25 Ağustos 2011 Perşembe

YENİ AMA ESKİMİŞ MÜRTECİLER MÜLAKAT VERİYOR

Eğer bir Neşe Düzel mülakatı varsa ki var ve kendi aralarında mülakatçılık oynuyorlar, Taraf’ın bir yazarı, diğer mülakatçı yazarına mülakat veriyor ki, Neşe Düzel bu yazarın ne dediğini zaten bilmektedir, öyleyse mülakat başka yeredir. Böyle anlamak zorundayız ve böyle anlıyoruz.
Berktay’ın, solun mirasının üçüncü parçası olarak örnek verdiği kişilere bak sen, Berktay’ı onunla ilgili de birkaç satır konuşmak üzere şimdilik bir kenara koyarsak ve M. Belge ile başlarsak, bunların kimler olduğunu çok daha iyi anlarız. Aslında hepsi bir olmuşlardır. Belgeye bakınca Danyalı görmek, Berktaya Bakınca Belgeyi görmek pek zor olmasa gerektir, Halil Belge ya da, Murat Çalışlar veyahutta Danyal Belge Berktay çığırmak yanlış olmaz diyoruz M.Belge’nin, tedrisatını kurduğu en önemli yer olan İletişim Yayınlarını hatırlamak yeter. Burası Kavala Holdingin sermayesi ile kurulmuştur ve Kavala'nın kendisi Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucusudur, Murat Belge de öyledir, çok ilginç eski DİSK başkanı, şimdi CHP den vekil, Çelebi de bu derneğin, HYD, kurucusudur, holdingi ise en önemli silah ithalatçısıdır. M. Belge'nin aniden Milan Kundera aşkına tutulması da kayda değerdir. Adalet Ağaoğlu bile Kundera'dan üstününü görmediğini ilan etmiştir ki, Ağaoğlu'nun da aynı yurttaş derneğinin üyesi olduğunu biliyoruz. Ağaoğlu gibi, Belge de, Kundera’nın, bu çağın önemli bir yazarı olmaya aday olduğunu kaydederek." Çok iyi bilmediğimiz bir dünyanın özgül yaşantısını, bildiğimiz evrensel yazarların yeteneğiyle bize aktardığı için önemli ve kalıcı olmaya aday" diyor. Bu Çekoslovak göçmenini peygamberleştirmenin bir devlet politikası olduğu daha o zaman belli oluyor. Ama bilenler biliyor Kundera ,"bok" edebiyatı yapan, sosyalist mücadeleyi "pislik" olarak niteleyen ve durmadan "kitsch" tüküren bir sahte peygamberdir ama 12 Eylül rejimine yetiyor. Korku ile silemediği ahlakı Kundera ile silmek kolaylaşıyor. Belge gibiler, ihanetin bir alçaklık değil, bir özgürleşmek olduğunu yazan peygamberleştirilmiş ve yozlaşmışlığı model yapılan bu sahte aydının gönüllü müritleridir. Şimdi hepsi mürteci oldular ve sahtekârlıkta üstlerine yoktur, övündükleri budur. Solun mirasının üçüncüsü, bu övündükleridir ve model yapmaya devam ediyorlar.
M. Belge, Altan familyası gibi, Kürt sorununda da namlıdır. O da "Ver-Kurtul" culardandır. Ama Belge’nin bir de, 27 Mayısta babasının Yassıada'ya tıkılmış olması var ki, herhalde kini buradan gelmektedir. 2. cumhuriyetçiliği de buradan geliyor olsa gerektir. Belge’nin babasının, zamanında Şevket Süreyya Aydemir ile Kadro dergisini çıkarttığını biliyoruz. Daha sonra, Menderes’in propaganda işlerini yürüttüğünü de biliyoruz. Belge’deki döneklik sendromunu babasından gelen DNA lara bağlamak yerinde olsa gerektir. Burhan Belge,1930larda Kemalist solda,1950lerde Adnan Menderes’in yanında diktatoryal sağda yerini almıştı, Hitler’i de desteklediği kimi kaynaklarda vardır. 27 Mayısla da Yassıada'ya tıkılmıştı. Diğer yandan üvey anası Zsa Zsa Gabor var ki, Macar Yahudisidir ve ünlü bir aktristir. Zsa Zsa Gabor'un anılarını kaleme alan Wendy Leigh'in ‘One Lifetime Is Not Enough’ adlı kitabında, (Delacorte Yayınevi, New York, 1991) 9 kez evlenmiş olan, Zsa Zsa Gabor’un, Atatürk’ü ilk erkeği olarak anlattığını söylemektedir. Doğru mudur bilemeyiz, bunu bilecek olan taraflar da yaşamıyor. Murat Belge’nin bilip bilmediğini ise bilmiyoruz.
Ama ne ilginçtir ki, bu anlatılanı yalanlayan İLK KURŞUN gazetesidir. Murat Belgelerin ulusalcı Kemalist faşist olarak nitelediği bir dergi ya da gruptur.
İlk Kurşun gazetesi, Gabor’un, 1937′de bir TÜRK (evet Türk diyor ve Yahudi asıllıların Yahudi olmayanlarla izdivaç yapmadıklarını biliyoruz ama bir Macar Yahudisi ile evlenen Baba Belge Türk olmuş oluyor. İlk Kurşun için, belli ki bu önem taşıyor.) yüksek mimar olan Burhan Asaf Belge ile evlenerek Türkiye’ye geldiğini özellikle vurguluyor ve bu iddiaların doğru olamayacağını söylüyordu. Başka rivayetler de var elbette, mesela Atatürk’ün Zsa Zsa Gabor ile ilişkisinden hemen sonra hastalanıp öldüğü gibi ve insanın aklına ister istemez bu söylentilerin ağırlığı ile mi M. Belge Atatürk ve TC düşmanı çizgisine girmiş olabilir, sorusu geliyor. En azından, acaba! Diyoruz.
Halil Berktay, Danyal Oral Çalışlar ile birlikte ( Osman Cengiz Çandar’ı da unutmamak gerek, hatta Berktaylara eleştiri giydirse de pek bir hükmü yoktur, Gün Zileli’yi de buraya koymalıyız ) , zamanında Doğu Perinçek’in en çok güvendiği kişiler arasındadır ve Perinçeki en son ve sessizce bırakmışlardır. Birisi özgürlükçü İslam ve Ermeni uzmanı, diğeri Berktay, özgürlükçü solcu ve Ermeni tarihçisi oldular. Osman Çandar'ın İslamiyet merakı ise çok öncedir ve Cumhuriyet gazetesinde geliştirmiştir. Şimdi Oral Berktay beyi de, Halil Çandar beyi de sollamaktadır. Gün Zileli ise, aynı noktaya bastığını titizlikle gizlemekle beraber, Anti-Stalinizm ve anti Lenincilik üzerinden ,"biz biri birimizi biliriz, solun ( ki hâlâ kapitalizmi anlatıyorlar) mirasından kalan en doğru yerdeyiz" şarkısını söylemeye devam etmektedir.
Halil Çalışlar, zamanında Oral Berktay bey ile birlikte hep köylüyü öne çıkartıyorlardı ve o mağara senin bu mağara benim devrim arıyorlardı. Herhalde orada bulamayacaklarını bildikleri ve daha çok bulmak istemedikleri için olsa gerek, devrimi hep karanlıklarda aradılar. Şimdi hepsinin karşısındadırlar ve daha önce mağaralardan köylülere, "düşman oligarşidir" deyyu bağırırlarken, artık onların, oligarşinin, cephesinde teselli bulmaktadırlar ama pek çok mutludurlar, hiç inanmadıkları devrimin karanlıklardan çıkıp gelememesi ve oligarşinin eteklerinin altından çıkabilip, çiçek bahçelerinde gezinti yapabilmeleri en çok bekledikleri sonuç idi. Şimdi biz demiştik demeleri bundandır.
Dün aydını tüketmek, aydın olmaktan çıkartmak için kodlanan bu sahte solcular, aydını kırıp, devrim kapısından dönerken üzerlerine gelenleri de kılıçtan geçmişler ama aydını kırmayı ve devrim kapısına koşmaya devam edenleri kılıçtan geçirmeyi, solu devrim kapısını bulamayacak şekilde kırmak üzere yaptıkları için, yaptıklarını yeterli bulmayıp, solu topyekûn kırmaya devam etmişlerdir. Hâlâ devam ediyorlar ve artık cephaneleri tükendiği ama kırmaya hükümlü oldukları için zırvalamayı bile göze almaktadırlar. Sol içinde kalıp, yer yer ahmağa yatmaları bundandır.
Aydını olmayan bir solculuğu model yapmaya çalıştıkları apaçık ortadadır. Dün de, bu gün de, renklerinde, aydının düzene müdahale ederek iktidara gelmesini günah belletmeye çalışmak vardır. Bu nedenle ve korkuyla bu müdahalenin soldaki adı olan parti fikrine şiddetle karşı çıktılar ve önüne hep, Marksizm’e dayandırarak, sivil toplum örgütü misli particikleri çıkardılar. Şimdi hepsi, Küreselleşmenin emrindedir. Sivil toplum örgütlenmesi, tarihte de her zaman, toplumsal dinamikleri devlete bağlama aracı olmuştur. Bu gün küreselleşmenin dünya devleti perspektifi, sivil toplum ve tarikat örgütlenmelerine dayanmaktadır. “Zor”u ise hep vardır onu ayrı tutuyoruz.
Ortak noktaları mı, elbette var ve çok nettir, şimdi hepsi aynı yerdedir, İsrail’e, AKP ye, Fetullah Galen’e ve İslamcı Kürtlere pek çok yakındırlar. Bir şey daha var, en çok söz ettikleri insana, insanlık vermeyi reddediyorlar, tıpkı Kundera'nın roman kahramanı, başsız ya da köpek başlı insanları pek seviyorlar. Çünkü ancak öyle körler sağırlar ve dilsizler sürüsü, düzenle ittifak kurabilir ve işte bu nedenle Nazım’ı da artık yok saymak gerektiğinde birleşiyorlar. Nazım’ı, başsız ve beyinsiz resmedemedikleri için, Nazım resmini topyekûn kazımak istiyorlar. Oysa Nazım, sanki Halil Belgelere inat, BENERCİ KENDİNİ NİÇİN ÖLDÜRDÜ başlığıyla, "Delikanlım" diyordu,"Senin kafanın içi yıldızlar, karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir." diye devam ederek "yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir" diyordu.
Oral Belge misli kafa taşıyanlar, buna pek bir öfkeleniyor. Bir başka ortak noktaları daha var ki, Oral Berktayların parçaladıkları şaşırtmacalı edebiyat bunun içindir ve artık hiçbir özenleri yoktur, çünkü kitlesel sürü yapma imalatının sonuna gelindiğini düşünmektedirler, kapitalizmin kendini çoktan feshettiğini ve "U" dönüşü ile tarihin gerisine, aynı topraklar üzerinden daha geri bir medeniyete döndüğünü, kendini mahkûm ettiğini de diyebiliriz, örtmeye çalışmaktadırlar.
Çünkü tek söyledikleri, onca şaşırtmacalı edebiyatlarına rağmen, sadece ve sadece "kapitalizmi sosyalizm yenemez" yani "benim efendimi kimse yenemez" ana fikridir. Evirip çevirip,"Sosyalizm mümkün değildir dememek" için,"sosyalizm de kapitalizmin bir versiyonudur" demektedirler ki, Berktay evirip çevirmede usta olduğu için, mülakat ona düşmüştür ve dediği, "piyasa ekonomisi ile özel mülkiyeti çıkar, işte sana sosyalizm" dir. Ve bunu derken sosyalizmin de eninde sonunda bir kapitalizm olduğunu ve moderniteden öteye gidemediğini öne çıkartıyor.( vurgusu Moderniteye de öfke bilediğini yansıtıyor ama Berktay’ın amacının da konuyu çorbaya çevirerek içinden çıkılmaz bir şekle sokmak olduğunu sezgisi ile konuyu dağıtmasına yardımcı olmak istemiyorum)Ama burada devreye, Dognati pregnata, yetişmek ve geçmek politikasını sokuyor ve "bu daha beter" diyor ki, böylece Leninizm’den pek bir nefret ettiğini, Leninsiz bir Marksizm’i daha kolay evirip çevirebileceğini düşündüğünü ele veriyor. Tarihsel geri kalmışlığı aştığı ve gelişmiş bir kapitalist ülkede beklenen devrimi, geri topraklarda gerçekleştirdiği ve gelmeyeceği yönde ümit taşıyanların oyununu bozduğu için ve şimdiye kadar için için, şimdi ise kusarak ve daha çok da, gelişmiş kapitalist ülkelere yetişip, onları geçmeyi başardığı için ve sadece bunun için kızdığını ama sosyalist bir düzenin ( her ne kadar sosyalist dönüşümleri gerçekleştiremese de) yıkılışından hiçbir üzüntü duymadığını aksine zil takıp oynadığını ama daha fazla devrimci ve daha çağa yakışır sosyalist olduğunu ise bu tarihsel gerçekliklere ama onların üzerini örterek bağlayıp öne çıkartması, dediğim gibi, sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş sol/sosyalist düşünce taşıyan insanları şaşırtamıyor. Bütün cümleleri böyledir ve tekeller adına sıkıyor ve bir de aynı noktada birleşen tarihsel gericilik ile dinsel gericiliğin adına sıkmasını, öfkesinin kabarıklığının hâlâ devam ettiğinin yansıması olarak görmek gerekiyor. Sosyalizme düşmanlığını, daha fazla sosyalist olduğunu göstermeye çalışarak anlatıyor ama sadece müritlerinin aklını şaşırtabiliyor, çünkü şaşırtılmaya mahkûmdurlar, akıl taşıyan en sıradan insanın aklını ise şaşırtamıyor.
Marksizm’i yaşatan, canlı tutan ve bugüne taşıyan Rusya Marksizm’i ve Sovyet sosyalizmidir. Bu gün geldiğimiz noktada, Marks’ın düşüncesinin temellerinin çok sağlam biçimde ve ayakta durduğunu görmek için çok zeki olmaya ve çok fazla Marksist olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yeter ki bağımsız bir akıl ve düşünme dinamiğine sahip olunsun.
İşaretlerine gelince, Sovyet deneyimi, sosyalist düzenin işçi sınıfının düzeni olduğunu pratik olarak ve yaşayabilir olarak gösterdi. İlkinin Paris Komünü olduğunu söylememe gerek yoktur ama yine de söylemiş oluyorum. Marks’ın düşüncesinde, İşçi sınıfı ile sosyalizmin özdeşliği pratik değil, teoriktir. Yani Marks, sosyalist düzenin işçi sınıfının düzeni olduğunu söylediği zamanda, bunun ikna edici kanıtları ve pratiği mevcut değildi.
Sovyet sosyalizmi, bunu çürütülmez bir biçimde kanıtlamıştır. Bu, Marks’ın düşüncesinin en temel biçimde ve en silinmez biçimde doğrulanmasıdır.

Emek süreçleri belirleyicidir. Eninde sonunda Türkiye’de ve bütün dünyada bütün kaygılar kaynağını burada buluyor ve bu sürecin belirleyiciliğinden kaygı duyanlar, bütün güçlerini bu sürecin önüne yığıyor. Emek süreci, Marks’ın düşünce sistemini doğrulamaya ve belirleyiciliğini korumaya devam ediyor. Bu doğru olmasaydı Amerikan askerlerinin Arap çöllerinde mevzilendirilmesine ve Türkiye’nin 12 Eylül rejiminin bütün politikalarını emek süreci üzerinde yoğunlaştırmalarına gerek olmazdı.

Bir işaret daha var, Tarihin lokomotifi, sınıf mücadelesi olmaya devam ediyor. Ve bu gerçekliğin üzeri bütün çabalara rağmen örtülemiyor ve bu bile, yani sınıf mücadelesini köreltmenin bütün gelişmiş ve gelişmemiş ülke politikalarının odak noktasını oluşturması, yalnızca ve yalnızca, sınıf mücadelesinin, tarihin ilerlemesinin lokomotifi olmaya devam ettiğinin göstergesidir. Murat Berktayların da Marksizm’den bir türlü çıkamamasını bu göstergeden saymak yerindedir.

Berktay da Marksizm’in bu üç temel noktasını biliyor, duyumsuyor ve hatta bundan korkuyor ve bunun için de, Marksizm’den çıkamıyor ama eviriyor çeviriyor, laflarını bu temel gerçekliklerin üzerini örtecek şekilde diziyor. Fakat kandırdıkları, kanmaya hazır olan müritleridir, akıl taşıyan ve aklı tutsak olmayan, onca ideolojik saldırı ve şaşırtma altında sıradanlaşmış ama özünü yitirmemiş insanları ise kandıramıyor. Aksine özünü canlandırıyor, onları çapsızlığını ve sahtekârlığını fark ettiği bu eski sol gömlekli aktörlerin put kırıcısı konumuna ilerletiyor.
Sona bırakmıştım ama böylece Berktay’ın üzerindeki eskimiş yaldızları kazımış oldum ve altından çıkanın koca bir yalan ve çapsız kalmış bir sahte aydın ve sahte solcu olduğunu göstermiş oldum. Gösterdim derken, görmeye ehliyeti olanları kastediyorum.
Danyal Oral Çalışlar mı, Murat Belge ya da Berktay mislidir. Danyalla devam ediyoruz, hepsini özgürleştiriyoruz. Daha doğrusu ne kadar özgür olduklarını ve o derece solun içinde sola ihanet etmeye devam ettiklerini göstermeye çalışıyoruz. İstedikleri budur, ihaneti ve sola düşmanlığı bir potaya sokmak ve sol adına model yapmak.
Danyal mı? Diye sormuştuk, Danyal bey, Oral Çalışlar, sanırım bu ismini pek sevmiyor o nedenle pek kullanmamaktadır, pek duymuyoruz yani, Emin Çölaşan'ın Hürriyet gazetesinde yayınladığı liste bir yana, Dava arkadaşlarından Hasan Yalçın’ın kaleminden de aktarılıyor ki, bir Amerikan ya da Alman kuruluşundan Dolarla takviye edilmiş "aydın madalyası " alanların başında geliyor. Listede Ertuğrul Kürkçüyü de görüyoruz, görmeseydik şaşardık diyoruz, aynı yerdedir ve Oral bey, Danyal Çalışlar, sadece bin dolar aldığını bizzat kendisi deklare ediyor.
Hasan Yalçın’ın aktardığına göre, daha sonra kendisine köşe verecek olan Cumhuriyet Gazetesini kaynak göstererek,1999 yılında Abdullah Öcalan'la gerçekleştirdiği bir mülakatı kitaplaştırdığı için DGM de 13 ay hapis cezasına çarptırılmış ve bu cezayı Amerika'nın Sesi radyosu 56 dilde protesto ediyordu. Aynı anda TÜSİADın o zamanki başkanı Erkut Yücaoğlu, Oral Çalışlar’ la Tarsus Amerikan Kolejinden arkadaş olduğunu deklare ediyordu. Hürriyetten Hadi Uluengin, milli ve ünlü dönektir, köşesinde Çalışlar’ın şerefine kadeh kaldırıyordu. Her yerde bir Oral Çalışlar aşkı baş gösteriyordu.
Ardından Almanya’dan gelen bir davet ile şansı döndü. Çağıran ve götüren "Hamburg Sosyal İncelemeler Vakfıdır" Oral Çalışlar’ın kafası gövdesinde mi tespit etmeye çağırıyorlar. Kafası gövdesinde olmayan aydın modeli temel hedeftir. Vakfın finansörü, sigara tekeli Philips Reemstamdır. İşleri organize eden, Vakfa bağlı aynı isimli enstitüden, Türkiye’yi Ermeni soykırımcısı ilan eden DR. Tessa Hoffmann var. Nazilerin, gaz odalarını Türklerden öğrendiğini söyleyen ünlü Alman istihbaratçı. Alman gizli servisi BND nin Türkiye-Kafkaslar masası şefi. Tıpkı Amerikan masa şefi Fuller gibi. Hasan Yalçın, Danyal Oral Çalışlar, artık Herr Daniel olmuştur diyor. Sonra Daniel Oral Çalışlar’ın Murat Belgelerle ve Berktaylarla aynı noktada birleşecek olan serüveni başlıyor. Şimdi o noktadayız ve Berktay net olarak ortaya koyuyor.
Sırada, Oya Baydar var, Aydın Engin’in zevcesidir, ya da Aydın Engin onun kocasıdır, aynı kapıya çıkıyor. Behice Boran'dan izinle aniden 1974 yılında, Hikmet Kıvılcımlı’yı öne çıkartan bir dinamikle TSİP’İN kurucularından oluyor. İzin faslı kendi söylemidir, kitabında var, sormuş ve Boran Kurabilirisiniz demiş, pek inandırıcı olmasa da, kendisini bağlar. Önemli olan, TKP nin pek itibar etmediği Kıvılcımlı’yı bayrak ederek aniden kurulan bir TSİP in olmasıdır. Kurulmuştur ve Belki daha kuruluş tamamlanmadan, Oya Baydar'ın rüzgârı TKP ye dönmüştür. Belki kurmak, Oya hanımı kesmemektedir ve daha derindekini, en illegalini ve elbette en yüksektekini aramak, Oya hanım için daha büyük bir komünist dalganın üzerine binmek mislidir. Olabilir ve olmuştur, aramış bulmuş ve TKP ye girmiştir. Aydın Engin de aynı yerde aynı rüzgârdadır. Birliktedirler demek istiyorum. Politika gazetesi bu karededir. Öncesinde Yeni Ortam var. Ve arkasından Vedat Dalokay'dan satın alınarak Maden-İş’e geçen ama bir süre sonra, yani bir süre TKP nin yayın organı olarak devam edip, iflas eden Politika geliyor. Oya hanım ve Aydın Engin Bey iflas etmemiş, sol mecralarda dolaşmaya devam etmişlerdir. Sol dalgayı pek seviyorlar.
Oya Baydar, Aydın Engin çifti, sol dalga olmazsa gelecek olmadığını da biliyor. Sol dalgada kalmaları, onlar için yükselen her dalgaya binebilmelerinin anahtarıdır. Oya hanımın yazar olması da, solda anılması da, dalgaya zamanında binmesi ve zamanında inmesi iledir. Üniversitede verdiği tezlerini üniversite hiç almamıştır, tezlerini indiği bindiği dalgalara vererek bu açığı kapatmaktadır. Kapatabiliyor mu, hiç sanmıyorum. Ancak indiklerine de, bindiklerine de küfür ederek bu açığı kapatmaktadır diye düşünebiliriz. Artık hiçbir dalgaya binemiyor, çünkü dönekliğin zirvesinde, en gelişmiş noktasındadır, mürtecidir ve conserve olmuştur. Erguvanlı bir kitabı vardı, pek bir övdüler, sonra herhalde en sondur, Melek hanımla birlikte, iskambil kâğıdının kupa kızları misli bir kapakla yeni bir kitap çıkarttı, bu da çok bir övüldü ve tek yergi, dizin eksikliğidir.
Kitaptaki süslemelerinden biri, işkencelerini, işkence görmediğinin üzerini örterek tasvir etmesidir, model solcu olmak için gerekiyor. Gözünü bağlayıp, işkence aletleri önünde, bir tokat atarak sorguya çekilmesi Oya hanımın tek işkence macerasıdır ama o tasvirini genişletiyor. Oya, işkencecisine "terbiyeli ol " diyor ve tokadı yiyor,"Bu kötü muamele, işkence, ona iyi gelmiş",öyle söylüyor. Ve "onca saat, onca kötülük çişi bile gelmemiş". Bunu da Oya Hanım söylüyor. Best seller yazan Oya Baydar budur. Otur demişler ve oturmamış, direngenliği budur ve tekmeyi yiyip oturmuş, muhtemelen bu da iyi gelmiştir. Ve gördüğü işkenceleri anlatmak zor gelirmiş ve bilirmişiz ama o devam ediyor,"Dayak, tokat, tehdit, yere atıp tekmeleme, başını duvara çarpma, işkence feryatları dinletip daha fazlasını yaparız demeler, bunların hepsi oldu" diyor. Çok fena işkence görmüş ve bu işkenceler ona iyi gelmiştir.
Şimdi Oya hanımı, elektrik alanlar, falaka ile tımar edilenler, Cop sokulanlar, Filistin askısını tanıyanlar, tabutluklarda boyu kısaltılanlar pek bir acıyarak vah vahlıyarak okumaktadır. İç çekiyorlar mıdır, bilmiyoruz. Dediğine bakın, bir ara " ...CHP gençlik kollarında" imiş,"slogan atmış, çok geniş bildiri dağıtmış, yer yer gösteri ve protestolar planlamış". Hem yalandır ve hem de sol rüzgârın CHP de yüksek olduğunu düşündüğü bir zamanda CHP dalgasına binmenin hayalini taşıdığını yansıtmaktadır. CHP de, üniversite kantininde DP li sağ öğrencileri halk adına yargılamışlar. Böyle söylüyor. CHP ye hiç uymuyor. Oya Baydar süslemelerine devam ediyor, o mahkemelerde bulunanlardan bazılarının,Ergenekon davasının avukatı olduklarını ekliyor. Bir hocamız vardı, severdik, onu aklıma getirdi. Sanırım yetmişli yaşlarda idi, çok net görünüyordu, herhalde Oya Baydar yaşındadır, yaşını gizlemeyi bir savunma mekanizması sayıyor gibiydi, sordurmazdı da, söylemezdi de. Tek bir kitabı var ve tezdir ama kabul edilmiştir. Biyografisinde doğumsuzdur. Kitabı yazarken ve yazmak için dünyaya gelmiş gibidir. Oya Baydar da herhalde böyledir ki, süslemelerindeki masalların geçtiği tarih 1960 iken, şimdi elli yıl olmuştur ve o halk mahkemecisileri şimdi herhalde 70li yaşlardadır ki, öyle birilerini, hem de CHP den göremiyoruz.
Ve Oya Baydar, her şeyin farkındadır, kimsenin dediklerini yemeyeceğinin farkındadır yani ve o nedenle olsa gerek," yeni bir dünyanın kurulmakta olduğunu kabullenemeyen Ortodoks çevrelerden kimlerin neler söyleyeceğini biliyorum" diyor ve ekliyor "Biri burjuva, diğeri küçük burjuva, iki tuzu kuru kadın oturmuş dönek, dönek konuşuyorlar" diyeceklerini söylüyor. Bu dediklerini de okuyan "Ortodoksların", "Peki ya nasıl konuşuyorsun? " diye de ilave edeceklerini eklemeyi ise unutmuş görünüyor.
Ben ise hiçbir zaman komünist görmediğim, hatta asla solcu görmediğim bu, döne döne nereye savrulduğunu dahi göremeyen kadına, ancak "hadi oradan sen kimi kandırıyorsun" diyorum, hem dedikleri için ve hem de dediklerini yerleştirdiği defteri, bir edebi eser gibi yutturmaya çalıştığı için.
İşte Berktay'ın övgü ile ve modelleştirerek öne çıkardığı soldan miras kalan üçüncü parça, bu "yok" hükmündeki, dönekliğin zirvesinde olan, içlerinde taşıdıkları bir başka miras artığının dediği gibi,"öyle bir dönmüşler ki, döndükleri yerde bile olmadıklarını" görememektedirler, artık düzenin konservesi olmuş sahte aydınlardır.
Bazıları daha önde ve Mürteciliği daha öncedir, bazıları geriden gelmekte ve mürteci olmak için ne kadar çırpınırsa çırpınsın liyakatlerinin boyu kısa kalmaktadır ve o nedenle daha büyük yalanlarla mülakatçılara malzeme verecek cümleleri kitaplarına serpiştiriyorlar. Ve o nedenle değnekçi misli övgücüleri hazırdır. Kitaplarını Ortodoks solcuların, bunu aklını kaybetmemiş veya aklı geriletilmemiş solcular, olarak almak yerindedir, okumayacağını bildiği için, mürtecilik basamaklarını tırmandığının işaretlerini ilgili alanlara vermek istiyor ama yine de pek fazla gören olduğunu sanmıyorum. Çünkü çokturlar ve bazılarının konserveliği, daha sonra ortalığa yayacağı koku üzerinden Ortodokslukta direnenleri çuvala doldurmak için buzdolabında bekletiliyor.
Oya hanımın, hep yükselen dalgalara bindiğini ve şimdi en son yükselen dalganın üzerinde olduğunu, yükselen dalga dinsellik, gericilik ve osmanizasyondur, feodalizmle aynı yerdedir ve Türkiye’de öne çıkan figürleri, İsrail, AKP, Fetullah ve gericileştirilmiş Kürtlerdir, gösterdiğimi sanıyorum.
Oya Çalışlar Hanım da, Murat Berktaylar gibi, bu yükselen dalganın üzerine binmektedir. Tıpkı Ajda Pekkan’ın, Türkiye’nin 3ncü sırada olduğu yoksulluk rüzgârının üzerine binip Somali'ye gitmesi misli binmektedir. Ajda hanımefendi, güzel zannettiği sesiyle şarkı söylemekte; Oya hanım, güzel dizdiğini zannettiği cümlelerle yalan sıkmaktadır. İkisi de aynı yerdedir. İkisi de eninde sonunda bu dalgadan düşecek ve binecek başka dalga bulamayacaktır. Bunu görüyoruz.
Berktay’ın, Marks’tan bir türlü çıkamadığı halde, Marksist bir tonda, Marksizm’in kurucularının dediklerini evirip çevirmesi, Dühring'le yarış etmesi ve dahi, yine de asıl hınzırlığı Lenin’e ve Leninizm’e yüklemesi, bunu düne kadar içten içe, şimdi ise kusarak yapması, bu dalgayı kaybederlerse, binecek başka dalga bulamayacaklarının bilincinde olduğunu gösteriyor.
Zülfü Dicleliye gelince, yıllar önce, TBKP üzerine topladıkları bir sempozyumda dedikleri yeteri kadar öğretici idi ve bundan geri durmuş değildir, aksine biraz daha ileri gidip, vazgeçtiği sosyalizmden vazgeçmek gerektiğini, o gün, insanların artık sosyalizm mosyalizm konuşmadıklarını, böcekleri, çiçekleri konuştuklarını şahit göstererek öne çıkartırken, bu gün sosyalizm düşmanlığını gizlemeden, yeni bir sol gerektiğini ve bunun da, Liberalizm ya da Neo -Liberalizm olduğunu Müritlerine ya da Kuyerel cemaatine anlatmaktadır. Başka kimsenin ciddiye aldığını sanmıyorum ve Zülfü'ye fazla yer ayırmamış oluyorum. ABD-AB emperyalizminin oyunlarına,12 Eylül rejiminin yeni versiyonu ile diktatoryal bir feodal yapılanmasına, bu çerçevedeki bütün işbirlikçilere dikkat çekenleri TÜSİADçı, Milliyetçi ve hatta faşist Kemalist yollu yaftalarlarken, Dün TÜSİAD ın başkanlığını yürüten ve YENİ DEMOKRASİ hareketi ile politikaya atılan eril Boyner'in, şimdilerde ise, AKP nin 12 Eylül rejiminin yeni versiyonu olan dinci-feodal diktatoryal konuşlanmasının, yönetenler cephesindeki konsensüsü sağlamak üzere, hukuksal dayanağını oluşturmaya kapı açacak olan ve yine TÜSİADın patronu olan dişi Boyner'in Anayasa değiştirme çalışmalarının sadık izleyicisi ve destekçisi olmayı solculuk olarak yutturmaya çalışanları kim ciddiye alabilir ki, müritlerinden başka.
Ancak itiraf etmeliyim ki, bir süredir ben ciddiye alıyordum ve bu şaşırtmaca içindeki sahte sol gömleklilerin müritleri üzerindeki çalışmalarının, müritleri ile bulaşık dolaşan kimi sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş olduğuna inandığım insanların da aklını bozacaklarını düşünüyor ve ideolojik şaşırtmalarını çürütmeye çalışıyordum, oldukça etkili olduğumu, sık sık ve çok mantıksız hakaretlere ve engellemelere maruz kaldığım için görebiliyordum. Ama artık, ilan ettiğim üzere, ahmaklıkta diretenlerle, sahtekârlıkta yarış edenlerin arasında kıl kadar bile fark kalmamıştır, o nedenle sadece ve sadece, Engels’i takip ederek, Murat Berktay ya da Oral Baydar misli Marksizm’i evirip çevirerek, Lenin’i baş müsebbip göstererek, bu toprakların sol/sosyalist hareketinin tarihini çarpıtarak, bir taraftan mürteciliklerini gizlemeye çalışırken, diğer taraftan mürteciliklerini model göstermeye çalışanların üzerine ANTİ-DÜHRİNG sıkıyorum. Sıktığım vardır ve henüz savunmaya geçmemişlerdir. Zırhları var ve sıktıklarım belli ki deymiyor. Sıktıklarım sadece Dühring müsveddelerine bir ok mudur ve hiç mi deymeyecek? Dühring'in Zırhı daha kalındı ve üstüne üstlük, önünde Alman Komünistlerinin en ileri gelenleri kalkan olarak duruyordu ki Engels farkındadır, Dühring’e sataşmayı, bir ekşi elmayı ısırmak olarak görmektedir. Ama Engels öyle bir ısırdı ki bu ekşi elmayı, ok misli yönelttiği okları, aynı şimdi olduğu gibi, Dühring’e deymedi, çünkü Dühring bu okların deymesini sessizlikle önledi amma ve lakin sıktığı oklar, Alman komünistlerinin kafasında şimşekler çaktırdı ve Engels’in haklılığı, Dühring’in paçavra durumu bütün netliği ile ortaya döküldü. Fakat asıl ortaya dökülen, Alman komünistlerinin tam olarak özümseyemedikleri Tarihsel ve Diyalektik materyalizmdir ve Alman Komünistler pek bir güzel özümsemiş oldular. Bize de, Engels’ten en değerli miras misli, ANTİ-DÜHRİNG gibi bir tuğla kalınlığında yapıt kaldı. Eksiği var mıdır, vardır mutlaka ama görmek ve tamamlamak, tamamlama cesareti ve bilgisi olanlara düşecektir. Berktayları bunun dışında ve karşısında sayıyoruz.
Buraya kadar dizdiğim cümleler de, Dühringvari zırvalayanlar için, ortaya sıktığım ANTİ-DÜHRİNG tir. Engels’e şükranlarımla tekellerin ideolojik silahları olarak, akıl bozucu ideolojik sis bombası atanlara, bütün Dühring müsveddelerine ANTİ-DÜHRİNG sıkmaya devam ediyorum.

Az kalsın Nabi yağcıyı unutuyordum, gerçi Nabi'ye dair söylenmedik bir şey kaldı mı bilmiyorum ama yine de bir iki cümle kurmazsak olmaz herhalde.
Nabi Yağcı’nın, Yeni Çağ dergisinin 17.sayısındaki "Yeniden örgütlenme görevi" başlıklı yazısında,"1973–1980 döneminde TKP nin elinde olanaklar var olduğu halde, demokrasi ve demokratik haklar için CHP ile işbirliği yapılmadığı için eleştirilmesi gerektiğini" söylediğini ve " parti, kısaca aşırı muhalefet partisi konumundaydı. Tüm devrimci sola egemen olan sol sekter çizgi bizde de egemendi. Temel politika ya da temel politik strateji devrim beklentisine dayalı idi." dediğini hatırlatmanın yeterince öğretici ve aydınlatıcı olduğunu düşünerek;
Bu söylediklerinin aslında Nabi Yağcı’nın İ.Bilen'e yükledikleri olduğunu; Oysa Nabi Yağcı’nın, CHP ile yakınlaşmak için elinden ne gelirse yaptığını, sadece DİSK teki uzmanlığı sırasındaki faaliyetlerini, yani DİSKi nasıl, DİSKin tepesine yetkili sorumsuzlar olarak paraşütle inip, bir sürü manevra ile DİSK’teki sosyalist sendikacıları tasfiye etmeleri bir yana, Genel-İş in kitleselliğini de kullanarak CHP üzerinden Burjuvaziye teslim etmelerini hatırlayarak görebilmenin mümkün olduğunu söyleyebiliyorum. Bu gün bu gerçeklik çok daha net olarak önümüzdedir ama söz gümüşten de geri düşürülerek, paslı teneke misli orta yerde bırakıldığı için, sükûtun altınlığı peşinde koşmak en geçer hüner haline gelmiştir ki, kimseden bir söz çıkmamakta, söz söyleyenler ise teneke çalıyor misli kabul edilmektedir.
Nabi Yağcıların, DİSK’teki hünerleri budur ve ayrıdır. Nabi Yağcı’nın, parti içindeki bütün devrimci çıkışlara karşı koyması, devrim beklentisine yönelik bir beklenti yerine reformlara dayalı bir politik strateji için canla başla çalışması ve sonunda da başarılı olması ise apayrıdır.
Dersler farklı farklıdır ve hâlâ Berktay'ın çaldıkları teneke sayılmıyorsa, Yaşar Kemal'in roman kahramanı köylünün elindeki arzuhale bakıp,"ölmüşüz de habarımız yokmuş" dediğini hatırlamalıyız.
Kimse ifade ettiklerimde hakaret aramasın, ben kim ne derse desin, Türkiye’nin sosyalist, komünist hareketini çarpıtmak için her türlü hüneri geliştirenlere ve bu hünerlerini bu alanda ve bu alanla bağlı yerlerde gösterenlere karşı, kendi bildiğimce, kişisel olarak tarih yazmaya çalışıyorum. Eğer Oya Baydar'ın her dediğinde, kişisel tarih çalışması tadında bilgiler alındığı yönlü övgüler bu alanda da uçuşursa, bu uçuşan övgülere konu olan bilgilerin yalana ve çarpıtmaya dayalı bilgiler olduğunu göstermek de benim kişisel tarih yazımım alanına girmektedir.

Fikret Uzun

23 Ağustos 2011