30 Eylül 2011 Cuma

YOKSA MARKSİZM BİR TANE DEĞİL Mİ?

YOKSA MARKSİZM BİR TANE DEĞİL Mİ?

Çok güzel, bozacının şahidi şıracı misli olmuş. "emeğin eylem birliği"nden de aldığın aferin hayırlı olsun. Bir tek işçilerden istemiyorsun anladığım kadarıyla. Benden ise aferin alamayacağını anlamışsın.
Artık şu görülüyor ki, Marksizm’den Leninizm’i ayırma savaşı verenlerin hedefinde Rusya Marksizm’i vardır. Bütün günahlar, bir taraftan Avrupa Marksizm’ine evirilmeye çalışılan Sovyet sosyalizmine yöneltilirken, Sovyet Sosyalizminin tam da bu nedenle ilerleyememiş olmasının sonucu olarak kapitalist retorasyona uğradığı gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor, diğer yandan Rusya Marksizm’ine cepheden saldırının dozu artırılıyor.
Bütün kavga, Avrupa'dan beklenen devrimin gecikmesi ve en geri topraklarda en ileri devrimin gerçekleşme ihtimali ile birlikte başlıyor ve Marksizm’i de şekillendiriyor. Ortaya iki Marksizm çıkıyor. Bu noktada, Kapital’in ilk kez yazıldığı dilin dışında, Rusça’ya çevrilmesinin, despotik ve bir sansür ülkesi olan Rusya’da düzen için zararlı bulunmayarak yayınlanmasına izin verilmesinin ve liberal burjuvazinin el kitabı olması yanında, Legal Marksistlerin, Kapital’i okuyarak Marksist olan profesörlerin içinden çıkmasının ve kısa süre sonra Rusya sansürünün işletilerek Kapital’in tehlikeli bulunmasının oldukça öğretici olduğunu not etmek istiyorum.

Bir Marksizm, Rusya'da, ihtilalci popülizme karşı Marks'ın ekonomi politiğinin savunulması ile başlıyor. Plehanov önce, Lenin sonra ve Plehanov’un öğrencisi olarak aynı yerdedir.

Rusya’da başlayan Marksizm, bu yönüyle bir savunma ve tartışma düşüncesi yaratıyor. Daha sonra, bu düşünce, Rusya’da gelişen Legal Marksizm’e karşı devrimci bir Marksizm kurmak ve savunmak zorunda kalıyor. Gelişmesinde bu aşamanın izleri oldukça belirgindir.

Diğeri, Avrupa Marksizm’i oluyor ve olmaya devam ediyor. Bu gün Marksizm’e saldırının devamı ve cepheden saldırı buradan geliyor. Avrupa Marksizm’i Emperyalist kapitalizmin pek bir sevdiği Marksizm’dir.

Avrupa Marksizm’ini Bernstein'le başlatabiliriz. Ünü Revizyonizmin kötü ünü ile başlıyor. Başlatan da kendisidir. Kautsky, o, kafasında Marksizm’den pasajlar taşıyan çekmecelere sahip adam, Avrupa Marksizm’ini yerleştiren kimsedir. Önce Bernstein'e karşı çıkıyor, sonra aynı noktadan o da çıkış yapıyor.
Özünde Marks’ın ekonomi politiğine sahip çıkıp, tedrici düşünceyi ve iyiliği evrim yoluyla bulmayı kabul ederek, devrim düşünce ve programını reddetmektir. Bernstein'in söylediği şudur; işçilerin devrimci bilinci yoktur ve olmasını da beklememeliyiz. Ve devrim partisi yerine, tedrici reformlara inanan bir demokratik sosyal reform partisini savunmaya başlıyor. Tek başına işçilerin çıkarına ve bakışına değil, insanlığın genel çıkar ve değerlerine sahip çıkılmasını istiyor. Bernstein’in bir başka dediği daha var, kapitalizmin değiştiği görüşünden hareketle işçi sınıfının tarihsel rolünü yitirdiğini söylüyor, onun yerine bu rol teknolojiye geçmiştir.

Lenin, Avrupa’daki ekonomist eğilimli Bernstein'e ve Rusya’da ekonomizmi doğuran Legal Marksizm’e savaş açıyor. Ama Lenin Marks’a da soldan müdahale ederek, işçi sınıfının yalnızca üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklanan bir devrimci bakış açısının olmayacağını söylüyor. Ve net biçimde işçi sınıfının kendiliğinden bilincin en çok sendikacılık olacağını söylüyor. Sendikacılık bir sınıf bilincini içeriyor, işçiler, herhalde, kendilerini sermayedardan ayrı görüyorlar. Bu bir bilinçtir. Ancak bu bilinç düzeyinden bir yeni dünya özlemi ve bunun için mücadele, otomatik olarak çıkmıyor.

Lenin işçi sınıfının devrimci bilincinin kendiliğinden ve salt materyal gelişmelerle ortaya çıkmayacağını işaret ettikten sonra üniversite gençliğini işçilere bilinç götürmekle görevlendiriyor.

Devrim, bir sistem ile üretici güçlerin karşılaşmasından değil, iki sistemin çatışmasından doğuyor. Çatışmada otomatizm yok, her sistem, kendisine sıkıca bağlı sınıflara ve örgütlere sahip olmak durumundadır. Bununla birlikte sınıfların bilincinde her iki sistem birbirinin tam karşıtı olmalıdır. Bilinçte sistemleri birbirine yaklaştırmak devrime geçişi değil, devrimden dönüşü garantiliyor.

Ortada Gramsci var. Gramsci, Marks’ın Kapital’ine Burjuvazinin kitabıdır diyor. Rosa Lüksemburg da aynı yerdedir ve Kapital’in temelinde eksiklikler bulduğunu açıklıkla yazıyor. Ancak ikisi de, Kapital’i ciddi eleştirilere tâbi tutsalar da, hem Marksçı ve hem de devrimci cephede kalabiliyorlar.

Marks’ın ekonomi politiğinin ve özellikle basit mal üretimi soyutlamasının,15-17 nci yüzyıl Batı Avrupa’sının ekonomik yapısına dayandığını herkes, en azından Marks’ın ekonomi politiğini inceleyenler, biliyordur. Bu dönemi, politik olarak durgun, ekonomi ve teknolojik olarak oldukça hareketli sayabiliriz.

Batı Avrupa’nın hızla demiryolu ağı ile örülmesi, buhar enerjisinin yayılması ve buharla çalışan ve demirden yapılan gemilerin denize indirilmesi ve bunların getirdiği güvenle sol ütopyaların yazılması, Marks’ın yaşadığı dönemi belirliyor.
Bu büyüme yıllarında değişen İngiltere ve Fransa karşısında maddeten geri Almanya'nın ürünü olan Hegel'in tutucu felsefesi tek cazibe merkezidir.
Marks bu noktadan başlıyor ve Hegel’in felsefesinin üzerinden Hegel’in felsefesini yıkarak ilerliyor. Dolayısıyla Hegel’i yıkmaya başlarken Hegelist, daha doğrusu sol Hegelist olması kaçınılmaz oluyor, böylece, hem devrimlerin yeniden başlayacağını anlatmaya ve hem de ütopyacıların etkisini kırmak için kapitalizmin yıkıcı ve bu nedenle değiştirici dinamiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Marks’ın kendi ifadesiyle, Feuerbahyen de olmuştur. Marks’ı da, Engels’i de, Hıristiyanlığın özü adlı çalışmasının çektiğini hepimiz biliyoruz. Böylece Feuerbahyen oluyorlar. Bu eserin Hegel’i bitirdiğini söylüyorlar. Marks, Hegel’deki diyalektiği ayakları üstüne dikerken, düşünmenin ve teorinin uyarıcısı olarak duyumları gören Feuerbah'ı da, düzeltiyor. İnsan eylemini ve özellikle de devrimcileştiren eylemi ihmal etmesini eleştiriyor. Marks’ın Feuerbach üzerine tezler manifestosu ile yaptığı en önemli vurgu belki de devrimcileştiren eyleme yaptığı vurgudur. Diğer yandan, insanın özünün bir bireyin özünün soyutlanması olmadığı ve gerçekte insan özünün mutlaka toplumsal ilişkilerin bir bütünlüğü olduğu yönündeki tezi, örgütlülüğe ve siyasal eyleme yaptığı bir vurgudur.

Arada burjuvazinin ihanetleri var ve Marks bunlara bakarak Marks’a "sürekli devrim" düşüncesini veriyor Marks, aklında taşıdığı bilgi birikimi ve gönlünde taşıdığı ve yaydığı umut verme misyonu ile kapitalizmin, kapitalist olmayan yani kapitalizmin öncesinde yaşayan dünyaya bir kapitalist demokrasi ile birlikte iyilikler sağlayacağını öngörüyor. Buradaki öngörüsünde vurgunun abartılı olduğunu birçok Marksçı söylüyor ve bu gün baktığımızda söylenenler oldukça doğru görülüyor, başka ifade ile bu abartma artık daha net görülüyor.

Avrupa Marksizm’i bu abartmanın devamı ve çoğaltılmasıdır.

Kapitalizmin teknolojik ve demokratik gücü abartılırsa, başka ifadeyle değişimin dönüşümün dinamiğinin gücü, kapitalizmin dinamizmine verilirse, devrimin yolunun kapatılacağı açıktır. Eğer bu dinamizmi abartarak, bunda takılı kalınırsa, devrimin kapitalizmin ekonomik krizlerinin sonucu olduğuna hapsolmak kolaylaşıyor. Bu noktada, Marks’ın, devrimlerin mutlaka geleceğini anlatan teorisi var ve bu teori ile birlikte kapitalizmin dinamizminden doğacak iyilikler ve demokratizm üst üste abartılarak Avrupa Marksizm’ine varmak kolaylaşıyor. Yani kapitalizm varsa, kapitalizmdeki dinamizm, toplumsal yapıda öylesine değiştirici, dönüştürücü mekanizmaları harekete geçiriyor ki, devrimin gelmemesi mümkün değildir. Devrim kaçınılmaz olarak geliyor. İşte bu mantık içinde, kapitalizmin değiştirici ve dönüştürücü mekanizmalarına bağlı kalmak, Avrupa Marksizm’inin temel dayanağı oluyor.

Rusya’da Marksizm’in yayılması, siyasal devrim hareketlerinin son derece yüksek olduğu bir zamana denk geliyor. Bu zaman, kapitalizmin gelişinin haberinin verildiği dönemdir, haber Marksizm’den geliyor ve Rusya’da Marksizm’in doğuşu bununla birliktedir. Menşevizm hastalığının yüksek olmasını buna bağlamak yerindedir. Menşevizm hep öndedir ve "hakiki Marksizm" olarak kabul ediliyor. Leninizm’in Menşevizm'in etkilerinden arınması Emperyalizm aşamasındadır ve Rusya Marksizm’inin doğuşu, Leninizm’in Rusya Marksizm’i oluşu bu aşamada şekilleniyor ve Ekim devrimine akıyor.

Bu aşamada Avrupa Marksizm’i, tekelci düzeni sürdürebilmek için gerekli ve Rusya Marksizm’ine içerden saldırabilmek için önemli silah oluyor. Lenin’in deyimi ile eleştiri silahının yerini, silahların eleştirisinin aldığı bir döneme giriliyor.

Lenin’in Ne Yapmalı’sı ile Bernstein'in açıkça Marks’tan ayrıldığını söyleyerek, Marks’ı revize etmekten söz etmesini ve devrimin hiçbir zaman gelmeyeceğine inandığını savunmasını ve ardından o zamana kadar son derece Marksçı ve ileri bir bakışa sahip olan ve devrimin Avrupa’dan Rusya'ya kaydığını görebilecek kadar net bakabilen Kautsky'nin çıkışını aynı zaman diliminde görüyoruz. Çıkışı inmesinin ifadesidir.

Bernstein doğuruyor, Kautsky büyütüyor ve Fransız komünistleri eğitiyor ortaya nur topu gibi, insanlığa ve sosyalist düşünceye musallat olan yetişkin Avrupa Marksizm’i çıkıyor. O kadar öyle sinsi ve bulaşıktır ki, birkaç kez iflasını yaşasa da, hâlâ sosyalizme cepheden saldırıyor ve hâlâ sol içinde kalmaya devam ediyor. Saldırısının ucunda hâlâ Rusya Marksizm’inin olması ise, Rusya Marksizm’inden sapmanın, sosyalizme yıkım getireceği deneyiminin yaşanmış olmasındandır. Bunu görmek ise Rusya Marksizm’inde kalarak mümkün olabiliyor. O nedenle Avrupa Marksizm’i, hem güçlü görünürken, hem de sosyalist düşünceyi, Rusya Marksizm’inden ayırması temel savaşım hedefi oluyor. Çünkü Rusya Marksizm’inin, bir taraftan Avrupa Marksizm’inin gübrelikleri ile savaşırken, diğer taraftan emperyalist aşamada sömürge ve yarı sömürge halkların bağımsızlık savaşını göz önünde bulundurmak zorunda kalarak zorunlu bir eklektizmi içinde barındırmak zorunda kalıyor. Bu, Rusya Marksizm’ini bir taraftan yorgun, diğer taraftan yoksul bırakıyor. Ekim devriminin ortaya çıkardığı, Marksizm’in kitaplarında olmayan pratik sorunların zorlaması ve sosyalizm kuruculuğunun güvencesi için mecbur kalınan politikalar nedeniyle Rusya Marksizm’i hep savunmada kalıyor, dolayısıyla yorgunluğu da, yoksulluğu da yeterince aşılamıyor, bu da Rusya Marksizm’inin dolayıyla Marksizm’in Vulgarizasyonunu getiriyor, ilerleyemeyen, hep savunmada kalan Rusya Marksizm’i, sosyalizmi ilerletemiyor ve kapitalist restorasyon girişimleri ile mücadelesini hücum ile tamamlayamıyor, Sovyet sosyalizmi yıkılarak Lenin’in daha başlangıçta dikkat çektiği Kapitalist Restorasyon tehlikesi gerçek oluyor, kapitalizme dönülüyor.

Böylece Avrupa sosyalizmi, en sert nereye vuracağını bilerek, tekellerin ve düzeninin Marksizm’i oluyor. Fransa 'da bu net bir şekilde tescilleniyor.
Avrupa Marksizm’inin tekellerin koltuk değneği olduğunu gösteren en model gelişmiş kapitalist ülkenin Fransa olduğunu, iki kez sosyalistlerin ve komünistlerin ortaklığının, tam da Avrupa Marksizm’i ölçütlerinde bir düşünce ile iktidara gelmesine karşın tekelleri çembere almaları bir yana, tekelleri iyice yerleştirdiklerini, sağlamlaştırdıklarını ve bunun sürekliliği için Komünist partinin ve dinamiklerinin dayanak yapıldığını görmek artık çok daha kolaydır.

Rusya Marksizm’i, Marksizm’in devrimcisizleştirmesine karşı direnerek tarihsel bir rol üstlendi ve Marksizm’i başarıya götürdü. Rusya Marksizm’inin yaratıcısı Lenin ise; Rusya Marksizm’inin Marksizm’i başarıya götüren başarısını kalıcı kılan Stalin’dir.

Bunu, ayrıntısı ve eksik, fazla yanları tartışılabilir ama böyle bilmek böyle özümsemek gerekir. Dünyada Rusya Marksizm’inden başka, hiçbir Marksist akım başarıya ulaşamadı. Emperyalizmin ve ona kement atan sol gömlekli oportünistlerin ve revizyonistlerin hâlâ Rusya Marksizm’ine saldırmaya devam etmesinin kaynağını burada aramak gerekir. Yer yer Ekim devriminin bir hata olduğunun ve Lenin’in daha o zaman devrimden döndüğünün kabul edilmesi için teoriler üretilmesi, Avrupa Marksizm’inin Lenin’i Marks’tan ayırma çabasının ve ayırdığı Lenin ile Rusya Marksizm’ini tarihten kazıma çabasının içindedir. Bu gün, Fikret Başkaya ve Gün Zileli’nin özellikle bu görevi üstlendiğini görüyoruz. O kadar öyle ki, bozulmanın hız kazandığı Türkiye topraklarında bu görev öne çıktığı için, emperyalist kapitalizmin verdiği burslarını geri ödemesi gereği Gün Zileli’yi Türkiye’ye gönderdiğinin anlaşılmış olması gerekmektedir.

Marksizm’in devrimcisizleştirilmesine karşı direnerek ilerleyen ve hücuma geçerek Ekim devrimini gerçekleştiren Rusya Marksizm’i, Batıya ve ürünlerine ve de uygarlığına kapanamadığı için, Batı uygarlığının malları tarafından kemirilmeye karşı duramadı, konsümerizm bunun içindedir, şimdi Rusya Marksizm’inin başarısının ürünü olan Sovyet sosyalizmi yıkılmıştır. Ancak Rusya Marksizm’i de, sosyalizm de önemli darbeler almış olsa da ve sahtekâr solcular tarafından üzeri örtülerek hâlâ sürdürülen bir cepheden saldırıyla karşı karşıya olsa da, Marks’ın temel dayanakları ile birlikte sapasağlam ayaktadır. Bu dayanakları daha önce gösterebildiğime inancım tamdır.

Şimdi bu anlamda ideolojik mücadele ve Emperyalist kapitalizmin çarelerini artırma kavgasındaki kolaylaştırıcı ve şaşırtıcı sinsilikler, Avrupa Marksizm’i ile Rusya Marksizm’i karşıtlığında ve Emperyalizmin direkt güdümünde sürüyor. Bu açıkça görülüyor.

Türkiye ve bulunduğu coğrafyadaki Marksizm, bu kavganın merkezinde ve bu kavganın Avrupa Marksizm’i cephesine açık tutulan kapısının kenarında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye Marksizm’i bu kapıyı kapatmak zorundadır. Kendisini Rusya Marksizm’ine daha fazla açarken, Rusya Marksizm’inin çok daha fazla soyutlanması ile elde edeceği bir derinlikle kendi zenginliğini üretmek, bunun için de bu soyutlamaya bağlı kalarak, çok radikal bir kopuş yaşamak zorundadır. Ancak böyle Avrupa Marksizm’inin kulağa hoş gelen ama vücuda zararlı olan teorilerinin, Rusya Marksizm’ine saldırı üzerinden, Marksizm’i kapitalizm sınırlarına hapsetmek demek olduğu ve Rusya Marksizm’inin hâlâ yaşayan Marksizm olduğu gösterilebilir.

Burada demokrasi programlarının ve Proletarya diktatörlüğüne okunan anti-demokratiklik lanetlerinin, Avrupa Marksizm’inin hem en önemli şaşırtma araçları olduğunun, hem de Rusya Marksizm’ine saldırısını kolaylaştırarak Marksizm’i Kapitalizm sınırına hapsedecek çabaların en önemli demagojik gıdası olduğunun görülmesi özellikle önem taşımaktadır.

Bu da önümüze, en devrimci işin diğer pratik-politik işleri askıya almadan yürütülecek olan ideolojik mücadele olduğunu ve bu çerçevede üretilecek en devrimci teorinin kaynağını hâlâ Marksizm-Leninizm'de bulacağı gerçeğini koyarken, bu gerçeklik ile dünyayı değiştirme hayalimizi ve cesaretimizi ve de irademizi büyüterek ilerleme görevini koymaktadır. Bunun ucunda demokrasi mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesi var yani tedrici olarak veya kapitalizm sınırında demokrasinin genişletilmesi paralelliğindeki sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılarak sınıfsız topluma varmak değil, işçi sınıfının iktidarı alarak düzenini kurması ve bu düzeni koruyarak ilerletmesi, böylece sınıfsız topluma varması için gerekli olan mekanizma, yani özünde diktatörlük olan, burjuva demokrasisine karşı (ki gelinen durumda, tekellerin buna dahi geçit vermeyeceği ortada iken, tekellerin diktatörlüğüne karşı önerilen burjuva demokrasisine karşı demek daha doğrudur),özü burjuvaziye karşı diktatörlük olan ama bir avuç azınlık olan burjuvazinin ki, sömüren ve ezen kategorisinde olan veya bu kategoriye gönül vermiş olanları ve bu özlemi koruyacak olanları kastediyorum, dışındaki en geniş kitleye demokrasi olan proleter demokrasisi, yani proletarya diktatörlüğü vardır.

Sözün özü veya sözlerimin özeti, Türkiye’nin Marksist damarının önünde, Rusya Marksizm’ine karşı yürütülen cepheden ama sinsi saldırıları püskürtmek yanında, Rusya Marksizm’inin derinleştirilerek, Türkiye Marksizm’inin zenginleştirilmesi görevi vardır. Bunun için Marksizm-Leninizm’de kalarak onu aşmak çabası bile, Marksist damarın akışkanlığını da, çeperini de, canlılığını da yeterli ve gerekli seviyeye getirmeye yetecektir.

H.İ.Ö.bey, bunları sana son ders olarak yazmış oluyorum, tabii bunu "emeğin eylem birliği" isminin soyutluğunda, devrimci eylemden kilometrelerce uzaklaştıklarının ipucunu isimlerine asanlara da okutabilirsin.
Ve bu son dersimde de gösteriyorum ki, zaten ben de senin dediklerini söylüyorum, sen sadece beni teyit ediyorsun. Senin yeni dediklerinin defalarca mahkûm olmuş ve iflas etmiş şaşırtıcı reçeteler olduğunu gösteriyorum.

Özelikle ,her tür iktidarın iktidardakileri yozlaştırdığı ; insanlık tarihi boyunca iktidara gelip de yozlaşmayan bir tek kurum gösterilemeyeceği ; Bu konuda kimsenin seni ikna edemeyeceği; Bu nedenle Doğrudan demokrasinin işletileceği örgütlenmeyi kurgulamamız gerektiği şeklindeki,görüşlerin,bir tekrarın ifadesi oluyor ve ben bunları bir kez daha mahkûm ediyorum, sana son kez doğru yolu gösteriyorum.

Bir de kendine Zapatistaları model seçmiş olduğun anlaşılıyor. Şimdiki Zapatistaların, "Biz iktidara gelmek istemiyoruz, iktidar yozlaştırır, üstelik iktidar olmak kolay, asıl olan MUKTEDİR OLMAK" diye dünya işçilerine ve emekçilerine seslendiklerini; MUKTEDİR olunabilecek bir örgütlenmenin henüz icat edilmediğini ve edilmeyi beklediğini söylediklerini ve kendi aralarında da, DOĞRUDAN DEMOKRASİYİ uyguladıklarını söylüyorsun ya, acaba, Köylü devrimlerinin en şanlılarından birini gerçekleştiren Emilliano Zapatanin Pancho Villa ile birlikte gericiliği yıkıp, Meksika’yı işgal ettikleri zaman, büyük bir yönetim sıkıntısı çekerek, sarayın tepesine, yönetmek üzere" bir namuslu adam aranıyor" ilanını astıklarının rivayet edildiğini biliyor musun diye geçti aklımdan. Diğer dediklerine ise, bende alışkanlık yaptın, gülüp geçiyorum.

Ama "bilinç" ile "bilgi" konusuna kısaca değinerek ,"emeğin eylem birliği"nin soyutluğunda yüzenlerin, hiç olmazsa kulaç atmayı öğrenmeleri gerektiğini göstermek istiyorum.

Yukarda, minik bir tarih çalışması misli verdiğim bilgilerin kısa oluşu belki seni de, aferin aldıklarını da tatmin etmemiş olabilir, ama mademki, bilgiye önem veriyorsunuz, hele ki, bilincin de öğrenilenlerin toplamı olduğuna inanıyorsunuz, alın size bilgi, hem de altın değerinde, bakalım ne kadar bilinç sıçraması yaşayacaksınız.

İnsanın, kendini insan olarak olumlamak için varlığını yabancılaştırmaması gerektiği görüşü Hegel felsefesi ile birlikte Marks’ın düşüncesinin temelini oluşturan Feuerbach felsefesinin de temelini oluşturduğunu herkes bilir. Herkes derken, ilgilenenleri kast ettiğimi herhalde anlıyorsunuzdur.
Yabancılaşmayı, toplumun temel kötülüğü, insanın insanlıktan uzaklaşmasının ayırt edici özelliği olarak ve kaldırılmasını da insanın yeniden insanlaşmasının zorunlu koşulu olarak düşünen Feuerbach, yabancılaşmayı Marks gibi, yabancılaşmış emek biçimi altında, ("eylemci" arkadaşlarının soyut takıldığı "emek"ten söz ediyor) proletaryanın sınıf çıkarları açısından değil ama toplumsal bakımdan ayrımlaşmamış bir insanlık düzeyinde tasarlıyordu.

Marks, Feuerbach’ın, yabancılaşmanın insanlıktan uzaklaşmış toplumun ayırt edici niteliğini oluşturduğu ve kaldırılmasının da insanın yeniden insanlaşmasının zorunlu koşulu olduğu görüşünü benimserken; Feuerbach'ın yabancılaşma sorunu konusunda verdiği idealist çözümü yadsıdığından, toplumun dönüşümünün yabancılaşmış emeğin kaldırılmasını gerektirdiğini ve bu kaldırmanın proletaryanın devrimci eyleminin yapıtından başka bir şey olmayacağını düşünerek Hegel ile birlikte Feuerbach'ı da aşıyordu.

Yukarıdaki derste buna kısaca değinmiştim, şimdi tamamlıyorum, bilgilerini tamamlaman için önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum.

Bir iletinde, Kapital’e söz söylemenin haddine düşmediğini belirtmiştin, Kapital’i benimseyip, proletaryanın devrimci eylemini es geçen, Avrupa Marksistlerinin izini taşıdığın belli oluyordu, bak şimdi bilgilerini biraz daha artırmak istiyorum ama bunun da seni bilinçlendireceğini sanmıyorum ve aklıma geliyor dilime geliyor söylüyorum, hani bilginin toplamı bilinç idi diyorum.

Marks, zenginlik üreticisi emeğin her şey, oysa emekçinin hiçbir şey olduğu özel mülkiyet sisteminin savunusu, tüm pisliğini gösteriyor diyor. Tıpkı şimdi benim sana deyiverdiğim gibi, el yazması bir şekilde not ediyor.

Ve devam ediyor, şeyler dünyasına karşı insanın bağımsızlığını savunma görünüşü altında, emeğin zenginlik yaratıcı tek öğe olduğu olumlaması ile ekonomi politik, gerçekte insanın yadsınmasıdır (yukarıdaki tümce ile birlikte, bu noktada, soyut eylemcilerin, "emeğe” vurgusu aklıma geliyor, ah diyerek, ulaşamadıkları için ne kadar kısıtlı bilgileri var ki, onlara bilgi gerekiyor diye iç çekiyorum ve bilgiyi veriyorum biriktirmelerini öneriyorum ve bunları kendimin uydurmadığını da vurguluyorum ) ve dünyayı kendi yapıtı durumuna getiren insanın gerçek etkinlik yasalarını değil ama onu insanlıktan uzaklaştıran bir sistemin yasalarını dile getirir diyor. Ve şöyle tamamlıyor; dini içselleştirerek Luther'in, onu pekiştirmiş bulunması gibi, ekonomi politik de emeği, yabancılaşmış biçimi altında, tek zenginlik kaynağı olarak görerek özel mülkiyeti pekiştirmiştir.

Dahası var, başlangıçta insanlık maskesini yüzüne takan ekonomi politik, özel mülkiyet rejiminin, insanlık-dışı sonuçlarını gitgide daha açık biçimde doğrulayarak, tüm kinizmi içinde ortaya çıkmıştır.

Ve şöyle devam ediyor, bilgidir ve altın değerindedir, paylaşmayı görev biliyoruz,"toplumsal ilişkilerin, emek ürünlerini görünüşte insandan bağımsız nesneler durumuna dönüştüren şeyleşme sürecini, ekonomi politiğin doğal ve zorunlu bir görüngü olarak kabul etmesi sonucu burjuva iktisatçılar, onları üreten insanın dışında göz önüne alınan metaların fetiş niteliğini bulup gösterememişlerdir." Aslında demek istediğimi, Marks’ın dilinden aktardığıma inanıyorum ama tamamlayıcı bilgi olarak, Marks’ın, ekonomi politik için, üretimin amacının, kullanım-değerlerinin yaratılması değil, değişim-değerlerinin yaratılması olduğunu ifade ettiğini hatırlatmak istiyorum. Buna karşın Marks, insanın gerçek doğasına uygun düşen etkinlik biçimi ve onun kapitalist toplumdaki etkinliği arasındaki bir karşılaştırma yardımı ile şeyleşmiş toplumsal ilişkilerin insan dışılığını vurgulamış olduğunu da belirtmek istiyorum.

İşte bilgi budur, H.İ.Ö. Biriktirin bakalım, toplamı sana ve soyut emeğin eylemine kilitlenmiş arkadaşlarına bilinci verebilecek mi?

Hani, bir iletinde, işsizi hiç hesaba katmadığımı söylüyordun ya, onu asıl hesaba katmayanın, ekonomi politik olduğunu, yeri gelmişken hatırlatayım. Marks, işsiz işçi olarak nitelediği, işsiz için, ekonomi politiğin onu hiç tanımadığını ve onunla uğraşma işini polise, mahkemelere ve dine bıraktığını söylüyor. Nasıl bu gün yaşadıklarımızla bir korelâsyon içinde değil mi sence de.

Bu kadar yeter diyorum ve seni ve arkadaşlarını bilgilendirmek için bilgi denizindeki turumu sürdürüyorum;

Berkeley'i hatırlıyor musun! Hatırlamanı öneririm. Ondan sonraki, nesnel idealistler bile Berkeley'den hiç ayrılmamış, onun dediklerinin üstüne bir harf bile koymamışlardır. Berkeley’e göre," varlık, algılanmış olmak, ya da algılamaktır" böyle diyor Berkeley ve bu da, bir öznel idealistin dilinden dökülen bir bilgidir.
Yani Berkeley, duyumların, bizim zihnimizdeki, bizim sahip olduğumuz fikirlerden başka bir şey olmadığını; öyleyse, duyularımızla algıladığımız nesnelerin, fikirlerden başka bir şey olmadığını ve bizim zihnimizin dışında var olamayacağını " kabul etmemizi istiyor.

Hadi buyurun, kabul edin bakalım bu engin bilgileri, topladığınız bilgilerin içine bunları da katın ki, bilincinizdeki sıçrama tavan yapsın.

Ve şimdi devreye Lenin’i sokuyorum , diyor ki, " 'en modern' idealist filozoflar, materyalistlere karşı, piskopos Berkeley'de bulunamayacak hiçbir kanıt ortaya koyamamışlardır." Ama sizler Lenin’den gelen bilgilere itibar etmezsiniz, bilgi birikiminizi dolayısıyla bilincinizi bozar sizlere göre, ama Lenin’in aktardıkları da bilgi değil midir, üstelik bilincin kalbine hitap edecek denli yalın bilgiler değil midir? Peki, bunu da geçiyoruz.

Ancak, kapitalizmin kara günlerini aktarırken değinmiştim, hatırlatmak için, özellikle Paris Komününden sonra, hani burjuvazinin ihanetinin tavan yaptığı ve son derece insanca istekleri karşısında dişlerini gösteren burjuvaziye karşı işçiler ayaklandıklarında, üzerlerine, gene burjuvazinin "ATEEEŞ" diye emrederek, işçiler içinden devşirdiği askerlerinin sıktığı kurşunlarla işçilerin öldürüldüğünün ertesinde, okullarda idealizmi salgın haline getirmiş olmasını vurgulamak istiyorum ve işte bilgi budur diyorum, o zaman da demiştim, böylesine kapkara günlere sahip burjuvazinin, tekellerin, emperyalizmin doğrudan ya da dolaylı hiçbir demokrasi ile empati kurmayacağını, aksine denetimine alamazsa, azgın boğalar misli saldırmaya devam edeceğini, dolayısıyla iktidarı eline geçiren proletaryanın elinden iktidarı geri almak için, eskisinden bin kat fazla kin ve intikam duygusuyla ve de biriktirdiği bütün sinsiliklerle saldıracağını hatırlatmak istiyorum.

Diğer yandan, o sizlerin bütün melanetlerini üzerine yığdığınız Stalin'in bile bilinç ile bilgi arasında bir uçurum olmadığını, aralarında kopmaz bir diyalektik bağ bulduğunu ve Marksist bilgi teorisini özümsemiş olduğunu gösterdiğini ama sizlerin hem uçurumdan söz ederken, hem de bilincin bilginin toplamı olduğunu söylemenizin işkembei kübradan atıyor olmanızın, bilinci boş verelim, bilginin kırıntısını bile taşımadığınızı belirtmek istiyorum.

Evet,"varlık bir nesnel gerçektir ve bilinç onun öznel yansısıdır." böyle diyor Stalin. Bu kadar, bu bilgiyi almış olsaydınız bile, işkembeden atmıyor olacaktınız.

Lenin de bir şeyler söylemiş, üstelik söylemek için bir gün oturup saatlerce düşünmemiş, sadece Ampiriokritisizmin işkembeden attığı bilgilerin yanlışlığını fark ettiği için ki, bu elbette diyalektik materyalizmin bakışını taşımış olduğundandır, gerekli olduğuna inandığı eleştirileri ortaya koymak için söylemiştir.

"Madde, insana duyumları tarafından verilen ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir" demiştir. Yani maddenin, zihnimizden bağımsız olarak var olan bir nesnel gerçeklik olduğuna vurgu yapmıştır aynı zamanda. Yani Berkeley’in saçtığı bilgisizliğe karşı onu bir güzel bilgi ile sıvamıştır. Ne ki, hâlâ Berkeley’in sınırlarında seyreden bilgisizlik tohumlarının saçılmaya devam ediyor olması, gerçekten artık herkesin hem fikir olduğu, ortaçağa dönmüş olduğumuzun resmi olsa gerek diye düşündürüyor.

Bu bilgiler lazım değil mi, sizler biliyor musunuz, ya da sizdekiler yeterli mi sizce? Duyamadım, neyse ben bilgi vermeye devam ediyorum.
Evet, bilincin, varlığın, doğal ya da toplumsal gerçeğin bir yansısı olduğunu nereden öğreniyoruz, Diyalektik ve tarihsel materyalizmden, o nereden almış, işte tam da bu gerçekliğin yansısından almış ve biz de bu bilgi ile bilince giden kapıları açmaya çalışıyoruz.

Ne demek! Çok basit, bilinç maddeden bağımsız olarak ve onun dışında var olamaz. Düşünce hareket halindeki maddeden ayrılamaz. "duyularla algılanabilir maddi dünya, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddi dünya tek gerçekliktir." diyor Feuerbach da.

Öte yandan, bilincin, varlığın bir biçimi olduğu düşüncesi, niteliği bakımından bilinci de madde yapmaz. Bilinç ile varlık, düşünce ve madde, genel bir deyişle, doğa ve toplum adı verilen aynı olgunun farklı iki biçimidir. Dolayısıyla birbirlerini yadsımazlar; bir ve aynı olgu da değildirler. İşte bilgi bu, bizi bilincin ne olduğu konusunda bilinçlendirecek bilgiler bunlar.

Bilinç nedir? Nereden kaynaklanmaktadır? Hangi özgül özelliklere sahiptir? Bunlar hep yanıtlanması en zor olan bilimsel sorular olagelmiştir. Yanıtlamalarının ise tam anlamıyla ve yeterince anlaşıldığını sanmıyorum. Ama siz bir kalemde çözüp," NE YAPMALI" yı da bir güzel, yabancı dilden hatim ederek, Lenin’in aslında işçilere ulaşamadıkları bilgileri vermek için aydınları gönderdiğini söyleyiveriyorsunuz. Üstelik de tıpkı emeğe verdiğiniz vurguyu emekçiye ve işçiye vermediğinizi gizleyemediğiniz gibi, bilince dair çok kıt bilgiler taşıdığınızı yani bu konuda da cahil olduğunuzu göstermiş oluyorsunuz. Diğer yandan Lenin’in, bilgi derken bile bilgiden çok ajitasyon ve propagandadan, siyasal bilinçten söz ettiğini görmezden geldiğinizi ise hatırlatmakla yetiniyorum.

Ne diyelim, bu da bir bilgi diyerek gülüp geçelim değil mi? Ben de öyle yapmaya çalışıyorum ama yine de dayanamıyorum, benim gülüp geçtiklerimi ciddiye alacakların olabileceğini düşünerek, sizin gülüp geçme ile karşılık vereceğiniz bilgileri size de vermeye çalışıyorum. Ciddiye alacaklar için bunu borç biliyorum.

Ve ekliyorum, Lenin’in, en geniş siyasal ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da, her yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal-demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördüklerini belirterek; bu sonuca, sadece işçi sınıfının en ivedi gereksinmesinden, siyasal bilgi ve siyasal eğitim gereksinmesinden hareket ederek vardığını vurguladığını hatırlatıyorum. Ancak, ekleyerek, sorunu bu biçimde koymanın, çok dar olarak koymak olduğunu ve o günün Rus sosyal -demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde tutmamış olacağını belirtiyor. Bu kadarı aslında yeterince açık, yani arif olan anlar ama o da eksik buluyor ki, devam ediyor ve biz de devam ediyoruz. Evet, Lenin, işçi sınıfının siyasal bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğunun herkesçe bilindiğine vurgu yaparak, çözülmesi gereken sorunun, bunun nasıl yapılacağı ve yapılması için neyin gerekli olduğu sorunu olduğunu söyledikten sonra da, iktisadi mücadelenin, işçileri, sadece hükümetin işçi sınıfına karşı tutumunu kavramaya yönelteceğini işaret ediyor. Onun için diyor, iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak için ne kadar çaba harcarsak harcayalım, iktisadi mücadelenin sınırları içinde kaldığımız sürece, işçilerin siyasal bilincini (sosyal-demokrat siyasal bilinç düzeyine kadar) hiç bir zaman geliştiremeyiz. Çünkü bu çerçeve çok dardır. Siyasal sınıf bilinci işçilere ancak dışarıdan verilebilir yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir, diyor ve ekliyor, bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi vermek için, ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları,"işçilerin arasına gidilmelidir" yanıtı olamaz diyor. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal demokratlar, nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadır. Onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar. Evet, Lenin’in dediği budur ve devamı da oldukça açıklayıcıdır.
Görüldüğü gibi, "Lenin, işçi sınıfına bilinç dışardan verilir dememiş, "BİLGİ DIŞARIDAN VERİLİR" demiştir. Maalesef tahrifatçı ya da bilgi ile bilinç arasındaki uçurumun ayırdında olmayan çeviriciler tarafından yanlış çeviri yapılmıştır. Zira bilinç öğrenilenlerin toplamıyla oluşur. Bilgiye ulaşma imkanı kısıtlı olan işçi sınıfına da, bilgi aydınlar tarafından iletilir. İşçi sınıfı da, öğrendiklerinin ışığında bilincini geliştirir, zenginleştirir." diyen ve kendilerini emeğin soyutluğundaki, soyut eylemin içine hapseden "eylem" ve "emek"severlere ve elbette doğrudan demokrasi aşkı ile yanıp tutuşan sana duyurulur ve gösterilir ki, bir tercüme hatası yok ve Lenin’in hem bilince hem de bilgiye vurgusu olduğu görülüyor. Demek ki, her halükarda işçi sınıfına bilincin dışarıdan verilmesi formülünden ayrılmamış oluyoruz. Ama çok bilgiç "emek" severliklerini ve bu soyutlama içindeki "eylem" severliklerini vitrin yaparak daha çok proleter oldukları izlenimi vermek isteyen ve proleterlerin daha çok ekonomizm içine çekilmesi gerektiğinin işaretlerini vermeye çalışanlar, bunu hâlâ anlamayacaklardır ki, ben yoruldum, buradan itibaren, Ne Yapmalı' nın Muzaffer Erdost tarafından yapılan Türkçe çevirisine başvurmalarını, bu işlerin "emek" severlikle," eylem severlikle, yani emeği de, eylemi de fetişleştirerek olmayacağını öğütlüyorum. Ve burada, İnsanın zihinsel faaliyetinin tümünün bilinç olmadığını, Zihin kavramının, bilinç kavramından çok daha geniş kapsamlı olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Hayvanların zihinleri vardır ama bilinçten yoksundurlar. Bir çocuğun zihinsel yaşamı doğar doğmaz başlar ama henüz bilinci yoktur. Bu gün, emperyalist kapitalizmin, tekellerin, Berkeley’leri aratmayan dinci akım şeflerinin insan aklına yaptığı hücumlar, tekelci düzenin insanını, bir hayvan kadar olmasa da, bir çocuğun doğumundaki zihinsel seviyeye kadar bilinçten yoksun bırakmıştır. Sürüleşmek tabiri buradan geliyor olsa gerek. Dolayısıyla tekellerin düzeninin, insansız bir düzen olduğunu, dolayısıyla bu düzende bilinç vermenin formülleri konusunda da Lenin’i ve Marks’ı aşmak için çaba sarf etmek gerektiğini ama onları aşabilmek için, önce anlamak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Tekelci düzende, anlamanın da, anlatmanın da önemli oranda tahrip edildiğinin o nedenle işçilere, sendikaları da, sendikal mücadeleyi yadsımadan, kendi gizil güçlerine dönmelerinin, işçilere dışarıdan bilinç vermeye önem verenlere ise, artık salt öyle kitabi bilgilerle işçilere bilinç verebileceklerine inanmamalarını ve daha çok gerçek anlamda eylem ifade eden bilinçleri taşımalarını salık veriyorum.
Bu tür bilinçlerin, bu gün, Yunanistan ve İngiltere dâhil, Ortadaoğunun ve Kuzey Afrika’nın, Kafkasların topraklarında boylu boyunca uzanan hareketliliğin içinden kendini gösterdiğini ama tekellerin diktatoryasını demokrasi diye yutmamızı sağlayan medyanın buralara bakan gözlere mil çektiğini, işçi sınıfına ve emekçi halka doğru bilgileri ve siyasal bilgileri vermek için gerçekten çırpınan varsa, böylesi eylemli bilincin karartılmasına izin vermemeleri gerektiğini önemle vurguluyorum.

Bilinç deyince akla öncelikle yanlış bilginin ve bilincin ustaları olan idealistlerin gelmesinin gayet doğal olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz görüyoruz ki hemen yanı başında bu idealist düşünceler karşı bilgi teorisi ve bilince yaklaşımları ile önce kaba maddeci, sonra Diyalektik ve tarihsel maddeci anlayışın hızla yükseldiğini ve idealizmin karanlığını tuz buz ettiğini görüyoruz. Tabii bunu derken, başlangıçta idealistlerin de dünyayı yorumlamak üzere çaba sarf ettiklerini yadsımıyoruz ama işin içine burjuvazinin karışması ile bu düşüncenin modernleştirilmiş şekli ile bu günkü laboratuar ideolojilerine kadar uzanan gericiliğin, dinciliğin gericileşen burjuvazinin, bu gün emperyalizmin, ideolojisi olarak idealist felsefenin envai çeşidini gördüğümüzü söylemekten de geri durmuyoruz. Emperyalizmin, Piskopos Berkeley’lere bu gün eskisinden daha çok ihtiyaç duyduğunu ise özellikle belirtiyoruz ve dahi insanların aklına hücum eden versiyonlarına bir bir işaret etmekten geri durmuyoruz.

Ve bir hatırlatma daha yaparak, dinsel -idealist anlayışlara göre bilincin, maddi olmayan bir cevherin-genel olarak maddeden, özel olarak da insan beyninden sözde tamamen bağımsız, ölümsüz, ebedi bir "ruh" un-bir dışa vurma biçimi olduğunu ve kendi başına buyruk bir yaşam sürdürdüğünü hatırlamanızı istiyoruz.

Maddeciliğin ise, böylesi idealist anlayışların tersine, bilincin insan beyninin bir işlevi olduğunu ve bilincin özünün gerçeğin yansısında yattığını ileri sürdüğünü belirtmekle yetiniyoruz. İkisi de bilgidir ve birisi Berkeley misli düşünenlerin dilinden, diğeri Materyalist düşünceden dökülen bilgidir ki, hangisi size uyar ona siz karar vereceksiniz.

Bilincin maddi dayanağı, ya da taşıyıcısı ise beyindir. Beyin ve beyni dünyaya bağlayan mekanizmalar olmadıkça, zihinsel yaşam diye bir şeyin olamayacağı açıktır. Bunu da ekliyoruz. Ve demek ki, düzgün çalışan bir beyne sahip olmak, özel bir önem taşımaktadır. Vee, İnsan beyninin, gerçeğin zihinsel düzeyde yansıtılmasının en yüksek biçimi olarak bilinen bilincin organı olduğunu ekliyoruz Bilincin fizyolojik mekanizmaları da var olduğunu ve özellikle Sovyet bilim adamlarının çalışmalarının önemli olduğunu da biliyoruz ama konumuz değil, daha doğrusu konumuzu dağıtarak, çok bilgiç yazarımızın ve pek "eylem" ve "emek"sever "proleterlerimizin" kafasını karıştırmak istemiyoruz.

Bilincin, yalnızca bilgi edinme süreci ve onun sonucu (bilgi) demek olmadığını; Bilincin, aynı zamanda bilgisi edinilen nesnenin duygusal düzeydeki deneyimi, nesnelerin, niteliklerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin belli bir değerlendirmesi olduğunu; Duyguların da bilincimizle bağlı olduğunu; Enerjimizi kullanmamıza ya da kullanmamamıza yardım eden duygusal faaliyetlerimiz olmasa, dünyayla herhangi bir şekilde ilişki kurmamızın olanaksız hale geleceğini ve Lenin’in, "Açıkça bellidir ki, insan duyguları olmasaydı, insanlar gerçeği asla aramamış ya da arayamamış olacaklardı." ifadesini hatırlatarak bitiriyorum.

Soyadını yanlış yazdığım için özürlerimin ve bunun sehven olduğunun kabulünü dilerken, (bu eksikliğin,"r" ve "t" harflerinin yan yana olmasından kaynaklanmış olacağını düşünüyorum, ama yine de eksikliğimi yok saydırmayacağını kabul ediyorum.

Tartışmanın verimsiz olmasının ise, seçtiğin konunun çoktan mahkûm edilmiş ve örneklerinin çoktan iflas etmiş olmasından kaynaklandığını eninde sonunda görmenin ya da hiçbir zaman görmemeye mahkûm olmuşçasına, görmemekte direnmenin, sadece ve sadece baktığın yerden kaynaklandığını bir kez daha ve ayrıca hatırlatarak, sonuç alamayacağın ve zaten böyle bir beklenti içinde olmadığın bu tartışmayı terk etmekle en doğrusunu yaptığını belirtiyorum ve sana da, pek kolay geleceğini sanmasam da, kolay gelsin diyorum.

Fikret Uzun
29-Eylül-2011

26 Eylül 2011 Pazartesi

TEKELLERİN GÜL BAHÇESİNDE EZİLENLERİN VE SÖMÜRÜLENLERİN CENNETİNİ İNŞA ETME OYUNUNA MARKSİST LENİNİST DARBE

TEKELLERİN GÜL BAHÇESİNDE EZİLENLERİN VE SÖMÜRÜLENLERİN CENNETİNİ İNŞA ETME OYUNUNA MARKSİST LENİNİST DARBE
Daha ufukta görülmediği bir zamanda BOP ve BIP projelerine dikkat çekenlere dellenerek karşı çıkanlar vardı, her taşın altından emperyalist parmağı arıyorsunuz derlerdi. BOP neyse de, BIP ne ola, BOP u, BIP i bırak da sen Kürt sorununa nasıl yaklaşıyorsun diye sorarlardı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sonuna kadar savunuyorum derdim.
Onu geç, çok muğlak, onu hepimiz biliyoruz başka... Henüz, şimdi PANDORANIN kutusu gibi dolaştırılan Açılım paketi yoktu. ERDOĞAN bağırıyordu, Türkiye’yi böldürmem, çok çok alt kimlik, üst kimlik diyordu. Ve sayın Öcalan diyenlere mahkeme yolu gözüküyor. Sorular devam ediyor, sen Öcalan’ın bebek katili olduğunu biliyor musun. Ne istedi o bebelerden yollu devam ediyordu...
Ben devam ediyordum; BOP = BIP tir. Abisi ya da kardeşi değildir. BOP içinde büyük Ortadoğu’nun haritası var. Amerikan genelkurmayında asılı duruyor. Ortadoğu’da Kürtlerin olduğu coğrafyalarda pek yaygın. Ama bizim halkımız bilmiyor. İşaret edenlere, deli mi ne diyor. Soruyorum BOPun büyüklüğü nerden geliyor, cevap yok. Neden büyütüyorlar, kimi büyültüp, kimi küçültüyorlar diye soruyorum, gene ses yok. Bari kimin için yapılacak onu söyleyin diyorum.
Ona da ses yok.
Ve ben dobra dobra söylüyorum, bu proje aslında bir BÜYÜK İSRAİL PROJESİDİR diyorum. Hemen sen anti-semitistsin diyorlar. Devam ediyorum, BİP Kürtler üzerinden, dört parça birleştirilerek, bölgedeki birçok ülke küçültülerek, haliyle parçalanarak BÜYÜK İSRAİL KÜRT DEVLETİ nin taşları döşeniyor diyorum.
Ve kızgınlar kütlesi artıyor, hakaret suçlamaları, anti Yahudicilik suçlamaları uzayıp gidiyor ama kimse BİP'e yaklaşmıyor. Ve Barzani diyorum, Waşington diyorum, İsrail diyorum parçalı konuştuğum için ses duyamıyorum. Birleştiriyorum, bu bölgede kurulan ve genişletilmeye devam eden devlet, Barzani’ye hediye edilen bir ABD-İSRAİL projesidir ve BOP-BİP in merkezindedir, Barzani aşiretine emperyalizmin hediyesidir, Kürt ulusal hareketinin kaderini tayini ile ilgisi yoktur diyorum.
İşte o zaman zılgıt geliyor. Ne kadar Barzani yanlısı Kürt, Türk, Yahudi varsa hışmını bana yöneltiyor. İlerletiyorum. Kürtler Barzani liderliğinde bir Kürt devletine sıcak bakmaz, Kürtler Türkiye’den ayrılmak istemiyor.
Haydaa, Kürtler adına konuşma diyorlar.

Ezen ulusun egemenleri ile, ezilen ulusun egemenleri edebiyatı yapanlar acaba onların kimler olduğunu, bir yanında Barzanilerin olduğunu biliyor mu. Elbette bilmeyen çok ama bilen de var ve en çok da bilenler bu edebiyatı yapıyor. Herkes hafızasını yoklasın bakalım, demokratik açılımlı çatı partisi girişimleri hangi periyotta ortaya çıktı. İpucu vererek sorayım, kim ya da kimler tasfiye edilemediği için çatı partisinden medet ummaya başlandı. Peki çatı partisinin kitle desteği var mı. Sonra ne oldu, hızlı geçeyim, düne kadar bebek katili, bölücübaşı, sayın demeyin diye köşe yazanlar, bu topraklarda başka aydın kalmamış gibi akil sayılan aydınlar, birden Öcalan’la ilgili rüyalar görmeye, empatiler kurmaya, olan oldu artık analar ağlamasın demeye başladılar ve sayın denildiği için mahkemeler açılan Öcalan ve elbette PKK, birdenbire konuya dahil edilmeye başlandı. Neden acaba, Kürt halkının Barzani’den yana olmadığının anlaşıldığı ve Kürt halkının aşiret rejimine, feodal baskılara da hayır demeye başladığı için mi, kim bilir belki de bu işin arkasında ve Barzani’nin yanında ABD nin ve İsrail’in olduğunu anlamışlardır ama daha önemlisi, Barzani onlar için tutunacak dal değildir ve belli ki, tutunacak dalları kesilmek istenmektedir. Bunun için rüzgar değişmiş olabilir mi. Uzatmıyorum, daha dün, aşiret reisi diyen TC devleti, Barzani’yi nasıl hem Amerika’da hem Türkiye’de devlet büyüğü olarak, hem de Kürt kıyafetleriyle kürsüye çıkardı ise, Öcalan’ın da yol haritasının peşine düşmesi normaldir. Yalnız Kürtler belki kısa bir şaşkınlık yaşarlar ama içi boş bir devlet sevdası ile daha çok kan, daha çok gözyaşı demek olan bir tutunacak dalsız çözüm ile Barzanilerin kucağına oturmak için, emperyalist senaryolar gereği Türkiye’deki Türk-İslam tabanlı diktatörlüğe göz yumarlarsa onları tarihin affetmeyeceğini bilecek ve görmezden gelmeyecek yürekliliği göstereceklerdir.
BOP ve BİP gibi Barzani de bir emperyalist projedir. Barzani demek, emperyalizmin bu bölgeye daha sıkı yerleşmesi demektir. Barzani demek, Türkiye Kürtlerini kendi kaderini tayin hakkından mahrum etmek demektir. Barzani demek, Türkiye Kürtlerinin, Türk halkı ile kaynaşmasını önlemek demektir.
İşte önce oynanan ve hâlâ vazgeçilmeyen oyun budur. Türkiye Kürtlerinin pasifize edilerek, dalından koparılarak, Barzani’ye bağlanarak, Türkiye’den koparılması ve Barzani eliyle İsrail’e yaklaştırılmasıdır. Tutmayınca başka senaryolara çark edildi. Şimdi pandoranın kutusu bunun için uygun bir açılım sağlamaya çalışıyor. Ama olmuyor. Türkiye Kürtleri, Türkiye’den uzaklaşmak istemiyor, İsrail’in güdümüne girmek istemiyor, feodalite istemiyor, aşiretlerin baskısından kurtulmak istiyor ve biliyor ki, Barzanlar Araplara karşı hep İsrail’in yanında savaştı. Kökleri İsrail’dedir.

Devlet, kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulurken, istemezük diye bağırıyordu. Oysa orada TV dahil, birçok teşkilatın kurulmasına aktif katılıyordu. Yine aynı tarihlerde belki de daha önce, Diyarbakır’da istinaf mahkemesinin inşaatı sürüyordu. Ve elbette daha inşaat bitmeden emperyalist odaklı vakıfların ekonomik şemsiyesi hareket halindedir. Ama tekellerin devleti, devletin tekelleri, istemezük demeye devam ediyordu. Şimdi açılım diyorlar ve ne diyorsunuz diyenlere çok kızarak,7 yıldır istiyoruz diyorlar. Hangisi doğru.

Şimdi kalkmış birileri, Barzaniciliğin felsefesini yapıyor. Barzani’ye laf söyleyen delidir demeye getiriyor. Ama asıl dedikleri, sosyalizmi falan karıştırmayın, o uzun iş, bize başımızı sokacak bir devlet lazım, bahçesinde feodal yıkıntılar varmış, sahipleri, şıhlarmış filanmış ne fark eder, halk feodal yıkıntılardan kurtulacak da ne olacak, bu sefer de sosyalist bürokratların güdümüne girecek, boş verin, uğraştırmayın bizi, Barzani’nin de yoluna taş koymayın, Amerika’yı filan da karıştırmayın, biz mi istiyoruz, Amerika veriyor işte, diyorlar. Zorla mı alıyoruz, veriyor alıyoruz, hem veren el alan elden üstündür, ayıptır günahtır Barzani’ye de ABD ye de, hatta TC ye de Allah zeval vermesin bak bize bir devlet verecekler işte, siz de hiç insaf yok mu, kaderimizle niye oynuyorsunuz diye sayıklayıp duruyorlar.

Sıkışınca, sık sık dillerine doladıkları ulusların kaderini tayin hakkını en ikircimsiz savunanın Lenin olduğunu unutup, zaman zaman ona çatsalar da, boş bulunup, ulusların kaderi ilkesini tanımıyon mu, ne kadar günah, diye çıkışmadan edemiyorlar.

SÖMÜRENLER İÇ İÇE GEÇMİŞTİR
Hiç kimse Kürtleri kimin, kimlerin sömürdüğünü düşündüğü yok. Kürt coğrafyasında şeyhleri, şıhları, toprak ağaları sömürürken, batıda azımsanmayacak sayıdaki Kürdü de Kürt holding sahipleri sömürüyor.

Kürtlerin durumunu nasıl açıklamak gerektiği konusunda da kimse düşünmüyor. Kürtler sömürge midir. Bu nasıl oluyor, normal olarak sömürgenler, sömürge ülkelerin diline, kimliğine, kültürüne engel koymuyor. Ama burada fazlasıyla bu öne çıkıyor.

Sessizce geçiştirilmek istenen ve konu edilince de zülfiyareye dokunmuşçasına hoplatıp zıplatan bir başka mesele de, Kürtlerin iki kategoride toplanmalarıdır.
Bir tarafta, sorunsuz, zorsuz, zahmetsiz ve büyük devletlere yaslanarak sınırlı bir özerkliğe fit olanlar var, tıpkı Barzaniler ve onlardan arta kalanlarla yetinmek için yarış edenler.
Diğer tarafta ise, Kürt halkına rönesans yaşatmak isteyen, onları değiştirmek isteyen, Kürt halkına dayanmak isteyen ve Kürt halkını güçlendirerek, ulusal sorunu mümkün olduğu ölçüde sınıfsal temelde çözmeye çalışan ve kendi gücüne dayanmayı ilke edinenler var. Kavga, bu kategoriyi yerle bir etmek, olmazsa, Barzanilere bağlamak, o da olmazsa, Kürt halkı ile arasına duvar örmek üzeredir.
Kendi gücüne dayanmadan, büyük devletlere yaslanarak sorunlarını çözeceğini sananlar yanılmaktadır. Yaslandıkları kenara çekilirse, dayanaksız kalacaklar ve yıkılacaklardır. Bunun mantığını 5 yaşındaki cingöz çocuklar bile kavrar. Ama ne yazık ki, ulusal sorunun çözümünü sözde Leninci tarzda çözmeyi işaret edip, kader-tayin edebiyatı yapanlar 5 yaşındaki cingözün mantığının bile gerisinde hareket ediyorlar.
Şimdi bütün oyunlar, ikinci kategori üzerine oynanıyor. Bir taraftan Kürt halkını koparmaya, diğer yandan, kendi gücüne dayanma yetisini ortadan kaldırma çabaları sürerken, diğer taraftan onları da oyuna dahil etmenin yollarını arıyorlar. Bunu yaparken de, Bahçeli gibi aktörlerle, milliyetçilik damarlarını hareket ettiriyorlar. Oynanan oyun, Türkiye’de nasıl ki Türk- İslam tabanlı bir diktatörlük için ise, orada da, emperyalizmin himayesinde tutucu bir Kürt devleti içindir. Bunun adı Mandadır.Ve bizim ahmak solcularımız hâlâ göremiyorlar ki, Türk solunun bağrından doğan bir Kürt devrimci hareketi, Türkiye’deki solun zahmetsizce pasifize edildiği koşullarda başka coğrafyada uç verdi. Bu sıkışmışlığın tezahürüdür. Ama şimdi gecikmişlikle karşı karşıyayız. Bu sıkışmışlığın verdiği ucun yönü aslında, Türkiye sol hareketine yönelik idi ve bunu hiç görmek istemeyen sol, Kürt devrimci halk hareketine yüzünü dönmeyen sol, şimdi ulusların kaderlerinin tayin hakkının kutsallığında kendinden geçiyor. Bugüne kadar Kürtlüklerinden korkarak, Türk şair, yazar türünden ödüller alan aydınlar, bugünlerde Kürt olduklarını hatırladılar. Ama hâlâ Kürt halkı için değil, Barzani aşiretlerinin daha çok sömürmesi için Kürtlük taslıyorlar. Dün Kürt olduğunu açık etmemek için Kürtçe konuşmaya bile korkanlar, bugün sanki bunu Barzaniler sağlamış, AKP sağlamış gibi Barzanilere, açılımcılara laf söyletmiyor.

Burada bir paranteze ihtiyaç duyuyorum ve açarak başlıyorum, Ulusal soruna, TBKP yöneticilerinden Kürt kökenli Şeref Yıldız’ın bakışını yansıtan açılımı ilginçtir. Yıldız, bu soruna Kürtlerin yaşadığı bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile açılım getirmeye başlıyor. Devam ederek ikinci tespitinin Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığını belirtiyor. Böylece, Türkiye'de "sömürge -sömürgeci" ilişkilerinin değil, "ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri"nin söz konusu olduğunu vaaz ediyor. Yıldız sömürge saptaması yapılırsa ayrı, yapılmazsa apayrı bir yol izleneceği izlenimi veriyor ama hangi saptamanın peşine takılınırsa takılınsın, sonuçta ve pratikte aynı çizgi izleniyor. Ve Yıldız devamla, "bu tezin( sömürge) Kürt sorununa yanıt vermediğini; çünkü tezin, ezilen ulus sorununa anti-emperyalist bir görev yüklediğini ve soruna bağımsız bir karakter kazandırdığını; bunun sonucu olarak da bütünden ( hangi bütünden o net değil) koptuğunu ve de, ayrı bir yol arayışını gündeme getirdiğini ileri sürüyor.

Bunları söyledikten sonra sorunun adını koyuyor, sorun,Yıldız’a göre,Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur ve bu karakteri ile Türkiye’nin diğer toplumsal sorunlarının bir parçasıdır ve Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri olamaz,diyor. Daha da açarak, Ana karakterini demokratik olmanın belirlediğini; Mücadelenin emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı ulusal hak eşitliği mücadelesi olduğunu söylüyor. Böylece açılım boylu boyunca ortaya çıkıyor; iki halkın kurtuluş yolu tektir ve bu yol, Türkiye’deki rejimi demokrasi ile yer değiştirmek için mücadele yoludur.

Evet, ortada bir adil olmayan ve demokratik olmayan rejim ile bu rejimi demokratikleştirme mücadelesi var ve böylece de Kürt sorununun, ulusal hak eşitliği sağlanarak, çözüleceği öngörülüyor. Bu, Yıldız’ın sözünü ettiği demokratikleşmenin, burjuva demokrasisi çerçevesinde olması bir yana, kapitalizm içinde ki, bu kapitalizm içinde, tekellerin egemen olduğu bir kapitalizmdir, bazılarının diline doladığı,"doğrudan demokrasi" mücadelesiyle "saf demokrasi"ye geçiş hayalleri ile uyumludur.
Şimdi soruyorum, Kürt sorununda anti-emperyalist bir karakter aramak için, Türkiye’nin emperyalist olması mı gerekiyor? Türkiye dünya tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin, siyasi, askersel ve ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD nin bölgedeki güvenilir karakolu ve temsilcisi bir ülke değil midir? Öyleyse, Kürt sorununun çözümünde anti-emperyalist bir görev çıkarmaktan kaçınmak, Yıldız’ın özel bir gayretinin ifadesi değil midir?

Çağımızda, kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun düşünülebilir mi? Her ulusal başkaldırı, karşısında emperyalizmi bulmaz mı?

Diğer yandan, burjuva demokrasisi ile savaşma, onun sahteliğini, iki yüzlülüğünü açığa vurma temel görevine uygun olarak komünistler, burjuva boyunduruğunu kırmak yolunda işçi sınıfı mücadelesinin baş savunucusu sıfatıyla politikasını ulusal sorunda da soyut ve biçimsel ilkelere değil, ilkin özgül tarihi durumun ve en başta ekonomik koşulların kesin bir değerlendirmesine; ikincisi, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla, hakim sınıfın çıkarını içeren genel ulusal çıkarlar kavramı arasında açık seçik bir ayrıma; üçüncüsü dünya nüfusunun muazzam çoğunluğunun bir avuç en zengin ve ileri kapitalist ülke elinde sömürge ve finans esareti altına alınmış olduğu gerçeğini, emperyalizm çağının bu karakteristik özelliğini hasır altı eden burjuva demokratik yalanlar karşısında ezilen, bağımlı ve uyruk uluslarla ezen, sömüren ve egemen uluslar arasında yine aynı ölçüde açık ve seçik bir ayırım yapılmasına dayandırmalı değil midir?

Buraya döneceğim, ancak tam burada, hayalperest mi desem, yoksa zorla kavramları tepetaklak edip, kafamıza kakmaya çalışan mı desem, yazarın özetini çıkardığı görüşlerini parantezi kapatmadan ele almak gerektiğini düşünüyorum.

Yazar,"demokratik özerkliğin, Kapitalist sistemi, yani burjuva ulus devletini parçalama ve halkın, hatta halkların kendi kaderini kendi ellerine alma projesi olduğunu" vaaz ediyor. Ama açık sözlü, hakkını yememek lazım, “Sözünü ettiğim, ‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’ değil " diye ekliyor ( ki gerçekte UKKTH ile ilgilenmediğini itiraf etmiş oluyor ama UKKTH nın desteklenmediği yollu eleştirilerinden ise vazgeçilmeyerek iki yüzlülüklerine başka bir boyut kazandırmış olunuyor)."Bu projenin, sadece Ortadoğu’da demokratik konfederalizm diye adlandırılan bir bölge projesi olmadığını" da ekliyor. "Hemen tüm dünyada uygulanabilecek bir proje" imiş.

Bu kadarla yetinmiyor,"Burjuva ulus devletleri nasıl imparatorluklar parçalanarak kurulduysa, sınıfsız topluma giden yolun da burjuva ulus devletlerin parçalanması ile mümkün olacağını" düşünüyormuş. Dahası, bunun," klasik partilerle (daha önceki yazılarımda da değinmiştim) ulus devletleri ele geçirerek, ele geçirilen devletlerde iktidarı alarak sınıfsız toplum kuruculuğunda başarı elde edilemeyeceği" demek olduğunu da eklemeyi ihmal etmiyor.
Burada, genel olarak eşitliğin, özel olarak ulusal eşitliğin biçimsel bir konuluşunun, burjuva demokrasisi niteliği taşıdığını hatırlamak yerindedir. Ferdin genel olarak eşitliği kılıfı altında burjuva demokrasisi, mülk sahibinin ve proleterin, sömürenle sömürülenin, hukuksal ya da biçimsel eşitliğini ilan eder ve böylelikle ezilen sınıfları göz göre göre aldattığını da hatırlıyoruzdur. Ama böyle hayalperest yazarları ve sorun çözücülerinin vaazlarını dinledikçe, Eşitlik dileğinin gerçek anlamının, sınıfların ortadan kaldırılması dileği olduğunu kimsenin hatırlamaz olduğunu düşünüyorum. Ve bunu hatırlatmayı görev biliyorum. Yani, ulusların kapitalist düzende barış içinde ve eşit olarak bir arada yaşayabileceği hayalinin, ham olmaktan öte bir çürümüşlüğün ifadesi olması bir yana, bir küçük burjuva hayali olduğunu ve çoktan iflas ettiğini hatırlatıyorum.

Başka yönden de hayalperest yazarın bu özete sığdırdığı ifadelerinin dikkat çekici bir yanı olduğunu göstermek istiyorum. Şöyle: Bu gün Arap coğrafyasında, kurulu düzenlere, yani ulus devletlere karşı, her ne nedenle ortaya çıkarsa çıksın ve her ne amaca yönelik olursa olsun, ortaya çıkan halk hareketinin hepsi, Emperyalist ABD-AB nin kozmopolitizmi çerçevesinde ulus devletlerin çözülmesine, yıkılarak parçalanmasına yönelik olmaya doğru manipule edilmekte ve bu yönde devasa paralar harcanmakta, emperyalizmin direkt ya da dolaylı müdahalesi ile hızlandırılmaktadır. Yazarımızın hayali ile ne kadar da örtüşüyor.

Yazar, ulus devletlerin parçalanması ile neredeyse hemen gerçekleşecek bir hedefmiş gibi gösterdiği sınıfsız toplumun temel mekanizmasının doğrudan demokrasi mücadelesi olduğunu vaaz ederken, demokrasinin, ister burjuva olsun, ister saf demokrasi olsun, bir devlet durumu olduğunu, bir ileti önce ve her zaman tekrarladıklarımı teyit edercesine, görmezden geliyor ve ulus devletlerin parçalanmasının klasik siyasi partilerle (ki burada da proletaryanın partisini, burjuva partilerle aynı kefeye koyduğunu itiraf etmiş oluyor) ulus devletlerin ele geçirilip, iktidarın alınması ile sınıfsız toplum kuruculuğunda başarı elde edilemeyeceğini eklemeyi ihmal etmeyerek, aslında şunu demek istiyor, sosyalist iktidara gerek yok, hatta iktidara bile gerek yok, kapitalizm sınırlarında doğrudan demokrasi mücadelesi ile sosyalist iktidara gerek olmadan sınıfsız topluma geçilir. Ne ütopya ama ! !

Bu hayal karşısında, zamanın "komünist"lerinin ve "sosyalist" lerinin "ortak programı" nın mucidleri dahi eminim, sağ olsa idiler, biz bunu neden düşünemedik diye hayıflanarak şapka çıkartırlardı. Ama biz çıkartmıyoruz, daha önce hatırlattım, gene hatırlatacağım, neredeyse her söylediğime limon sıkarken, böylesine zırva düşünceler karşısında, geçmişteki versiyonlarının iflasının son derece turnusol yarattığı bir zamanda, böylesi düşünceler karşısında, sukut altındır diye düşünenlerin kulağını çınlatmaya devam edeceğim, bu düşüncelerin kaynağının burjuva ideolojisi olduğunu, altını çizerek vurguluyoruz.
Böylece, şimdi yazarımızın ve kaldığım yere dönerek, TBKP çevresinin ki, TBKP yöneticisi Şeref Yıldız'ın görüşlerinin bu çerçeveden ayrı olmayacağı açıktır, proletarya diktatörlüğünden neden bu kadar nefret ettiğini göstermiş olacağıma inanıyorum.

Ve okuyunca, acı acı kahkaha atmadan duramadığım ifadeye bakın ki,"Burjuva ulus devletleri nasıl imparatorluklar parçalanarak kurulduysa, sınıfsız topluma giden yolun da burjuva ulus devletlerin parçalanması ile mümkün olacağını" düşündüğünü beyan ediyor, neresinden tutarsanız tutun, lime lime dökülüyor. Bu ifade, bütün dünyada uygulanabilecek bir demokratik konfederalizmle (Kürt coğrafyasında federalizmdir) birlikte kullanılınca, garabet bir kat daha artıyor. Federasyonun ayrı ayrı ulusların emekçi halklarının ( birbirlerinden uzaklaşmalarının değil) tam birliğine doğru bir geçiş olduğu ile de ilgilenmiyor, ilgilendiği, sadece ve sadece ulus devlet dinamiğinin ve bununla birlikte devlet dinamiğinin parçalanmasıdır. Ama yanına bir devlet durumu veya biçimi olan demokrasiyi koymaktan geri durmuyor. Hadi çözelim bakalım bu denklemi, pek sayın sükutu altın belleyen kamuoyumuz.

Ancak burada, federasyon veya konfederasyon lafzı ile bir gerçekliğin üzerinin örtülmeye çalışıldığını da vurgulamalıyım. Federasyon tam birliğe doğru bir geçişin ifadesi olduğu halde, ulus devletlerin parçalanmasına aşırı vurgu ile (bunu sınıfsız topluma geçişin yegane köprüsü olarak temelleştirmekle beraber) federasyona vurgunun aynı anda yapılması, bu vurgumuza haklılık kazandırırken, emperyalizmin kozmopolit emelleri ile son derece uyumlu bir ideolojik yakınlaşma ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Üzeri örtülmek istenen budur.

Yazarın zırvalarından olası etkilenip de hayal kuracaklara diyeceklerim budur.

Şimdi kaldığım yere dönmek üzere, parantez içinde başka bir parantez açıp,biraz emperyalist gerçeklere dikkat çekmek istiyorum.

Bu gün emperyalizm ve küreselleşmeyi yan yana koyduğumuzda, ki buna kimi sivri akıllılar, dünya vatandaşlığının ön baharı gözüyle bakıyor ki, şaşılık değilse, sınıfı geçtik, insanlığa karşı ihanetin ifadesi olan bir bakıştır, bizim bakışımızla, refahtan çok yoksulluk, gerçek kalkınmadan çok spekülatif zenginlik ve umutlardan çok daha büyük bir hınç üreten bir cani sistemin acı üretmesini ve insanlığın dörtte üçünü ortaçağın yaşam düzeyinde tuttuğunu görürüz.

Bu, emperyalist kapitalizmin, tarihin gerisine dönerek, ortaçağın karanlığında, dünyayı topyekün sömürgeleştirmesinin düzenidir.

Yani emperyalizmin yeni dünya düzeni, liberal şakşakçıların dünyasallaşma rüyası, ahmak solcuların dünya vatandaşlığı ütopyaları tam da budur.

Merkezinde yeryüzüne ve üzerindeki insanlığa yaptığı onca zulmün ve cinayetlerin yanına kâr kalması bir yana, buna rağmen, müflis olmaktan kurtulamayan ABD-AB emperyalizmi vardır. O nedenle, Şeref Yıldız’ın Anti-emperyalizmden kaçması ile Owenlerin bile gerisine düşen hayalperest yazarımızın emperyalizmin kozmopolitizmine koşması son derece uyumlu ve emperyalist ideoloji ile son derece yakındır.

Tarihte hiçbir kırım ve kıyım, düzen içinde kalınarak ortaya çıkan başkaldırılara karşı yönelmemiştir, en sivri ucu hep, sınıfsal nitelikteki başkaldırılara yönelik olmuştur. Her kırım ve kıyım, hep egemen sınıfın egemenliğini pekiştirmesinin yansıması olmuştur. Söz konusu kapitalizm ise, burjuvazinin, burjuva devriminin zafere ulaşması ile birlikte, kapitalistlerin hep işçi sınıfının ayağa kalkmasını önlemek, ayağa kalkanlarından öç almak ve bir ibretlik yaratarak korkuyu kalıcı kılmak üzere en zalimce ve canice önlemler aldığını, insanlık dışı saldırılar gerçekleştirdiğini hatırlamak gerekmektedir. Hikâyesi uzundur, benim uzunluğumdaki anlatımlara bile sığmayacağı aşikardır ama yine de birkaç hatırlatma yapmak, hafızamızı tazelemek için gerekebilir.
Her zaman, en güzel güzelleme ile birlikte kutsamasının da arkasından geldiği Paris Komünü, bir modeldir, kimileri Proletarya Diktatörlüğünün kaynağını bulur, kimileri, işçi sınıfının 72 günlük de olsa kendi iktidarını kurduğu için şanla anılmasını dillendirir, kimileri burjuvazinin ihanetini öne çıkartır ama hiç kimse, burjuvazinin iktidarını korumak için ne denli acımasız olacağını ve bunu bilinçlice yaptığını gösterdiğini görmez, görenlerse hatırlamaz.

Burjuvaların şu haykırışındaki nefret, aslında her şeyi anlatır, gerisi detaydır ama biz yine de hatırlamalıyız, burjuvazi ve hayalleri varken, onun egemenliğinde, onun soluduğu havayı solurken, yani iktidarı da, havayı da, suyu da o elinde tutarken, iktidara tü kaka diyerek, onun arkasından dolanıp, doğrudan demokrasi üreterek, doğrudan sınıfsız topluma geçmek, yani burjuvazinin egemenliği sürerken sınıfsız topluma kapı açmak ve buna onu da katmak mümkün değildir.
Evet," ATEŞ EDİN, İŞÇİ PARÇASI ONLAR' "diye haykırıyordu, öfkeli general. Sonuç, 9323 infaz yani mahkum edilerek öldürme, 30 bin yargısız öldürme,14000 zindana mahkumiyet ve dillerden düşmeyen burjuva şarkısı ,"artık sosyalizmden kurtulmuş bulunuyoruz" çığırılıyor. İşçiler ise, bunca kana, bunca zulme karşın,"...çok güçlü sanıyordu kendini yağlı cellat sürüsü, durduramaz bunlar ama Nicolas'ı,KOMÜN ölmedi daha !" diye haykırabiliyordu. Ama ne yazık ki, o koşullarda yürekten seslendirilen bu şarkı, epeydir, cellat sürülerine alan açmak üzere dillendiriliyor. Komün diye diye, sosyalizmden uzaklaştırmanın manevralarına hazırlanılıyor.

Hatırlayalım, bu ihtimal belirdiğinde, yani işçilerin iktidara gelmeleri ihtimali belirdiğinde, neler yapıldığını ki, bu bile, bunun yani burjuvazinin bahçesinde ezilenlerin ve sömürülenlerin kendi cennet bahçelerini inşa etmelerinin, neden mümkün olmadığını görmemize yeter.

Evet, Paris Komününden bu yana, burjuvazi hep, iktidarını korumak, sağlamlaştırmak için çabalamış ve iktidarına karşı yönelebileceğini hiç aklından çıkarmadan, işçi sınıfının gazabından korkusunu yenmek için, işçi sınıfını hep korkuyla beslemiştir ve hep, Komünü bastırırken gösterdiği acımasızlığı artırarak ve sinsileştirerek devam ettirmiştir. Örnek olsun, Fransa'da, halk cephesinin yükselen azameti karşısında daha çok telaşa düşerek, burjuvazi, "halk cephesi olacaksa, Hitler olsun daha iyi" demiştir.

Diğerleri bir yana, Vietnam’daki sömürge savaşında, Vietnam halkına karşı, ABD emperyalizmi neredeyse bir soykırım saldırısı uygularken, dünyanın geri kalan kapitalistlerinin ağzını bıçak açmıyor, sonuçtan nasıl kârlı çıkacaklarının hesabını yapıyorlardı. 1964-1973 arasında Kuzey Vietnam’da öldürülen insan sayısı 720 bindir. Bu ölümler gerçekleşirken Vietnam ordusu da, polisi de CIA nın emrinde idi. ABD bu ölümleri gerçekleştirirken hep, demokrasiden,Vietnam halkının kalkındırılmasından söz etmekte idi ve buna en güzel kılıfı AID ( uluslar arası kalkınma ajansı) ile sağlamıştı. AID ise, bu kılıf altında, cinayetlerin gerçekleşmesinin finansmanını ve propaganda giderlerinin karşılanmasını sağlıyordu. Öyle ki hazırladıkları broşürlerde "sosyal devrim" lafızlarından geçilmiyordu. ve ardından, arkasında CIA nın olduğu PRD ( Program of Revolutionary development)"devrimci kalkınma programı" nı açıklamakta gecikmiyorlardı. Hepsinin başında, daha sonra Türkiye’ye elçi olacak olan ve üniversitenin devrimci gençlerince arabası yakılacak olan "kasap" lakaplı Komer vardı. Kapitalizmin hizmetindeki onca gizli kuruluşun, çeşitli maskelerle ortalıkta dolaşıp, paralar dağıtması, mihmandarlıklar yapması, onca insanlık dışı, sinsi yönteme karşın, onca işkence yöntemlerine karşın, onca yargısız infaza karşın, onca sahte yargılama tiyatrolarına, uyduruk mahkemelere, ısmarlama kanunlara karşın, onca kayıp insana karşın, yüz binlerce balık istifi zindanda tutulan mahpusa, kaplan kafeslerinde aylarca askıda bırakılan yüzlerce insanın akıbetine karşın, Amerika’nın harcadığı milyonlarca dolara, kullandığı binlerce paralı askere, ağır silahlara karşın, ABD emperyalizmi yine de amacına ulaşamamıştır.

Bu gün, Kürt coğrafyasında yaptığı ile Libya'da, Suriye'de yaptığının bundan farklı ve ayrı olduğunu düşünenler varsa ve saflığından değil ise, bu, burjuva hayaller görmelerindendir. Saf olanlara önerim, Endonezya’yı da unutmamalarıdır, Cezayir’i de unutmasınlar, unuttularsa hatırlamalarının tam zamanıdır. Bizi 12 Eylüle hazırlarlarken, İran’da olanları da unutmamalıyız, Irak da var, Afrika var, şimdi insanları açlıktan ölüyor diye timsah gözyaşları dökülen, beyaz azınlığın pençesinde inleyen kara Afrika halkları var, Latin Amerika halklarının çektiği çileler var, onları da hatırlamalıyız, Küba’ya ambargo hâlâ devam ediyor, hepsi bu kadar değil elbet, emperyalistlerin cinayetlerinin, insanlık dışı uygulamalarının, geride bıraktığı acıların listesi alabildiğine uzundur. Ama akıl taşıyanların kapitalistlere rağmen, kapitalizmin bahçesinde, sosyalizmin cennetinin rüyasını dahi görmenin mümkün olmadığını anlamasına yeter.
Öte yandan ABD emperyalizminin ünlü "seçmeli caydırıcılığı" ve "düşük yoğunluklu savaşı" var. Bunlara rağmen, bunları aşarak, doğrudan demokrasi mücadelesinin yürüyüşünü biriktirerek ve sosyalist iktidara gerek duymadan sınıfsız topluma geçme hayalleri körüklemek, bir ruh hastalığının belirtisinin işareti değilse, dediğim gibi, burjuva hayaller görmenin ifadesidir.

Bu liste yanında, Ekim devrimi ile iktidarı ele alan ve burjuva sınıfının zulmünü, sömürüsünü tamamen ortadan kaldırmak için, işçi sınıfının, ezilenlerin, sömürülenlerin, ezmeyen, sömürmeyen ama ezmeye de, sömürmeye de izin vermeyen düzenini inşa etmeye çalışmalarını engellemek için pusuda bekleyen karşı devrimcilerin, kapitalistlerin desteği ile dayattıkları iç savaşın da unutulmaması gerekir.

Rus devrimcilerin kurmak istedikleri yeni düzene karşı çıkan kapitalistlerle çatışmaları bir yana, kendilerine karşı içerden açılan beyaz teröre karşı, kızıl terörle cevap verene kadar, savaş nedeniyle Rusya’da iki buçuk milyon insan ölmüştü, iç savaşın ve dış müdahalenin bilançosunda ise, bir buçuk milyon insanın çatışmada, dokuz milyonunu ise açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölümü vardı. Sanayi üretimi ise, devrimden dört yıl sonra, 1913ünkünden % 85 daha düşük kalmıştı. Buğday üretimi ise yarı yarıya düşmüştü.

Bütün günahları Stalin’in boynunda görenler, inandırmaları kolay olsa, Lenin’in adına yazılan Ekim devrimini bile suçlu gösterecek olanlar, bu sonuçlarda kabahat kapitalistin değilse kimin sorusuna, hiç çekinmeden Stalin diye cevap vermeden önce, kapitalistlerin dünyaya armağan ettikleri kara günlerin toplam listesini hatırlamalıdırlar.

Ancak daha önce, Sovyet rejiminin demokrasiden uzaklaştığı, barışçı yaklaşımlara kapandığı için, beyaz teröre karşı kızıl terör uyguladıkları için yıkıldığını söylemeden önce, Lenin’in barışçı gelişimine inandığını ve bu yönde çok çaba sarf ettiğini ama karşı devrimin ve içerdeki kapitalizmden umudunu kesmeyenlerle, dışarıdaki kapitalistlerin saldırılarının Lenin’in yanıldığını çok çabuk göstermiş olduğunu hatırlamalıdırlar.

Kışlık sarayın alınması sırasında sadece 6 kişi ölmesine, ayaklanan Aurora kruvazörüne ise kurusıkı ateş edilmesine karşılık, sonrasında karşı devrimci çetelerin saldırıları, dayatılan iç savaş ve yukarda bilançosunu verdiğim, binlerce insanın ölümüne neden olması oldukça öğreticidir.

Ekim devriminin hemen arkasından ölüm cezasının kaldırılması, ayaklanan subay okulu öğrencilerinin sakin olacakları sözünü vermeleri üzerine serbest bırakılmaları, ama sözlerini tutmayıp, beyaz isyancılara katılmaları, general Krasnov’un, artık Bolşeviklere karşı savaşmayacağına yemin etmesine karşın, daha sonra karşı devrimci bir kazak ordusunun başına geçmesi, barışçı yolun, demokratik yaklaşımın karşı devrimin elini kuvvetlendirmekten başka bir sonucu sağlamadığını çok çabuk göstermiştir.

Rus kapitalistlerin hayalinde hep, Bolşevikleri halkın sahte dostları olduğu gerekçesiyle yakalayıp asmak vardı. Dışarıdaki kapitalistlerin sözcülerinin dilinde ise hep, Kolçak’ın veya Kornilov’un yönetiminde kurulacak bir diktatörlükle Bolşeviklerin ezilmesi vardı. Ve öyle de oldu, Kornilov Petrograd’a yürüdü ama yenildi. Kısa süre sonra, Sovyet hükümeti Moskova’ya yirlikleri Vladivostak’a çıkarma yaparlar. Ataman Seminovski ise, Baykal ötesinde bir ayaklanmayı yönetir. Aynı tarihlerde Almanlar, Ukrayna’da Skorapanski diktatörlüğünü yerleştirir. Sibirya ötesi boyunca bir Çekoslavak kolordusu dalgalanır, Volga üzerinde, Ural’da,Sibirya’da ve Don bölgesinde Denikin, Kornilov, Alekseyev terörist ayaklanmalar başlatırlar; İngilizler ise Beyaz Kazak birlikleri ile İran’dan Bakü’ye saldırıya hazırlanır. Aynı bölgede Türkiye’nin de tehdidi vardır. 1918 HAZİRANINA GELİRKEN, SOVYET ÜLKESİNİN DÖRTTE ÜÇÜ KARŞI DEVRİMCİLERLE MÜDAHALECİLERİN ELİNE GEÇMİŞTİR.

1918 Ağustosunda Lenin, uğradığı bir suikastte ağır yaralanır. Eylül başında, Sovyetlerin merkez yürütme komitesi, karşı devrime karşı KIZIL TERÖR ü ilan eder. Bütün cephelerde Sovyet karşı saldırısı başlar, karşılık olarak, Beyazlar, İngilizlerin emirleriyle Bakülü 26 komiseri öldürürler. Ekimde devrimciler, kendilerini gerçek bir ordu ile donatır.

1919 Martına gelindiğinde, karşı devrimciler bir taraftan daha azgın saldırırken, diğer yandan denetimlerinde tuttukları yerleri boşaltmaya başlar. Denikin, Kolçak birer birer yenilir.

Rusya’yı elektrik ağıyla donatmak için gerekli nefesin yakalandığı sanılırken, Fransa’nın desteklediği Wrangelin birliklerinin yardımı ile Polonyalılar Kızıl Orduya saldırır. Kasım ayına kadar süren bir mücadele ile Wrangel ve Polonyalılar yenilir. Ama yabancı müdahalesinin ve saldırısının kalmaması ancak 1922 Ekiminde mümkün olur. Geride binlerce ölü ve yaralı son derece kötü ekonomik koşullar kalmıştır. Ve karşı devrim heveslilerinin hevesleri kursaklarından başka yere gitmemiş, her gün aynı özlemin rüyasını, kapitalizme dönme rüyasını görmeye devam etmişlerdir.

Stalin’i mahkum ederek, demokrasiye aşırı vurgu yaparak, tarihin öznesi olarak işçi sınıfı yerine insanı, tarihin motoru olarak sınıf mücadelesi yerine demokrasiyi koyarak, kapitalistlerin Fransız devriminin hemen arkasından başladıkları cinayetlerinden, insanlık dışı yöntemlerinden, emekçi halklara yönelttikleri zulümlerinden, işçi sınıfını köleleştirerek sömürmekten vazgeçmesinin sağlanmasının ve kendi bahçesine, sınıfsız toplumun cennet bahçesinin inşa edilmesine izin vermesinin sağlanmasının mümkün olmaması bir yana, kapitalizmin bu güne kadar insanlık için bıraktığının zorbalık, zulüm ve kölelik olduğunun, bundan sonra da bundan farklı olmayacağının üzerini örtmek de mümkün değildir.

Artık, kapitalizmin geride bıraktığı ve daha sinsi yöntemlerle sürdürdüğü kara günlerini hatırlatan parantezimizi kapatarak, “sorun” u irdelemeye devam edebiliriz, daha doğrusu “sorunu” burjuvazinin gözlüğü ile irdeleyenleri irdelemeye devam edebiliriz.


Ama hemen parantezin sonuna, bu günün tarihsel koşullarının ve politik durumunun hâlâ Proletarya Diktatörlüğünü gündemde tuttuğunu, bütün demokrasi çığırtkanlığının bu nedenle zirvede olduğunu ama gündemdeki PD nin dayanaklarının nesnel olması nedeniyle de, doku uyuşmazlığı yaşadığını vurgulayarak, bu konuda birkaç açılım yapmak istiyorum;


Öncelikle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin, onun burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf mücadelesine son vermediğini hatırlatmak istiyorum. Tam tersine, bu mücadeleyi özellikle geniş, şiddetli ve amansız kıldığının apaçık ortada olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bu süreçte, işçi sınıfının içinde olsun, dışında olsun, reformizmin bakış açısında duran bütün kişi ve gruplar, tüm partiler, savaşın şiddetlenmesi sonucunda, ya burjuvazinin safına ya da yalpalayanların yanına geçer. Ya da işçi sınıfının güvenilmez dostları arasına katılırlar. En tehlikelisi de budur.
Bu nedenle Proletarya Diktatörlüğünü hazırlamak sadece bu reformist eğilimlere karşı mücadeleyi güçlendirmeyi değil, aynı zamanda bu mücadelenin niteliğini değiştirmeyi de gerektirir. Bu mücadelede sadece bu eğilimlerin yanlışlığını göz önüne sermekle yetinmemek, aynı zamanda işçi sınıfı içinde faaliyet yürütürken bu eğilimleri gösteren herkesi durmadan ve amansızca teşhir etmek gerekir. Başka türlü işçi sınıfı, burjuvaziye karşı tayin edici savaşta kiminle birlikte yürüyeceğini saptayamaz. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ, öngörüsü dumura uğramış kişilere sadece bir teorik görüş ayrılığı gibi görünen, reformistlerin teşhirindeki her tutarsızlık ya da zaaf, yarın bundan karşı devrim için yararlanacak olan burjuvazinin proleter iktidarı devirme tehlikesini doğrudan büyütmek demektir. Bu tehlike ile yüzleşildiğinde proletaryanın bir şey yapamadığını Sovyet düzeninin yıkılışı ile hepimiz gördük ve artık buna gözlerimizi kapatamayız.

Üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet korunurken,"özgürlük" ve "eşitlik"in basit savunusu, özel mülkiyeti hiçbir zaman bir hamlede tamamen ortadan kaldıracak durumda olmayacak olan proletaryanın diktatörlüğü altında, işçi sınıfının iktidarını doğrudan doğruya sarsan burjuvazi ile bir işbirliğine dönüşür. Çünkü proletarya diktatörlüğü, sömürücüler için ezme ve sömürme hakkını sürdürme "özgürlüksüzlüğü"nün ve mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki "eşitliğin" devlet tarafından güvencelenip savunulması demektir.
Proletaryanın zaferinden önce, yani sosyalist iktidarın kazanılmasından önce,"demokrasi" sorunu üzerine sadece bir görüş ayrılığı imiş gibi görünen şey, yarın, zaferden sonra, kaçınılmaz olarak silah zoruyla çözülecek bir sorun haline gelecektir. Dolayısıyla reformistlere ve "demokrasi savunucularına" karşı mücadelenin tüm niteliğini radikal bir şekilde değiştirmeden, kitleleri proletarya diktatörlüğüne geçici bir şekilde dahi hazırlamak olanaksızdır.
Onlar da biliyorlar ki, hiç kazanmadıkları bir "demokrasinin " mücadelesinin şampiyonluğundan vazgeçmiyorlar, proletarya diktatörlüğü, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en keskin ve en devrimci biçimidir. Bu mücadele ancak, proletaryanın en bilinçli unsurlarının yer aldığı, devrimci öncüsünün, işçi sınıfının ezici çoğunluğunu arkasına aldığında başarılı olabilir.

Bu nedenle proletarya diktatörlüğüne hazırlık sadece üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin sürdüğü bir dönemde reformizmin, her türlü demokrasi savunuculuğunun burjuva karakterini aydınlatmayı değil; sadece gerçekte işçi hareketi içinde burjuvazinin savunmasını yapmak anlamına gelen bu eğilimlerin tezahürlerini teşhir etmeyi değil; aynı zamanda ve kesinlikle her türden proleter örgütte, sadece siyasi örgütlerde değil, sendikal örgütlerde, diğer kitle örgütlerinde de eski liderlerin yerine işçi sınıfın en bilinçli unsurları ile işçi sınıfı ideolojisi ile donatılmış devrimcilerin getirilmesini gerektirir.
Buralardan işçi sınıfı içindeki aristokratların, ya da burjuvalaşmış işçilerin temsilcilerinin kovulmasını gerektirir. Diğer yandan, kapitalizmden umudunu kesmediklerini, sosyalizmden uzaklaştırmayı görev bildiklerini gizlemelerinin ifadesi olarak demokrasi şampiyonluğu yapanları da, gerçek yüzlerinin burjuva burjuva baktığını net olarak göstererek, bu örgütlerden uzaklaştırmak gerekmektedir.

Diğer yandan, Proletarya Diktatörlüğünün bir azınlığın, azınlığa dayanan bir partinin diktatörlüğü olduğunun söylenmesi yeni değildir ve hâlâ onca tarihsel turnusola rağmen, bunda ısrar edilmesi ise, trajediden çok, komikliktir ama bu komiklik, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri güldürmüyor, daha çok, emperyalist kapitalist düzen tarafından köleleştirilirken kafalarını karıştırıyor ve köleleştirilmelerine karşı kiminle birlikte yürüyeceğini tayin etmesini engelliyor.
Oysa, işçi kitlelerinin sürekli sömürüldüğü, yeteneklerini geliştirecek durumda olmadıkları emperyalist kapitalizm çağında, işçilerin siyasi partileri için en karakteristik şey tam da sınıflarının ancak azınlığını kapsayabilmesidir. Bunda şaşırılacak bir yan yoktur. Siyasi parti ancak sınıfının azınlığını kapsayabilir. Tıpkı her kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincine sahip işçilerin bütün işçilerin azınlığını oluşturmaları gibi. O nedenle sadece bu sınıf bilinçli azınlığın geniş işçi ve emekçi kitlelerini yönetip yönlendireceğini kabul etmek gerekir. Bu azınlık, gerçekten sınıf bilinçli ise, kitlelere önderlik etmeyi biliyorsa, her güncel sorunu çözmede maharetli ise, o hem bir partidir ve hem de onun bir azınlık olmasından, dayandığı çoğunluğa diktatörlük yapması sonucu çıkmaz. Diktatörlüğü, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin içinde reformist eğilimleri körüklemeye çalışan burjuva artıklarına ve burjuva görüşünden kurtulamamakta direnenlere karşıdır ve olmak zorundadır. İşte bir yanıyla, bu başarılamadığı için Sovyet düzeni yıkılmış ve kapitalist restorasyonla sonuçlanmıştır.

Böylece parantez içindeki parantez kapanmıştır.

Sırada "sorun " sorunu var; Sorunun, Kürt sorununun hangi bakışla ele alındığı ile bağlı olduğunu hemen söylemek istiyorum. Ardından Şeref Yıldız’ın ifade ettiklerinden sorunun çözümüne emperyalizmin bakış açısıyla dolayısıyla emperyalizmin çıkarları çerçevesinde baktığını görmenin zor olmadığını eklemek istiyorum.
"Sorun" konusunda ne dersem diyeyim,"sorun"u sosyalizme mi erteleyeceğiz diyerek asıl konunun üzerinden atlandığı çok olmuştur, o nedenle "sorun" u sosyalizm pratiğine bağlamak istemiyorum. Asıl sorunun ulus -devlet ve sınıf -devlet ilişkisi ele alındığı zaman ortaya çıkacağına inandığımı belirtmek istiyorum. Ulus -devlet ve sınıf-devlet, ulusların ve sınıfların ilk gelişme zamanlarında ortaya çıkıyor. Burada şu soru akla gelmektedir, daha önce de sordum, henüz gelişmesinin başındaki ulus ya da sınıf, gelişmesini hızlandırmak ve yapılanmasını tamamlamak için değilse, ne için devlete ihtiyaç duymaktadır?
Diğer yandan, ulusu oluşturan en güçlü bağlardan biri dil bağıdır. Bu biliniyor. 1789 devriminden önce Fransa'da, 25 milyondan sadece 7 milyonunun Paris Fransızca'sını anladığını hatırlamak öğreticidir. Büyük çoğunluğun ayrı lehçelerle konuştuğu da biliniyor. Ortak Fransız dilini yaratan, devrimin geliştirdiği ulus-devlettir. Türkiye’de de olan bundan farklı değildir.

İnsanlar her zaman bir bağ aramaktadır, şimdi bile, dolayısıyla ulus da önemli bir bağdır. Kapitalizm de insanlar arasında başka bir bağ oluşturmaktadır. Kapitalistlerin kontrolünde insanlar, aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu düşünmeye başlıyor. Bu diğer bağları geri plana itme gücü ve özelliği taşıyor.
Ancak yine de, örnekleri var, işçi sınıfının büyük çoğunluğu, ulus bağından kolay kurtulamıyor. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri üretimdeki süreçlerden doğan bağ yerine ulus bağına bağlı kalmakta ısrar ediyor ve birbirleri ile savaşmaya devam edebiliyor. Her türlü şaşırtıcı ideolojik saldırı mekanizmasına rağmen, ulus bağının hâlâ güçlü bir bağ olduğunu söylemeye bile gerek olduğunu sanmıyorum. Emperyalist kapitalizm, bir yandan bu bağın güçlü kalmasını sağlamaya çalışırken, diğer yandan ve özellikle ilhak ve işgal türünden uluslararası ilişkiler kavramlarıyla tarif edilen durumlarda, temel politikası, ulus bağının doğmasını ne pahasına olursa olsun önlemeye çalışmak oluyor. Ulusal olmayan bir pazarda bile dili yasaklamak ve bunun karşısında dili yasaklanan ulusun zenginlerine ekonomik özgürlükler ve yönetime katılma hakkı tanınıyor. Buradan, ulusal bir pazarda bile ulus bağını geri plana atabilen üretim sürecindeki biraradalığın, uluslararası planda da aynı etkiyi göstermesine geçiyorum. Bu son derece normal olsa da, birinci savaşta bu gerçeklikten hem liderler cephesinden ve hem de işçi sınıfının çoğunluğun tarafından sapıldığını hatırlatmak istiyorum.
Burada bir eksiklik var ve bu eksikliğin yeterince tartışılmadığını dolayısıyla açılmadığını düşünüyorum. Öyleyse, işçi sınıfı enternasyonalizminin bir dünya düzeni kurma projesi ile bağlı olduğunu hatırlatarak, bu projenin etkinliğini yitirmiş olması nedeniyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfının enternasyonalist davranmaktan uzaklaşmasının kaçınılmaz olmasa bile normal sayılması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Tartışma ve açılım hâlâ ortada ve sonuçlandırmayı beklemektedir.
Buradan sosyalizmin de ulus ve kapitalizm türünden bir bağ olduğu gerçeğine gelmek istiyorum. Sosyalizm, sermayenin kontrolünden çıkmış, giderek kendi baskısı azalan bir üretim sürecinde, bütün diğer bağların üstüne gelen bir bağ oluyor. Sovyet düzeninin yıkılmasında, bu bağın da gücünün azalmasının payının önemli olduğunu görmek gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda, sosyalizm bağının kopmaya, sosyalizm yıkılmaya başladığı andan itibaren, birdenbire ön plana ulus bağının çıktığını hatırlatmak istiyorum. Aynı anda dinsel akımların da ve güçlenmiş olarak öne çıktığını görmeyi de öğretici buluyorum. Buradan ulusçuluk ile dinin birlikte devam ettiği sonucuna varmak kolaylaşıyor. Sosyalizm bağının çözülmesi ile birlikte, bir güvensizlik psikozu ve bir yeni bağ arayışı içinde, güçlü bir ulusçuluk akımı yükseliyor.

Bu gün bulunduğumuz nokta, zengin pratiklere sahip olsa da, ulus alanı, hâlâ ihmal edilmiş bir alan olarak durmaya devam etmektedir. Ancak önümüzde duran ve daha çok ihmal edilmiş olmaya devam eden ulus alanının eksiklerinden akan ve bu topraklarda teorilendirme çalışmalarının zorlaşmasına da neden olan zengin pratik, hepimize pratikte olduğu kadar, teoride de heyecan verici ve yaratıcılık gerektiren bir dönemin kapılarını açıyor. Açılan yerden, bizim de üzerinde olduğumuz geniş coğrafyayı görmek zor olmuyor. Bu, bu "sorun" un ihmal edilmişlikten kurtarılması için sağlam bir teorik yaklaşıma gereksinim ve imkan olduğunu gösteriyor.

Sistem içi çözümden vazgeçmeyen Şeref Yıldız ve hâlâ hareket halinde olan TBKP çevreleri ise, Kürt ulusunun dört parçalı karakterini görmezden gelemezken, bundan Kürt sorununun bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru olarak göründüğü sonucunu çıkartıyor. Kürt sorununun geçtiği her yerde “barışçıl “ sözcüğünü dilinden düşürmeyerek, devlet politikalarının gönüllü yandaşı olduklarını ve hatta akıl vericisi konumlarını ele veriyor.
“bu gün doğru ve gerekli, aynı zamanda da mümkün olan, TC sınırları içinde Türk, Kürt halkının gönüllü birliğidir.” Diyen Yıldız, “geçmişte paylaşılan, ezilen ve baskı altında tutulan bir halkın başkaldırısının en doğal hakkı olması fikrinin, bu gün yanlış olduğunu” savunuyor. “Bu günün görevi (ki, bunları söylediğinde yıl 1990ların başı idi, görünüşe bakılırsa pek bir değişiklik yoktur ) “Kürt yok” politikalarını aşmak, Kürt halkının iradesini Kürt kimliği ile yasal platformlara çıkartmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak çözüm için mücadele etmek ve adım adım yürümek, sorunun tek etapta çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır.” Diyor.

Dahası var ve daha da önemli, “doğu ve güneydoğu bölgelerinin, dinci gericiliği ve PKK yı getirdiği fikrinin yanlış olduğunu ” belirterek, “dinci gericiliğin kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnmenin ifadesi olduğunu; PKK nın ise, bu yıkıcı sonuçlara ve ulusal baskıya aşırı tepkinin ürünü olduğunu” söylüyor. Buradan, günümüzde kırsal kesimlerin öneminin azaldığı, büyük kent merkezlerinin, aydınlanma merkezleri olarak insiyatifi ele aldığı sonucuna varıyor.
Böylece, Şeref Yıldız, dağlarda, köylerde “aşırı tepkilerin” güçlü olduğunun , “barışçıl” gelişmenin güvencesinin kentlerde olduğunun mesajını verirken, kentlerdeki güçlü reformist geleneğe ve bunun “aşırı tepkicileri” boğabileceğine dikkat çekmiş oluyor.
“Sorunun çözümünün devrime bağlı olmadığı gibi, tek etapta çözümünün de mümkün görünmediğini” ekleyen, Şeref Yıldız böylece, Kürt varlığını kabul ettirmekten başka amaç taşımadığını; Misak-ı Milli sınırlarında özel Doğu kalkınması perspektifinden başka programatik bir yaklaşımları olmadığını; Özel destek programları, özel vakıflar, belediyelere mali yardım yönteminden başka bir yöntem bilmediklerini; yasal ve barışçıl bir mücadele biçimi öngördüklerini; kapitalizm sınırlarındaki çözümlerden başka çözüm bilmediklerinin işaretini vermiş oluyor ki, bunların devletin de politikası olduğunu hepimiz görüyoruz.

Öyleyse, Ütopyacıları bile kıskandıracak denli hayalperest işaretler veren yazarımızın Kürt sorununun çözümünü, devrime bağlamadan, kapitalizmin sınırlarında kalarak, doğrudan demokrasi mücadelesine bağlaması da Şeref Yıldız’ın kapitalizan çözümleri ile uyum içindedir ve devletin politikası ile çakışmaktadır.
Ama ikisi de ve bağlı oldukları ya da kendilerine bağladıkları çevre de, Kürt burjuvazisinin, Türkiye tekelci kapitalizmine bin bir bağ ile bağlı olduğunu, her iki gücün de, ezen ve ezilen ulusun işçilerine karşı, ekonomik, politik ve toplumsal ilişkiler ağı çerçevesinde, tek sınıfta bütünleştiğini unutuyorlar ya da unutmak işlerine geliyor.

Dahası, Türkiye’nin Kürt coğrafyasında Kürt burjuvaları arasında bir Kürt ulusal burjuvazisi mevcut değildir. ( şimdilik ağalığı, beyliği, aşiretleri, büyük toprak sahiplerini, gerici dinci akımların etkisini konu etmiyorum) Öyleyse doğal olarak, verilen ve verilecek olan ulusal kurtuluş mücadelesinin, burjuva karakterli değil, sınıf içerikli bir mücadele olacağını öngörmek pek de şaşırtıcı gelmemelidir.
Zaten böyle olmasa idi, emperyalist kapitalizmin ideologlarından, hayata oportünistlikleri ile tutunan sahte sol gömleklilere kadar herkesin ve aynı anda, sosyalist iktidarın önüne duvar örerken de, ulusal sorunun çözümüne işaret ederken de hep demokrasiyi kalkan ve örtü yapmaları, uzun bir geleceğin gerçeğini yansıtan önermelere aşırı vurgu yaparlarken, sosyalizmi uzun bir geleceğin konusu olarak dillerine dolayıp, demokrasi ile yatıp, demokrasi ile kalkmaları pek anlamlı olmazdı.

Şimdi hayalperest yazarımızın “doğrudan demokrasi” rüyasının da anlamını bu çerçevede bulduğunu görüyoruz ve Proletarya Diktatörlüğünden neden korktuğunu, onun kapitalist düşüncelere diktatör olduğunun, iktidarı alan işçilere ve emekçilere karşı yeniden örgütlenme ve egemenliğini yeniden ele geçirme imkanlarına karşı diktatörlük olduğunun bilincinde olduğunu ama kendisi de burjuva rüyalar gördüğü için Proletarya Diktatörlüğüne hınç bilediğini, bunu gizlemek için de, PD yi, burjuva Diktatörlüğü ile hatta Faşist diktatörlükle aynı kefeye koyarken, işçilerin iktidar olmasına karşı olmadığını ama işçi sınıfının hiçbir zaman iktidar olmadığını, iktidar olanın, işçilere de diktatör olan partinin diktatörlüğü olduğunu döne döne öncekilerin çığırtkanlıklarını aratmayacak denli haykırdığını daha bir açıklıkla anlamış oluyoruz.
Böylece uzun yer kaplayan parantezimizi kapatıyorum.

Her ne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı diye temellendirilen bir teori varsa da, bu sorun hep pratik olarak çözülmüştür, anlık, bölgesel, milliyetlerin karakteri bağlamında. Bunun bir reçetesi yoktur yani. Kaderini tayin hakkı da bir reçete değildir. Ve şimdiye kadar pratik olarak çözülen bu sorunun çözümü için daha geliştirici ve çözümü kolaylaştırıcı bir teori ortaya konulamaz diyemeyiz. Ayrıca, ancak at gözlüğü ile bakanlar göremez ki, bölgede sınıfsal temelde gelişecek bir çözümün sosyalizmle bağlı olması, ulusal sorunu çözmekle kalmaz, aynı zamanda yok edebilir. Ve eğer bu sorun emperyalizmin güdümünde, emperyalizm lehine çözülmek isteniyorsa, öyleyse karşısına, dünya devrimini koyamayacağımıza göre, bölge devrimini koymak çok mu ulaşılamaz görünüyor.
Ve nerden biliyoruz ki, emperyalistlerin programları gecikince açık ettikleri telaşın, zaten anti-emperyalist ve anti-siyonist bir öfkenin yükseldiği bölgede sosyalizm çanları çalacağından korkmadıklarını.

Ama kolaycılığa alışmışız ve veren ele müthiş bir kutsallık veriyoruz. Bunu Kürtlere söylüyorum. Artık feodal tonlu veren el - alan el ilişkisinden kurtulmak gerekiyor ve Kürt halkı son 25 yılda bundan önemli oranda kurtulmuştur diye düşünüyorum. Şimdi veren ellerin verdiklerinin önünde eğilmiyorlar. Kendi elleri ile aldıklarına da sıkı sıkı sahip çıkacaklardır.
Bunları yazarken, Lenin’in bir makalesinin başlığı aklıma geldi; " GERİ AVRUPA, İLERİ ASYA " şimdi, Türkiye geri, Kürtler ileri konumdadır. Kürt insanı daha da yükseliyor. Acı gerçek mi isteniyor işte acı gerçek. Ama bu acı gerçek atlanıp, bizi sosyalizmle filan uğraştırma, zorsuz zahmetsiz, büyük devletlerin yardımıyla minik devletimizi kuracağız diyorlar. Kim diyor, Kürt halkının iradesine rağmen, onları Barzanilerin kucağına atmak isteyenler diyor. Kürt halkı bunu demekten çoktan vazgeçti.
Daha önemli konuyu atlıyordum, değinmeden olmaz. Ulusların kaderinin tayinini eğer Marksist- Leninist açıdan inceleyeceksek, bunu hukukla bağlı olarak mı yoksa ulusal hareketlerin tarihi-ekonomik temellerini inceleyerek mi yapacağız karar vermeliyiz. Lenin’le, Rosa arasındaki polemiğin özü buradadır. Kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili işkembei kübradan konuşmamak gerekir. Örneğin Polonya’nın bağımsızlığı Marks’la beraber savunulurken, Lenin bunun geçerliliği olmadığını savunmuş ve artık Polonya’da kapitalizm egemenlik kurmuştur diyerek bunu neden savunulamayacağını ifade etmiştir.

Lenin, büyük Rusların milli gururuna gönderme yaparak, sermayenin bütün tarihinin bir vahşet ve çapul, kan ve yolsuzluk olduğuna dikkat çekerken, biz küçük milletlerin her ne pahasına olursa olsun, ayakta kalmasını savunmuyoruz der. Küçük burjuva federal ilişkiler ülküsüne karşı olduğunu söyler.

Bunu şunun için dile getirdim, gerçi yukarda Kürt halkının bu onursuzluğu göstermeyeceğine olan inancımı belirttim ama yine de açmak gerekiyor. O da şudur; bugünlerde, öncekini pekiştirmek üzere, sivil anayasa adı altında ve Kürt sorununun çözümüne de bağlanarak,12 Eylül rejiminin gitmesi gereken en son noktanın yolları döşenmeye devam ediliyor.
Ancak, Kürt halkının, her ne pahasına olursa olsun, sermayenin bütün kan ve vahşet taşıyan karakterine rağmen, onlardan gelecek bir özgürlük sevdası ile Türkiye halkının sermayenin en azgın vahşeti ve kan emiciliğinde köle olmasına göz yummaması gerekiyor.
Diğer yandan, ezen ulusun egemenlerinin kendi sıkışıklığının çözümü içersinde, ezen devletin anayasasındaki bir değişiklikle ve tümüyle emperyalizme dayanılarak elde edilecek bir devletçik kimseye fayda getirmez. Ancak Barzanileri, Kürt feodal beylerini güçlendirir, zenginleştirir, Türkiye’deki Kürt holdinglerinin anayurtlarında da palazlanmasının yanı sıra, tekellerin, oligarkların, Türk halkının da, Kürt halkının da tepesine daha katmerli binmesini getirir.

O nedenle, Kürt emekçi halkının kurtuluşunun, Türk emekçi halkı ile beraber olacağına yürekten inananların uyanık olmaları gerekmektedir.
Şimdilik bu kadar, bitirirken, Kürt halkının üzerinde uçuşan kelebeklerin, her şeyi gördüğünü, Kürt halkı ile Türk halkı arasında bir sorun olmadığını hatırlatıyorum.

Ama Kürt egemenleri ile Türk egemenleri arasında da sorun yoktur. Tek sorun, aralarına girenler vardır. En başta Kürt halkı. Pek yakında Türk halkının da gireceği kesindir. Kürtlerin üzerinde uçuşan kelebekler Kürt devriminin çiçeklerini saçarken, Türk devriminin de çiçeklerini hazırlıyor. Çiçekler hem Kürtler, hem de Türkler içindir. Halkı kastediyorum tabii. Barzan aşiretlerini de, Kürtlüğünden utanan aydınları da, Kürt halkından uzak Kürt parlamenterleri de saymıyorum. Sahte sol gömlekli Kürt aşkına yakalananları da saymıyorum. Onlara çiçek taşımıyor kelebekler.

Devamı var, o kadar kolay kurtulamazsınız, daha açılım yapacağız, herkesin açılımı varsa, Şeref Yıldız da açılım yapıyorsa, hatta Sezen Aksu bile yapıyorsa, Zülfü’yü de unutmayalım, benim de açılımım olması gayet doğal değil mi. Hatta cezaevinin müze olması yönünde imza ile açılım yapan arkadaşlarımız da var. Onlara seslendim ama moderatöre takıldım, sesimi duyuramadım.

Lenin’le, Lenin’in ulusal soruna bakışı ile ve Rusya’nın milletler hapishanesinden kurtarılması ile hafızaları harmanlayacağım. Ya Lenin’e sataşmamak ya da, Lenin’in ulusların kaderini tayin hakkına yalan yanlış sarılmamak gerekiyor. Türkiye’nin Kürtlerine sahip çıkacak olanlar emperyalistler değildir, onlar köleleştirmek için sahip çıkmaktadırlar, Kürt halkının kardeşi olan Türk halkı ise, onların kaderinin kendi kaderi olduğunun bilinciyle birlikte, onların kaderine, kendi kurtuluşları için de sahip çıkmalıdırlar. Çıkacaklardır.

Fikret Uzun

http://fikretuzunn.azbuz.com/blog/yazi/oku/5000000013137421/ORTADOGUDA--ULUS-DEVLETLERIN-KIMISINI-YIKIP-KIMISINI-KURMA--EMPERYALIST-PLANLAR