24 Mayıs 2011 Salı

12 HAZİRAN SEÇİMLERİ VE MARKSİST TUTUM ÜZERİNE

12 HAZİRAN SEÇİMLERİ VE MARKSİST TUTUM ÜZERİNE

12 Hazirandan sonra turnusoller çok hızlı çalışacak. Gerçekliğin yansısı daha net yayılacak. Ben bu notları tarihe asarak büyük kolaylık sağlıyorum. Ben hep derim, sosyalist iktidar yürüyüşü şakaya gelmez, bu yürüyüşte ideolojik tartışmada empatiye yer yoktur. Çünkü bu yürüyüş çelik çomak oynayarak ilerlemiyor. Boykot ise, kitleleri ve özellikle de, devrimci bakışla yüzünü gerçeklere dönenlerin kafasını karıştırıyor. Zaten yoğun bir ideolojik saldırı varken, bu boykot şiarı ile öne çıkmak tam bir emperyalist oyun dinamiğidir. Hele ki, düzenden kopuşa methiye düzer gibi bunun simgesi olarak boykotu öne çıkaranların, düzenden demokrasi beklemesi, talep etmesi, dilenmesi ne derseniz deyin komik oluyor. İnsanları bu kadar mı salak zannediyorlar. Kimileri, çok sonrasının konusu olan işçilerin vatanı yoktur şiarını öne çıkartıyor, kimileri de yine komünizm evresinin konusu olan insanın insan moduna yükseltilmesini kendine bile en yabancı olduğu bir zamanda insanı öne çıkartarak sapla samanı karıştırıyor, sınıfsal bakışın önüne set çekiyor. Kimisi de, boykot ile sıkışan çaresiz kalan egemen sınıfın ve onun tetikçilerinin çaresi olacak bir dinamik geliştirmeye çalışıyor.
Politika birincisi güç biriktirme sanatı ise, ikinci önemli yanı düşmanı kesin hatlarla belirleme sanatıdır. Boykot bu işlevi görmüyor. Ortada bunu destekleyecek bir birikim olmadığı gibi, bunu öne atanların da asıl dinamikleri demokrasi olduğuna göre demokrasi ya da demokratik hakları kazanmak için geçerli bir yöntem değildir. Bunun koşulları elbette vardır ama o gün bu gün değildir. Lenin şubat devrimi patlak verdiğinden iki ay sonrasına kadar devrimin patlak verdiğinden bile haberi olmamışken, haberi olduğunda hemen Rusya’ya dönmüş ve Nisan tezlerini ortaya atmıştır ve bunları ortaya attığında etrafındaki herkes kendisini neredeyse delirmiş olarak nitelemiştir ve Kerensky hükümetinin bu günkü hükümetten bir farkı varsa o da ortada asıl egemen olarak çarın olmasıdır. Şimdi ise, bunun simetriği var ve çara methiyeler düzülmekte, çarlık düzenine kapıları ardına kadar açmak modelleştirilmektedir. İşte Lenin bu zamanda, hem Menşeviklerin ve diğerlerinin boykot zırvalıkları ile mücadele etmiş, hem de Kerensky hükümetinin provokasyonlarını bertaraf etmeye çalışmıştır. En önemli yaptığı işi sorarsanız, o gün için tabii, Menşeviklerin Kerensky'ye karşı kitlesel bir yürüyüş tertiplemelerini engellemesidir. Şöyle der,"şimdi kitleler ve özellikle işçiler yanımızda değil ama Kerensky'i tanıdıkça hepsi yanımıza gelecek." ve haziran ayına gelindiğinde kendinden emin Kerensky büyük bir miting düzenler ve kalabalığın büyük çoğunluğu o kısa sürede Lenin'in dillendirdiklerini dövizlerine yazmış ve Kerensky'nin burnuna sokmuştur, ondan sonrası ise Kerensky'e zafer değil, yıkım getirmiştir. Ekim devrimine giden yolda Lenin güçleri böyle biriktirmiştir. Eğer takip ediyorsanız, Lenin ikili iktidardan söz eder ve iktidarı burjuvaziye bırakır ama dışarıda şuraları örgütler yani Sovyetleri. Dolayısıyla hem hükümeti dışarıdan zaptı rapta alır hem de iç yüzünün kitlelerce görünmesine olanak sağlamış olur. Buna da Menşevikler karşıdır ama tarih Lenin'i haklı çıkarmıştır.
Burada boykot konusunda edebiyat parçalamayacağım, bunun için, referandum öncesi söylediklerim kaynaktır. Ve zaman beni haklı çıkardı. Şimdi de farklı durum yok. O gün boykot AKP nin elini güçlendirmek ve anayasa değişikliği ile yönetici sınıflar arasındaki çelişkileri düzlemek ve sonrasında yani işte bu günden sonra ikinci aşamada anayasayı toptan değiştirip dinci-faşist-feodal bir cumhuriyetin anayasal yolla halka dayatmanın bütün kapılarını açmaktı. Birincisi, yoğun bir ihanet dinamiği ile kotarıldı ama emekçiler Kürt ve Türk halkı aynı yerde durmuyor. Bölge halkları da, dünya halkları da durmuyor. Ama emperyalistler yerinde saydığı gibi, hatta geriliyor. Onlar gerilerse, işbirlikçileri de gerilemek durumundadır. Çevrenize bakın siz de göreceksiniz. İşte şimdi politika önümüzdedir ve bunu sınıf bakışı ile temellendireceksek, boykot bu politikanın güç biriktirmesine ve egemen sınıfı püskürtmeye, kitleleri hareketlendirmeye ve en önemlisi düşmanın kesin hatlarla çizilmesine yaramaz. Demokrasi isteyenlerin, düzenin ifadesi olan bu demokrasiyi uzun zamandır diline dolayanların, şimdi boykot ile düzen dışı dinamikleri işaret etmesi kimseyi hareketlendirmez ve bunun bir tertip olduğunu anlar. 12 Haziran AKP nin ölüm kalım günüdür. Ama daha çok emperyalist burjuvazi için böyledir. Eğer 12 Haziranda AKP istediği milletvekili sayısını çıkarırsa ABD nin çizdiği rotada aksama olmayacaktır. Her ihtimale karşı CHP nin AKP lileştiririlmesi de bunun içindir. Kürt coğrafyasından CHP de çekilmiştir. Evet, ben de biliyorum, vur birini ötekine aynı ses çıkar ama dedim ya kitleler bu aynıları, farklı sanıyor, henüz ayırdında değil. Ama bunu sağlamak boykotla olmaz. Çünkü boykot bu aynıların konsensüsünü güçlendirecektir. AKP nin çok güçlü bir noktadan seçimi kazanması, diğerleri ile konsensüsü garantilemesi demektir. Ama tersi olursa ve hele ki, meclise bu oyunları bozacak bir damar sokulursa, her birinin tabanındakilerin aslına dönme süreci hızlanacaktır ama en önemlisi AKP eliyle ve diğerlerinin katkısı ile Türkiye’de oynanan oyunların başarısı engellenecektir, güç biriktirmenin önündeki engeller hızla ortadan kaldırılacaktır. Çünkü kitleler illüzyondadır ve bu illüzyondan çıkmaları için boykot şoku değil, AKP nin güçten düşürülebileceğini gösteren gerçekliğin şokudur aslolan. Ama başaramazsak,13 Hazirandan hemen sonra dinci-faşist-feodal cumhuriyet tepemizdedir. Kimse, ama kimse hatta bu dinamiğe yardım edenler bile bu tepeye inenin şiddetinden kurtulamaz. Son olarak, neden cumhuriyet güç birliğinden söz etmiyoruz, etrafında bile dolaşmıyoruz. Bu gün hem yerleştirilmek istenen düzene, hem Türkiye’nin parçalanmasına ve hem de ABD emperyalizmine dolayısıyla en kararlı biçimde AKP iktidarına karşı mücadele eden, üstelik zindandan mücadele eden başka hangi dinamik var. Nihai çözüm mü? Elbette değil ama oyunları bozmak ve güçleri biriktirmek işçilerin hafızasına kavuşması için gereken zamanı kazanmak için başka seçenek yoktur. Çünkü oyun hem çaresizlerin oyunu, hem yüz yılların deneyimine sahip olanların, hem de ekonomik ve zor gücünü elinde tutanların oyunu. O nedenle bu oyunu bozmak için akıl dinamiklerinin sağlıklı işlemesi gerekiyor. Ve siz hem düzen içinde güç peşinde olanlardan söz ederken DHF'nin bu temelde bir çakma yapı olduğunu görmezden geliyorsunuz. Kitlelere demokratik haklar için mücadeleyi salık veren ama bunun içine BOYKOT yöntemini öne koyanlar, emperyalist burjuvazinin laboratuar ürünüdürler. Bunlara yöneltilen egemenlerin saldırısını pek önemsemeyin. PKK'ya da bundan yüz kat şiddetli tazyik yaptılar ama şimdi pazarlık yapılıyor ve emperyalizmin, onun işbirlikçisi ezen ulus burjuvazisinin elinden devlet neredeyse zorla verilmeye çalışılıyor. Çünkü verilen devlet Kürtlere değil, verilen devlet İsrail’edir. Eğer emperyalizm bir ezilen ulusa, sömürülen ve geri bıraktırılmış emekçi halka devlet bahşediyorsa, onu istediği zaman geri alır. Ama buradaki devlet, bölgede bütün devletleri küçültüp yükseltilen bir büyük emperyal devlettir. Ucu da açıktır. Tamamen emperyalist emellerin sonuç noktasının ifadesidir. İşte şimdi bu noktada tıkanma var. ABD-AB oldukça çaresiz ama vazgeçmiyor vazgeçemez de. Ve onların üzerine üzerine tersinden esen rüzgârın da farkındalar. Çaresizliklerini çareye döndürmek için, kitleleri çaresiz ve güçsüz bırakmaktan vazgeçmeyecekleridir. Bu "BOYKOT" dinamiği de bundan ayrı değildir. Siz katılmayabilirsiniz ama ben tarihe notumu düşüyorum ve eğer akılla hareket ediyorsanız dediklerimi elbette süzgecinizden geçirirsiniz, akılla hareket ettiğinizde ısrar edip, tutumunuzda da ısrar ediyorsanız, bu da tarihe not olacaktır ve turnusoller hızlı hareket ediyor ve çıplaklıkları su yüzüne çabuk çıkartıyor. Size ahmak da, sahtekâr da demiyorum ama ortada bir politik cambazlık var ve bunda diretmek ve bunu akılla yaptığını iddia etmek politik ahmaklıktır, yok ahmaklık kabul edilmiyorsa, ortada bir sahtekârlığın pençesinde debelenmek ya da bizzat bu sahtekârlığın bir parçası olmak vardır. Ben bunu kaydediyorum. Ahmaklığa yatılarak sahtekârlığın örtülemeyeceğini söylüyorum. Ve son olarak da ahmaklıkta ısrar etmenin, sahtekârlığa eş değer olduğunu söylüyorum. Çünkü tarihin ilerleme çizgisi sahtekârlığı da, ahmaklığı da kaldıramayacak denli hızlı akıyor. Bu dediklerim küfür değildir, hakaret, aşağılama hiç değildir. Sadece tarihsel sorumluluğun gereğine işaret ediyorum. 13 Hazirandan itibaren göreceğimiz netliğin şimdiden resmini çiziyorum.
Fikret Uzun
24. Mayıs 2011

18 Mayıs 2011 Çarşamba

S. SIRRI ÖNDER MARKSİZMİ ELEŞTİRİYOR MU YOKSA KARŞI MI ÇIKIYOR

S. SIRRI ÖNDER MARKSİZMİ ELEŞTİRİYOR MU YOKSA KARŞI MI ÇIKIYOR
EMEK VE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU BAĞIMSIZ ADAYI NE KADAR SOSYALİST?
Neşe Düzel nasıl ki daha önce Radikalde, en son Taraf gazetesinde, bildik kişilerle ve bildik sorularla mülakatçılık yapıyorsa, Nuriye Akman’da, ZAMAN gazetesinin mülakatçısıdır. İşlevleri aynıdır.

Nuriye hanımefendi, “ Ben sizde filozof bir yan da gördüm Senaryo kanaviçe gibi işlenmiş” diye konuya girip, “Sizde başka bir damar da var sanki Solcuların o acı dili yok sizde” diye devam ederek, daha Sırrı Süreyya’ya sorularını sıralamadan, Sırrı bey coşuyor; *

“Yazı ile uğraşan bir adam olduğundan, Sinema ile profesyonel bir ilişkisi olmadığından ama çok sıkı bir izleyici ve merak eden bir adam olduğundan, İyi ustaların elinde yetiştiğinden, sosyalist gelenekten geldiğinden ve babasının berber olduğundan ve de TİP in Adıyaman il başkanı olduğundan ve evlerine Boranın, Sargının ve Gezmişin gelip gittiğinden…” dem vuran bir girişle, Coşkunluğunu taşırmaya başlayarak; Moda terimle şifreyi verir. Verdiği Şifre önemlidir, böylece “yedi yaşından itibaren okuma sürecinin içerisine bütün Risale-i Nur külliyatını da dâhil ettiğini Çünkü babasının böyle bir gelenekten geldiğini; Dayısının da insan güzeli, bir Nur şakirdi yani Nur cemaatinin üyesi olduğunu ve çocukları çok ciddiye aldıklarını öğreniyoruz” Ama daha da önemlisi, “şansının” nereden geldiğini öğreniyoruz.

Biz de, bundan farklı bir şey söylemiyoruz. Sırrı Beyin yaptığı ise, bir yanıyla, şansını artırmak için mülakat vermek ise, diğer yanıyla bizim baktığımız yerden gördüklerimizi teyit etmektir.

Gördüklerimiz çok öncedir ve birçok yerde daha önce gösterilmiştir. Anlatımı aşağıdadır.

Merhaba
Bugünlerde internette Marks'a ait olduğu söylenen bir ifade her soydan ve boydan anti-komünist, oportünist, Marksizm düşmanı, neo- liberal eski solcular, yaranmacı devşirmeler tarafından dillerine
pelesenk edilmiş olup, buradan hareketle Marksizm'i idealizme yaklaştırmanın kapısını açmaya çalışmaktadırlar. Hep söylerim, Marksizm'i eleştirmek başka şeydir, karşı çıkmak ayrı bir şey. Marksizm'i eleştirmek için öncelikle Marksizm'i ona katkı sağlayabilecek derecede anlamak ile mümkündür.

Marksizm'i anlamayanların onu eleştirebilmesi mümkün değildir. Bu anlamda dün de, bu gün de Marksizm'i bilgisizlikle eleştirenlerle, Marksizm'e karşı olanlar aynı çizgide birleşmişlerdir. Bu, Marksizm’in ifade ettiklerinden çıkarılan anlamların karşılıklı eleştirisi değildir, bu bizzat Marksizm'e karşıtlık temelinde ifadelerini evirip çevirmek ve idealizmle yakınlaştırmak için yapılan bir eleştiridir. İşte bu nedenle ideolojik mücadele ve bunun için de ideolojik donanım olmazsa olmazdır.

İfade şöyle ve ifadeye yaklaşım da beraberinde gelmektedir; Pirimiz, “Materyalist kadercilik diyebiliriz belki!”diye başlayarak, "Marks, 'Tarihte ne olmuşsa başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur.' “ diyor Ve devam ederek,”Bunun kaderle arasında ince bir çizgi var. İslam'da kader mevzuu biraz ferasete bırakılmıştır. Cüzi iradeyle külli iradenin etkileşimi, İslam mütefekkirinin de içinden çok net çıkamayıp iman perdesine bıraktığı bir meseledir." Diye devam ediyor.

Evet, böyle diyor yazarımız; on parmağında on hünerini Risale-i Nur Külliyatının ışığından almış kendi savlarını vitrin yapmak için ve “şansını” biraz daha artırmak için, bu ifadeye can simidi gibi sarılan yazar ve bundan kendi bakış açısına yaklaşmış bir Marksizm, kendi deyimiyle bir "materyalist kadercilik çıkartıyor" Marks'ın Bu ifadesi, üretimdeki gelişmeler ile tarihsel ilerleme arasında ilişki kuran materyalist tarih anlayışının bir ifadesidir.

Ekonomik bir olgu olan sınıfsal eylem ile toplumsal hareket arasında herhangi bir tarihsel ilişki kurulamayacağını düşünenler bu ifadeye sıkı sıkı sarılmaktadır. Bunun çıkış ucu, bu güne kadar ki tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu yadsımaya götürür.
Tarihi yaratan toplumsal varlığın iradesi, sınıf mücadeleleri içinde gerçeklik kazanır. Öte yandan bu tarihsel iradenin kendiliğinden ortaya çıkacağı gibi bir düşünce de savunulamaz.

Bu konuda mutlak bir tarihsel zorunluluktan hiçbir biçimde söz edilmemiştir. Tam tersine, tarihi yapan insanın, aynı zamanda tarihsel koşulların belirlenimine tâbi olduğu vurgulanmış ve bu yüzden devrimci kuramın kılavuzluğuna gereksinim duyulmuştur.
Böylece, burjuvaziyle olan mücadelesinde devrimci kuramdan yoksun bir işçi sınıfının devrimci bir pratik ortaya koymasının mümkün olmayacağını gören Marks, proletaryanın kendini dönüştürmeden maddi dünyayı dönüştüremeyeceğini belirtmiş olmaktadır.

Marksizm'in düşmanlarının ve elbette Marksizm'den ölümüne korkan emperyalist kapitalizmin, Lenin'i Marksizm'den ayırmak istemelerinin nedenini ve önemini anlatan bu ifadeyi, internete girdiğinizde hemen hemen bütün antikomünist ve anti Marksist ve metafiziğin gücünü şişirme meraklısı, idealist kişi, kuruluş ya da grup varsa diline doladığını ve sicilli devşirmelerin bu ifadeyi bulmak için epeyce göz nuru dökmüş olduklarını görebilirsiniz.

İşte Lenin'in önemi buradadır, çağdaşları olan diğer Marksistlerden ayrıldığı ve öne çıktığı ve Marksizm'in Marksizm-Leninizm olarak tarihe geçmesi, Marksizm'i bir ulusal kütüphanenin vazgeçilmez felsefe kitapları arasında raflarda kalmaktan ya da üniversitelerde ders kitabı olarak okunan bir felsefe kitabı olmaktan kurtararak, dünyayı değiştirici, dönüştürücü bir kuram olduğunu pratikte gösterebilecek denli anladığı ve anladıklarını ona kattığı içindir. Bu denli katkısı olduğu içindir ki, Lenin'i, Marksizm düşmanları her fırsatta Marksizm'den ayırmak istemektedirler.

Bu nokta çok önemlidir. Bu noktaya Stalin üzerinden Lenin'i Marksizm'den ayırma kıvamına getirerek ilerlenmekte ve beraberinde, kendi yaşadıkları tarihsel koşullarda Marks ve Engelsin bütünsel olarak anlatmaya çalıştıklarının içinden Marksizm'i tahrif etmek ya da başka ifadeyle burjuva ideolojisine uyumlu hale getirmek için öne çıkardıkları, her tarafa çekilebilecek ifadelerle Marksı daha kolay gözden düşüreceklerini hesaplamaktadırlar.

Acı olan, bugün bu çabaların ne yazık ki, tekellerden çok, eskiden Marksizm'i savunan ve bugün de Marksist olduğunu iddia edenler tarafından yoğunlaştırılmasıdır.

Bu çabalar, bir taraftan da, bu çabaların sahiplerinin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Şöyle ki, Lenin'i Marksizm'den ayırmaya haklı ton vermeye çalışanların, daha ayıramadan, Marks'ın "Tarihte ne olmuşsa başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur." İfadesinin, üretimdeki gelişmeler ile tarihsel ilerleme arasında ilişki kuran maddeci tarih anlayışının bir ifadesi olduğunun üzerinden atlayıp, bir çırpıda idealizmle özdeşleştirmesi, bu ifadenin, tarihi yaratan toplumsal varlığın iradesinin sınıf mücadeleleri içinde gerçeklik kazandığını anlattığını, buradan hareketle, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu işaret ettiğini görmezden gelerek, daha doğrusu üstünü örterek, bütün bu olanların, bütün bu gelişmelerden bağımsız bir metafizik gücün varlığı ile ilişkili olduğunu bu ifadeye dayandırmaya çalışmaktadırlar.

Oysa tam da burada Marksizm'den ayırınca, Marksizm'in çağa daha uygun olacağını iddia ettikleri Lenin'in, Marks ve Engelsin ifadelerini pratiğin sınamasına tabi tutarak yerli yerine oturtan; Marksizm'i, Marksizm-Leninizm yapan kişi olduğunu bizzat kendileri göstermiş olmakta iken, Lenin'in, tarihsel süreçte özneye verdiği etkinlikteki diyalektik yaklaşımını kavrayamamaktadırlar bile.

Marks'ın, yaşadığı çağa egemen olan ve toplumsal varlık olarak insanı veya onun iradesini dışlayan tarih anlayışları ile hesaplaşma çabasını, 19. Yüzyıla kadar geçerli olan felsefenin, tarihi daha çok öznel ve rastlantısal olgulara bağlı olarak kendiliğinden gelişen bir süreç olarak görmesindeki yanlışlığı göstermeye çalıştığını ve bu ifadeleri dile getirdiği tarihsel koşulları dikkate almadan bu ifadenin gerçekte ne anlama geldiğini, Lenin'i hesaba katmadan da pratikte nasıl sınandığını göremeyiz.

Başka bir acı durum daha var ki, buna nerdeyse hepimiz seyirci kalmaktayız. Bunun temel nedeni de, Marksizm diye diye, Marksizm'den bir haber olduğumuzu unutmamızdır. Daha da, vahimi unuttuğumuzu kabul etme erdemliliğini gösteremememizdir.

Diğer yandan, eğer önemliyse, sadece Süreyya Önder'in dedikleri önemli değildir, örneğin Önder, "Diktatörlerin aptallığını "Beynelmilel'de gösterdiğini söylüyor, bu mu önemli kelam,oysa diktatörlerin diktatörlüğünün, karşısındakilerin edilgenliğine bağlı olduğunu, daha açıkçası onları daha fazla edilgen hale getirmek için edilgenliklerinden yararlandıklarını söylemek nesnelliği daha net ifade etmektedir. Ve sözünü ettiğimiz, burjuva diktatörlüğünün biçimi olan Faşizmdir. Ama diktatörlükleri, sınıfsal temelinden ayırırsak, diktatörlükleri de, diktatörleri de bütün nesnel sınıfsal ve tarihsel olguların üstünde, bu olgulardan bağımsız bir düzleme koymuş olur ve onları yendiğimizde, burjuva diktatörlüğünü de, faşizmi de, yenebileceğimiz yanılsamasına kendimizi kaptırabiliriz. Buna felsefi
ton bile verebiliriz.

Ve Süreyya önder tam da bunu yapmaktadır. Yukarıda alıntıladığım ve eleştirdiğim ifadesini, diktatörlükleri sınıfsal temellerinden ayırarak, bütün diktatörlüklere karşı olmanın mantıksallığını göstermesi açısından vitrinine koyması başka nasıl açıklanabilir ki? 12 Eylülde,18 yaşında olduğunu söylüyor ve 12 yıl verdiler diyor. Kime vermediler ki, ondan daha gençleri yaşını büyütüp asmadılar mı? Biz ise daha az ceza ile 12 Eylülün zindanlarından kurtulduk ama bu bizim söylediklerimizin önemini azaltır mı ya da yok saymayı gerektirir mi? 12 Eylülün İşkenceleri, elbette hiçbirimizin hafızasından silinmeyecek izler bırakmıştır. Ama sadece Sayın Önder'in gerçeği değildir ve bu işkencelerin hesabı, yalnızca işkenceyi yapan ve yaptıranların ellerini, emir verdiği dillerini kesmekle sorulabilir mi.

Bu işkencelerin hesabı, o işkencelerin kaynağından yani burjuva diktatörlüğünden yani tekellerden yani hala devam eden tekellerin düzeni olan 12 Eylül rejiminden sorulursa, en azından hedefi bu olursa bir anlam taşır. Gerisi, gördüğümüz işkencelerden muzdarip oluşumuzu ve bunun baş aktörlerini yani 5 tane generali ağlamaklı bir tonla birbirimize şikâyet ede ede, bu şikâyetleri 12 Eylül rejiminin, tekellerin işleme koymasını istemeye yöneltmekten başka bir şey olmaz.

Oysa bizim ağlamaya değil,12 Eylül rejimini sürdürenleri, bu rejimi yerleştirenleri, tekelleri ve onlara yaranmaya çalışanları ağlatmaya gereksinim duymamız söz konusu olmalıdır. Hesap böyle sorulur. Aksi takdirde, 12 Eylül diktatörlüğüne karşı çıkarken,12 Eylül rejimini meşrulaştırmış oluruz. Asıl olan 12 Eylül rejimine karşı bir irade geliştirmektir. 12 Eylülün diktatörlerinden hesap sormak bunun içindedir.

12 Eylül rejimine karşı bir irade geliştirilemezse, 12 Eylül diktatörlerini nasıl yargılayabiliriz ki. Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, bir 12 Eylül diktatoryasında yaşarken, aynı diktatoryanın, kendi mimarlarını yargılamasını beklemeyi sol bir tonla sol kadroların önüne koyabiliyoruz.

Kaldı ki, kitlelerin böyle bir dinamik içinde olmadığı da açıkça görülmektedir. Öyleyse hala kendimizi kandırmanın âlemi yoktur. Bu düpedüz 12 Eylül rejiminin, emperyalist kapitalizmle entegrasyonunun, doğasına uygun olarak, kendine has faşist diktatörlüğünü gerçekleştirmesinin dayanaklarının da tamamlanmasına yönelik, hukuksal düzenlemelerine geçit yaratmanın zeminini oluşturmaya yönelik bir manevradan başka şey değildir. Bu, onlar açısından bakıldığında anlaşılabilir ama buna sol ton vermek tekellerin oyununda ki kiri pası temizlerken, buna sol ton verenleri kire pasa bulamaktadır.

Diğer yandan, aynı düşünce tarzının vardığı nokta, bütün darbelere anlamında, bütün diktatörlere karşı olma dinamiğidir ki, bu ise darbelerin, diktatörlüklerin sınıfsal temelini, bunun egemen sınıfın politikalarının devamı olduğu gerçeğini görmezden gelme noktasıdır. Bu görülmezse ne olur, örneğin 12 Eylül faşist darbesinin daha 1978'lerden itibaren, yani daha Kenan Evrenin genelkurmay başkanlığı ufukta görülmeden önce, dahası 24 Ocak kararları alınmadan önce kurgulandığını göremeyiz. Olayın bir 11 Eylül- 12 Eylül mesafesinde gerçekleştiği yanılsamasına düşeriz. Ve daha önemlisi, bu darbenin, burjuvazinin yeni bir düzeni yani tekelci düzeni, yerleştirmesinin politikasının ürünü olduğunu göremeyiz. Bu gün içinde yaşadığımız rejimin de, bu darbenin ürünü ve devamı olduğunu göremeyiz.

Bunları göremezsek, daha neyi göreceğiz sorusu bir yana, göremezsek, 12Eylül diktatörlüğünü,12 Eylül rejimine şikâyet etme ve bu rejimde kalarak, onu meşrulaştırarak, 12 Eylülcülerden hesap sorulabileceği beklentisiyle ve sivil anayasa lafzı ile şimdiye kadar yerleşen faşist diktatörlüğün hukuksal dayanakları yetmezmiş gibi, bu faşist diktatörlüğün son hukuksal dayanaklarının da düzenlenmesine kitleleri ortak etmek ve bu dinamikle beraber, işçi ve emekçi kitleleri sınıfsal çelişkilerden uzaklaştırmanın dinamiklerini yaratmak kolaylaşacak, faşizmin sessiz sedasız, bütünüyle yerleşmesi tamamlanmış olacaktır.

Buradan hareketle,"bütün darbelere karşıyım" diyenlerin bu ifadelerinde sınıfsal bir temel olmadığını göstermek için, başka bir yerde yayınlanan mektubumda, 1988 de Nabi Yağcının da yargıçların dikkatine sunduğu gibi, 27 Mayıs devirmesi ile ilgili ifadelerimi tekrarlamak istiyorum; Nabi Yağcı,1988 de yargıçlara verdiği savunmasının 78. Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek; "1961 anayasası klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu." Diyerek, bu öngörülerinin asıl yönüne yönelemediğine vurgu yapıyor,"Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini tamamlama görevini" yerine getiremediğini söylüyordu.

Evet, Nabi Yağcı da, şimdi "bütün darbelere karşıyız" sloganına sıkı sıkı sarılıyor olabilir ama 1988 de böyle diyordu ve yanlış da demiyordu.

Biz tarihsel olgulara nesnelliği içinde yaklaşmak zorundayız ve bu yaklaşımımız bizi, yaklaştığımız olgunun tarafgiri yapmaz. Yani biz sosyalistiz, Kemalist değiliz ama bu bizim 27 Mayısın tarihsel gerçekliğinden uzaklaşmamızı gerekli kılmaz. Bu 27 Mayısçıların gerçekten, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıktığını yadsımamızı emretmez. 12 Martın, bir önceki başarısız müdahalenin içindeki kaypaklık gösterenleri de içine alarak, ordu bütünlüğü içinde 27 Mayısın geriletilmesine kapı açtığı gerçeğini yadsımamızı da emretmez.

12 Mart darbesi, 27 Mayısa toptan karşı çıkışı sergileyememiştir ama bu yönde bir dönüşüm başlatmış,12 Eylüle kapı açmıştır.12 Eylül faşist diktatörlüğü bu kapıdan girmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye'yi yönetemeyeceğini anlamalarının sonucudur. Bu anlamda, Nabi Yağcının, savunmasının 140. Sayfasında açıkladığı gibi,"Türkiye, 12 Eylül ile her alanda bir tarihsel çözülme süreci içine girmiş, en geriye özgürlük sağlanmış, en geri iktidara getirilmiştir. " 12 Eylül,27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyondur.

Dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonudur. 27 Mayısın sonucu,1961 anayasasıdır. Ve 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımı ve hızının dengelenmesi sağlanmıştır. Çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı sağlamıştır. Bu, şimdilerde sıkça öne çıkartılan bir mücadele dinamiği olan burjuva demokrasisini işaret etmektedir.
Bu işaretler, 27 Mayısı salt askeri bir hareket olmaktan çıkarmaktadır. Öyleyse "bütün darbelere karşıyız" derken bu gerçeklikleri hatırlamak gerekmektedir.
"Bütün darbelere karşıyız" demek, darbelerin toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi ve ordunun bu dinamiklerden herhangi birinin etkisinde ya da yönetiminde ve lehinde bu dinamiklere müdahale ettiğinin yadsınması demek değil midir?

Dün, Nabi Yağcı'nın dediği gibi, 27 Mayısın ve onun anayasasının, klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçladığında; sosyal devlet ilkesini benimsediğinde; bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açtığında ve ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyor olduğunda birleşilmesi söz konusu iken, bugün 27 Mayısın bu niteliğine karşı gerçekleştirildiği yani burjuva demokrasisinin bütün kurumlarını yok etmek için gerçekleştirildiği açık olan 12 Mart ve 12 Eylülün, 27 Mayıs ile aynı kefeye konulmasında birleşilmesini anlamak ve kabul etmek mümkün müdür?

Burada iki yönlü paradoks yaşandığına da dikkat çekerek bitirmek istiyorum. Birincisi, demokrasi mücadelesinden söz ederken ( bu burjuva demokrasisi için mücadeledir.) ,bu demokrasinin en son 27 Mayısla bu topraklara girdiğini ve 12 Eylülle çıktığını unutarak, demokrasinin yolunu gözlemek, ikinci olarak da, dönmeyi istediğimiz demokrasiyi ifade eden 27 Mayısı,12 Eylül ile aynı kefeye koyup,12 Eylül diktatörlük rejiminden, darbecilerin yargılamasını talep ederek demokrasiye geçileceğini ümit etmektir.

* http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=483811

11 Mayıs 2011 Çarşamba

TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ

TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ
Bu çağda gencinden yaşlısına, işçisinden, işsizine ve memuruna, kadınından, erkeğine kadar herkes, yani toplumun ezici çoğunluğu sorunlarla boğuşuyor ama bu boğuşma gölgesi ile güreş eder gibi oluyor. Gerçek anlamda bu sorunların çözümü nerededir sorusunu cevaplayacak nitelikte hâlâ somut bir yaklaşım geliştirememiş; Hatta işçiler bile, hemen hemen, kişisel sorunları bir yana, aynı toplumsal, sınıfsal sorunları yaşadıkları halde, hem farklı çarelere, hem farklı örgütlere, hem de birbiri ile kavgaya bile yönelebilmektedir.
Diğer yandan, onca yenilen kazıklara, vaatlerin üst üste yerine getirilmemesine rağmen, yine de aynı siyasi aktörlerin ya da örgütlerin oy deposu olmaya devam edilmektedir.
Ortada bir de Kürt sorunu var. Kimi der UKKTH; kimi der hem de hâlâ, Kürtler yabanıldır, onlara devlet mevlet yok, otursunlar oturdukları yerde; kimi der, Kürtler değil, onları kendi içindeki ağalık, beylik düzeni içinde olan, Türkiye’nin egemen burjuvazisi ile iş tutan kapital sahibi zenginler devlet ister; kimi der, verelim kurtulalım; kimi der, devlet verelim ama aynı zamanda da, Kıbrıs’ta olduğu gibi ekonomik olarak biz bakalım.
Kimi de der ki, Kürtlerin, özellikle de yoksul, emekçi Kürt halkının kurtuluşu Türkiye’nin işçilerinin, emekçi halkının kurtuluşu ile bağlıdır ve bunun anlamının, Türkiye’nin bölünerek küçülmesi değil, bölünmeden, büyüyerek Kürt ulusunun emekçi halkının, işçi sınıfının, köylülerinin demokratik bir kalkınma hamlesi ile Türk halkı ile birlikte düze çıkabileceğini söyler.
Bununla birlikte, Kürtlere özerklik bahane, emperyalizme ve tekellere devasa zenginlik akıtan musluklar şahane diyenler de vardır.
Uzatmayacağım, yani Türkiye’de her geçen gün, faşizm dişlerini göstermek üzere yerleşirken, yine her gün bu yerleştirme "ileri demokrasi "diye yutturulurken, bazı akıllılar hem bunu ileri demokrasi belleyip ve de belletip, hem de demokrasi mücadelesini temel sorun ve temel mücadele olarak alırken, bazıları daha ileri giderek, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sömürülenlerin hiçbir zaman iktidara gelmemesi gerektiğini, onların hep demokrasiyi genişletme mücadelesi vererek toplumu iyileştirmelerini yüce bir düşünce misli salık verirler.
Bazıları da vardır ki, insanın bilincini düzelterek, iyiden yana düşünceler kazanmasını sağlayarak, yani bireyi düzeltip toplumu da düzeltmiş olarak, mesela sömürünün bile ortadan kaldırılabileceğini, savaşların kalkabileceğini, çevre katliamının son bulabileceğini, şiddet, terör vesaireyi hortlatan saldırganlık içgüdülerinin terapiye tabi tutularak iyileştirilebileceğini dolayısıyla terörün ve şiddetin ortadan kaldırılabileceğini, hatta daha da ileri gidilerek, insanlara erdemli duygular aşılayarak, bireysel olarak bunu çoğaltıp, mesela hiç hırsızı olmayan toplum yaratılabileceği gibi birçok teori yanında, örgütlenme dinamiği öne sürülmekte, kafalara kakılmaktadır.
Öyleyse, sorunları çözmek için önümüze bir proje koymak üzere, hangisinin ne derece doğru ve hangisinin ne derece maksatlı olarak, insanların kafasını bulandırmak için ortaya atıldığını nasıl anlayacağız.
Bunda netleşmeden, sorunların çözümüne yönelik projeler nasıl gelişebilir ya da gelişebilir mi? O nedenle, Sorosvari örgütlerin Fonlamak amacıyla yönlendirdikleri projelerin, toplumda grift hale gelmiş sorunları tek tek çözmek bir yana, genel olarak bu sorunların kaynağından uzaklaştırmak üzere ve daha çok demokrasi ve insan hakkı, özgürlük, barış gibi temalar üzerine işlendiğini görmüyor muyuz?
Bu gün özgürlük derken, net olarak ne demek isteniyor? Hangi gencimiz özgürce görüş bildirebiliyor. Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik 1789 burjuva devriminin harcı olan yaklaşımlardı. Burjuva devrimini gerçekleştiren ve bunun için işçi sınıfı ile birlikte hareket eden yeni yetme burjuvazi, daha sonra iktidara geçince, hem işçi sınıfına ve hem de bu harca saldırmadı mı? Saldırırken hep evrensel barıştan, evrensel kardeşlikten, evrensel özgürlükten söz etmedi mi? Şimdi ise artık, o devre de çok geride kaldı. Şimdi tekeller daha çok kâr için, üretimi artırmaları da para etmediğinden, artı değerlerini yani işçilerin emeğinin ürettiklerinden çaldıklarını artırmanın telaşındadır.
Bu da daha çok baskı, daha çok kölelik demektir. Öyleyse, özgürlük bu noktada ne anlama geliyor. Uluslararası tekeller ta Çin’e, Endonezya’ya ne bileyim Nijerya’ya ya da başka bir ülkenin topraklarına girip üretim yapıyorsa, oradaki insanları iş sahibi yapmak, ekonomiyi canlandırmak için midir, yoksa çok daha ucuz iş gücü sağlamak ve çok daha fazla kâr elde etmek için midir? Bu nedenle işçileri vatansız, ne oldukları belli olmayan, dünya vatandaşı misli köleler yapmak istemiyorlar mı?
Ve daha birçok olguyu sayabiliriz ama uzadıkça uzar, sözün özü bütün bu dediklerimde hep birlikte fikir birliği içinde miyiz ki, Teoriden kaçıyoruz, eyleme geçilmesi gerektiğini haykırıyoruz, eylemi fetişleştiriyoruz.
Bu olguların üzerinden yükselen sorunlar, bu sorunların yarattığı ve keskinleştirildiği çelişkiler, teori olmadan çözüm yolunda değerlendirilebilir mi?
Bu gün dünyanın kapitalizmin barbarlık derecesindeki saldırısı ve sömürüsü koşullarında, bir taraf sürekli yoksullaşıp, yoksunlaşırken, kapitalistler ise hem merkezileşmekte, hem azalmakta ve hem de daha da zenginleşmekte dünyanın bütün doğal kaynaklarını bu uğurda talan etmektedir. Yani Kapitalizm, geldiği noktada artık hem işçi sınıfını, emekçileri ve ezilen halkları daha çok ezip, daha çok sömürmekte, hem de onların para vermeden kullanabilecekleri doğa ürünlerinden mesela suyundan, havasından, denizinden, güneşinden, ağaç gölgesinden onları mahrum etmekte, ederken de doğayı da geri dönüşsüz tahrip etmekte, mesela ozon tabakasını delmekte, kanseri artırmakta, balık neslini tüketmekte, doğaya zehirli atık atarak, gömerek nesillerin yavaş yavaş zehirlenmesine neden olmakta vesaire vesaire.
İşte bunlar ve diğer bütün üretim faaliyeti içindeki yaşamsal sorunlar, kapitalizmin geldiği son noktanın ürünüdür ve bunlarla nasıl baş edileceği konusunda envai çeşit proje geliştirilmekte, geliştirenler fonlanmakta ama değişen bir şey olmamaktadır. Yani sorunlar çözülemediği gibi, daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Çünkü dünyanın egemenliği, üretim araçlarının egemenliği, doğa üzerindeki hâkimiyet Kapitalistlerin elinden alınıp, dünyanın neredeyse toplamını teşkil eden, bütün zenginlikleri yaratan emeğin sahiplerine, onların nesnel ve öznel bağlaşıklarına verilirse ancak çözülebilecek sorunlar olduğunu onlar da biliyor ama gerçeklerin üstünü örtmek ve geri dönüşsüz bir köleler dünyası yaratmak için, var güçle demagojik, şaşırtmacalı, akıl bozucu projeleri ve propagandaları kitlelerin önüne koyuyorlar.
Öyleyse, gençler, bu gün üşenip, anı yakalamakla, yaşamakla vakit tüketirlerse, tükettikleri gelecekleri olacaktır. Bu da geleceğin tüketilmesinde kapitalistlerin ekmeğine yağ sürmek demektir.
Demek ki teori en önemli silahlardan biridir ve bu günlerde çok daha önemlidir. Ama teori öyle anı yaşar gibi, insanın aklına, bilincine, ruhuna, davranışına, sorun çözme hünerine, anı doğru yaşama yeteneğine içerilemiyor maalesef. Bunun için biraz akıl yürütmek, bunun için de aklımızı kendi elimize almak gerekiyor. O da okumaktan, okuduklarımızı eleştirmekten geçiyor. Yadsımıyorum, olmasın da demiyorum ama bir iki kelimeden ibaret aforizma tabir ettiğimiz sloganlaştırılmış sözleri bile yakalayamayan iletişim kümeleri ile bunu başaramayız.
O,sadece birbirimizle iletişim köprüsünü aynı renk ve tonda oluşturmamıza yarar ve bu da gereklidir elbet ama bu hâkim olursa, bir süre sonra o köprünün de rengi solar, tonları grileşir, kapkara bir hal alır ve de o köprüden birbirimizin yüreğine aklına yönelmemiz mümkün olmaz. Olsa da ki bu daha tehlikelidir, karanlık, nereye yöneldiğimizi görmemize engel olacağı için, muhtemelen hiç istemediğimiz veya ummadığımız bir noktaya ilerleyebiliriz ki, bu özünde gerilememiz demektir.
Bu nedenle, 80 kuşağının, belli oranda bir dünya görüşü var ve rengini 12 Eylül karşıtlığı ile boyamış olarak yer alıyor, bu dünya görüşünün şekillenmesinde bu rengin hakkını vermek gerekiyor. Bunun için de teoriyi küçümsememek, aksine çok daha fazla ciddiye almak gerekir.
Nazım ustanın dediği gibi, teoriyi ciddiye alacaksın, çünkü yaşamın sorunları ile baş etmeye çalışmak şakaya gelmez, anı yaşamaya çalışarak sorunları çözemeyiz de, çözümü için formüller de geliştiremeyiz. TEORİ BU GÜN EN DEVRİMCİ İŞTİR. ( diğer bütün yaşamsal görevleri askıya almadan tabii)

Teori, hem karanlıkta hareket etmekten kurtaracak, hem de özverinizin sahte dinamiklerce kullanılmasının önüne geçecek bir silahtır ama daha çok bu teori ile anı da, geleceği de bir bütün halinde ve geriden gelenlere yansıtabilecek iradeyi de kazanarak yaşamanın kodlarını sağlayacaktır.
Hem toplumun, hem bireysel olarak, bu temelde hareket etmeyen gençliğin bir adım önünde olmanın ve kendi geleceğini yönlendirebilmenin yanında, toplumsal gelişmeye de katkı olacaktır.
Bunları konuşmayacak, bunlar üzerinden fikir geliştirmeyeceksek, 80 Kuşağı rengi ile alanları doldurmanın, taraftar çoğaltmanın ne gibi bir kıymeti harbiyesi olabilir?
68liler bir rüzgârla ilerledi, hızlı ilerledi, 78lilerle aralarında çok mesafe bırakmadan 78 kuşağının koşusunu başlattı ve hâlâ iki kuşağın üyeleri de bu toplumda yerlerini korumakta ama daha çok bu kuşakların ruhu toplumun yüreğinde dolaşmaktadır.
Denizlere toplumun bu gün daha da fazla sahip çıkması, bu sahip çıkma üzerinden rol kapmak ve bu dinamiği sömürmek için oyunlar oynanması, bu toprakların iyiye, güzele olduğu kadar, doğruya ve yiğitliğe de yüzünü kararlı bir şekilde dönmüş damarları hâlâ akışkan olduğunu göstermektedir.
Şimdi 80 kuşağı, bu kuşakların üzerine ama arada bir boşlukla geldi. 80 kuşağının, bir taraftan, kendisinin elle tutulur, gözle görülür bir gerçekliği yaşamaktan uzak olması, diğer taraftan kendinden öncekilerin taşıdığı, eksiklikleri de, doğruları da süzgeçten geçirmelerinin ve kendi doğrusunu bulmalarının gerekliliği ona daha fazla sorumluluk yüklemekte, o oranda teoriye daha fazla eğilmesini gerektirmektedir.
68liler 40 ile 50 doğumlulardı. 12 Martı da 12 Eylülü de yaşadılar. 78 liler 55–60 doğumlulardır ve bunlar, 12 Martı daha çok 68 li ağabeylerinden dinlediler ama 80 kuşağı, 80 doğumlular ve 12 Eylülde bebek ya da çocuk olanların kuşağıdır ve onlar ne bizden ne de bizden öncekilerden kalanlardan 12 Martı da,12 Eylülü de dinleme fırsatı bulamadan büyüdü. Bu kopukluğu ve karanlık boşluğu doldurmak ve yepyeni bir düzlemde yaşamın yeşil ağacının yeşil rengini toplumsal gelişmeyi tarihin nesnel ilerleme çizgisi ile örtüşecek biçimde ana kanala akıtabilmek için, özveriyi geçmişten bağımsız ama onu inkâr etmeden göstermek şeklindeki tarihsel bir sorumlulukla yüz yüze kalmışlardır.
Bu sorumluluğu yerine getirmek için özveri göstermeleri, onlardan hemen sonra yaşama adım atan kardeşlerini de, geçmişin eksikli ve yanlış bakışlarından ama daha çok da bilinçli olarak, sahtekârca bu güne monte edilmeye çalışılan, hatta geçmişteki isimlerini de ön plana çıkararak monte edilmeye çalışılan eksikli ve yanlış düşüncelerden koruyacaktır.
Bunun için hâlâ en ileri ve en bilimsel teori ile yakınlık kurmak, onu küçümsememek, onu şakaya getirmeden ele almak bu gün onları güçlü yapacak ve geçmişten gelen ufuk karartan, perspektiflerini zayıflatan tehlikelerden koruyacaktır.
Bunu kendilerinden sonra geleceklere ve bu topraklardaki ezilen, sömürülen emekçi halklara borçlular. Ama en çok kendilerine borçlular.
Fikret Uzun
Mayıs 2011

6 Mayıs 2011 Cuma

İDEALİZM VE MATERYALİZM

DURKHAYMCILIK DA BİR İDEALİZMDİR.

Toplumbilimci Durkhaymcılar, tanrı bilimi ve metafiziği mahkûm ederler. Evrimleri içinde değerlendirilen toplumsal olayların(hukuk, töre, kurumlar vb.)elverişli ya da elverişsiz ön yargılardan uzak,”olumlu” bir şekilde incelenmesini ileri sürerler. Ama istemekle yapmak arasında çok yol vardır ve Durkhaymcılar da, böylece İdealizmden kurtulmuş olmazlar.

Genel olarak burjuva toplum bilimcileri, maddi değişmeleri “kolektif bilinç” in gelişmesi ile açıklarlar. Bu kolektif bilincin kendisi de, gizemli bir şey olarak kalmaktadır. Bu durumda toplumlar tarihi, daha antik çağdan beri insan bilincinin bir yerinde uyuklayan özlemlerin derece derece gerçekleşmesi şeklinde ortaya çıkıyor.

Kolektif bilinç neden şu şekilde değil de, bu şekilde evrim gösteriyor bilinmez.
Aslında toplum bilimciler, üretimin, sınıf savaşımının, tarihin devindiricilerinin ne olduğunu bilmez. ( bazıları da bilmek istemez) Yüzeyde kalırlar. Örneğin, toplumsal güvenliğin var oluşu, “fikirlerin gelişmiş olması”ndandır. Bütün bunlar,”bilincin ilerlemesi” sonucuna varır.

Proudhon da, idealizmin en ateşli şampiyon savunucularındandır. Ona göre, toplumların tarihi, insanlığın başlangıcından beri “bilinç” in içindeki kendiliğinden var olan “içkin” adalet fikrinin derece derece cisimleşmesidir. Böylece üretim ilişkileri insanlığın kişiliksiz aklı içinde uyumakta olan iktisadi kategorilerin gerçekleşmesi olmaktadır. Bu yaratılmamış bilinç, Proudhon’un deyimiyle “toplumsal deha” ,bütün tarih boyunca vardır ve her şey onunla açıklanır, kendisinin açıklanacak bir şeyi yoktur. Ve bilinç bugün neyse, her zaman o olduğuna göre, Proudhon buradan tarihin gerçeğini bile yadsımaya varır.

Marks, Felsefenin Sefaleti adlı eserinde, Proudhon’un, “öyleyse, bir şeyin belirdiğini, bir şeyin üretildiğini söylemek doğru değildir; evrende olduğu gibi uygarlıkta da, her şey ezelden beri vardı, hareket etmekteydi. Bu toplumsal ekonominin tümü için geçerlidir.” Dediğini aktarmaktadır.

Öte yandan Proudhon, kendi devrim sistemini Tanrı esini sitemine karşı çıkartır. Cizvitlere, ilahiyatçılara karşı atıp tutar. İşçi sınıfının partisini bir kiliseye benzeten de odur.

Marks, yine Felsefenin sefaletinde, “Bay Proudhon ile birlikte kabullenelim ki, gerçek tarih, yani zaman sırasına göre olan tarih, düşüncelerin, kategorilerin ortaya koymuş bulundukları tarihsel sıralanmadır.” Demektedir.

“Her ilke, kendisini içinde ortaya koyacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. Otorite ilkesi, örneğin,11.Yüzyıla sahipti. Tıpkı bireycilik ilkesinin 18.yüzyıla sahip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya göre ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye aitti. Başka bir deyişle, ilkeyi yapan tarih değil, tarihi yapan ilkeydi.
Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak için, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasında değil de, neden 11.ya da18. Yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanların 11.yüzyılda nasıl olduklarını,18.yüzyılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki gereksinmelerinin, üretici güçlerinin, üretim biçimlerinin, üretimlerinin, hammaddelerinin neler olduklarını – kısacası, bu var olma koşullarının ortaya çıkardığı insanlar arası ilişkilerin neler olduklarını-inceden inceye incelemek zorunda kalıyoruz.
Bütün bu soruların altından kalkmak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu insanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir?
Ama insanları kendi tarihlerinin oyuncuları ve yazarları olarak sunduğumuz anda,- dolambaçlı yoldan – gerçek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğumuz ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsunuz
M.Proudhon, bir ideologun, tarihin anayoluna ulaşmak için tuttuğu patika boyunca dahi yeterince yol almış değildir.“ sayfa 120–121

Marks, bunları ifade ettikten sonra, Altıncı gözlem başlığı altında,”M.Proudhon ile kavşağa birlikte varalım” diye başlayarak; “ değişmez yasalar, ölümsüz ilkeler, ideal kategoriler olarak görülen ekonomik ilişkilerin, etkin ve enerjik insanlardan önce var olduklarını teslim edeceğiz.” Diyerek sürdürdüğü eleştirel gözleminde, Proudhon’un yaptığının, tarihi açıklamaya çalışırken, tarihi yadsımak; toplumsal ilişkilerin peşi sıra ortaya çıkışını açıklarken, herhangi bir şeyin ortaya çıkabileceğini yadsımak; bütün evreleriyle üretimi açıklarken, her hangi bir şeyin üretilip üretilemeyeceğinden kuşku duymak olduğunu gösteriyor.

Ve “bu amaçla yeni bir akıl icad ettiğini, bu aklın ne saf ve bakir mutlak bir akıl, ne de farklı dönemlerde yaşayan ve hareket eden insanların sıradan akı olduğunu, bunun apayrı bir akıl olduğunu -kişi-toplumun aklı olduğunu- özne olduğunu, insanlığın aklı olduğunu ve M.Proudhon’un, bunu zaman zaman toplumsal deha, genel akıl ve nihayet insan aklı olarak biçimlendirdiğini” ifade eden Marks, “bunca ad ile süslenmiş bu aklın, iyi yanı ve kötü yanı ile panzehirleri ve sorunları ile Proudhon’un bireysel aklı olarak yine de kendini ele verdiğini “ belirtiyor.

Buradan varacağımız sonuç şudur, idealizm fikirleri bildirir, ilan eder, onlara geçit yaptırır ve “aşağılık” materyalizmi, fikirleri yadsımakla suçlar. Oysa materyalizm, fikirleri yadsımadığı gibi, onların gerçek anlamını ve varoluş nedenlerini yani toplumsal fikirlerin, tarihin maddi nesnel gelişmesinin yansısı olduğunu ortaya koyar.
Ve böylece, Materyalizm, gerçekte idealizmin, fikirleri ne kadar az anlıyorsa, o kadar çok sözünü ettiğini de gösterir. İdealistler, fikirlerden her şeyi açıklamalarını ister ama fikirler onun için açıklanmaz kalır.

MATERYALİST DİYALEKTİK TEZ

“Doğanın, varlığın, maddi âlemin ilk veri, oysa bilincin, düşüncenin ikinci veri, türev olduğu doğru ise; maddi dünyanın, insanların bilincinden bağımsız olarak var olan nesnel gerçeklik olduğu, oysa bilincin bu nesnel gerçekliğin bir yansıması olduğu doğru ise, bundan çıkan sonuca göre, toplumun maddi yaşamı, toplumun varlığı da, aynı şekilde ilk veridir. Buna karşılık, toplumun manevi yaşamı, ikincil bir veri, türevdir. Toplumun maddi yaşamı, insanların iradesinden bağımsız olarak bulunan nesnel bir geçekliktir. ,oysa toplumun manevi yaşam bu nesnel gerçekliğin yansısıdır.” Stalin-Leninizm’in Sorunları s–664
Dinin nesnel idealizmi, Rönesans’tan itibaren, bilimlerin gelişmesiyle her yandan top atışına tutulmuş ve 18.yy da materyalizmin darbeleri altında belini doğrultamayacak hale gelmişti.
Bu tarihten itibaren, Materyalizm karşısında büyük darbe alıp, batmaya yüz tutan dinin nesnel idealizminin yerini, yeni bir idealizm biçimi aldı. Bu idealizm, İngiliz piskoposu Berkeley’in adına yazılmaktadır.
Bu idealizmin amacı, maddi ilkenin dünyada var olmadığını tanıtlamaya çalışarak, bilimsel buluşların teorik önemini baltalamaktır. Ancak engizisyon dönemi çok gerilerde kalmıştır ve Materyalizmin engizisyon ateşinde yakılması mümkün görünmemektedir. Öyleyse, Maddenin bir kuruntu olduğuna ilişkin karar çıkartılacak ve böylece, gerçeğe dayandığını öne süren bu felsefeye son verilecekti. Bundan böyle yalnızca “bilinç” üzerinde felsefe yapılacak ve bilincin sınırlarını aşan her şey felsefi olmayan ilan edilecektir.
Lenin, Ampiriokritisizm çalışmasında, Berkeley’den şu sözleri aktarmaktadır.“Madde, bir kez doğadan sürülüp atıldıktan sonra, tanrı bilimciler ve filozoflar için, onların görüşlerini karartan, gözleri önünde birer perde olan bir sürü kuşkucu ( tanrıtanımaz) ve dinsiz yapıları da ve bir sürü tartışmaları ve karmakarışık soruları da kendisiyle birlikte alıp götürür; madde, insana o denli yararsız iş yüklemiştir ki, bizim ona karşı ileri sürdüğümüz kanıtlar, pek tanıtlayıcı olmasaydılar bile, bu yüzden gerçeğin ( feodal ideolojinin) ,barışın( feodal düzen) ve dinin tüm dostlarının bu kanıtların yeterli sayılmasını istemek için, her türlü nedene sahip olduklarına daha az inanmış olmayacaktım.” Sayfa–18–19
Berkeley, başka bir yerde şöyle der; “Eğer bu ilkeler kabul edilmiş ve onlara gerçek gözüyle bakılmışsa bundan şu sonuç çıkar; tanrıtanımazlık ve kuşkuculuk, ikisi birden tamamıyla yenilmiştir, karanlık sorunlar aydınlanmıştır. Hemen hemen çözülmez olan güçlükler çözümlenmiştir ve aykırı düşüncelerden hoşlanan insanlar sağduyuya varmışlardır.”
Berkeley’in yaptığı, bilimin bütün buluşlarına, özellikle matematikteki sonsuz derecedeki küçük sayılar hesabına çatmaktır. Onları saçma, mantıksız ve aykırı düşüncecilik olarak ilan etmektir.
Berkeley’in görüşleri, çağdaş idealizmin özünü belirler. O nedenle Berkeley’in görüşünü incelemek önemlidir.
Berkeley’in sistemi hakkında,”…insan aklı ve felsefe için ne utanılacak şeydir ki, hepsinin en saçması olduğu halde, savaşım verilmesi en güçlü olan sistemdir.” Diyen Diderot, bu sistemin gerici önemine vurgu yapıyor ve Berkeley’in idealizminin ne tür bir idealizm olduğunu şöyle açıklıyordu “ sadece kendi varlıklarının, kendi içlerinde birbirlerini izleyen duyumların bilincinde olan başka bir şeyi kabul etmeyen bu filozoflara idealist denir.”Ampiriokritisizm-sa–27
Şu halde söz konusu olan, bizim düşüncelerimizin, tasarımlarımızın, fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığını “tanıtlamak”tır.
Dış gerçek yoktur; her şey, son tahlilde bizim tasarımlarımız olan akli tasarımlara varır. Ve eğer bilinç ya da denildiği gibi,”ben” ortadan kaldırılırsa, bütün gerçek kaybolur. Böylece varlık, doğa, madde, bilincin, benim bilincimin dışında ve ondan bağımsız olarak var olamazlar. Onun içindir ki, bu tür idealizme öznel idealizm adı verilir.
Berkeley’i dinlemeye devam edelim; “ madde, bizim aklımızın, zihnimizin dışında var olduğunu düşünürken sandığımız şey değildir. Biz sanıyoruz ki, şeyler vardır, çünkü onları görüyoruz, onlara dokunuyoruz; bize duyumlar verdikleri içindir ki, onların varlığına inanıyoruz.”
“Ama duyumlar, bizim zihnimizdeki, bizim sahip olduğumuz fikirlerden başka bir şey değildir. Şu halde, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir. Ve fikirler bizim zihnimizin dışında var olamazlar.
Berkeley’in örneği çok basit, maddenin bir fikir olduğunu bir çırpıda tanıtlamış; “ellerinizi ılık bir suya daldırınız, diyelim ki ellerinizden biri soğuk, diğeri sıcak olsun; su, sıcak elinize soğuk, soğuk elinize sıcak gelmeyecek midir? Şu halde, su, hem sıcak, hem de soğuktur mu demek gerekecek? Bu, saçmalık değil midir? Öyleyse benimle birlikte şu sonuca varın ki, suyun kendisi, maddi olarak ve bizden bağımsız olarak var değildir; bu, bizim duyumlarımıza verdiğimiz bir addan başka bir şey değildir; su, ancak bizde vardır, bizim zihnimizde vardır. Kısaca, madde, bizim madde hakkında yarattığımız fikirdir; madde, fikirdir”
Duyumların, çelişkili, bağıntılı oluşundan, maddenin var olmadığı sonucuna varan Berkeley, tam da duyumlar çelişkili olduğu için, suyun ılık olduğu sonucunu çıkarmayı unutuyor.
Berkeley’in bu mantığının peşine takılırsak, ayın kimi zaman hilal, kimi zaman dolunay biçiminde görünüşünden, ayın, bizim dışımızda var olmadığı sonucunu çıkartmamız gerekir.
Birinin kırmızı bir kumaşı sarı görmesinden bu kumaşın bilincimizde var olduğu sonucuna varmak değil, kırmızıyı sarı gören kişinin renk körü olabileceği ya da sarılık hastası olabileceğini düşünmek gerekir.
Yine, bir çubuğun, suya batırılmış olduğu zaman, kırılmış gibi görünmesinden, bu olayın ancak bilinçte var olduğu sonucu çıkmaz, tam tersine, ışık ışınlarının sudan geçerken kırılmalarının bilincin dışında ve nesnel bir olay olduğunu düşünmek gerekir.
Eğer madde yoksa “biz”de her an ortaya çıkan bu duyumlar nereden gelebilir? Yanıt hazır, onları bize gönderen tanrının kendisidir. Berkeley böylece, nesnel idealizmi kurtarmak üzere, sahneye öznel idealizmi sürmüş, bütün tanrı bilimi kurtarmayı hedeflemiştir.
Bu gün, bilmem kaçıncı yıldızın varlığının keşfedildiği günümüzde, hala idealizmi savunan filozofların, Materyalistlere karşı, Piskopos Berkeley’i aşan, kanıtlar üretmişler midir, doğrusu incelemesi eğlenceli olacaktır.
Ancak, burjuva ideologların, laboratuarlarda harıl harıl çalışarak dini kalkındırmak için, insanları koşulsuz, tanrının kollarına atmak için, teoriler ürettikleri ama bunu akıl taşıyanlara inandırmakta başarılı olamadıkları, bunun için ise, insan aklını geriletecek ideolojik şaşırtma formülleri üzerinde daha çok çalıştıkları görülmektedir. Artık, burjuva düzenin ekonomik alt yapısı yanında, ideolojisinin de iflas ettiği apaçık ortadadır. Argo tabirle, Kapitalizm okeye dönmekte ama okey bir türlü gelmediği için, oyunu bir türlü bitirmemekte, taşların dökülmesine izin vermemektedir. O nedenle, ideolojisini kanıtlayıcı dayanaklar üretmekle vakit harcayacağına, insan aklını geriletmenin formülleri üzerinde çalışmaktadır. Çünkü artık, burjuva ideolojisine inandırmak ancak, akıl geriliğinin kitleselleşmesi ile mümkündür.
Öyleyse, diyalektik ve tarihsel materyalizm, bu güne kadarki tarihin ve maddi yaşamın ortaya koyduğu nesnel kanıtları ile birlikte ele alınıp, derinlemesine incelenerek, burjuva ideologların akıl bozucu formüllerinin önüne konursa, insanın, insan olmak için önce dış dünyasındaki maddi yaşamın nesnelliğini anlaması, bu maddi yaşama egemen olmanın formüllerini bulması ve kendi çaresizliğinin öznel karşılığı olan tanrı düşüncesinden, çarelerin hâkimiyetini eline geçirerek kurtulacağını anlaması dolayısıyla insan gibi insanın fışkırmasının mümkün olması gerçekleşecek ve yeryüzünde bir zamanlar tanrı olduğu, insanların kendi yarattıkları bu öznel varlığa gönüllü köle olduğu hatırlanmayacak bir çağın başlangıcı başlayacaktır. Kim bilir, işte o zaman belki insanlar, peygamberlerin tanrının aracısı olduğu inancını pekiştirmek için Barack misli, şimşek hızında hareket eden araçlar yapıp, göğün 9 kat tepesinden çok daha uzağa, gidebilmeye muktedir olacaklardır. Şimdiden ve tüm karanlık dayatmalara karşın, bilim insanlarının göğün uzak mesafelerine ulaşmak için basamakları artırdıklarını söylemek yanlış olur mu?

Bitirirken, bir parantez açıp, varoluşçuluğa, bir hatırlatma yapmak üzere değinmek istiyorum;
İdealizmin en son sakızının, Jan Paul Sarter’in Varoluşçuluğu olduğu hepimizce malumdur. Buradaki varoluş,“benim varlığımın, varoluşumun bil inci”nden başka bir şey değildir.
Varoluş, bir durumla sınırlandırılmıştır ve insan bir durum içindedir. Bu durum onun bilincini belirlemez, tam tersine, bu durumunu belirleyen onun bilincidir.
Öyleyse, insan” kendi kendisini seçebilir” yani insan kendisini maddenin var olduğunu hissetmemek üzere ayarladığı andan itibaren, madde artık yok olacaktır. Ve eğer işçi, kendini işçi olarak seçmezse, işçi değildir diyerek, parantezi kapatıyorum.

Bu yazının ana temasının önemini ve güncelliğini hala koruduğunu göstermiş olduğumu umarak, bu vesileyle ortaya çıkan iki gerçekliğe de işaret etmek istiyorum.

Birincisi, şimdi, Neo-Liberalizm diye ortada dolaştırılan Liberalizmin, Emperyalizmin “YENİ” DÜNYA (TOPYEKÜN KÖLELİK) DÜZENİ” ne çok yakıştığını ve Emperyalizmin, kurtuluşunu kalıcı kılmak için, kendi nesnel gelişimi içersinde başka gidecek yer bulamadığından, ORTAÇAĞA -FEODALİTE ye -dönmeye kendi çaresi olarak sarıldığını kanıtlarcasına, İDEALİZMe sarıldığı gerçekliğidir.

İkinci olarak, Marks’ın ve Engels’in, yaşadıkları zaman diliminde, netliği, açıklığı sağlamak ve karanlık düşüncelerin nesnel yaşamla hiçbir ilintisinin olmadığını, aksine toplumsal gelişmenin nesnel yasalarının üzerini örtmek için var olduklarını göstermeye çalıştıklarını ama aynı zamanda, bu çabaları sırasında, ne kadar çok iler tutar yanı olmayan düşüncelerle mücadele ettiklerini, böylece toplumsal gerçeklikleri, toplumsal gelişme yasalarını netleştirerek, billurlaştırarak toplumların önüne, hepimizin önüne koyduklarını görürken, bu gün, geçmişteki, Marksizm’in kurucularının mücadele ettikleri düşünceleri taşıyan filozoflar misli hareket eden, inci döken düşünürler ile hatta bilim adamları ile mücadele edilirken, 21.YY da aydınların ne denli çağın gerisine savrulmuş olduğu gerçekliği bir yana, bunlarla mücadelenin küçümsendiğini ve bundan kaçıldığını gözler önüne seren gerçekliktir.

Belki bir üçüncü gerçekliğe daha dikkat çekmek gerekebilir ki, o da, bu tür karanlık ve iler tutar yanı olmayan, insan toplumunun maddi yaşamının yansıttığı gerçekliklerle örtüşmeyen, aksine bu gerçeklikleri örtmeye yarayan düşüncelerin artık laboratuarlarda üretildiği ve emperyalizmin “YENİ” DÜNYA sına hizmet ettiği gerçekliğidir.
O zaman, bir kez daha yinelemek gerekir ki; bu gün, en devrimci ve bilimsel iş - diğer bütün işleri askıya almadan - ideolojik mücadeledir.

Fikret Uzun
06 Mayıs 2011

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Mahmut Ayaz’ın BEN DE’MOK’RAT MEMOKRAT DEĞİLİM, OLANIN DA…!* Adlı yazısı hakkında

Mahmut Ayaz’ın BEN DE’MOK’RAT MEMOKRAT DEĞİLİM, OLANIN DA…!* Adlı yazısı hakkında


Yazının seçtiği konu itibarı ile ifadeler yerli yerinde ve doğrudur. Aklına ve yüreğine sağlık… Ancak, bitirirken, şu "demokrat" değilim,"ben senin" yaklaşımına uymayan bir yaklaşımı yansıtması, süzgeçten güzel bir şekilde geçirdiği konuda da tam net olmadığı şeklinde düşünmemize kapı açmaktadır. Belki yanılıyorum ama son cümlesi, beni böyle düşünmeye itiyor.
Bu günlerde hepimizin şiddetle netliğe ihtiyacı var. Bu anlamda, sınıfî bakıştan uzaklaşmamak gerekir. Bir yazının bütününde, bu minvalde bir yaklaşım sergileyip, en sonunda,1 Mayıs Emeğin bayramıdır demek, çelişkilidir. Net olmamanın ifadesidir.
1 Mayıs işçi sınıfının enternasyonalist, birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Emeğin bayramı ne demek! Emekçinin bayramı ne demek! Sovyetler birliğinde, işçi sınıfı kendi düzenini kurmuşken bile,1 Mayıs emeğin, ya da emekçinin bayramı olarak kutlanmadı. Düğün dernek havasında da kutlanmadı. İşçi sınıfının, nihai kurtuluşuna kadar 1Mayıs, egemen sınıflara karşı bir mücadele, işçi sınıfının uluslararası dayanışması ve birliğinin sağlanması için kullanılan bir ideolojik, politik araçtır. Buna emeğin bayramı dersek, iyi niyetli dahi olsak, neyi kastettiğimizi bilsek dahi,1 Mayısı sınıfsal içeriğinden uzaklaştırırız.
Ayrıca bu, bu yaklaşıma hapsetmeye çalışan emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırısını kolaylaştırır. Türkiye’de, artı değer üreten, proleter olan ve giderek zinciri bile kalmayacak duruma gelen milyonlarca işçi var. Ama emekçiler de var. Toprağını kaybetmiş, tarım işçisi olarak çalışanlar olduğu gibi, tohum, gübre, ekipman vesaire parası bulamadığı için toprağını işleyemeyen yoksul köylü de var. Bunlar da emekçi. Öte yandan işçilerin taşeronlaştırılması, onları sendikasızlığa itiyor ama bu işçilerin proleter özelliğini yitirmeleri demek değildir. Bu şekilde, sendikaların sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşması da kolaylaşıyor. Uzaklaştığı halde, bunu işçilere yutturması da kolaylaşıyor. DİSK örnektir, 30 yıldır, DİSKten, sınıf sendikası olma ile ilgili hiçbir öz kalmamıştır. Ve tekellerin ideolojik saldırısının bir biçimi olan, sınıftan kaçışı kavramlaştırıcı söylemler işçi sınıfının kendisinde bile yoğun alıcı bulmuştur. İşçi sınıfının üretim süreci içindeki durumu ve maddi koşulları, onu kaçınılmaz olarak ve önlenemez biçimde devrimci bir role götürmektedir. Bu hala böyledir. Bunu reddetmek, ya da bu sınıfsal bakıştan uzaklaşmanın yansıması olarak, kavramları yerli yerine oturtmaktan kaçınmak, materyalist bakış açısını reddetmekle eşdeğerdedir. İşçi sınıfının devrimci programlardan uzaklaşmış olması da ki, bu bir gerçekliktir, bu durumu değiştirmez.
Bu sadece işçi sınıfının tekelci düzenlerde yoğun bir ideolojik kuşatma altında olduğunun göstergesidir ki bunu bile görmemeye çalışanlar vardır. Dolayısıyla, bildik örgütlenme modelleri yetmemektedir. Üstelik bu ideolojik kuşatma altında, işçi sınıfı yerli yerinde durmakla birlikte, bilinci kendisinden uzaklaşmıştır. Öyleyse, bu kuşatmayı yıkmadan, bu kuşatma koşullarına uygun örgütlenme modelleri bulmadan işçi sınıfının devrimci programlara yaklaştırılması mümkün görünmüyor. Bunun içindir ki, artık birer sivil toplum örgütü misli, devletin koltuk değnekleri haline getirilen sendikalar, sendikacılar sınıf sendikacılığından uzaklaşmakta ve işçi sınıfını lafzını, hafızalardan silmeye çalışmaktadırlar. Bu tekellerin ideolojik kuşatması ile uyumludur. Neredeyse isimlerini de değiştirip, İşçi Sendikaları yerine Emeğin sendikaları ya da emekçi sendikaları diyeceklerdir. İşçi sınıfının devrimci programlardan ve hedeflerden uzaklaştırılmasında, sendikaların “barış, demokrasi ve özgürlük” siyasal hedefleri işçi sınıfının önüne koyması önemli rol oynamaktadır. Öyleyse, kavramları ve tarihsel gerçeklikleri yerli yerine oturtmak, içerikleri konusunda daha net olmak gerekmekte ve bu anlamda, işçi sınıfının, dışarıdan ve içerden kuşatılmasını sona erdirmek gerekmektedir. Bunun yolu da, emperyalist sistem ile derinlemesine bağlanmış olan tekeller düzeninde, işçi sınıfını devrimci programlara çekebilmek üzere yeni ve uygun örgütlenme biçimleri, mücadele yöntemleri geliştirmek gerekmektedir. İşçi sınıfından uzaklaşıp, emek ya da emekçi lafızlarına hapsolmak bu yöntemlerden değildir. Tam tersine, ideolojik kuşatmayı ortadan kaldırabilmenin önündeki engellerden en önemlisidir. Böylece sınıf bakışından uzaklaştırılan işçi sınıfı, tepki gösterme alışkanlığını da yitiriyor ve kavramların soyutluğu içine hapsediliyor. Üretim süreci ile kendine yabancılaşması yetmiyormuş gibi, ideolojik kuşatma altında hafızasını da yitiriyor. Böylece burjuva demokrasisinin fetişleştirilmesinin peşine kolayca takılıyor ve sonu gelmez bir demokrasi mücadelesi sarmalına dolandırılıyor. İşçi sınıfı sınıf bilinci yanında, sınıf mücadelesinden de, ekonomik mücadelenin sınıfsal zemininden de uzaklaştırılmış oluyor. Daha kolay oluyor demek istiyorum. Böyle olunca, işçi sınıfına, yazının ana teması olarak anlatılan “demokrat”lığın ve “demokrasi”nin neme nem bir şey olduğunun algılatılması mümkün olmuyor. Demokrasi mücadelesi dinamiği ilde, düzen bütün pisliklerin üzerini örterken, işçileri de yanına çekmiş oluyor. Diğer yandan, işçiler bir yana, bu kavram kargaşasında, sol /sosyalist yelpazede yer alanlar bile, bir taraftan demokrasinin kuyruğunda, kendi kuyruğunu kovalayan kedi misli, dönüp dururken, diğer taraftan değil jakobencilik, proletarya diktatörlüğünü bile sabah akşam lanetlemeyi, materyalizm sayıyor. Ve karşısına insanı koyuveriyor. Bütün devrimci dönüşümlerin merkezi insandır artık ve burada sınıf mınıf kalmıyor. Böylece bir zincir daha tamamlanıyor ve demokrasi eşittir sınıflar üstü bir düzen o da eşittir, hoş ve insancıl bir kapitalizm oluyor. Sınıftan uzaklaşılırsa, sınıf savaşından da dolayısıyla sosyalist iktidardan da uzaklaşılması doğaldır. Yerini, insanla ve hoş ve insancıl kapitalizmle doldurmak da kolaylaşıyor. Bütün bu ideolojik kuşatma, bununla uyumlu kavram kargaşası bunu kolaylaştırmaya yarıyor.
O nedenle, yazının ana fikrindeki hassasiyeti ki burada daha fazla göstermek gerekir, bu noktada göstermemek yazının ana fikrindeki hassasiyete uymamaktadır. Çünkü asıl konuyu yerli yerinde ele almak, sınıfsal bakışla bağlıdır. Bu varsa yani sınıfsal bakış varsa, en sondaki cümleye yansıyanlar, orada olmamalıdır. Yoksa asıl konuda söylenenler ezbere dayanmış demektir.
Kimseyi kırmak istemem ama tekellerin, emperyalist burjuvazinin ideolojik hegemonyasını başka türlü kıramayız. Net olmak, ilkeli olmak, sınıfsal yaklaşmak gerekiyor. Bu, her alanda gerekiyor. Demokrasi, evet, bir devlet durumudur ve demokrasi varsa devlet ve sınıflar mutlaka vardır. Demokrasinin dozu ayrıdır ama her bir noktası aslında egemen sınıfın diktatoryasıdır. Dolayısıyla faşizm de bir demokrasi, yani bir devlet durumudur. Ama kelimenin pratik anlamı itibarı ile burjuvazinin egemen olduğu toplumlarda, demokrasiden söz ediyorsak, her iki sınıfın karşılıklı yenişememe durumunu kabul etmemiz gerekir. Örneklerini 12 Eylülden önce yaşadık. Ama proleter demokrasisi, farklıdır, toplumun tamamına yakın kesiminin demokrasisidir ve bu demokraside de, karşıt sınıflar olmakla birlikte, egemen olan işçi sınıfıdır. İşte bazı sivri zekâların, demokratik sosyalizm, ya da özgürlükçü sosyalizm diye çığırmaları, demokrasinin sınıfsal karakterini kavramadıkları içindir ve tamı tamına burjuva demokrasilerindeki, yukarda sözünü ettiğim, iki karşıt sınıfın yenişememe durumunu sosyalist demokrasiye uygulama cinlikleridir. Bu noktalardan hareketle, sınıflar ortadan kalkınca, sınıf mücadelesi de ve elbette devlet de ortadan kalkacaktır ve bunun anlamı demokrasinin de ortadan kalkması demektir.
Öyleyse bitirirken özet niyetine şunu ifade etmeliyim ki, işçi sınıfının en çok hafızaya ihtiyacı olduğu, bu günkü ideolojik kuşatılmışlık sürecinde, kavramları yerli yerinde kullanmak ve işçi sınıfına bu hafızayı kazandırmak için,tekellerin ideolojik politik kuşatmasını yıkacak denli net ve sert ideolojik mücadele vermek gerekmektedir. Bu da 1Mayısın Emeğin bayramı değil, işçi sınıfının birlik (hem de enternasyonalist), mücadele ve dayanışma günü olduğunu ve bu çerçevede hedefinde hangi gücün ve olgunun olduğunu, işçi sınıfı yanında hangi sınıfsal güçleri kapsadığını netlikle ortaya koymayı gerektirir. Hele “İşçi sınıfı hareket”ini, “emek hareketi” şeklinde bozmak, sınıf mücadelesini içeriğinden ayırmakla eş değerdedir.
Dediğim gibi, kimsenin gönlünü ve şevkini kırmak istemem ama ideolojik mücadele bu gün en devrimci mücadeledir ve işçi sınıfına hafızasını kazandıracak, ideolojik saldırıları püskürtecek yegâne silahtır ve bunun için net ve donanımlı olmak gerekmektedir. Emek ve emekçi elbette yadsıdığımız kavramlar değildir ama işçi sınıfı mücadelesini ve bu mücadeledeki işçi sınıfının devrimci ve tarihsel rolünü ve değişimin, dönüşümün motorunun, bu mücadeleden yükselen sınıf çelişkileri olduğunu yerli yerine koymaya yeten kavramlar değildir. Bunun için, inadına işçi sınıfı ve sınıf hareketi demeyi sınıfsal bakışın olmazsa olmazı saymak gerekmektedir. Sınıf bakışı olmazsa, sınıf kini de olmaz, bu kin olmazsa işçi sınıfının devrimci rolü yerli yerine oturtulamaz. İşçi sınıfı bu kinden uzaklaştırıldığında, demokrasinin peşine takılır ve burjuvazi ile sınıf kardeşliğinin pençesine düşer. O nedenledir bu hassasiyetim ve beni anlayacağınız ümit ederek, bitiriyorum.
Saygılarımla
*ortakyasam.org da yayınlanmıştır.
Fikret Uzun
4 Mayıs 2011

SOSYALİZMDEN KOPANLARDAN AYRIŞMAK MÜCADELENİN BÖLÜNMESİ DEĞİL NETLEŞMESİDİR

SOSYALİZMDEN KOPANLARDAN AYRIŞMAK MÜCADELENİN BÖLÜNMESİ DEĞİL NETLEŞMESİDİR
Bence bölünerek çoğalmak, çoğalarak bölünmekten iyidir. Çünkü bölünmüşlüğün iki temel nedeni var. Bu dünün sorunudur ve bu güne bilinçli olarak taşınmaktadır. Birincisi, iktidar perspektifinin, aynı anlamda iktidar hırsının olmayışıdır. İkincisi ise, ideolojik ayrışmanın tamamlanmamış olmasıdır. Sol bölündü, birleşmeli gibi yakınmalar, bütün çareyi solun birleşmesinde bulma eğilimi dün de vardı. Oysa bölünme dün de bu gün de solun bölünmesi değildir. Bölünme gibi görünen, soldan kopanların hâlâ solda görünerek, farklı hareket etmesi, daha doğrusu, sosyalist hareketin önünde engel olarak sol kılıkta dolaşmasıdır. Bu dün de böyleydi, bu gün daha sinsi olarak ve emperyalizmin laboratuar ideolojik çalışmalarına bağlı olarak hareket etmektedirler. Bu baskın olan bölünmedir. Bilimsel sosyalizmden uzaklaşanların sol içinde sayılması bu bölünme psikozunu daha da artırırken, sosyalizmden uzaklaşmış olanlarla birleşmekten medet ummayı getirmektedir. Diğer yandan bu yöndeki bölünmeyi sol içindeki bir bölünmüşlük olarak görmeyi artıran ideolojik yetersizlik içindeki kadroların sol harekete derinlemesine hakim olamamasını ve kitlelere bunu içerememesidir. Dolayısıyla, bu ideolojik yetersizlik, kadrolardaki sığlığı, yüzeyselliği artırmakta dolayısıyla bunun yayılması da aynı düzeyde sığ ve yüzeysel olmakta dolayısıyla hem yeni kadrolara derinlemesine nitelik verilememekte, hem de kitleler derinlemesine örgütlenememektedir. Özcesi, daha başlarken, Marksizm’i ezberlemeye başlayan ve bir kaç bölümünü aldıktan sonra kendi ayranını yapmaya başlayan ve dolayısıyla da kendi çatısını kurup sol birikimi, hiç bir nitelik içermeden o çatının altına çağıranlar sığ, yüzeysel, derinlikten yoksun, yatay ve uçta birlikler oluşturmaktadır. Bunların hükmetmeye çalıştığı kitlelerin gelişimi de elbette bu yönde olmaktadır. Bunun temel nedeni ideolojik derinlikten yani donanımdan yoksun olmaktır. Dolayısıyla sosyalist harekette karşılaşılan her yeni sorunda bu yoksunluk kendini gösterecektir ve bu sorunları çözmek için gereken ideolojik derinlik ihtiyacı, bir taraftan ideolojik donanıma yöneltecek, diğer taraftan bölünmeyi yani ayrışmayı getirecektir. Bu anlamda ayrışmak demek ideolojik derinliğin artması, sorunların çözümüne daha nitelikli bakılması ve asıl sorun ile asıl çözümün netleştirilmesi sağlanmış olacaktır. Başka ifadeyle sosyalist hareketin yerli yerine oturması gerçekleştirilecektir. Geçmişte ve şimdi daha fazla, en yığınsal örgütte bile bu sorun vardı ama yığınsallıkla ve sosyalist hareketin canlı oluşuyla kendiliğinden örtülüyordu. Şimdi ise, bu soldan çoktan uzaklaşmış kadroların, yetersiz olmayan ama sorunları, nesnel gerçekleri görmemeye mahkûm edilmiş ve bunu bilinçli olarak örtmek çabasında olan kadroların, bu sorunu hem artırması ama hem de örtülemesi söz konusudur. Bu gün örgütlenme fetişizmine yenik düşmüş kadroların, kaçı her hangi bir romanı sonuna kadar irdeleyip, ideolojik süzgeçten geçirebilir. Hatta kaçı iki sayfadan fazla yazı okuyunca sıkılmıyor, ya da yazının başı ile sonunu birbirine bağlayabiliyor. Hangisi, sosyalist hareketin önündeki engellerin hangi kıyafetle önüne çıktığını ayırt edebiliyor. Bu gün kendinse kadro diyen kaç kişi, örnek olsun Danyal Oral Çalışlar gibi, Hasan Cemal gibilerinin tekellerin devşirmesi olduğunu, Altan ailesinin topyekûn sistemin emrinde manipülasyonlar içinde olduğunu, hangisi bir taraftan, Kemalizm’e bütün günahları yüklerken, diğer taraftan Kemal Tahir gibi Kemalist ve Kemalizm’i güzellemek için yazarları medarı iftiharı yapmıyor. Hangisi bunların dediklerini ideolojik olarak değerlendirip, eleştiri geliştirebiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Buradan çıkan sonuç şudur, ideolojik yetersizliğini gidermekten kaçınıp, bu derinliği artırma çabalarını küçümseyip, önüne örgüt fetişizmini koymak ve oturup solun birleşmesini beklemek. Bu da kadrolar arasında bütün sorunları örgütün varlığına ve solun birleşmesine bağlama eğilimini dolayısıyla yatay birlikler kurarak, derinlikten yoksun örgütler oluşturma yarışını hızlandırmakta ve teori, dolayısıyla ideolojik netlik küçümsenmekte, hatta yer yer mahkûm edilmektedir. Ayrıca bütün bunların yanında, bir taraftan bölünmüşlükten yakınılmakta, diğer taraftan farklı fikirler zenginliktir sloganları ile bu bölünmüşlüğe kaynak yaratılmaktadır. İşte bu nedenle öncelikle ideolojik ayrışmanın hızla tamamlanması, bu anlamda ideolojik netliğin bir an önce sağlanması ve somut teoriler üretilmesi gerekmektedir. Bunun için de, bütün bunlar iktidar perspektifi ile ele alınmalı, ideolojiye geçmişin değil ama geleceğin masal kitabı gibi yaklaşılmaması gerekmektedir. İşte o zaman ayrışarak, yani bölünerek netleşilecek ve çoğalınacaktır. Ancak ondan sonra derinlik taşıya örgütlenme sağlanabilir, kitlelere derinlemesine nüfuz edilebilir. Diğer yandan bunu hızlandıran tarihin dönemeç noktaları da vardır ama bu noktaları ideolojik derinlikten yoksun kadrolar teğet geçeceği için kitlelerin de teğet geçmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunu teğet geçmemenin ve daha nitelikli dönemeçlerle bağlamanın garantisi derinlikten yoksun örgütlerden önce, ideolojik derinliğe sahip kadrolardır ve onların ürettiği teorik-politik hünerdir. Ama merkezinde iktidar perspektifi, hırsı olmalıdır. Yani sosyalist hareketteki insanların, örgüt fetişizminden kurtulup, örgütü yadsımadan, yarının sosyalist iktidarını kurma perspektifine sıkı sıkı sarılmaları ve sosyalizm için mücadele ederken, iktidarın kurulmasını uzaklara, torunlarına ötelememesi gerekmektedir. Bir çevrenizle bu konuyu konuşun bakalım, kaç kişi sosyalizmi gönlünden atamasa da, iktidarı kedilerinin de göreceğini söyleyecek. Eğer iktidar hırsı, iktidar perspektifi ve sosyalizme özlemden çok açlık olmazsa sosyalist iktidar ötelenir, yerine yakın, ulaşılabileceği sanılan hedefler konur, bu da kapitalizmden ümidi kesmemeyi doğurur, sonunda sosyalist iktidarın yerine konulan her şey, yürekteki sosyalizm aşkına güvenilerek, sosyalizm yerine konulur ki, bu gün bu bilinçli olarak yapılmakta ve yüreğinde sosyalizm aşkı sönmemiş olanlar, bu rüyaya çabucak kanmaktadır. Özetlersek, bölünme iyidir ama ideolojik netlikle, ayrışarak çoğalmak, kitlelere derinlemesine nüfuz etmek için. Bunu perçinleyen ise, iktidar perspektifidir. Kavgasız sosyalizme ulaşılmaz. İktidarsı sosyalizm ise yaşayamaz. Kavga ise şiddetsiz olmaz. İktidar hırsı yoksa ideolojik derinlikle bütünleşmezse ne kavga olur, ne de kavgada şiddet. Sosyalizme is ulaşılamaz. O zaman kolay sosyalizmler icat edilir, yüreklerdeki sosyalizm aşkı bunlarla giderilir ama iktidarsız bir sosyalizme sahip olunur ki, bu sosyalizm değildir. Saygılar diliyorum, saygılarımı iletiyorum.

Evet, Hitler sonunda sosyalizmin kapısına dayandı ve asıl hedefinde sosyalizmi ortadan kaldırmak olduğunu gösterdi. Sosyalizm Hitler faşizmini yendi ve daha fazla sosyalizm oldu ama çok ağır kayıplar yanında, kapitalizmle bir bulaşıklık da kazanmış oldu, sonunda da, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tekeller, sosyalist hareketin yöneticilerinin bu bulaşıklıkta gösterdikleri hüner ile çok kalıcı bir koltuk değneği kazandılar ve dünya sosyalist hareketine de nur topu gibi bir Avrupa komünizmi kazığı sokulmuş oldu. Ve faşizm kalıcı olarak emperyalizmin küresel ölçekte sarıldığı ama elindeki bütün araçlarla üstünü örtüleyebildiği, hatta demokrasi olarak gösterdiği bir silah haline geldi. Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğü olarak kalıcı olarak en tam ifadesini bulmuş oldu. Ama yaratılan ideolojik bulanıklık ve kadroların ideolojiden uzaklaşması demokrasi ile burjuva diktatörlüğü arasındaki mesafeyi tam algılayamamasına neden olmaktadır. Sosyalistler demokrasinin hem bir daha mahallesine uğramayacak olduğunu, hem de burjuva diktatörlüğü en tam ifadesi olarak ve demokrasi görünümünde tepemize yerleştiğini görmek zorundadırlar. O nedenle de, sosyalist iktidar perspektifine sarılarak, faşizmin karşısına sosyalist iktidar mücadelesini koyması gerekmektedir. Bunu da, diğer seçenekleri yadsımadan ama sosyalist iktidar mücadelesi içinde ele almak gerektiği şeklinde algılaması gerekmektedir. Ve faşizme karşı bütün güçleri ki, uçurumun kenarına sürüklemiş oldukları ve bunun farkındalığını da artırdıkları güçlerdir, her ne isim ya da slogan altında olursa olsun, bu güçlerin ortak paydasını ifade etmeli ama ille de en başköşesine işçi sınıfını, onun bilinçli kesimini koymalıdır. Geçmişte olduğu gibi, UDC nin en başköşesine, cephenin özünün burjuva demokratik olması gerekçesiyle ve en yığınsal olması gerekçesiyle burjuvaziyi (o zaman başköşeye CHP konuluyordu) koymamalıdır. Bunun için de, ideolojik derinliğe, teorik bütünlüğe ve politik hünere ihtiyaç vardır. Bu da ideolojik-politik donanımlı kadrolarla olur. Emperyalizm bunun için çok uzun zamandır uğraşıyor ve kitleleri edilgenleştirirken, sosyalist hareketin bozuk, ideolojik derinlikten yoksun ve iktidar hırsı, perspektifi taşımayan amorf birliklerin toplandığı bir alandan ilerlemesini planlamıştır. Yani hep mücadele etsin ama yanlışa doğru kesintisiz ve geniş bir açı çizerek ilerlesin. Böylece sosyalist hareketi kendine, ideolojik hegemonyasına bağlaması mümkün olacaktı. İşte öfke, kin ve arayış patlamaya hazır bir şekilde birikirken, aynı oranda sessizlik de sürmektedir. O nedenle faşizmin nesnel ve öznel bütün güçleri net ve somut olarak otopsi yapılmalı, faşizmin yenimi geliyor olduğu,bir demokrasinin mi üstüne geliyor olduğu yoksa konuşlanışını tamamlayarak var olan faşizmin kalıcı kılınmasının saldırısı mı geliyor olduğu ve tabanının sınıfsal güçlere mi, yoksa daha çok dini akımlara mı dayandığı ve bunun karşısında nasıl bir cephe oluşturmak gerektiği, bu cephede inisiyatifin hangi sınıfsal güçte olması gerektiğini, daha doğrusu hangi sınıfsal gücün hegemonyasını yükseltmek gerektiğini, bunun için nasıl bir politik hüner göstermek gerektiğini ve hangi somut hedefe, bu güçlerin tek tek, nesnel ve öznel eğilimleri,beklentilerinin yok sayılmadan değerlendirilip, bu güçler arasında birbirini tümüyle öteleyici,mahkûm edici eleştirilerden kaçınarak ama ideolojik mücadeleyi ve bu anlamda sosyalist iktidar perspektifi ile bağlı propagandayı sistemli olarak yürütmeyi sürdürerek bütün güçleri giderek çemberi daraltan din tabanlı faşizme karşı savunma modundan çıkarıp, hücum moduna sokmak gerekmektedir. Çünkü savunma modu, eninde sonunda uçurumun kenarına sürüklenmiş bu güçleri uçuruma itecektir. Yani savunacak bir tek uçurumun kenarı kalmıştır, buradan kurtulmak ancak ileriye hücumla mümkündür. Bu hücum da inisiyatifi ideolojik kadrolar ve işçi sınıfının bilinçli unsurları alırsa faşizmi yenmek hem kolay olacak hem de, kendisini bir daha üretmesine izin verilmeyecek bir yola girilecektir. O yol sosyalist iktidar yoludur. Ve bu tür mücadelelerde geçişler iç içedir, inisiyatifin ve politik hegemonyanın gücüne bağlıdır. Dolayısıyla niteliğe bağlıdır, nicelik bunu değiştiremez, değişken olan niceliktir.
Fikret Uzun
30.1.2011

2 Mayıs 2011 Pazartesi

1 MAYISIN ARDINDAN


Sn. Dr. Sait Almış, iyimser olmak elbette güzeldir ve bir umudun yansıması olarak yerindedir ama nesnellikle örtüşmeyen iyimserlik, ya zorlamadır ya da gözlerini gerçeklere kapamaktır.
1Mayıs kutlamalarında elbette münferit ve birbirinden bağımsız olarak gerçeklikle ve 1 Mayısın özüne uygun olarak yaşanan ve yansıyan bir coşku ve mücadele ruhu, dayanışma ruhu vardır ama genel ve temel olarak Bu bir Mayıs, özellikle de Taksim’de, suni bir Taksim’i fethetmişlik üzerinden geliştirilen zafer yansıması ile gerçeklerden çok uzak bir ruhla ve tümüyle sermayenin ellerini ovuşturacak nitelikte tersine bir mücadele aracı olarak kendini göstermiştir.
Bir kere, 1Mayıs Emeğin bayramı değildir. 1Mayıs, işçi sınıfının, hani şu el birliği ile unutturulmak istenen sınıfın, kendinin sınıfsal özünden uzaklaştırılan işçi sınıfının enternasyonalist birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Bu özü, Taksim fethedildiği yanılsaması ile örtmeye çalışmak ve hem de, 1 Mayısa bu öze uygun olmayan bir nitelik içermek, belki sermayenin ve onun yardakçısı olan sahtekârların icraatlarına uygundur ve pek mutlu olurlar. Ama sosyalist geçinenler, bu duruşlarını koruduklarını lanse edenlerin 1Mayıs deyince boş hayalleri ve 1Mayısın özüne ait olmayan nitelikleri işçi sınıfına ve emekçilere ama daha çok da, sosyalistlere, komünistlere yutturamazlar. Öyleyse, 1 Mayıs deyince, emperyalizmin oyunlarının had safhada olduğu bu günlerde, sosyalistler, komünistler, bin kez düşünerek hareket etmeli ve işkembeden, coşku hayalleri üretmemelidir.
Evet, coşku vardı, halaylar çekildi, sloganlar birbiri ile çarpışmadan, birbirini teğet geçerek adeta sınıf birliği bahane, sınıf kardeşliği şahane der gibi idiler ve bu renk cümbüşü ile1 Mayıs Taksim’de, bahar çiçekleri açılmış oldu.
Dün 1 MAYIS’IN sermayeye tehdit olmasının ve işçi sınıfının birliğinin, sınıf bilincinin ve mücadele gücünün artmasında önemli bir savaş aracı olarak yükselmesinin önüne geçmek için, 1977 de onlarca insanı katledenler, bu gün, sinsi bir elbirliği içinde, 1Mayıs 1977 nin kanını da yıkayarak, 1Mayısı sınıfsal özünden uzaklaştırıp, sermayenin ideolojik hegemonyasını pekiştirmenin aracı haline getirmişlerdir. Bu anlamda 1 Mayıs Taksim 2011, öteden beri sermayenin bir bahar bayramı olarak kabul edilmesi çabalarının nihai hedefine vardığı bir nokta olmuştur.
Bu operasyonların yani 1977 deki katliamın da, bu gün 1 Mayısın özünden uzaklaştırılarak cilalanıp, sınıf kardeşliğinin bir aracı haline getirilmesi operasyonunun da arkasında genel olarak emperyalizm, özel olarak ABD emperyalizmi vardır. Ve dün de bu gün de kafaların değişmediği, 1977 katliamının da, bu gün bahar bayramı misli kutlanan 1 Mayısın da sınıfsal bakışla değerlendirilmediği arkasındaki asıl gücün varlığının, yani emperyalizmin, her zaman olduğu gibi, bir mezenfarmosyon tekniği ile hem de sahte bir mezenfarmosyon operasyonu ile gizlendiği görülmektedir.
Dün, katliamı değerlendiren Politika gazetesi ki TKP nin yayın organı olarak faaliyet gösteriyordu, başındakilerin ve bağlantılarının bu günkü durumlarına bakarsak pek de farklı yaklaşım beklenmemesi gerektiğini anlamak zor olmaz, saldırının, Maocu gruplar ve teröristler tarafından gerçekleştiğini yazmış, zaten yoğun bir dezenformasyon yaratan sermaye yanlısı gazetelere yardım etmişlerdi.
Şimdi de, sahte hayaller ile gerçekler örtülmekte, sınıf kardeşliği yönünde sermayenin elde ettiği kazanımlara alkış tutulmakta iken, işçi sınıfının sınıf bilinci konusundaki zafiyeti konusunda ağız birliği yapmışçasına fenerler başka yönlere tutulmaktadır.
Taksim’de bu yıl işçi sınıfı yoktu ki, işçi sınıfının mücadele ve enternasyonalist birlik ve dayanışma günü kutlanmış olsun. Sermaye karşısında işçi sınıfı hangi kazanımları elde etti ki, bu gün düğün dernek havasında, tek bir sınıfsal söz söylemeden, işçilerin bu günü ve gelecekteki köleliği hakkında tek kelime edilmeden kutlanan bir bayramdan zafer kazanılmış edasıyla söz etmek uygun olsun.
Artık net olarak anlaşılmıştır ki, 12 Eylül ile beraber, daha öncesinden gerçekleştirilen sinsi operasyonlarla, CHP üzerinden burjuvaziye teslim edilen DİSK, son 30 yılda artık Türk-İş’in ikiz kardeşi yapılmış, işçileri topyekûn sermayeye peşkeş çekmenin aracı olarak kullanılan bir sermaye teşekkülü haline getirilmiştir. Bu ağır kaçtı ise, kalpleri kırmayalım, en azından sorosvari rüzgârlarla beslenmesini ilerletmiş ve burjuva devletin yani 12 Eylül rejiminin, sacayakları halindeki sivil toplum örgütü haline getirilmiştir.
Bu konuda, 12 Eylül rejiminin yönetici sınıfları arasında, iktidarı ve muhalefeti ile sivil toplum dinamikleri ile yüksek komutanları, Kemalist yüksek kadroları ve dinci tarikatları ile uzun zamandır yürüyen konsensüsün bir sonucudur bu durum Yani DİSK in, değil sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin aracı olmaktan bile uzaklaşan ve zaman zaman açıkça 12 Eylül rejiminin çıkarlarını güden bir araç haline getirilmiştir. 1 Mayıs 2011’in geldiği noktanın, bu durumun yansıması olduğunu anlamamak için kör olmak gerekmektedir. Şimdi ödül Çelebi’den başlayarak dağıtılacaktır ve dağıtılıyor.
Öyleyse, 1 Mayıs ve işçi sınıfının diğer bütün mücadele araçları, ne holdingleşen sendikaların, ne sınıf bakışından uzaklaşmış sendikacı ve işçi liderlerinin çabası ile yeniden ortaya çıkartılabilir, bu ancak, işçi sınıfının sınıf olma bilinci ile bağlı olan hafızasının, geriletildiği yerden açığa çıkartılıp, işçilerin hafızasına kavuşturulması ile ortaya çıkarılabilecektir ve sınıf mücadelesinin dinamiklerini hareketlendirebilecektir. Bunun için, işçiler kendi sınıfsal gücünün farkına varması, bu anlamda fabrikalardan tarikatların köreltici dinamiğini söküp atacak olan kendi sınıfsal konumundan aldığı gizil gücünü hafızasına çıkarması ve harekete geçirmesi gerekmektedir.
Bu şekilde, işçi sınıfı, onun bilinçli unsurları, bilinçli olduğu kadar namuslu, dürüst unsurları, işçileri edilgenleştiren bir dinamikle örgütsüz, örgütü varsa işlevsiz hale getiren, sermaye ile empati kurduran ama kendileri holding patronu misli TÜSİAD formuna giren sendikaları ve sendikacıları, işçi sınıfının mücadele zemininden söküp atacak, işçileri edilgenlikten kurtaracak, sınıf bilincini hafızasına geri getirecek ve böylece işçi sınıfının ekonomik mücadelesi de, politik mücadelesi de bu dinamik içersinden boy verecektir.
Kim ki, 1 Mayıs Taksim üzerinden işçilerin daha çok edilgenleştirilmesi, sermaye ile kardeşleştirilmesi ve 1 Mayısın bahar bayramı yapılması çabalarındaki sinsi oyunları ve arkasında emperyalist ABD gücünü örtülemeye çalışır, işçi sınıfına en büyük ihaneti yapıyor demektir.
İşçi sınıfı, kendisine ait olan bu mücadele ve dayanışma aracını, enternasyonalist birlik aracını, 1 Mayısı, özüne, gerçek işlevine kavuşturacak ve alanları tam sınıfsal bir yaklaşımla sermayeye meydan okumanın ifadesi olarak, işçilerle, emekçilerle doldurarak, bir daha ne 1977 lere, ne de 2011 lere izin vermeyecektir. Bunun için, işçi sınıfının, sınıf olduğunu ve bu anlamda kendi gizil gücünü hafızasına geri alması yeterlidir.
Bunun önündeki her türlü sis bulutunu ortadan kaldıracak, bu hafızayı işçilerin aklına geri döndürecek, Marksist damarların bu topraklarda olduğu da görülecektir.
Ve akıl taşıyanlar sormalıdır ki, 30 yıldan fazla bir zaman önce, sosyalist hareketin, işçi sınıfı hareketinin yükselişinden korkarak, bu yükselişi engellemek için, açık bir saldırı düzenlemekten çekinmeyen egemen sınıflar ve onların devlet aygıtı, bu gün neden 1 Mayısta Taksim’de horon tepilmesine izin veriyorlar?
Başka ifadeyle egemen sınıflar korkularından mı arınmışlardır da, işçilerin, emekçilerin horon teperek 1Mayısı kutlamalarına empati ile yaklaşıyorlar.
Ama asıl soru dün korkanlar ve en kanlı tertiplerle engel koyanlar, daha düne kadar bu devamlılığın içersinde bu engeli sürdürürken, aniden ne değişti de, kapılar açıldı ve Taksim’de işçilerin, emekçilerin horon tepmesine ve Sermaye karşısındaki, işçilerin, emekçilerin enternasyonalist birlik, dayanışma ve mücadele içinde toplanmasına izin verdiler?
Yoksa gerçekten "ileri demokrasi "geldi de, biz mi fark etmiyoruz.
Siz kimi kandırıyorsunuz Sn. Dr. Sait Almış, bu kadar mı, perspektifiniz, bakışınız körleşti? Yoksa siz de mi koroya katıldınız?
Kendiniz bile bu 1 Mayısta nitelikten söz edemiyorken, bu niceliğin yarattığı coşkuyu nasıl olur da, bir zafer edası ile öne çıkartırsınız. Evet, nicelik yüksektir, coşku da buna paralel olarak oldukça renklidir. Ama 1 Mayısın sınıfsal ve tarihsel özüne son derece uzaktır.
Ve işte, sermaye, 12 Eylül rejim, bu bölgede sorun çıkmasını istemeyen, en azından bu aşamada istemeyen ABD emperyalizmi, korkularını yenmek için, Taksim kapılarını açtı ve kendi ıslıklarını orada kümelenen renklere çaldırdı.
Yani, korkularını yenmek için, korkutmayı ve bunun için de katliamı seçen ABD emperyalizmi ve onun işbirlikçileri, bu gün korkularını yenmek için çaldıkları ıslıklarını, bir bayram havasında, bir sınıf kardeşliği havasında, sınıflar üstü bir coşku ile yarattığı renk cümbüşündeki kardeşliğe çaldırdı.
Buradan çıkan sonuç itibarı ile Emperyalizm, egemen sınıflar, hem son derece sınıfı bakmaya Devam ediyorlar ve hem de son derece temkinli olarak korkularını yenmeye devam ediyor. Korktukları sosyalist hareketin hortlamasıdır ve sınıf bakışları gereği, bunun mutlaka olacağının ve çok uzun bir zaman sonraya ötelenemeyeceğinin bilincindedirler ve bu bölgenin stratejik önemi gereği, korkularını şimdilik korkutarak değil, ama korktuğunu gizleyerek ve kendi ıslıklarını böyle bayram havasında, korktuklarına çaldırarak bu hayaletin canlanmasının önünü almaya çalışıyor.
Biraz felsefi yaklaşımın olsa idi, toprağın sesine yansıyan nesnel durumun fırlattığı işaret fişeklerinin, bunu gösterdiğini görürdün ve şimdi eksik olanın, hafıza olduğunu, bu anlamda ideolojik mücadelenin şiddetinin bin kat artırılması gerektiğini ve bunun için de önce kendimizin, işçi sınıfının varlığına inanmamız gerektiğini anlardın.
Bu 1 Mayıs da, tarihe geçecek turnusolların yaşandığı bir alan olmuştur.
Bu topraklarda işçi sınıfı hâlâ belirleyici bir güç olarak vardır. İşçilerin taşeronlaştırılması, işsizleştirilmesi, belleğinin silinmesi, aklının geriletilmesi, edilgenleştirilmesi, sahte sendikacılarla aldatılarak, sahte sendikalara hapsedilmesi, işçi sınıfının olmadığını değil, hâlâ sermayenin sınıfı baktığını ve bu bakış ile korkularından arınmak için işçi sınıfını köleleştirmeye çalışması gerçekliği öne çıkar.
Bunun için, fabrikalardan sınıf bilincini atıp, tarikat dinamiklerini yerleştirmeye çalışması, işçi sınıfını sınıf bilincinden uzaklaştırmanın, o kadar kolay olmadığının göstergesidir.
Ne yazık ki, sabah akşam sınıftan söz ederken, iş, işçi sınıfına geldiğinde, sınıfın lafzından bile uzaklaşıp, bu gerçekliğin, emek soyutluğuna hapsedilmeye çalışılması, sermayenin korkuları yenmesinde önemli bir yardımcı araç olmaktadır.
Bu araçlarla da, öteden beri varlığını kanıtlayan ve bir itici güç olmasa da, bu güce işaret eden dinamikleri açığa çıkarmaya başladığını gösteren Marksist damarlar, en bilimsel yaklaşımla, sınıfsal bakışla mücadele etmenin kodlarını, devrimcilere, sosyalistlere, komünistlere ve elbette işçi sınıfına, dürüst, namuslu, bilinçli işçi liderlerine gösterecektir.
En önemli sorunun teori olduğu ve teorisiz devrimci dönüşümün olmayacağı, bunun için de ideolojik donanımlı insan faktörünün önemli olduğu ve bu sorunun üzerini örten, bunun çözümünden uzaklaştıran yegâne etmenin de, sınıf bakışından uzaklığı bilinçli bir dinamik halinde solun içine şırınga etmeye çalışan sahte solcular ya da onların kapsama alanından kurtulamayarak, gittikçe ahmaklaşan sol olduğu gerçekliği, bu Marksist damarlarca açığa hızla çıkarılacak ve kitlelerde de can bulmaya başlayacaktır. Hatta başlamıştır bile.
Emperyalist oyunlar ne kadar hızlanırsa, bu gerçekliği açığa çıkaracak etmenler de o denli yükselecektir.
Bunu hâlâ görmemekte direnenlerin ise işçi sınıfı adına konuşmalarının yersiz olduğu netlikle bu dinamiğin gerçekliğinin ortasına düşecektir.

Fikret Uzun
2 Mayıs 2011