşırtıcı olmamalıdır. Bir; Kemalizme ihtiyaç vardı, giderildi, yetmedi ve şimdi, bu iki oluyor; İslamizasyona ihtiyaç hâsıl oldu, Kemalizm, cumhuriyeti ile birlikte çökertildi; şimdi eskinin kodifiye uzmanları, İslamizasyonu ve Osmanizasyonu kodifiye etmekle mahkûm ve maluldürler.

Peki, İslamizasyon ve Osmanizasyon yetecek mi? Hiç sanmıyorum ancak denemekten vazgeçmeyecekleri kesindir.

Tekelci düzene, egemen sınıfa ve elbette 12 Eylül faşist rejimine, İslamizasyonun da yetmeyeceği ama artık dönecek bir kaldıracının da kalmadığı kesindir ve buna rağmen yine yeniden Kemalizm’e bile dönmek istemesi de muhtemeldir. Ancak muhtemel olan ile gerçekleşmiş olan bir ve aynı değildir. Komünistler ise, ihtimaller ile değil gerçek ile ilgilidir. Demek ki, yıkılacaktır ve yıkılan Kemalizm olmayacaktır, Kemalizm ve Kemalist cumhuriyet zaten yıkılmıştır ve yükselen de Kemalizm olmayacaktır; yükselen sosyalist cumhuriyet olacaktır ki, iktidar perspektifi veya hırsı olmayanlar bu gerçeklikle değil, ihtimallerle kavga etmekle ilgilenmektedir. İktidar perspektifi ise, bir devrimin en önemli ve temel sorunu olmakla, iktidarın azınlığın çoğunluğa dayandığı bir mekanizma olduğu gerçeğini içermektedir. Öyleyse Kemalist iktidara değil ama Kemalistler üzerinden ortaçağ kapılarını açıp, sosyalizme giden yolları tıkamaya çalışanlara karşı, nesnel olarak aynı eşiğe düştüğümüz Kemalist potansiyele ihtiyaç vardır ve bu bir ittifaktan daha fazlasıdır. Bu fazlada, Komünistlerin, egemen sınıfa karşı, bütün nesnel ve öznel güçleri tasnif ederek sosyalist iktidar yürüyüşüne sokma hüneri ve politikası var.

Bitiriyorum, egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve egemen politika buradan şekillenir diyorum ve ekliyorum egemen ideoloji Kemalizm değildir ve Kemalizm eninde sonunda burjuvazinin ideolojisidir ancak artık egemen sınıfın ideolojisi değildir diyorum. Artık egemen ideoloji İslam olmaktadır. Egemen sınıf emretti ve Kemalistler yönetimi dinci akımlara teslim ederek çöküşünü seyretmeye daldı. İktidar hâlâ egemen sınıfın elindedir ve ama Kemalistler iktidarda değildir. Öyleyse Kemalist ideolojiyi bahane ederek egemen ideoloji ile mücadele etmekten kaçmanın affedilir yanı yoktur diyorum.

Öyleyse Bilge amcaya hatırlatıyoruz;

Bir; TC çökmüştür.

İki; çöken cumhuriyetle birlikte Kemalizm de çökmüştür. Yıkılmıştır demek istiyorum. Dönüşünü ayrı tutuyorum.

Üç;  “yeni” rejimin ideolojisi İslamdır ve politikası hem İslamizasyon ve hem de Osmanziasyon’dur, orta çağ diyoruz.

Dört; egemen sınıf, büyük büyük zenginler, Kemalist ideolojiyi ve politikayı değil, İslamizasyonu istiyordu, buna ihtiyaç duyuyordu ve emir buyurdu, Kemalistler emre uydu.

Beş; demek ki Kemalizm, egemen sınıf için olmazsa olmaz olmamaktadır ve şimdi olmazsa olmaz İslam ve Osmanlı olmaktadır.

Altı; komünistler, yıkılan Kemalistlerle ittifak peşinde değiller, Kemalistleri de yıkan, en başta sosyalist hareketi karanlığa açılan kapılara kilitlemek isteyen egemen sınıfa ve onun egemen ideolojisine karşı, bütün muhalifler yanında ve en başta kendine dönen Kemalistleri de bir ve aynı yerde tasnifleyip, hem ideolojik ve hem politik ve ama ille de iktidar perspektifli bir sosyalist mücadele için seferber etmenin politikasını hüner bilmektedirler.

Bu, geçmişte toplanıp, toplanıp bölünmeye yol açan eylem birlikleri misli bir politika değildir. Bu, tamı tamına, egemen sınıfa ve onun ideolojik hegemonyasına karşı bütün güçleri seferber etme politikasıdır. Kemalistler, bu güçlerin içinde ve başındadır. Ama sosyalistler ve komünistler Kemalistlerin kuyruğunda değil, hem yanında ve hem de önündedir. Bu bir güç birliğidir ve Kürtlerin emekçi eğilimleri de aynı yerdedir.

Yedi; dolayısıyla yıkılması gereken Kemalist TC ve Kemalist ideoloji değildir, o zaten yıkılmıştır, yıkılması gereken egemen sınıfın, tekellerin, plütokrasinin egemenlik aracı ve ideolojik hegemonyasıdır , “yeni” 12 Eylül rejimidir ve tekelci düzendir. İslamizasyonu ve Osmanizasyonu çare belleyen ABD emperyalizmi ve emperyalist kapitalizmin en tepesine çöreklenmiş olan Siyonist düzeneğin dünya hükümranlığıdır.

Sekiz; Lenin, Rusya’ya dönene kadar Çarlık zaten yıkılmış ve adı sosyalist kendisi burjuva olan hükümet kurulmuştur ve Lenin çarlıkla bin bir bağ ile bağlı Rus zenginlerini ve onların ideolojik hegemonyası yanında bütün küçük-burjuva yılgınlarının hayallerini de yıkmıştır.

Ve bunu, hiç vazgeçmediği iktidar hırsı ile yaparken ve de iktidar hırsı son derece baskın iken, bir süre, proletaryanın iktidarı burjuvaziye kendi elleri ile teslim etmesini sükûnetle sürdürmüş ve vakti geldiğinde, “bu kadar yeter, artık iktidar Sovyetlere!” demiştir. İkili iktidar diyoruz ki son derece öğreticidir.

Yukarda değindim şimdi tarihin cilvesi bu ki, bu topraklarda da bir ikili iktidar var ve birbiriyle çarpışıyor. Ve Bilge amcam gibilerin dar ufuklu bakışları sayesinde ne yazık ki, komünistler, sosyalistler ve elbette işçi sınıfı ve emekçiler, bu çarpışmada son derece cılız bir konumdadırlar. Neden? Çünkü epeydir zihinleri bulanık, hafızaları kayıptır. Çünkü bir taraftan egemen sınıfa karşı nesnel olarak mücadele edecek olan ve eden güçler ile komünistler, sosyalistler ayırılmış; diğer taraftan,  mücadelenin asıl hedefi olan egemen gücün üzeri örtülerek, kitleler yanlış düşmanın üzerine sürülmüştür ve bu, son derece koyu bir bulanıklık yaratmıştır. Bu bulanıklığın yaratılmasında Bilge amcamın ve bağlı olduklarının da payı olduğunu tarih gösterecektir.

Dokuz; son tahlilde ve yakın görünmektedir, belirleyici olan emek sürecidir ve bu sürecin keskinleştirdiği çelişkiler, işte bu “yeni” ideolojik egemenlik aracı ile İslamlaştırma ile sessizleştirilmiştir; sınıfsal yaklaşımlar ve bakışlar, yine bu ideolojinin ve diğer ideolojik araçların hegemonyasında köreltilmişlerdir. Burada Kemalizm’i göremiyoruz. Ama apaçık ortada olan gerçekleri görmezden gelenlerin, bu görünmesine imkân ve ihtimal olmayan “egemen” Kemalizm’i görmek gibi bir üstün yetenekleri olduğunu görüyoruz ve gülümsüyoruz. Akıl dışıdır ve illüzyondur. Ancak eninde sonunda emek sürecinin yükselttiği, keskinleştirdiği ve bütün çelişkilerin üstünü örttüğü çelişki baskın çıkacaktır.

On ve son; bunun için Gaponlara ihtiyaç yoktur, yaşamın yeşil ağacında yüklü pratik, teorinin önüne geçmiş olan pratik, kitlelerin sınıf bakışını yerine oturtmaya yeter de artar. Yeter ki, bu bakışa ihtiyacı olan proleter unsurları, küçük-burjuva unsurlardan koparabilelim, bulaşıklıktan kurtarabilelim. Yeter ki teoriyi pratiğin gerisinden kurtarabilelim. Kurtarabilelim ki, son derece hırçın bir şekilde patlamalara gebe olan pratiği, sezaryene uğramadan kendi nesnel akışında ilerletelim ve doğması gerekeni doğurtacak olan devrimin teorisini ortaya çıkarabilelim.

Öyleyse şu, açıklıkla görülüyor ki, yani göstermiş oluyorum ki, sevgili Bilge amcamızın dersi sınıfta kalmıştır eğer gençler bu ilk derse tepkilerini çürük yumurta ile göstermezlerse, bu, “yeni” 12 Eylül rejiminin ideolojik hegemonyasının, bu dersi verenlerce devam ettirildiğinin kanıtıdır.

Ve İşsiz –aşsız proleterlere bula bula bu ilk dersi ders diye yutturmak son derece manidardır. 
Söyleyeceklerim burada bitiyor ve borcumu ödemiş olduğuma inanarak; Sevgilerimi gönderiyorum.

Fikret Uzun
30 Ekim 2012
Öyleyse Gençlerle derslerimize, birinci madde ile başlayalım!

Kemalizm TC. Devletinin resmi ideolojisidir ve bu onun altı okundan biridir yani“olmazsa-olmaz“ ilkesidir. Diğer bir deyimle:“ben devletim-devlet benim !“ bu böyle iken, gel gör, ki kemalizm ve onun savunucuları, sözüm ona bazı“komünistlere“
gore: müttefik sayılıyorlar! Yıkılması gereken devletin ideolojisiyle müttefik olmak, galiba sadece TC, de var! Bu mantığa göre: LENİN, lerin Çarlık Rus devletini yıkmaları, zinhar günahtır!
Tekrarlıyoruz: KENANİZM-KEMALİZMİN bugünkü evrilmiş halidir! Şapkada-takkede-takunyada-çizmede giyer! Onun için önemli olan: devletin ve iktidarın“ilel-ebed“ var olmasıdır!
Kapitalizmin küresel çağında birazcık kapitalist olunmaz, evirilerek
onun tekelci ve finans kapital düzeyine varılır ve TC. Koşullarında bu, işbirlikçi=taşeron konumuna gelir ve olanda zaten budur!
( HASAN TEZCAN’dan alıntı)
https://lh5.googleusercontent.com/SkxfeDI5gWPJJZ9cLswvQ7waP1vZjeCkVoByT9tf4mADU58qVEjVNFvyBsSddEDgHc6998bVxGScTeC5rNQ2Y0y6pgWOfwGAg6FGUl1bgXy7LUkNuyE