30 Mart 2011 Çarşamba

TKP Yİ VE KOMÜNİST HAREKETİ TASFİYE AMAÇLI TKP İÇİNE ÇÖREKLENMİŞ PARTİNİN ALAN AÇMA GAYRETİ ÜZERİNE- 2

TKP Yİ VE KOMÜNİST HAREKETİ TASFİYE AMAÇLI TKP İÇİNE ÇÖREKLENMİŞ PARTİNİN ALAN AÇMA GAYRETİ ÜZERİNE- 2
Merhaba,
Haklısınız, hem tarih çalışması kapsamında hareket edildiği için ve hem de teorik bakış açısından, TKP yi ve İsmail Bilen'i fetişleştirerek sonuç almak mümkün değildir. Ancak, İ Bilene ve TKP ye dil uzatıldığı için damarı kabaranlara hatırlatmak isterim, bu çaba, bu grupta sistemli olarak zaten gösterildi. Bütün melanetin sistemli olarak TKP ye ve İ.Bilene yüklendiği hepimiz tarafından görülmüştür ve elbette bunun bir simetriği de olacaktı. Olmuştur. Yani, bütün melanetlerden ayrı tutulan bir tarafın öne çıkartılması çabasının hüküm sürdüğünü de hepimiz gördük. Bunu gözden kaçırıp, şimdi, Oğuzhan'ın kendi örgütünün içine attığı taşın, hem de grupta bitkisel hayatın hüküm sürdüğü bir durumda, grubun orta yerine taşınmasından, TKP ve İ.Bilen savunusu içine girmek ciddiyetten ve tutarlılıktan uzaktır.
Diğer yandan, Grubun orta yerine, zamanlama açısından ve Grubun bitkisel hayattan kurtarılması açısından, böyle bir taşı atmak oldukça dâhiyane bir fikir.
Şöyle bir bakalım, bu taşı pek ciddiye alan var mı? Yok. Ciddiye alan olmadı. Neden acaba? Nedeni Moderatörler eliyle kotarılan bir bitkisel hayat olmasın?
Ve uyarı Sevinç hanımdan geldi.
Sevgili Cüneyt hemen vicdan muhasebesi yaparak, suçu yüklenip, duruma el koyuyor. Açıklamasında dile getirdiklerinin hiç bir mantığı olmadığı bir yana, olsa olsa özrü kabahatinden büyük özdeyişini hatırlatmaktadır, buna mantık gerekirse, grubun yeniden harekete gelmesi ihtiyacına işaret olarak görmemiz yerindedir. Sevincin uyarısını, her iletisi, hiç bir gerekçe gösterilmeden engellenirken, bazılarının iletilerinin otomatik olarak grup sayfasına düştüğünü Fikret uzun, çok daha önce ve daha açıklıkla yapmıştı. Ama moderatörlerin kıllarını bile kıpırdatmalarını sağlayamamıştı. Şimdi ise, birden Cüneyt arkadaşımızın, Tüh ya! Diyerek, bir VİP uygulaması başlattığı ve unuttuğu yollu vicdan yapması, sonucunda da moderasyona esneklik vermesini 3 yıllık bir ihmalin farkına varılması ve düzeltilmesi olarak değerlendirmemizin beklenmesi, bekleyenlerin mantık dinamiğine uygun olabilir ama çok özür dileyerek ifade etmek istiyorum ki, akıl taşıyanların mantığı bunu kabul edemez. Peki, akla ne gelmeli?
Bizler, teorik bakış taşıyan insanlarız, belki bazıları kadar olamasak da, yani burjuva politikasını beceremesek de, biz de politikacıyız. O nedenle akla gelen, bu taşın bulandırma ve ürkütme katsayısının yaratacağı helezonik etkinin çapına olan ihtiyaçtır.
Ustalar ne demiş, ihtiyaç keşfin anasıdır. Ve ne kadar güzel ki, Cüneyt arkadaşımız,3 yıl sonra aniden, böyle bir taşın yaydığı sismik dalganın etkisi ile ihmalini keşfetmekle kalmıyor, düzeltmek için gerekli olan formülü de keşfediveriyor.
Şimdi çok şükür, bir ihmal düzeltildi ve Grup o hareketli günlerine dönecektir ama Moderatörler iş başında olup, yeni moderasyon dinamiği işletmeleri kuvvetle muhtemel olacaktır.
Peki, önümüzde ne var, birincisi, yeni Anayasa tartışmaları, TÜSİAD eliyle gündeme, tıpkı Oğuzhan Müftüoğlu'nun taşı gibi düştü. Aynı helezonik etki için medyada ve STK larda bütün kanallar açıldı ama gelinen noktada, TÜSİAD iki adım daha atılmak üzere, bir adım geri attı.
Sahneye kimler çıktı, bir zamanların Yeni Demokrasi mihmandarı ki, O zaman Karısının oturduğu koltukta o oturuyordu ve o zaman ki, dava arkadaşları, yoldaşları, ondan önce epeydir zaten sahne alıyorlar.
Bunlar kimdi dersiniz, birisi Zülfü Diclelidir. Peki, bu çabalarla senkronize olan ve bu grubun varlık sebebi olan TKP tarihi dışında, TKP li olmak ile bir ilgisi kalmayan Nabi Yağcı ve şürekâsı ( bunu bir hakaret sözü olarak algılamayın, anlamını her yerde bulabilirsiniz ki, yandaş, ortak, iştirakçi, taraftar, destekçi olarak geçmektedir) değil mi?
Onlar da Tıpkı TÜSİAD gibi "demokratik anayasa" açılımı için var güçle çalışmıyor mu? Onların da çalışma alanları sınırlı ve kimi "faşizan" saldırılarla, yani tuvalet kâğıdı fırlatılarak taciz edilmesiyle sınırlandırılmıyor mu? Kuyerel ise kendi içinde, sen ben bizim oğlana açılım vermekten başka bir çapı olmayan alanda çabalamıyor mu?
Öyleyse Tustav grubun alanı bir ihtiyaca cevap verecek niteliktedir. Birinci keşif bu yöndedir. İkincisi ve daha önemlisi, çünkü kotarılamazsa "demokratik anayasa" güme gidebilir; genel seçimlerde çok demokratik ve hatta bütün solu utandıracak denli sol tona bulanmış "ileri demokrasi " nin mimarı AKP nin tek başına öne geçme ihtiyacı var. Ve engeller 2007 seçimlerine ve Referanduma oranla çok daha fazladır.
Öyleyse, ihtiyaç ihtiyacı doğuruyor. Ve TÜSİAD a olduğu kadar, Cem Boynerlere; Zülfü Diclelilere olduğu kadar, Nabi Yağcı ve şürekâsına da ihtiyaç var ki, onlara ihtiyaç arttı ise, Tustav iletişim grubuna da ihtiyaç olması yerindedir.
Oğuzhan Müftüoğlu’nun kuvvetle muhtemelen kendi içine yönelik yazdığı anılarında ortaya attığı taşın, tam da kurbağa ürkütemeyen cinsten olan bu taşın, temel işlevi, hâsıl olan ihtiyaç için keşfedilenin mantık çerçevesinde uygulamaya sokulmasıdır.
Yoksa ne dedim bir önceki, yayınlanmasının mümkün olacağını düşünmediğim iletimde, "TKP tarihi bahane, üzerinde oturanlar şahane"
Neredeyse üç yıldır, sevgili Cüneyt’in unutkanlığı ile bu grup bitkisel hayata girdiğinden beri, Tarihimize dair tek bir satır tartışılmamıştır.

Evet,"her şey o kadar iyi idiyse, bu günkü durum nedir? " güzel bir soru. Sizce nedir bilmiyorum ama bu gün gelinen noktada;
Aydan Bulutgil, MK üyesi, Marmara Bölge Sorumlusu, sessizce yaşlanıyor ve etliye sütlüye karışmıyor. Bunun sorumlusu İ Bilen ve TKP mi?
Erdal Talu, MK üyesi, o da etliye sütlüye, belki sadece "demokratik anayasa" çerçevesinde katılıyordur ki, o etten de, sütten de hayır gelmez, başka ne yapıyor, o da sessiz olmasa da yaşını tüketiyor. Bunun sorumlusu da İ.Bilen ve TKP mi?
Aydan’ı TKP ye kazandıran ve eğiten, Cavlı Çulfaz şimdi İngiltere’de yaşını tüketmiyor mu? Var mı, bu günkü durumu değiştirecek bir dahli? Burada da sorumlu İ.Bilen ve TKP mi?
Birol Başören, haber verirlerse imzalara katılıyor ve belki, anayasa açılımı turlarına izleyici olarak katılıyordur. O da yaşını tüketiyor. O da MK üyesidir. Sorumlu gene İ.Bilen ve TKP mi?
Oktay Zor da aynı değil mi? o da MK üyesi değil mi?
Gelelim Nabi Yağcı ya, o ise partinin son genel sekreteridir ve İ Bilene en yakın kadrolardan olmuştur ve İ.Bilen ölmeden önce halefi olmuştur ve neticede TKP nin genel sekreteri olmuştur. TKP yi hapislikten kurtarıp, her şey yapmayı vaat etmiş, bunun için demokrasi turlarına başlamış, Özal’a güzelleme yapmış, komünistler adına konuşup, proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiklerini ilan etmiş ve” biz değiştik artık bize inanın ey sermaye, ey TÜSİAD” demiş, sonra TÜSİAD ile aynı momentte birleşmiş. Ama dahası da var, Artık ve uzun zamandır, AKP nin danışmanıdır, gençlerine politik ders vermektedir. Adımları, medyaya düşen bilgilerle de teyit edilen, bir tarikatın sözcüsü olan gazeteye kadar gitmiş ve yine sol adına konuşarak, solu tarikat dinamiği ile kaynaştırmak gerektiği yollu vaazlar vermiş ve mülakatı kayda değer bulunmadığı için, en son tırmanmak istediği basamaktan belki de mahrum kalmıştır.
Nabi Yağcı, TKP sine ve TKP üyelerine ve Türkiye emekçi halklarına en büyük kazığı atmış ama hala ortada Komünist gömleği ile dolaşabilen ve kabul gören bu kişinin, bu günkü durumla ilgisi olmadığı, bu durumun tek müsebbibinin İ.Bilen olduğu ve soyut bir TKP örgütü basiretsizliği olduğu üzerine açılımlar yapılabilmektedir ki sizin de aynı telden çaldığınızı öğrenmiş oluyoruz.
İ Bilenin ve o zamanki dış büronun elbette bu günün bu gün olmasında payı var, önemlidir ve elbette üzerinde durulması gereklidir ve elbette İ.Bilen ve TKP fetişizmi ile bunun üzeri örtülmemelidir.
Ama sormak zorundayız, hırsızın hiç mi kabahati yok diye. Ve hatta haneye giren hırsızı da, hanenin reisini de aklarken ya da fetişleştirmenin içinde eksiklerini, yanlışlarını güme getirirken, suçu bütün bir hane halkına, hatta hanenin kendisine yayarsak, ne tarih çalışması yapmış oluruz, ne bu çalışmadan bir aydınlatıcı tarih çıkartırız, ne de bu günlerden, dünün bu günlere taşıyan günlere yapışmış kalmış eksiklikleri, yanlışları ayıklayabiliriz.
Dolayısıyla da, bu güne taşınan, bu gün üzerinde devam ettirilmek istenen eksikliklerin, yanlışlıkların önüne geçemeyiz.
Ve İ.Bilen, Dış Büro, kabahatin büyüğüne sahip olabilir ama bu kabahati, bu kabahate ortak olmak bir yana, bu kabahatli durumdan yararlanarak, yeni kabahatlerin kapısını açmak için kullanmak üzere sineye çekip, sonra da bütün kabahatlerden arî bir şekilde ve kendi ölümcül kabahatlerini örtmek için ve hatta aynı kabahatlerin bu güne içerilmesi için, üstelik kabahatin büyüğünü TKP üyelerine ve soyut TKP ye yükleyerek, kaynağını İ.Bilene ve onunla anılan bir TKP dönemine yüklemek köylü kurnazlığı değilse nedir?
Daha bitmedi, Zülfü Dicleli var, o da MK üyesi, belki Politik Bürodandır da, yanında Ahmet Kardam var, aynıdır. Onların, dün TÜSİAD başkanının yeni demokrasi hamlesinde, şimdi MESS in emrinde olması, dün işçilere iktidar öngörürken, şimdi çatal, kaşık, bıçak eğitimi vermesi de İ.Bilenin ve TKP nin suçumudur?
Almanya’da kalanlar, Yelkenci ve Şiko, bunlar ne yapar, Nabilere fikirlerin farklılığından zenginlik bekler misli muhalefet yapmaktan başka ne yaparlar. Bunlar da MK üyesi değil mi? üstelik kilit noktadadırlar. Bunlar, Almanya’da, burunlarının dibinde, Türkiyeli işçiler ve göçmenler arasında,12 Eylül ile birlikte, ABD ve AB emperyalizminin YDD yönelimine uygun olarak,12 Eylül generallerinin dahli ile Türk İslam Birliği örgütlenmesi içinde olmalarını hiç fark etmişler midir ya da fark etti iseler, bu çerçevede önlem almışlar mıdır?
Yoksa birbirini tanıyan kırk kişinin sessizlik konsensüsü gereği, TKP tarihinin sandukasının kapağının bir köşesine oturmakla mı meşgullerdi. Bunun sorumlusu da İ Bilen ve TKP midir?
Bir Nihat Akseymen var, şimdi yaşamıyor, İşçinin sesi olgusu var, şimdi onun da yaşadığını söyleyemeyiz, bu kişi hakkında Erdal Talu mahsulü anlatımla korkaklık suçlaması var. Çağatay Günel’in, Polisteki ödül getiren anlatımlarına bakarsak, bu bakış açısını Çağatay’da da görürüz. Demek ki, Erdal öteden beri, Nihat’ın korkaklığına takmış.
Biz bunlarla ilgilenmedik, ilgilenmiyoruz ama sorduk, hep soruyoruz, Nihat Akseymen’in büyük bir gençlik örgütünün yöneticiliğini orta yerde bırakarak aniden ortadan kaybolması ve TKP nin içinde ortaya çıkması ve sonunda da İşçinin sesinin mimarı ve mihmandarı olarak Partiyi bölen sıfatıyla partiden kovulması ama bunun bir adım öncesinde, kendisine ve İşçinin sesine mal edilen broşürün hemen hemen bütün parti tabanında dolaştırılması ve parti organlarında değerlendirilip görüş alınması ve tam da bu tarihlerde savunma komiteleri adı altında örgütlenmelere gidilip, atış talimleri yapılması, az da olsa silahlanma perspektifinin kapısının açılması ne anlama gelmektedir. Burada İ.Bilenin ve TKP nin suçu nedir?
Dahası, daha önce de sordum, parti aranıp bulunup, kolaylıkla içine girilebilecek bir yapımıdır. Partiyi zaten her taşın altında polis de aramıyor muydu? Ve siyasi polis, devletin istihbarat örgütleri, özellikle de kilit coğrafyalarda ve kilit örgütlenmelerde, mesela sanayi bölgelerinde, silah fabrikalarının, limanların, petrol rafinerilerinin olduğu yerlerde daha çok cirit atmazlar mı, daha fazla taşın altına bakmazlar mı, daha fazla iz sürmezler mi. sendika yönetimlerine seçilenleri, paraşütle inen danışmanları, organizatörleri mercek altına almazlar mı idi?
Üstelik bu coğrafya öteden beri anti-komünizm üzerine her türlü devlet örgütlenmesinin olduğu bir yer değil mi idi? böyle bir coğrafyada ve böyle bir istihbarat ağı içersinde, üstelik sınıf kavgası da, bu çerçevedeki sınıfsal hareketlerin konum alması da ülke içinde iken, partiyi dışarıda arayıp kolaylıkla bulup ve kolaylıkla tepesine geçmek ve örgüt ve lider fetişizmi ile işi kotarmaya çalışmak partinin sıradan ve özverili üyelerinin suçumudur? Ya da suç değilse, yapılanlar iyi şeyler ise, bu gün neden böyle bir gündür?
Bu olanlar, doğru ya da, yanlış, yapılmışımıdır? Yapılmıştır. Öyleyse, bunda bütün sorumluluk sadece İ.Bilene ve çok aşırı bir mantık zorlaması ile bu yapılanların tam ortasında olanları ayırıp, suçu topyekûn TKP ye yüklemek yani sıradan üyelere dağıtmak akıl işi mi?
Bir önceki iletimde fener tutmaya çalıştım, partide, ben Nabi partisi diyorum, (siz katılmayabilirsiniz, başka birine mal edebilirsiniz,) partiyi topyekûn burjuvazinin dümen suyuna sokmak isteyen bir ekip iş başına geçmek üzere bu olanların merkezine yerleşmemiş midir?
Başkaları da var, yani TKP nin belki dış bürosu, tümüyle dönülmeze göçtü ama atılım yılları ile anılan trafikte partiye girenler ve MK yı, Polit Büroyu, diğer yönetim organlarını oluşturanların hepsi, TKP nin tarihi dışında, TKP ile ve komünist hareketle ilgilenmezken, burjuva örgütler dâhil, birçok örgüte ya danışmanlık yapmakta, ya paralelinde hareket etmekte ya da içinde yer almaktadırlar.
Ve bir yanlarından da sırıtmaktadır ki, çok büyük çoğunluğu, TKP ye bağlı oldukları örgütlerini bırakarak ve TKP yi aramak için yollara dökülerek, aracılar bularak ve çok büyük bir hızla basamakları tırmanmaya bile gerek görülmeden TKP nin başına geçmiş olanlardır.
Şimdi demezler mi, siz kimi kandırıyorsunuz diye ki, bunlar topyekûn sorumlu değil iseler, yaptıkları hep iyi şeyler idiyse, TKP nin sıradan ama en özverili üyeleri mi sorumludur bu günlerden?
Kendileri sorumlu değilseler, TKP yi sorumlu tutmak nasıl bir mantıktır? Bu, şimdi hepsi ayrı ayrı noktalarda ve TKP bir yana, sosyalist hareketin çok uzağında olan aktörler, TKP yi tü kaka yapmak için yarış haline girmişken, bu noktayı görmeyip, TKP ve İ.Bilen fetişizmi ile zevahiri kurtarmaya çalışmanın bu mantıktan ayrı bir yanı var mıdır?

Diğer yandan,Yıllarca herkese ajan kışkırtıcı diye saldıranlar olarak İ.Bilen ve TKP kastediliyorsa, kimleri bundan ayırıyorsunuz net olarak ortaya koymanız gerekmez mi?
Ayrıca, kastettiğiniz ajanlıkla suçlananlar, V.N.TÖR, Ş.S.Aydemir gibi Kemalizm’in ideolojik ajanı olanlar ise, bunda bir yanlışlık yoktur. Vedat da, Aydemir de, TKP de Kemalizm’i buldukları için, TKP ye girmişlerdir ve çıktıkları andan itibaren Kemalizm’in ideologluğunu yapmışlardır.
Eğer Ulvi Oğuzun ajanlıkla suçlanmasını ve partiden anons edilmesini kastediyorsanız, burada da izler Nabi’ye çıkacaktır. İ.Bilenin bunda bir dahli olduğunu sanmıyorum. Ve Nabilerin topladığı son TKP kongresinde Ulvi dışında herkes Partiye geri çağırılmış, itibarları iade edilmiştir. Şefik Hüsnü dâhildir.
Öyleyse suçu da, yanlışların ölümcülünü de başka yerde aradığımız ortadadır. Daha doğrusu başka yerde aratanların amacı gerçekleşmektedir.

İ.Bilen ve TKP topyekûn tü kaka ama 12Eylülden bir gün önceki ve İ.Bilenin bitkisel hayata girmesinden ve ölmesinden sonra TKP yi yönetenler Pir-ü pak öyle mi?
Diyelim ki öyle, bu pir-ü pak beyler, TKP yi ararken, TKP nin politik yaklaşımını bilmiyor mu idi? politik yaklaşımda problem yoksa örgütlenmede bir sakatlık varsa, bunu İ.Bilene bağlamak, bu örgütlenmenin problemlerinin bizzat içinde olanları ve düzeltmek için çaba sarf etmeyenleri dışında tutmak mantık işi mi? Dahası, bu sorumluluğu bütün bir TKP üye kitlesine yüklemek ve bu örgütlenmenin tepesinde olanları dışarda tutmak akıl işi mi?
TKP sine yetmişlerden itibaren üye alımı, bu yöndeki parti normları çiğnenerek yapılmıştır. Dahası konspirasyon ilkesi de çiğnenmiştir. Daha dahası, parti yönetimine koopte edilirken liyakat durumu esas alınmamıştır. Partide öncelikle ideolojik eğitim ve ideolojik birlik sağlanması gerekirken, örgüt fetişizmi ve bu çerçeveye yapışan bir politik pragmatizm hâkim olmuştur. Parti hep başka ve nicel güçlerin rüzgârı ile yelken şişirmiştir. Oysa nitelik içerilmemiş bir Komünist Partisinin nicel gücü ve yatay örgütlenmesi sonuç getirmez, aksine Nitel gücü sağlam olmakla, nicel birikimlerin içine kök salması ve kitleleri derinlemesine harekete geçirmesi mümkündür.
Diğer yandan, TKP, illegaliteyi de bu pragmatik yaklaşım çerçevesinde ele almıştır. Pratikte ise illegaliteden eser yoktur.
Bu sözünü ettiklerim doğru şeyler değilse, İ.Bilen tek başına mı yapmıştır. Kendisine asistanlık eden yöneticiler, hiç toz kondurmadıklarınız değilse kimlerdir. Bunlar doğru şeyler ise, yanlış olanlar hangisidir.
Ulvi Oğuzun evinde ele geçen dokümanlardan birisi,"Politik Durum ve TKP nin Tutumu "başlıklı belgedir.
Bu kimin veya hangi büronun eli mahsulüdür. Bunu da tek başına, İ.Bilen’mi yazmıştır. Ya da, İ.Bilen, bunu yazmazsanız, sizi başka diyarlara koopte ederim diye mi korkutmuştur. Ayrıca, İ.Bilenin kendi eli mahsulü ve eleştirilecek belgeler ortada iken, TKP yi aramaktan kan ter içinde kalmış olan ve sonra TKP nin üst yönetim organlarını varlıkları ile onurlandıran ve şimdi ise komünist hareketi hiç yaşamamış gibi yapan aktörler ne yapmıştır? İ.Bilenin zulmünden korkup sinmişler midir?
Bu nasıl bir mantıktır?
Bu belgede, 12 Eylül rejiminin görüldüğü kadar oturmuş olmadığı saptaması yapılarak, 12Eylül faşist saldırısı askersel devirme olarak niteleniyor ve egemen güçlerin, parlamenter yöntemlerle yönetemediği ama o günkü güçler oranının bunalımdan demokratik bir çıkış sağlamaya elverişli olmadığı, çelişkilerin bir devrimci duruma yol açmadığı vurgulanıyor.
Bu saptamadır ve buna göre ülkede egemenler yönetemiyor, darbeye gerek oldu ise, yönetilenler de egemenlerin istediği şekilde yönetilmek istemiyordur. Yönetilenler hareketsiz dursa idi, ya da bu potansiyeli taşıyor olmasalar idi, TKP nin bildirisini hazırlayanların ifadesiyle,"askersel devirme" ye ne gerek vardı. Zaten MC yeterince baskıcı yöntemlerle işçileri, emekçileri ezmiyor muydu? Zaten komünist partisi üzerindeki yasak sürmüyor mu idi?
Öyleyse, eksik olan nedir, eksik olan apaçık ortada değil mi, kitlelerin hareketliğine ve hatta ortaya bir yenişememe tablosu koymasına rağmen ve de “DGM yi ezdik, sıra MESSte” misli bu tablonun sloganlaştırılmasına rağmen, bu tablodan demokratik bir çıkış, devrimci bir çıkış sağlanamamış olması, öznel etmenin yokluğuna mı, basiretsizliğine mi yoksa bu yönde bir tertibin ayak izlerine mi delalettir.
O nedenle İ. Bilen fetişizmini bir kenara koyalım ama başka fetişler yaratmadan, bu izlerin nereye gittiğinin cevabını bulalım.
Yine Ulvinin evinde yakalanan belgeden aktaralım, şöyle diyor; "karşı devrimci öz taşıyan terörist eylemlere bulaşanları, uğradıkları baskılardan ötürü kahramanlaştıran, onları öne çıkaracak bir ajitasyon, işçi sınıfının bilincini bulandırır. Bu nedenle onlara karşı uygulanan insanlık dışı yöntemlere (idam, işkence, insan avı vb.) karşı çıkmalı ama tek tek kişiler kampanya konusu yapılmamalıdır."
Yeterince açık değil mi? Belki Müftüoğlu’nun aklına giren bu ifade, anılarına başka türlü yansımıştır.

Bir diğer önemli açıklama şöyle ;" TİP-TSİP, Kürt devrimci demokratları, Cuntaya karşı konum alıyor. Partilerine yönelik saldırılara göğüs germeye ve örgütlenmeye çalışıyorlar ama bu parti ve gruplar Cuntayı faşist olarak nitelemekte ve var olan savaşım olanaklarını göremiyorlar. Geniş demokratik güçleri birleştirebilecek esnek bir tutum takınamıyorlar."
Ama belgenin başka bir yerinde, "TKP nin amacı, halkın, demokrasi güçlerinin ortak savaşımıyla cuntanın devrilmesidir. Ancak Cunta rejimine son vermek bu gün için olanaklı değildir. Çünkü objektif koşullar olgunlaşmamıştır. Bu belgi (Cunta devrilsin belgisi herhalde), henüz eylem çağrısı değildir, propaganda belgisidir " diyor.
Sonra da cuntanın içindeki “göreceli ılımlı kesimlere “ işaret ederek, “onları nötralize etmekten “söz edip, “cuntayı destekleyen ama şu veya bu ölçüde emperyalizme karşı olan anti-faşist güçleri tutarlı demokrasi savaşına çekmek, ilk adım olarak da, TİP-TSİP ve devrimci Kürt demokratlarla eylem birliği oluşturmak gerek” diyor
Ardından da, cuntadan isteklerini sıralıyor, "Faşist ve Maocu teröristler dışındaki tüm politik tutuklular işçi ve sendikacılar hemen serbest bırakılsın" diyor.
Ayrıca, faşizme karşı tüm politik partilerin ve tabii TKP nin de, üzerindeki yasağın kalkmasını istiyor. Sanki TKP yi Cunta yasaklamıştı, bu bir yana, bütün bu istekler, bir iyimserliği yansıtmıyor mu ve bu iyimserlik te Cuntayı faşist bulmamaktan kaynaklanmıyor mu?
Dahası, 30 yıldır kendilerini, TKP den çok uzak olmalarına rağmen, TKP nin vasisi konumunda dayatanların, bitmez tükenmez demokrasi aşkından başka bir şey çığırdıklarını duydunuz mu?
Tıpkı Ulvide yakalanan belgedeki açıklamalar gibi, sürekli olarak, 12 Eylül rejiminden demokrasi talep edilmiş, 12 Eylül faşist rejimine karşı devrimci bir cepheden sürekli uzaklaştırılmış ve sonunda da, dün 12 Eylül darbesinin faşist olmadığı yollu ikna açıklamaları yapanlar, ilerleyen zamanda ve hala 12 Eylül faşist rejimini demokrasi diye yutturmaya çalışmamışlar mıdır? Hatta12 Eylül faşist rejiminin yaklaşan, daha beter yüzünü "ileri demokrasi" olarak yutturmaya çalışmak için çabalarını sürdürmüyorlar mı? Bu senkronize durumun neresinde TKP var, neresinde İ.Bilen var? Varsa bile, bütün günahları İ.Bilene yıkarak ve soyutlaştırılmış bir TKP üzerinden bütün üyelere dağıtarak Kimler ve neden bu sorumluluktan ayırılmak isteniyor?

Bu, belli ki, TKP içindeki, Nabi Partisinin, (belki Nabi değil, Zülfü partisidir, ya da Sarısözen partisidir, ya da kolektiftir. Bu önemli değil ama en çok mürit yüzünü nereye döndü ise, haliyle biz de feneri o yöne tutuyoruz ve bir tarif yapıyoruz.) bu güne uzanan çabalarının ayak izlerini yansıtmaktadır.
Diğer yandan, daha önceki iletimde yansıttım, Ankara İl komitesi sekreterinin görev yerini terk edip, kaçtığını ama bu kişinin kim olduğunun Politik büro tarafından bilinmediğini Aydın Meriç kendi anılarını derlediği broşüründe dile getirmiş.
Ortalık toz duman iken, Çağatay’ın Ankara’daki bu toz dumana çare arayacağına, sekreteri Güray Tekin Özün peşine takılıp, İstanbullarda Nabi ile buluşması neyin derdine dermandır acaba?
Nabi’nin söylediği, Çağatay’ın aktarımına göre, dikkatli olun, saldırabilirler uyarısından başka nedir de, bu, Çağatay’ın sekreteri vasıtasıyla söylenmiyor da, Çağatay’a Güray’ın yanında söyleniyor ve yetmiyor, Çağatay’la Nabi ayrıca buluşup ona dokümanlar veriyor. Hani saldırı geliyordu, dikkat etmek gerekirdi, Çağatay’ın Nabi’den Dokümanları alması Nisan 16 sıdır. Nisan 8 inde, Ankara İl sekreterinin yakalandığını bilmiyorlar mı? Ve neticede Çağatay, 21 Nisanda yakalanıyor, tabii ki Nabi’nin verdiği dokümanlar da elindedir.
Bu nedir, bunların, örgütlenme anlayışı, cunta ile mücadele anlayışı bu mudur? Burada da mı İ.Bilen var. Topyekûn TKP var?
Ve bu toz duman arasında, Ankara’nın göbeğinde TKP imzalı bildiri dağıtılması ve bildirinin özünün dev yolu aşağılamaya yönelik olması mümkündür de, değildir de.
İşin içinde polis varsa veya faşist olmayan Cuntanın saldırısının yönünün, faşist ve sol teröristlere doğru olduğu saptaması ile iyimser bir beklenti varsa ya da birileri bu beklentiyi kafalara kakıyorsa, bal gibi mümkündür.
Ama bu, gerçekten TKP li direngenlerin marifeti ise iki şekilde mümkün değildir, birincisi, bu dağıtımın gerçekleşeceği bir gedik açmak o koşullarda zordur, İkincisi, hadi riske girildi ve gedik açıldı, o zaman da buna değecek bir bildiri kaleme almaları gerekmektedir ki, Oğuzhan’ın anlatımına göre, bu riske değecek bir bildiri değildir. Öyleyse böyle bir bildirinin kime ne faydası olabilir.
Demek ki, TKP içindeki parti hareket halindedir ve TKP nin tamamen yerin yedi kat dibine gömülüp gömülmediğinin kontrolünü yapmaktadır. Artık, gerçek anlamda kendini göstermesinin zamanı yaklaşmaktadır. Çünkü. Tarihi TKP nin zırhı ile dolaşarak hareket alanlarını genişletmeleri mümkün olmamaktadır.
İşte Tustav grup alanına düşen bir taşın ve akabinde bir esneklik getirilmesinin kıymeti harbiyesi de budur.
Kimse, bu ifade ettiklerimden kişisel bir sonuca varmasın, bu ifadelerimde kişisellik aramasın. Bu ifadelerim, Tümüyle siyasi öngörü çerçevesinde ele alınmalıdır. Mutlak değildir, teorik bir bakışın ürünüdür. Yanlış çıkarsam, teorik olarak doğru yere bakamamışım demektir.
Ama yine de Koskoca bir TKP hareketini ki, en sert eleştiriyi yöneltenler bile, onun eteklerinden düştüğü yönlü itirafını kendisine vitrin yapmaktadır, topyekûn tasfiye edenlerin yaptıkları bir yana, bunu göremeyenlerinkinden daha kötü bir körlük değildir.

Fikret Uzun
28-Mart-2011

29 Mart 2011 Salı

TKP Yİ VE KOMÜNİST HAREKETİ TASFİYE AMAÇLI TKP İÇİNE ÇÖREKLENMİŞ PARTİNİN ALAN AÇMA GAYRETİ ÜZERİNE

Değerli Güncel grup üyeleri,
Hâlâ grubu takip ediyor musunuz bilmiyorum ama malum, burada toplanan arkadaşlarımız da, TKP de ya da TİP bünyesinde Türkiye’nin komünist hareketini yaşamış ve kayda değer bir tarih yapımı olduysa, bunda katkısı olanlardır. Ancak bu yaşananların ve yaratılan tarihin, nesnel ve teorik bir tarih yazımı olmazsa gelecek kuşaklara eğrisi, doğrusu, deneyimleri ile aktarmanın mümkün olmadığı açıktır.
Eskiden de zaman zaman ve genellikle bu amaçla kurulmuş bir grupta, bazılarının tekerine çomak sokan tartışmaları gündeme taşıdığım ve gerçekliklere önemli oranda parmak bastığım için sansür uygulandığında konuyu buraya taşımayı sorumluluk addediyordum.
Şimdi de, sözde Türkiye Komünist ve işçi sınıfı hareketinin tarihini aydınlatmak ve bir sözlü tarih yazımı etrafında kolektif çaba göstermekten söz edenler, bu amaçla kurulmuş grubun başını tutarak, aslında gerçeklerin, en azından gerçeklere yönlendirecek kanalların açık kalmasına tahammül gösteremeyerek ve tartışma konularını istedikleri yöne çevirmeye çalışanlar, aynı hassasiyetle bu çerçevede yürütülen tartışmaların yönünü değiştirmek için kolları sıvamışlardır.
Şimdi daha net görülen,geçmişteki Komünist hareketin, işçi sınıfı hareketinin başına bir şekilde geçmiş ama çift inançlı bir şekilde bu hareketin sönümlendirilmesi ve de tekellerin arka bahçesine düşürülmesi için özel çaba gösterenleri ayrı tutarak,komünist hareketi itibarsızlaştırmak, tarihini sıfırlamak ve belleklerden silmek için gösterdikleri çabalarına yeniden hız vermeye koyulmuşlardır.
Bunun nedeni bellidir, birincisi, böyle bir durumda, geçmiş tarihimizin izleri belleklerden silindiğine göre ve bu şekliyle itibarsızlaştırıldığına göre, bu günkü sosyalist/sol hareketin eski tarihten kalan eksikli, yanlış düşüncelerin üzerinden ve bu sahte sol gömlekli aktörlerin yol göstericiliğinde ve de elbette yanlış yöne yükseltilmesi ve oradan uçuruma yuvarlanması bir kez daha kolaylaşacaktır.
İkincisi, bu toz duman içinde yaratılan belleksizlik ile özellikle de, yine özel çaba gösterilen, ben buna bulaşıklık diyorum, abi kardeş, kanka ilişkileri ile yani eskiden telaffuz ettiğimiz kafa kol ilişkisi, feodal ilişki ile sosyalist hareketin ana damarına akan bütün yolları kapatıp, bu ana nehre gidiliyormuş gibi, hâlâ sol/sosyalist bir yürüyüş içinde olmak isteyenleri, tekellerin 12 Eylül rejiminin oluşturmaya çalıştığı ateş çemberinin içine doğru sürüklemek daha kolay olacaktır.
Üçüncüsü ve en temel olan nedeni, geçmişten aldıkları görevlerinin devamı olarak, sol / sosyalist hareketin bir şekilde tepesine çıkmış olanların şimdiki icraatlarının bir sol icraatmış gibi gösterilmesi kolaylaşacak ve böylece, 12 Eylül rejiminin, tekellerin, AKP iktidarının, dinci akımların ve elbette büyük birader ABD emperyalizminin cenderesinde konuşlandırılan İslamik-Osmanik- faşist rejime giden yolun "ileri demokrasi" ye giden yol gibi gösterilmesi kolaylaşacaktır.

İşte bunun için, bir önceki iletimde işaret ettiklerimi de sizlerle paylaştım.
Biraz uzun oldu ama dikkatlice okunursa, orada bir yakın tarihin yattığı, sakatlığın komünist harekette olmadığı, öyle olsa bile bu hareketin, onu yönetenlerle var olduğu ve asıl sakatlığın bu hareketi yönetme biçimi ve açıkça sırıtan bir komplonun izlerini taşıdığı ve bu hareketin tepesinden, bu harekete karşı nasıl ve kimler tarafından komplo kurulduğu ve bunların hala solu, sosyalist hareketin içinde dolaşarak aynı görevlerini sürdürdükleri görülecektir.
Hepimiz hafızalarımızı zorlarsak, 12 Eylül öncesi özellikle de 1977 1 Mayıs'ına kadar, hatta ondan sonra da azalarak da olsa devam eden, burjuva düzenin yerleşme çabalarının izlerini taşıyan konjonktür bir yana, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, öğrencilerin, kadınların, demokrasi güçlerinin, sendikal güçlerin, ilericilerin devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, ne denli hareket halinde olduğunu ve söz uygunsa, burjuvazinin yönetemez halini apaçık ortaya koyduğunu ve bir yenişememe durumu yarattığını, fabrika işgalleri ile üniversite işgalleri ile hatta kurtarılmış mahalleler oluşturarak göstermişti. Açıkça emekçi halkı korkutmak, demokrasi güçlerini sindirmek, sosyalist hareketin bu yönetememe durumundan yararlanmasını önlemek için yani devrimci duruma sürüklenmenin önünü tıkamak için,12 Martları yapan, MC leri kuran,141-142 faşist maddeleri uygulayan burjuvazinin açıkça korku içine girdiğini, çocuklarını ve varlıklarını yurt dışına kaçırdıklarını hatırlarız.
Hatta şunu da biliyoruz ki,12 Eylül faşist darbesinin başı Kenan Evren, Bursa nutkunda "son çaremizdi" diyordu, İşverenler anılarını anlatırken, 12 Eylül darbesinin ilanını duyunca "oh be " diyerek, miskin yataklarından doğrulduklarını ve canlandıklarını, korkularını attıklarını itiraf ediyorlardı.
Öyleyse sakatlık nesnel değildir, özneldir. Ve bunun faturasının soyutlaştırılmış bir harekete ve onun tarihte kalmış aktörlerine ama daha çok da, bu hareketin içindeki özverili, sıra neferlerinin sırtına yüklenmesi tümüyle bilinçli bir çabanın izlerini taşımaktadır.
Oysa apaçık ortadadır ki, TKP nin defalarca burjuvaziden saldırı aldığını, bütün örgütlerinin dağıtıldığını, en başta en ve tepesindeki kadrolarının, hunharca boğulduğunu, ilgisi olmayan insanların, komünist, TKP üyesi iddiası ile zindanlara atıldığını, demokratik örgütler ve sol partiler üzerinde baskı uygulandığını hepimiz biliyoruz.
Buna rağmen, TKPnin, eteklerinden sayısız ama başka alanlarda ve gerçek anlamda burjuvazi ile mücadele örgütleyen yiğitler çıkardığını, kendisinin de komünist hareketteki ağırlığının, vurduğu damganın hakkının dost, düşman herkesçe teslim edildiğini ve her saldırı sonrası, hatta en tepeden de-santralizasyona uğramasına rağmen, ayağa kalktığını ve yeniden örgütlendiğini, ağır aksak da olsa mevzileri kaybetmemeye çalıştığını biliyoruz.
Keza TİP de öyle. İlk çıkışı ile AP hükümetine kök söktürmüş, Meclisteki az sayıda milletvekili ile AP nin dolayısıyla burjuvazinin, korkulu rüyası olmuştur. 12Mart ile bu korku ortadan kaldırılsa da, TİP kapatılsa da, yukarda resmini çizdiğim hareketlenmede önemli payı olduğunu yadsıyamayız ve ikinci olarak TİP in ayağa kalktığını hepimiz biliyoruz. Bir Mihri Belli hareketi, bir YÖN hareketi, Türkiye devrimci hareketine damgasını vuran koskoca bir devrimci gençlik hareketi. Bütün bu hareketlilikteki, dünyadaki gelişmelere de paralel olarak, her yerde sol var dedirtecek bir dönemin hikâyesinin siyasi aktörleridir.
Ne var ki, tarihte hainler, dönekler, içerden bozanlar, karşı tarafa geçenler, kariyerizme sapanlar ya yükseliş zamanlarında boy gösterir ki, azdırlar ve genelde burjuvazinin paralı köpekleri yanında, para ve menfaat ile yoldan çıkarılmış zavallılardır. Ya da gerileme zamanlarında ortaya çıkarlar.
Ama asıl yoğunluk, gerileme dönemlerinde kendini gösterir ki, söz yerindeyse, dağ taş hain kaynar, solculuklarına toz kondurmazlar. Ve bizim gerileme dönemimiz çok uzun sürdü. Hatta en yükseldiğimiz dönemde bile gerilemenin alt yapısının oluşturulduğunu şimdi daha net görmekteyiz ki, neredeyse 40 yıllık bir gerileme dönemi yaşıyoruz.
Bu süreçte, sol/sosyalist hareket enine boyuna tasfiye edilmiştir. Fakat damarları kurutamıyorlar.
Daha önceki yazılarımdan birinde, kalp krizi geçiren bir hastanın, tıkanan damarları yerine yeni damarlar ürettiğini örnekleyerek, Türkiye’de sol/sosyalist damarın kurutulamayacağına dikkat çekmiştim.
Ama bu damar kurutulamasa da, hem TKP gömleği ile dolaşıp, TKP nin ve Komünist hareketin örgütlenmesine ipotek konulması ve gizli bir vesayet uygulanması, TKP hareketinin, sinsice, günden güne ve iyiden iyiye sönümlendirilmesine neden olmuştur.
Yaşamlarını küçük öbekler halinde sürdüren TKP ruhunu taşımaya devam eden grupların bir yanında ise, bu vesayetin ve ipoteğin izleri ve etkileri bir şekilde kendisini göstermeye devam etmektedir.
Zaman zaman Lenin’in Nisan Tezleri’ne gönderme yaparak, Nisan Tezleri’nin önemine dikkat çekerim. Şimdi tam sırası diye düşünerek, bir hatırlatma yapmak istiyorum; Lenin,1917 Nisan kongresi olarak anılan toplantıda, "Şimdilik biz azınlıktayız, kitleler henüz bize güvenmiyor. Bekleyebiliriz. Hükümetin gerçek niteliği ortaya çıkınca onlar( kitleler) bize gelecektir." diyordu. Hükümet, ünlü Kerensky hükümetidir. Komünistlerin canına kasteden açık saldırılar devam etmektedir ve Haziran başında Lenin partisinin düzenlemek istediği bir mitingi engelliyor. Haziran ortasında ise, Hükümetin düzenlediği bir miting kullanılıyor. Bu mitinge katılan işçilerin taşıdığı dövizlerin % 90 ı Lenin’in doğrultusundadır. Ve 3-4 ay sonra Ekim devrimi ile iktidar, Nisan Tezlerini ortaya koyduğunda en yakın arkadaşlarının bile "delirmiş" yollu tepki gösterdiği Lenin’in önderliğindeki işçi sınıfının eline geçiyor.
Oysa Yukarda resmettim, gençlik, kadın hareketi, sendikalar, özellikle DİSK, Öğretmen hareketi, kamu kuruluşlarındaki hareketlenme, hatta Polis güçleri hepsi Birlik Dayanışma hareketinin dolayısıyla TKP nin etkisinde ve dev mitingler, sonuç alan grevler, fabrika işgalleri, üniversite işgalleri, 1 Mayıs mitinglerinde TKP nin pankartlarını taşıyan işçiler, burjuva hükümetlerin yönetemediğini, bu hareketlenme ile baş edemediğini açıkça gösteriyor.
Ama ne oluyor, hızla DİSK de, TİP de dolayısıyla işçi hareketi, sol sosyalist hareket, demokrasi güçleri bir hareketsizliğin içine doğru hapsedilmeye ve güçleri CHP ye akmaya başlıyor.12 Eylüle yaklaşırken sol sosyalist hareketin, sendikal hareketin ve demokratik güçlerin hareketliğinin sürdüğünü görüyoruz ama artık Birlik Dayanışmanın, Komünistlerin, Sosyalistlerin Kitlelere derinlemesine nüfuz etmesi söz konusu değildir. Hareketlilik aslında sessizlik biriktirmektedir. Ve 12 Eylül sabahı kitlelerin sessiz hale getirilmiş olmasının gerçekliği bir tokat gibi hepimizin suratına patlıyor.
Sendika liderleri Selimiye kışlasında teslim olma kuyruğunda, sendikaların ileri gelenleri ki, metal ve maden iş kolunda grevler devam etmektedir, sırra kadem basıyor, TKP sinden Cunta, Askersel devirme saptamaları ile12 Eylülün bir faşizm saldırısı olmadığı yollu ikna mesajları geliyor.
Muhtemelen bir sosyalist ülkenin istihbarat örgütünden gelen bilgiyle, TKP nin MK dâhil, İl komitelerinin 30dan fazlasının resimli isimli listesinin polisin elinde olduğu öğreniliyor ama sendikacı Nafiz Bostancı yurt dışına kaçırılıyor, Nabi Yağcı, sekreterlerini aşarak, kimi kadroları," saldırı gelebilir, çok dikkat edin" diye söylemek üzere, bulundukları yerden İstanbul’a çağırıyor, yetmiyor,"çok tehlikeli bir dönemdeyiz, dikkatli olun" derken, resimli bilgileri polisin elinde olan üst kadroları, mesela Marmara Bölge Sorumlusu Aydan Bulutgil'i, Mesela Kocaeli il yöneticisi Birol Başören'i, Zonguldak ilinin şefi Oktay Zor’u, İstanbul sorumlusu Mustafa Hayrullahoğlu’nu, Ulvi Oğuz’u, İç Anadolu sorumlusu Çağatay Günel'i ve daha birçok üst düzey yöneticiyi Polisin saldırısına açık bırakıyor. Çağatay'ı ise, eline bir tutam parti belgesi vererek ve artık İstanbul’da kalmasını isteyerek bırakıyor.
Ama bakıyoruz ve kendi anlatımlarından görüyoruz ki, üstelik şimdiki icraatlarından ne denli sığ kaldıklarını anlıyoruz ki, birçok sıradan sayılabilecek kadrolar yurt dışına gruplar halinde çıkarılıyor, bu arada üye yazımına da devam ediliyor ve Nabi Yağcı da polisin saldırısına maruz kalmadan Yurt dışına çıkıp Partinin son genel sekreteri unvan ve yetkisini kapıyor.
Önündeki bütün engeller ortadan kaldırılmıştır ve önemli bir etiketle Nabi Yağcı, tasfiye görevine devam diyor.
Sonrasını biliyorsunuz ve işte bu gün o tasfiyenin en son uç noktasındayız. TKPyi TİP ile birleştirerek legal, yığınsal ve güçlü bir sosyalist parti oluşturacaklarını, dün "hapis" olan TKP nin, artık" her şey" olacağını söyleyerek TBKP açılımı ilan edilmiş ama yeterince TÖVBEKAR toplayamadıkları için, kendilerini tekellere kabul ettirememişler ve TBKPnin kapatılmasına seyirci kalarak, yeniden örgütlenmeye gitmeye bile gerek görmeden, TKPden ve TİP ten kalan kadroları özgür bırakıp, adresi de ÖDP olarak gösterip, kişisel yaşamlarına dönmüşlerdir.
Oysa bunun bir adım öncesinde topladıkları kongrede, yollarının Marksist-Leninist yol olduğunu, partilerinin Leninist ilkelerle donatılmış olduğunu ilan ediyorlardı. Sevsinler, Lenin’i yukarda hatırlattım, ne kadar uzak ve ne kadar Lenin’den uzaklaştırma çabası içinde olmuş olduklarını da hep beraber görüyoruz.
Böylece, TKP de, TİP de, sendikal hareket, DİSK de, yöneticilerinin eliyle ve tekellerin, emperyalizmin lehine topyekûn tasfiye edilmiş olarak, bu sahtekârların her biri tekellerin türlü çeşit bahçesinde ödüllerini almanın sırasını beklemektedir.
Kimi MESS te, Kimi TÜSİAD ta, kimi burjuva partilerinde, kimi Sorosvari karşı devrim planlayıcısı örgütlerin maşası olan, fonlanan STKlarda, kimi tarikatların danışmanlığında, kimi holdinglerin danışmanlığında, kimi sendikaların tepelerinde yerlerini almışlardır.
En çok da, 12 Eylül rejiminin, sol/sosyalist hareketi topyekün tasfiye operasyonunun selametle yürümesi için, rejimin iktidarlarına rağmen iktidarda kalmaları ve daha da çok, son 8 yıldır AKP ye rağmen, AKP nin iktidarda kalması, Türkiye’ye biçilen gömleği giydirene kadar iktidardan düşmemesi için, her türlü çabayı göstermiş, her türlü sahtekârlığı yapmıştırlar. Yapmaya devam ediyorlar.
Son bir görevleri kaldı, son görevlerinin yarısını referandumda tamamladılar, şimdi diğer yarısı için var güçle çalışacaklardır. Ama o kadar kolay değil, gün ne referandum öncesi, ne de 2007 seçimleri öncesidir. Rüzgâr, az da olsa, tersinden esiyor, hem de dünyanın her yerinde. Öyleyse, sol görünen sahtekârlara ihtiyaç çok daha fazladır.
Öyleyse sol/sosyalist hareketi daha önce Kemalizm’in kuyruğuna takarak, sonra topyekûn tasfiye ederek yok etme konusunda deneyimli olan bütün aktörler ve bütün cirit attıkları alanlar teyakkuza geçirilmesi gerekmektedir. Ne yapıp edip, AKP tek başına iktidarı kapmalıdır. Yoksa Referandumdaki çabalar sekteye uğrayabilir, daha fazla sahtekârlığı, içinde serbestçe dolaştıkları kitle yemeyebilir yani oyun tersine dönebilir.
İşte aşağıda işaret ettiğim ve açmaya çalıştığım noktalar bu oyunun nasıl ve kimler tarafından oynanmak istendiğini ve Tustav Grup isimli sözde TKP-TİP tarihini aydınlatmak için kurulan bir iletişim grubu olan 900 üyesi bulunan, bu 3 yıldır TKP nin tarihine dair tek bir tartışma bile yapılmamış olan grubun, Nabi Yağcı’nın, hiç bir sorgulama yetisi kalmamış mürit tayfasından oluşan tasfiye partisinin, AKP propagandası için ya da bu yöndeki propagandaların sola hizmet olarak gösterilmesi için velhasıl yine yeniden akıl bozması için, emrine amade yapılmaya çalışılmasını resmetmektedir.
Sizinle paylaşmayı onur saydım ve aktarıyorum. Önceki iletimle birlikte ve dikkatlice değerlendirmenizi önemle rica ediyorum. Yaklaşan saldırının boyutları, hiçbir akıl ve yürek taşıyan kimsenin kulağının üstüne yatmamasını, emretmektedir. Kulağının üstüne yatmak, sessize yatarak, sessizliğe güç vermek demektir. Ben hepinizin birlikte çıkaracağı sesin tamamını çıkarmaya muktedir değilim ama çıkarsa ne kadar ses çıkacağına ve bu sesin nasıl ve kimler tarafından kısılmaya çalışıldığına dikkat çekiyorum.
Öyleyse, geçmişin onurunu ve sorumluluğunu taşıyan herkesin, (biliyorum son 30 yılın sorunudur, uzun yazılar, uzun söylevler sabırları zorluyor, ama bu yöndeki sabrımızı zorlamazsak inanın ateşten bir çember misli daralarak etrafımızı saran saldırılar karşısında sabrımız tükendiğinde elimizde de, aklımızda da yapacak bir şeyimiz kalmayacak) haykırışıma kulaktan daha fazlasını vermesi, yanılıyorsam, yanlış konuşuyorsam bunu, sessizliğe yatarak değil, ses vererek düzeltmesi ya da eleştirmesi, doğru söylediğime inandırmış isem, sesimi kendi sesleri ile de güçlendirmesi, tarihsel sorumluluğu ve görevidir. Ben buna inanıyorum ve sol memesinin altındaki cevahiri sönmemiş bütün arkadaşlarımın da buna inandığını biliyorum.
Saygı ve sevgilerimle
29 Mart 2011
Fikret Uzun

15 Mart 2011 Salı

KÜRTLERİ KİRLİ POLİTİKALARINA ALET EDENLER KİMİ KANDIRIYOR


KÜRTLERİ KİRLİ POLİTİKALARINA ALET EDENLER KİMİ KANDIRIYOR
Sn.Yasacan,

"İkinci olay" diyerek başladığın ki, birincisi herhalde Nabi Yağcılara SİP-TKP li gençlerin tuvalet kâğıdı protestosu ile "saldırmaları"dır ve hepimiz şahidiz, Nabi Yağcılar da, müritleri ve suç ortakları da, sanırım siz de, bu tuvalet kâğıdı saldırısından çok korkmuştunuz, hatta faşizm olarak nitelemiştiniz.
Şimdi de SİP-TKP yi eleştirerek, ne kadar Kürtsever olduğunu ve SİP-TKP li gençlerin dolayısıyla SİP-TKP nin ne kadar Kürt düşmanı olduğunu, adındaki Komünist ekine karşın, ne kadar Komünistlikten uzak olduğunu, komünizmi kirlettiklerini ifade ederek, kanıtlamaya pek gerek görmeden, ilanen tebliğ etmeyi görev edinmişsin.
Peki, komünizmi temiz tutmaya çalışanlar Nabi Yağcı ve tayfası ve elbette müritleri mi? Öyle göstermeye çalıştığın belli oluyor. Ve ne kadar desteksiz bir şekilde haykırıyorsun ki, "bu adamlar”ın, (SİP-TKP liler oluyor), "bir ulusun, (bu da Kürt ulusu oluyor) herhalde, haklarının gasp edilmesini meşrulaştırmakla kalmadığını, üstüne üstlük, bu ulusu, başka ülkelerin, (bu da ABD emperyalizmi olsa gerek), yönlendirdiğini iddia ettiklerini, iddia ediyorsun. Daha doğrusu vaaz ediyorsun. Ve sana göre bu adamlar, SİP-TKPliler, "bu nedenle Komünist sıfatını hak etmiyor, hatta gasp ettikleri için komünist ülküye karşı suç işliyorlar" öyle mi?
Ya sen, ya siz, Nabi Yağcı ve bilumum ardılları, sizler Komünist ülküyü yüksekte mi tutuyorsunuz, daha açık bir soru ile sorarsak, hiç yüksekte tuttuğunuz olmuş mudur? Ben söyleyeyim, olmamıştır ve hali hazırda ve de uzun zamandır, bu ülküye yaklaşmaya çalışanları, bu ülküden uzaklaştırmanın alicengiz oyununu oynamakla meşgulsünüz.
Ve senin üslubunla "yok yav, sen şimdi ulus mu diyorsun" diye soruyorum. Siz, bu sizin içinde ve başında Nabi Yağcı ve müritleri de var, bir ulusun hakkı, hukuku, acısı, çilesi, kurtuluşu ile mi ilgilisiniz, yoksa onları bir bayrakla kurtaracağınıza inandırmak isterken, oyununuzu bozanları ayakaltından çekmenin telaşı içinde misiniz, hangisi acaba?
Ayrıca "ulus" ya da buna dair her söz, sizde vatansız işçiler çağrışımı yapmıyor mu idi, şimdi nereden çıktı bu "ulus" aşkı, konu "ezilenler" olunca mı,"ulus" kavramı ve olgusu aklınıza gelir oluyor ve ancak bu sınırda mıdır kıymeti harbiyesi? "ulus" kavramının ve olgusunun yanına bir de bayrak koyarsan ya da hepsini birden bir harita ile bir sınırın içine doğru yuvarlarsan, işte al sana ulus-devlet. Peki, madem emperyalizmin ulus-devletlerin çözülmesi yönündeki çabalarını ilerici ve hatta söz konusu vatansız işçiler olduğu için, devrimci buluyorsanız, bu ulus-devlet aşkı niye! Bu aşkı depreştiren, emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni perspektifinin engelsiz başarı kazanmasına yönelik olarak ideolojik mücadele yürütmeye mahkûm edilmiş olmanızın yansıması olmasın.
Yasacan bey, Yasacan bey! Ulus da, sınıf gibi, ortadan kalkmadan önce var oluşunu tamamlamaya mahkûmdur. Bu var oluşun tamamlanması için de, bu olguların, başka olgular da var ama konumuz bununla sınırlı, gelişmesi, serpilmesi gerekir. Çünkü var oluş koşulları tamamlanmadan, sona erme koşulları başlatılamaz da, sona ermesi de gerçekleştirilemez.
Ulus-devletler ve sınıf-devletler, ulusların ve sınıfların ilk gelişme zamanlarında ortaya çıktığı gibi, ulus-devletlerin ve sınıf devletlerin ortadan kalkması ile bağlı olarak uluslar ve sınıflar da ortadan kalkacaktır. Gelişmesinin başında ulus ve sınıf nasıl ki, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için devlete ihtiyaç duymuş ise ve duymaya devam ediyorsa, insanları kendisine bağlayan, ulus bağı ve sınıf bağı dolayısıyla ulusun ve sınıfın varlığı ve formasyonu ancak ve ancak insanlığın önüne başka bir bağ ortaya konduğunda veya çıktığında ortadan kalkacaktır. Marks,”tarihsel gelişmenin, insanı, üretimle ilgili olan bağın dışındaki bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını” düşünüyordu ve çok haklı idi.
Fakat tarihsel gelişme, bize bunun o kadar kolay ve sorunsuz bir şekilde gerçekleşmeyeceğini göstermiştir. Bunun en somut örneği, birinci emperyalist savaşta, hem de işçi sınıfının en önünde duranların dahli ile ulus bağından kurtulamamış olmasıdır. Kapitalist dünyanın işçileri üretim süreçlerinden doğan bağı yerine ulus bağına bağlı kalmışlar ve bir birbirleri ile savaşmışlardır. Bunun üzerinde bu güne kadar yeterince durulduğunu sanmıyorum ama durulmasının zamanı geçmemiştir.
Bunun önümüze koyduğu zenginlik var ve bu zenginlikten uzaklaştırılarak, bir taraftan sözde ulus bağından kurtulmanın perspektifi verilirken, dahası bu perspektife ulus bağının tarihsel olarak demode olduğu savı yerleştirilirken ve dahasının da dahası, bu perspektifin içine emperyalizmin kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi yerleştirilirken, diğer taraftan işçi sınıfı ve emekçi halklar, ulus bağının cenderesine sokulmaya çalışılmaktadır.
Sorunun uluslar arası ilişkiler dinamiğinden çıkarılması ve sömürge sistematiği çerçevesinde ele alınması biçiminde sürdürülen bir çözümleme ile ulus bağına ağırlık verilmekte ama aynı noktada, bu çözümlemenin simetriği şeklinde yürüyen bir dinamikle ulus bağına haçlı seferi düzenlenmektedir. Çok basit ifadesiyle, söz gelimi hem Kürt coğrafyasında sanki Türkiye’nin sömürgeci tipinde bir egemenliği söz konusu iken,-böyle bir gerçekliğin olması ya da olmaması ayrıdır-ve diğer taraftan ve aynı zamanda ve yine sanki bu egemenliği hem içeriden ve hem de dışarıdan dinamiklerle ortadan kaldırmaya yönelik yani bu coğrafyadaki ulusun kaderinin tayin hakkının kullanılmasının sağlanmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik çabalar da söz konusudur. İşte geçmişin önümüze koyduğu perspektifsel zenginlikten kaçış tam da bu noktadadır. Böylece üretim sürecinden doğan bağdan işçi sınıfı ve emekçiler bir kez daha uzaklaştırılmakta ve ulus bağı, ulus bağına en çok saldırı olduğu momentlerde bile öne çıkmaktadır.
Üretim sürecinden doğan bağın belirleyiciliğini öne çıkartıp, ulus bağından işçi ve emekçi kitleleri koparmaya çalışan dinamikler, tarihin en statükocu ve gerici konumundaki güçler olarak gösterilmekte ama ulus bağına aynı anda hem haçlı seferi düzenleyen ama hem de aşırı vurgu yaparak, emek sürecinden doğan çelişkilerin üstünü örtecek biçimde ulus bağını kalın bir kement haline getiren iç ve dış dinamik, yani tekeller ve dolayısıyla yeni 12 Eylül rejiminin yönetimi ve emperyalizm tarihin en ilerici ve UKKTH’yi savunarak destekleyen güçler olarak gösterilmektedir.
Haliyle bir taşla birkaç kuş vurmak misli, ulus bağı üzerinden, emek tarihte görülmemiş ezgi ve sömürü şartları emek sürecine yerleştirilirken, bundan doğan çelişkilerin üzeri örtülebilmektedir. Diğer taraftan, ulus bağı üzerinden kotarılan dinamiklerle Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada emekçi halklar üzerindeki egemenlikler hem parçalanmakta ama hem de topyekûn ve artan ölçüde emperyalizmin çıkarlarına bağlanmaktadır. Oysa bu çabalar, ne UKKTH’yi savunmakla, ne de ulus bağının artık tarihsel olarak demode olmasının şartlarının geldiğine inanmakla bağlıdır.
Temel amaç ve temel dürtü, mevcut sömürü dinamiğinden alınan payın yeterli gelmemesi ve bu sömürü akışının yeniden dizayn edilmesi mecburiyetidir. Emperyalizmin özellikle de ABD ve AB emperyalizminin buna şiddetle ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı emperyalistler arasındaki bir üçüncü paylaşım savaşına gerek kalmadan kotarmak birincil önemdedir.
Bu nedenle tarihte görülmemiş bir Bizans oyunu ile emperyalist ABD ve AB, kendi topraklarından çok uzakta ve kendi topraklarına katmaya çalışmadan çözdükleri ulus-devlet yapıları ile ve değiştirdikleri haritalarla ki, temel ilke sınırların net çizilmemiş olmasıdır, ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır.
Ustalar ne demiş, “ihtiyaç keşfin anasıdır”
ABD-AB emperyalizmi, tarihsel olarak karşı karşıya oldukları ve yıkımlarının ifadesi olan sorunlarını çözmek ve muhtemelen son gayretlerini göstermek için, bu gün bölgemizde oynadıkları oyunları icat etmişler ve oynamaktadırlar. Ama keşifleri ve icatları, tarihin gelişim çizgisi ile uyumlu olmadığı için çökmeye ve beklediklerinin tam tersine kendilerine çözümsüzlük getirmeye mahkûmdur. Tarih bizi o noktaya doğru sürüklemektedir. Hep beraber sürükleniyoruz ama Piriniz yoldaşınız, Latife Tekin’in icat ettiği deyimiyle “tangırdaya, tıngırdaya” değil, basbayağı tarihin ilerleme çizgisinin hızına uyumlu olarak sürükleniyoruz ki, burada sürüklenen aslında emperyalizmdir ve sürükleyen; emperyalizmin ulus bağı ile örtmeye çalıştığı üretim sürecinden gelen çelişkilerdir ve bu çelişkilerin keskinliği her türlü törpüleme çabalarına karşın, üretim sürecinden gelen bağı yani sınıf bağını kuvvetlendirmektedir.
Bu sizi biraz üzüntüye sokacaktır ama geçmişte işçi sınıfı yanında insanlığa ihanet eden sosyal demokratları da sollayan bir ihanet dinamiği ile bütün dünyaya ama en çok Türkiye’nin emekçi halklarına en ilerici ve ezilenlerden yana güç olarak tanıtlamaya çalıştığınız Emperyalizmin bu tarihsel sürüklenmenin altında kalarak sonu ile karşılaşacağı açıktır. Zaten “tarihin sonu geldi”, ”sınıflar ve sınıf savaşları bitti” yollu zırva kelamları ile pek bir alkış alan aktörlerin ağzını bıçak açmaması ve alkış seslerinin kesilmesi de bunu işaret eden habercilerdendir. Ve bu haberde Marks’ın asıl işaret ettiği bağ, sosyalizm, var. İşte bu bağ bütün diğer bağların üstüne gelen bağdır ve geliyor.
Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile bu bağın gücünün bir süreliğine azalmasının etkilerinin kendini göstermiş olması, “tarihin sonu geldi” yollu sevinçlerin ve buna bağlı alkış seslerinin yükselmesine sahte sol gömleklilerden de fazlaca alıcı kazandırmış olabilir. Hatta olmuştur. Ama bu alıcılar, bana “her kör satıcının bir kör alıcısı olur” özdeyişini hatırlatıyor ki, alıcısı oldukları malın çürük olduğuna inanmamakta ısrar etmeleri bundandır diye düşünmeden edemiyorum.
Bu alıcılar, Sosyalizm bağının güçten düşmesi ile özellikle sosyalist coğrafyada ulus bağının ön plana çıkmasının bir kapitalizan dinamik olduğunu da görememektedirler. O nedenle Emperyalist ABD’nin ve AB’nin, ulus bağının genetiği ile oynayarak, yeniden ve daha akılcı bir şekilde güçlenerek öne çıkmaya başlayan sosyalizm bağının üzerini örtmeye çalıştıklarını ve sosyalizme karşı, hem de tarihin bittiğini ilan ettikleri bir zamanda, tarihte görülmemiş bir kaba kinle haçlı seferi açtıklarını, dünyadaki bütün kutsallıkları kapmaya ve bütün bağları kendine bağlamaya çalıştıklarını da görememektedirler. Göremiyorsunuz demek istiyorum. Çünkü görmemeye hüküm giymiş durumdasınız ve emperyalist ABD ve AB nin bu kaba sınıf kinini, Emperyalist kapitalizmle kurmaya çalıştığınız bir empati dinamiği ile inceltmek ve örtülemek, bu mahkûmiyetinizin içindeki özverinizin ifadesidir. Özveriniz, Emperyalist kapitalizme dönüktür ve kapitalizmden umut kesmemek temel ilkenizdir. Sovyet sosyalizminin yıkılmasına rağmen canlı tuttuğunuz Sovyet sosyalizmine düşmanlığınızda motorunuz bu ilkedir. Sosyalizm bağından emperyalistlerden çok daha fazla korkmanızın kıymeti harbiyesi budur. Umudunuzu diri tutmanız da bu korkunuzun ifadesidir.
Şimdi yani yukardaki kısa dersten sonra, bir kez de başka türlü soruyorum ki, bir veba türünden türevi olduğunu, insanların kafasına kaka kaka bir hal olduğunuz "ulusalcı"lığın,"ulus" kökünden türediğini ve siz nasıl ki, Kürt ulusuna bayraklı bir ayrı vatan yani ulus-devlet ihsan etmeye kutsal bir ton veriyorsanız, başkaları da mevcut ulus-devlet yapısını emperyalist emellere karşı korumak için hakkını kullanmayı sorumluluk olarak kabul edebilir ve sizin "ulusal"cı diye veba misli yaftaladığınız tam da budur. Öyleyse bu noktada bir ayraca ama bilimsel bir ayraca ihtiyaç yok mudur? Bu ayraç, elbette bir tarafında işçi sınıfının, emekçi halkların bulunduğu, diğer tarafında emperyalist kapitalizmin ve bununla bağlı sömürgeci dinamiklerin bulunduğu ve merkezinde de Kürt halkının ve ulusunun birikmiş tarihsel sorunlarının bulunduğu bir ayraçtır.
Eğer bu ayraç ile Kürt emekçi halkını, Kürt ulusu ile özdeşleştirirseniz, Kürt ulusunun sınıfsal toplumsal yapısını göz ardı ederseniz, merkezde olan ve başrol oynayan Kürt sorununun çözümündeki yöntemler, ne Kürt emekçi halkının, ne de Türkiye’nin emekçi halklarının ve elbette ne de işçi sınıfının kurtuluşunun habercisi olur.
Kesinkes ayracın diğer tarafındaki emperyalizmin ve ona bağlı bilumum sömürgeci dinamiklerin çıkarlarının sağlanması yönündeki ağırlığı artırıcı etki sağlar. Bu da, Kürt emekçi halkının ve Türkiye'nin emekçi halklarının ve elbette işçi sınıfının çıkarlarının sağlanmasındaki ağırlığın zayıflaması demektir.
Bu da, apaçık ortadadır ki, emperyalist kapitalist sistemin meşrulaşmaya yüz tutmuş ölümünü geciktirmekle kalmaz, ömrüne ömür katarak, yeni egemenlikler kazanmasını sağlar. Bunun asıl ve sizin gibilerin sis bulutu içine sokarak geçiştirmeye ve ilerici-devrimci bir zeminde meşrulaştırmaya çalıştığınız yönü, ulus-devlet yapısının çözülmesi ile ortaya çıkan küçültülmüş,bayrak sahibi ama sınırları net olmayan ve emperyalizm istedikçe daha da küçültülmeye mahkûm edilmiş olan bir Türkiye’nin, daha katmerleştirilmiş sömürge yasalarıyla, işçi sınıfı, emekçi halkları köleleştirilerek Emperyalizmin boyunduruğuna sokulmasına ve bu coğrafyadaki bütün ulus-devletlerin parçalanmış sınırları içine hapsedilen emekçi halkların köleleştirilmesinde emperyalizmin kestanelerini ateşten alan maşası misli hareket eden bir uydu emperyalist militan devlet yapılmasına doğrudur.
Oysa Kürt halkının kaderi, küçültülmüş ve daha kalınlaştırılmış bir boyunduruk altına sokulan Türkiye’nin kadersizliği üzerinden sağlanacak bir kurtuluş ile değişmez. Tam tersine, güçlü, büyük, sınırları net ve hiçbir boyunduruğu kabul etmeyen ama bütün halkların tarihsel ve nesnel çıkarlarını gözeterek sürdürdüğü, halkların kardeşlik temelinde birbirileri ile ilişkisini güçlendirmesine, birbirileri ile yakınlaşmasına olanak sağlayan bağımsız politikaların sahibi olan bir Türkiye’de, işçi sınıfının kurtuluşu perspektifine bağlı olarak sağlanacak bir kurtuluştur Kürt halkının kaderini değiştirebilecek olan.
Dolayısıyla, SİP-TKP ye mal etmeye çalıştığınız ve "Kürdü kirli politikalarınıza araç etmekle kalmıyor, Kürde tahammülsüzlüğü gösteren bir gençlik yetiştiriyorsunuz Sayın "TKP” liler.
Yazık..." şeklinde bitirdiğiniz ve bence tümüyle sizin marifetinizi yansıtan ve eleştiri adı altında ortaya koyduğunuz suçlamanızın ne kadar temelsiz olduğu ve temel sağlama derdinizin olmadığı, sadece SİP-TKP yi Kürt düşmanı göstermeye çalışmak için çırpındığınız apaçık ortaya çıkmaktadır. Ve ben bunu daha açık bir şekilde gösterebilmeyi umut ediyorum.
Evet, itiraf ediyorum, seninle ve hepinizle bir polemik başlatıyorum ve polemiğime buraya kadar sağladığım açıklık üzerinden devam ediyorum.
Önce hemen belirtmem gerekiyor, SİP-TKP li değilim, ancak "TKP" lilerin komünizmi kirlettiğini hangi icraatlarından anladığını-ulusal soruna yaklaşımlarında bir sakatlık var herhalde senin işaretine göre- açıklıkla öğrenmek isterdim doğrusu.
İkinci olarak sen hâlâ komünist misin ki, komünizmin kirlenmesinden tasaya düşüyorsun diye sormak istiyorum. Kızmaca yok, bu sorularım hakaret de değil.
Üçüncüsü, en başta, TKP’ nin kendisini ve tarihini kirletenleri görmezden gelmekle kalmayıp, sanki dâhil değilmişsin gibi, SİP-TKP’ nin hangi icraatlarını delil aldığını da göstermeden, komünizmi kirlettiğini nasıl ve neye dayanarak öne sürebiliyorsun diye de sormak isterim ve dördüncüsü, hiç birisine verecek cevabın olmadığını bilerek sorduğum bu soruları, tarihe not düşmek üzere sorduğumu da bilmeni istiyorum. Cevap verirsen, sadece notumu zenginleştirirsin ama açıklık sağlayacağını sanmıyorum, çünkü sapın ucundan tutmuş, samanları yerlere saçıyor gibisin yani sanki sapla samanı birbirinden ayırıyormuş gibi yaparak, SİP-TKP üzerinden, komünizmden fersah fersah uzaklara savrulmuş iken, sanki hâlâ içinde imiş gibi görünmeye çalışıyorsun. Öyleyse vereceğin cevap da, desteksiz ortaya attığın eleştiri gibi olacaktır.
Ama ben seni aydınlatmak istiyorum, daha doğrusu takıldığın yere parmağımı basıyorum.
Parmağım, Yıldız Teknik Üniversitesinde SİP-TKP lilerin astığı ve SİP-TKP nin seçim sloganını maddeleştirmiş olan bir afişin Kürtlerle ilgili bir maddesinin üzerinde ve sanırım Kürt gençleri de - ki muhtemelen, feodal kafalı, gerici, İsrail ve emperyalizm yanlısı ve daha çok da Türkiye’deki tekellerle işbirliği içinde olan, hatta TÜSİAD'ın kadın başkanına bile halay çektiren bir işbirliği cazibesi taşıyan Barzani yanlısı olarak yetiştiriliyorlar - bu maddeye karşı hışımla hücum etmişlerdir ki, bu aynı zamanda bir suçüstü yakalanma telaşının dışa vurmasıdır. İşte maddeyi aktarıyorum;
"TKP’ nin güçlü olduğu bir Türkiye’de kimse bir yandan ülkeyi satıp, bir yandan da birlik bütünlük edebiyatı ile milliyetçiliği pompalayıp düşmanlık üretemez. Halkları birbirine düşürecek söylemler alıcı bulamaz. Kürtlerin umutsuzluk içinde emperyalist ülkelerden, cemaatlerden ya da ayrılıktan medet umar hale getirilmesine kimse izin veremez. Farklı etnik kökenlerden insanların birbirine güveni pekişir. Birçok okulda İngilizce, Fransızca ve Almanca eğitim verilirken, bu ülkenin dillerinden Kürtçe üzerindeki yasaklama ve kısıtlamalar kolay kolay savunulamaz."
Evet, madde bu ve irdelemeyi en sona bırakalım ama bu maddenin Latife Tekin’in bir sayfayı ayırdığı ve arkasından gelen sayfaları boş bırakarak gizem kattığı anlaşılmaz paragraflara benzemediğini ama sizin, Latife Tekin’in TKP yi ve TKP li geçmişini inkâr ederken sarf ettiği anlaşılmaz cümlelerini anlarken, bu açık ve net olan cümleyi ihtiva eden maddeyi anlamıyor gibi yapıyor olduğunuzu ve anlamış gibi hışımla saldırıyor olduğunuzu ve de neden saldırdığınızı tam olarak ifade etmeye bile çekiniyor olduğunuzu çünkü o zaman suçüstü yakalanacağınızı yani komünizmin kirletilmesinden tasaya düşüyormuş gibi yaparken, komünizmle ve ona çıkan bütün yollarla ne denli uzak kaldığınızı gizleyemeyeceğinizi belirtmeden geçmeyelim.
Komünizm için ya da ona giden yollar tıkandığı için çok mu tasalısın, öyleyse silkelen ve üzerine sinen komünizme giden yollara engel koymayı kazanca tahvil edenlerin alicengiz oyunlarının kokusunu at ki, ondan sonra tasana, o da belki, birileri inanabilsin.
Yaşacan bey, çok yaşa ve tarihin hızlandığını ve dönemeç noktaları biriktirdiğini ve bu dönemeçlerde sizin gibilere artık yer olmadığını gör. Ama artık, şu benim hep tekrarladığım ve de sizin gibileri çileden çıkaran sözümü hatırla ve aklından çıkarma ki, böyle artık hiç tutmayan alicengiz oyunu misli laf cambazlıklarına girişmenize gerek kalmasın. Çünkü kimse yemiyor ve dediğim gibi, "siz kimi kandırıyorsunuz" diyor.
Yukarda SİP-TKP nin sizi yalanlayan afişe yansıyan cümlesi, bunun en açık ifadesidir. Orada da "siz kimi kandırıyorsunuz" diyor ve sen buna fena halde bozulmuşsun. Oysa gerçekten senin deyiminle komünist hareketin kirletilmeye çalışılmasından, bana göre komünist hareketin önündeki engeller anlamında, komünizmi ve ona giden yolları sulandırmaya ve doğru yönde ilerleyecek her türlü yolu kapatıp, sadece tekellerin ve emperyalist kapitalizmin kucağına düşmesini sağlayacak yolu açık tutmaya yönelik olarak canlı tutmaya çalışılan bozuk bir ideolojik zeminde ilerlemesine ön ayak olmak için çalışılmasından ve çalışanlardan komünizm adına tasaya düşüyor ve bu yönde tekellere hizmet edenlere tiksinti duyuyorsan, önce en yakınındaki sahte komünist gömlekleri ile ki, son hatırladığım aynı gömleğin sende de olduğu idi, dolaşırken, tekellerin hizmetinde ama daha çok en karanlık sularda hareket eden gericiliğin hizmetinde ve hatta biat içinde olan aktörlere kusarsın kinini.
Ancak ondan sonra komünizm için ve ona giden yolların kirletilmesi nedeniyle tasa duyduğuna inandırabilirsin, o da belki, çünkü sizin çift inançlı olduğunuz tarihe öyle bir kazındı ki, kolay kolay silinecek gibi görünmüyor.
Bence, SİP-TKP ye ve onun üzerinden yükselen gençlik rüzgârındaki ivmeye çamur atana kadar, ne demeye çalıştığını ve hatta Kürt gençlerinin acaba afişle birlikte TKP li gençlere saldırırken bu maddeden haberdar mı ya da haberdarsa anlamını biliyorlar mı ve tabii sen biliyor musun onu düşün ve silkelensen de bir fayda olmayacağını düşünüyorsan, yani inancın tek değilse, boşuna silkelenme ama dediklerini kimsenin yemediğini ve artık "sen kimi kandırıyorsun" yollu düşünmeye daha kararlı devam ettiğini unutma.
Son söz olarak, asıl komünizmi kirletenlerin sizler olduğu gerçeği ile yüzleşmekten kaçınsanız da ve bunu örtülemek için ona buna çamur ve hışım fırlatsanız da, tarih sayfaları bu gerçekliği en somut haliyle ve teknolojinin yardımı sayesinde en kaçınılmaz netliği ile ve hem de çok uzun bir tarihe ertelemeden akıl taşıyanların ve özellikle de gençlerin önüne taşımaktadır diyorum.
Ve bitirirken, en sona bıraktığım, takıldığınız ve anlamazdan gelerek, hışmınıza dayanak yaptığınız afiş maddesini irdeleme işine girişmeden önce, gönderdiğim bu mektubun yayınlanmasının engelleneceğine dolayısıyla SİP-TKP li olmadığım halde, senin suçlamalarını ve çarpıtmalarını ve de hışmını çok önceden cevaplayan ama bana köylü devrimlerinden birinin liderinin, kurduğu devleti yönetecek namuslu bir insan arandığını sarayının tepesine astığı bir afişle ilan etmesini hatırlatan 500 bin namuslu yani kirlenmemiş dolayısıyla kirletme amelinden uzak insan aradığını ilanen tebliğ etmek için yapılmış afişi asan SİP-TKP nin gençlerinin, Kürt gençleri (hangi yolun yolcusu olduklarını yukarda ifade etmiştim) tarafından taş ve sopalarla saldırıya uğramasını bile göz ardı edip, muhtemelen sen de Nabi’ye kalkan olanlardansın, böyle düşünüyorum, Nabi Yağcılara tuvalet kâğıdı atmalarından, evet sadece tuvalet kâğıdı fırlatmalarından dehşetengiz bir şekilde faşizm çıkardığınızı unutarak ortaya koyduğun, yalan yanlış suçlamalarını, desteksiz suçlamalarını çürüten bu cevabımın engelleneceğine emin olsam da, tarihe not düşmek için bu mektubu Tustav gruba asacağımı, astığım mektubun yayınlanmaması ihtimaline karşı ve senin bu cevaptan mahrum kalmana gönlüm razı olmayacağı için de, bir mahsur görmeyeceğine inanarak, bilgine de sunduğumu bildirmek istiyorum.
Bir kere tarihe not olarak düştükten sonra, yayınlanması engellense de, senin elinden çöpe atılsa da fark etmeyeceğine inanıyorum.
Ama bence, yukarda tırnak içinde aktardığım ve tekrarla dikkatine sunduğum SİP-TKP nin seçim beyannamesinin sekizinci maddesini hep gözünün önünde tutmanı öneriyorum. Gözünün önünde tut ki, dikkatle irdeleyebilesin, neresinde MHP ile ilişkilendireceğin bir ifade olduğunu, neresinde Kürt düşmanlığı biriktiren ifade olduğunu ve neresinde SİP-TKP li gençleri, Kürt gençlerinin yönlendirildiği gibi hem Milliyetçiliğin, hem bu milliyetçiliğe asılı duran ABD emperyalizminden medet ummanın en akıllı politik yaklaşım olduğunun ve elbette, SİP-TKP li gençleri Türk genci olarak kategorilendirdiğini düşünerek söylüyorum, Türk milliyetçiliğine yönlendirdiğinin işareti olduğunu bize anlatabilesin.
Bunun için aşağıdaki irdelememle açığa çıkardığım sorulardan faydalanabilirsin.
Yasacan bey, mesela SİP-TKP nin, Kürt gençleri hışımlandıran afişindeki bir maddede, "TKP’ nin güçlü olduğu bir Türkiye’de kimse bir yandan ülkeyi satıp, bir yandan da birlik bütünlük edebiyatı ile milliyetçiliği pompalayıp düşmanlık üretemez..." diyor, burada mı Kürt düşmanlığı var?
Yoksa "Halkları birbirine düşürecek söylemler alıcı bulamaz..." diyor, burada mı var?
Yoksa ,"Kürtlerin umutsuzluk içinde emperyalist ülkelerden, cemaatlerden ya da ayrılıktan medet umar hale getirilmesine kimse izin veremez." diyor, burada mı?
Nerede Yasacan Bey, yoksa "Farklı etnik kökenlerden insanların birbirine güveni pekişir..." yani SİP-TKP li gençlerin olduğu yerde Kürtlerle Türklerin birbirine güveni pekişir diyor, burada mı, Kürt gençlerine düşmanlık var?
Yoksa "Birçok okulda İngilizce, Fransızca ve Almanca eğitim verilirken, bu ülkenin dillerinden Kürtçe üzerindeki yasaklama ve kısıtlamalar kolay kolay savunulamaz" denildiği için mi, Kürt düşmanlığı ve Türk milliyetçiliği pompalamış oluyorlar? Dahası, Kürt ulusunun varlığını inkâr etmiş oluyorlar?
Ve soruyorum, Kürt halkına, Türkiye’den ayrılmasını alıştıra alıştıra enjekte etmelerindeki hikmetin anlamı nedir, bir taraftan, Emperyalizmin jandarmalığında, tekellerin ve 12 Eylül rejiminin en son saldırı mekanizmalarının dahli ile tepeden, yasalar yoluyla Kürtleri Türkiye’den ayırmanın alt yapısı oluşturulurken, diğer taraftan hem Kürt halkının ve hem de Türkiye’nin diğer tüm emekçi halkların, aydınlıktan yana insanların, bunu Kürt halkının istediği ve onların hakkı olduğu yollu bilinç zorlamaları ile aklı bozulmaya çalışılmıyor mu? Elbette UKKTH ilkesi artık, emperyalist ideolojinin milliyetçiliğinin kozmopolitizm olarak sahneye çıkmasından bu yana Emperyalist kapitalist ideolojinin en baş saldırı argümanı olarak kullanılmakta ve bu hak Kürtlere teslim ediliyormuş gibi yapılmaktadır. Emperyalizmin ve bütünleşmiş olduğu yerli tekellerin ve elbette tekellerin düzeni olan 12 Eylül rejiminin, bunun üzerinden, emperyalizmin kozmopolitizminin ve ulusal nihilizminin yansıması olan oyunlarına karşı çıkmak, deşifre etmek Kürt ulusunun KKTH nın üzerinden atlamak değildir.
Böyle olmadığı gibi, bu hakkı tanımak, Kürtlere ille de ayrılmayı teşvik etmek demek de değildir. Ve üstelik bu hakkı tanımanın yüzü suyu hürmetine, ayrılmanın, Kürt coğrafyasında emperyalizmin çıkarlarına direkt hizmet edecek, Kürt gericiliğinin, milliyetçiliğinin ve hatta dinsel gericiliğin hâkim kılınacağı ve tekellerle işbirliği içinde olan, emperyalist sömürü dinamiği ile entegre olmaya çalışan ağaların, aşiret reislerinin, Türk tekelleri ile içli dışlı olan, işbirlikleri ile palazlanmaya çalışan gerici ve dinci akımlarla bağlaşık olan Kürt burjuvazisinin egemen olmasına ve bu egemenlik altında Kürt yoksul emekçi halkının inim inim inletilmesine göz yumulamaz da, destek de verilemez.
Ve bu zulüm pahasına Kürt halkının, Türkiye’den ayrılmasının karşılığında, Türkiye’nin emekçi halklarının, işçilerinin, gençlerinin, kadınlarının, aydınlıktan yana bütün dinamiklerinin bir Osmanik-İslamik Faşist diktatörlüğe mahkûm edilmesine seyirci kalmasını, kimse komünist olmanın da, akıl taşımanın da gereği olarak gösteremez ve bu seyirciliği, UKKTH ilkesinin tanınması gerekçesinin içine hapsedemez.
Bu hakkı tanımak ayrıdır ama her ne pahasına olursa olsun bu hakkın kullanılması için destek vermek ve teşvik etmek de ayrıdır ve bu yanlıştır. Dolayısıyla bu hakkın kullanılması yönünde özgür olunması için mücadeleye destek vermek ayrıdır ama her ne pahasına olursa olsun, yani yukarda ifade ettiğim şartlara götürüyorsa bile, bu hakkın kullanılması için teşvik bir tarafa desteklemek de hiç kimsenin boynunun borcu değildir.
Buna rağmen, Kürt halkı, emperyalist kapitalizmin çıkarlarına direkt bağlı olduğu ve Kürt sorunu üzerinden, bu coğrafyadaki bütün halklarının daha fazla emperyalist boyunduruğa sokulacağının ifadesi olan bir anayasal hamle ile konuşlandırılan faşist Osmanik-İslamik diktatörlük ile emekçi halkların köleleştirilmesine göz yumarak, kaderini Kürt gericiliğinin ellerine teslim etmekte direnirse ki böyle bir gerçekliğin olmadığı, emperyalizmin bu yöndeki gecikmişliğinin telaşı ile apaçık görülmektedir, Türkiye’nin emekçi halkları da buna destek vermemek ve kendi haklarının meşru müdafaası için direnmek hakkına sahip olduğunu gösterir. Akıl taşıyanların desteklemesi gereken de bu momenttir ve bu momente, Kürt emekçi halkının ve onun bilinçli unsurlarının da yüzünü dönmesi, UKKTH ilkesini tanımanın gerektirdiği sorumluluk ile uyumludur.
Bu ilkenin, bu anlamda içi dolduğu anda, emperyalizmin kozmopolitizmindeki gerçek niyet apaçık ortaya çıkacak ve bu niyetin, emperyalizmin boyunduruğunda olan ama emperyalizmin YDD emeli içinde hafif kalan bir boyunduruğun pençesinde olan halkların daha ağır bir boyunduruk altına sokulma çabası olduğu netlikle görülecektir. Emperyalizm bunu bütün karakterini kusarak gösterecektir demek istiyorum.
Dedim ya Yasacan Bey, "siz kimi kandırıyorsunuz ?" ve görün ki, artık kimseyi kandıramayacaksınız. SİP-TKP li gençler dolayısıyla SİP-TKP,"komünizmi kirletiyor"muş! Bak hele bunu söyleyene! TKP nin tarihini sıfırlamaya çalışırken, TKP nin tarihi ile uğraş üzerinden, hem onun tarihini çarpıtmaya, yalan yanlış bilgilerle bozmaya çalışıp, hem de tekellerin, elbette emperyalist kapitalizmin ve tabii 12 Eylül rejiminin, Osmanik-İslamik-feodal faşizmini konuşlandırması için, her türlü sahtekârlıkla solun aklını bozmaya çalışarak, tekellere hizmet etmenin alanını genişletmek, elini güçlendirmek için çabalayan sizler; SİP-TKP li gençlerin komünizmi kirlettiğini şıp diye anladınız ve tasadan ve de üzüntüden geberiyorsunuz, bunun için de ne dediğin tam olarak anlaşılmayan, başta da dediğim gibi, piriniz ve modeliniz Latife Tekin yoldaşınızın, bilinçlendirmeye çalıştığı kadınların gözlerine hafif boynu bükük bir şekilde bilinç asması gibi, Nabi Yağcı müritliğinde yarış eden arkadaşlarınıza SİP-TKP li gençlerin ne denli Kürt düşmanı olduğunun bilincini enjekte ediyorsunuz. Biz bunu yemiyoruz ve Nabi Yağcı müritlerinin bu bilinçle daha da "özgür komünist"leşmesi bizi hiç ilgilendirmiyor ve hatta o kadar öyle onların özgürleşmesini istiyoruz ki, böylece, asıl istedikleri yere, tekellerin gül bahçesine giderler de, çoktan tasını tarağını toplayıp uzaklaştıkları sosyalizm alanını bozmaktan vazgeçerler. Sosyalist hareketin yükselme eğilimi gösterdiği alanları bozma imkânı bulamazlar demek istiyorum. Bu çok daha büyük bir açıklık sağlayacaktır gerçekten sosyalizm için, solun birliği için, sosyalist hareketin dirliği için tasa içinde olanlar daha netlikle bir adım öne çıkacaktır.
NOT; SİP-TKP olarak ifade ettiğim için, TKP li gençler beni affetsin, niyetim tarafsız görünmek için SİP ismini koyarak bir denge sağlamak değildir. Aksine, SİP ismi, yani Sosyalist İktidar Partisi, benim için çok daha çekici bir isimdir ve ben dengeyi SİP ismini ekleyerek SİP-TKP yi, TKP yi tarihe gömüp, sonra da kırmızı görmüş boğa misli TKP ismini gördüğü her yerde suçu ile yüzleşmenin acısını yaşayan devrim kaçkınlarından, bir TKP eleştiricisi bunu "devrim kapısından kaçanlar" şeklinde ifade etmekte idi ve ben ise bu marifet içinde olanlara "azap zebanileri" şeklindeki ifademle işaret etmekteyim, ayırmaya çalışmaktayım ama daha çok, işçi sınıfının bağımsız partisi olma yönünde çabalamasının elzem olduğu yönündeki vurgumun ifadesi olarak eklediğimin anlaşılmasını tercih ediyorum.


Fikret Uzun

11 Mart 2011 Cuma

HÂLÂ MI ANTİSOVYETİZMDESİNİZ GÜN ZİLELİ SİZ HİÇ BÜYÜMEYECEK MİSİNİZ?

HÂLÂ MI ANTİSOVYETİZMDESİNİZ GÜN ZİLELİ SİZ HİÇ BÜYÜMEYECEK MİSİNİZ?

Bravo dememizi beklediğinizi düşünerek Gün Zileli, size ilk bravoyu ben diyorum; evet bravo size, ne güzel de bağlantı kurdunuz, Sovyet sosyalizminin ve Stalin’in yokluğunda dahi, anti Stalinizm, anti-Sovyetizm yapmanız ve dahası, Troçkizmin artık tarihe karıştığı ama Troçkistlikte direnmenin ise, sadece hatırladıklarınızda ve hatırlattıklarınızda yaşadığı bir zamanda, hatırladıklarınızla ve hatırlattıklarınızla Troçki'den çok, Troçkizm’e ve hâlâ anti-sovyetizm ve anti -Stalinizm üzerinden anti sosyalizme güzelleme yapabildiğiniz için bravo size. Belki siz farkında değilsiniz Gün bey ama böyle yaparak, Troçki’yi hortlatamayacağınız için, Troçkizm’i yaşatma çabası içinde olduğunuzu akıl taşıyan ve aydınlığa gözlerini bilerek kapamayan yani yaşayan herkes görmektedir. Ve emin olun ki, sizin kafanızın da, Hitler ile Stalin’i bir tutan, körlüğü bir marifet ve aydınlıksızlığına kılıf sayarak,"şecaat arz ederken, sirkatini söyleyen mert kıpti" misli, sahtekârlığını örtmek için, ahmaklığa yatan sahte aydınların kafası gibi çalışmaya hüküm giymiş olduğunu artık sıradan insanın bile fark edeceği sınırdayız. O nedenle bence cümlelerinizi boşa harcamayın, tarih sayfaları artık aydınlığa doğru dolmak üzere açılmakta ve açılırken de, karanlıkla aydınlığı aynı kefeye koyanların onca zamandır tek bir adım bile atamadıklarını, lanetlediklerinin yerine tek bir aydınlıkla yüklü modeli koyamadıklarını gösteren sayfalarını tarihin kara lekeleri başlığı ile aydınlıkla topyekûn hesaplaşma günlerine kadar arşivine kaldırmaktadır. Kaldırırken de, sizin göstermeye çalıştıklarınızın, cenneti zindan suretinde göstermekten ibaret olduğunun ipucunu vermektedirler. Gün bey, size daha önce de, sizin içinden ve çeperinden çıkamayacağınız bir düşünce sistemine hüküm giymiş olduğunuzu gösteren ve kimisini bizzat sizin adınızla açılmış olan sitenize gönderdiğim eleştirilerime, dediklerimin yanlışlığını gösterecek, dediklerimdeki doğruları çürütecek şekilde cevap vermekten kaçındığınız ve üzerime zavallı müritlerinizin hışmını saldığınız için, ayrıca bu alanda da yazdıklarınıza gönderdiğim eleştirileri duymazdan geldiğiniz için, şimdi de bir cevap vereceğinizi sanmıyorum. Ama ben sizin dediklerinizi arşive kaldırmak için açılan tarih sayfalarına yine de notumu düşeceğim. Hangisini isterlerse onları arşive kaldırmak tarih sayfalarının inisiyatifindedir. Tanıklıklar ise notlar düşer düşmez ve her yerde biçilmektedir.
Biliyorum, sizi takip edenler,"inanıyorum öyleyse doğru söylüyordur" yaklaşımına hapsoldukları için, işiniz uzun zamandır kolay. Yani ne deseniz bal damlatıyorsunuz bu yaklaşımda olan takipçilerinizin düşünce dinamiklerine. Böyle besliyorsunuz yani Troçkizm’i, anti Stalinizm’i ve bunun üzerinden yaydığınız anti Leninizm yanında anti sosyalizmi. Size kalsa, tıpkı Bernstein gibi bir delikanlılıkla asıl derdinizin Stalin olmadığını, sosyalizme düşmanlık olduğunu, en azından Lenin’in adına yazılan Sovyet sosyalizmine düşmanlık olduğunu itiraf ederek, açıktan Avrupa komünizmini işaret ederdiniz ama bunu yapamayacak denli hüküm giymiş durumdasınız.
En kapsamlı Stalin eleştirisini ortaya koyan Isaac Deutscher bile Stalin’i eleştirirken, hakkını vermişken, siz, en kaba saldırı ile kin kusuyorsunuz ki, zamanlıdır. Yükseleni düşürmenin en örtülü yolu anti-Stalinizm veya Troçkizm oluyor. Ayrıca belirtmeliyim ki, anti-Stalinizm’e mahkûm edilmiş olanların ortak noktası, Stalin üzerinden Lenin’i olumsuzlarken, Troçki’yi yükseltmekten ibaret olmuştur. O nedenle anti-Stalinizm olan her yerde anti Sovyetizm yan yana olmakla, Troçki’ye en azından gönderme yapmak usuldür. Burada çok cesur olanların, oklarının ucunda Lenin’in ve Leninizm’in olduğunu saklamadıklarını da hatırlatmalıyım. Troçkizm, Troçki’den sonra bile kapitalist dünyanın Anti-Sovyet yazılarıyla beslenmiştir ve beslenmeye devam ettiğini sayenizde bir kez daha hatırlamış oluyoruz. Rusya’da devrimi başlatmanın kolay olduğunu ama sürdürmenin önünde devasa engeller olduğunu Lenin dile getirmemiş olsaydı bile, bu gerçeklik, akıl taşıyan herkesin görebileceği uzaklıkta idi. Yani bunun için bir dâhi olmak gerekmiyordu. Dolayısıyla bunu Troçki’nin de gördüğü açıktır. Ancak bu gerçeklik, Troçki’nin yaptığı gibi, Ekim devrimini ve bu devrimin özneleri olan işçi sınıfını küçümsemeyi haklı kılmıyor. Düşmanlık ise, kesinkes kabul edilemez. Troçkistler, Stalin’i eleştirirken, hiçbir zaman kapitalizme yöneltmedikleri kadar kin kusarak Stalin’in eylemlerini abartmışlardır. Hiçbir bilimsel yanı olmadığı bir yana, Sovyetler Birliği’nin gerçeklerine de uymamaktadır ama daha çok yalan üzerine kurulu bir abartı söz konusudur ki, bu gün çok daha net olarak bu abartılar dünya sosyalist kamuoyunun gözlerinin önüne serilmektedir.
Stalin ne yapmalıydı ve yapmadı ki ya da ne yaptı ki, Sovyet sosyalizmi onun yapmadıkları ya da eksik yaptıkları ya da, tek ülkede sosyalizmin pratiğinin mahkûm ettiği politikaların, sosyalizmin genel teorik yaklaşımı olarak yapışıp kalan pratiği nedeniyle yıkıldığı halde, hâlâ dünyanın en kötü bahtlı günah keçisi yapılmasında diretilmektedir. Ve en çok sosyalizmin doğasına aykırı olarak ama pratiğin zorlamasına teslim olduğu için uyguladığı eşit işe eşit ücret politikası üzerinde tek kelime edilmezken, bu politikayı Brejnev değiştirdiği ve hemen sosyalist ilke düzeyine çektiği halde, anti Stalinistler, anti Stalinistliklerinin gerçekte anti Sovyetizm olduğunu kanıtlarcasına, Brejnev’e de Stalin’le aynı düzeyde olmasa bile, kinlerini kusmaktan kendilerini alamamışlardır. Ve hepimiz gördük, Sovyet sosyalizmi yıkılırken, "ben demiştim" diye üzülen olmamıştır. Aksine öteden beri, Ekim Devrimi gerçekleştiğinden beri, Batının sabah akşam,"fazla yaşamaz" dediği ama 70 yıl yaşayan Sovyet düzeni yıkılırken "biz demiştik" naralarıyla zil takıp oynamışlardır. Sosyalizmin yıkılması nedeniyle zil takıp oynayanları da, artık emperyalizmin himayesine alması kaçınılmaz olmuş ve Troçkistler, Troçki’nin bile kemiklerini sızlatırcasına artık emperyalist düzeneklerin antikomünist silahları olarak tarihte yerlerini almışlardır.
Evet, Sovyet sosyalizmi yıkıldı, ama yıkanlar ne Stalin’dir, ne de Brejnev’dir, ne de bir değişimci bürokratik sınıf yıkmıştır. Yıkanlar, Sovyet sosyalizmini içerden kemiren, bir türlü sosyalizme inanmamış ve kapitalizmden ümidini kesmemiş çift inançlı kapitalizm özlemcileridir. Baş aktör bunlardır ve her yerde olduklarını Sovyet sosyalizmi yıkıldıktan sonra daha net görmekteyiz.
Gorbaçov, kendini sonuna kadar gizleyebilenlerdendir ve Gorbaçov’dan az vardır. Ama Saharov türü aydınlar çoktur ve model olmuştur. O kadar öyle ki, ABD başkanı olan kovboy Reagan ile Sovyet Bilimler akademisinde görüştürmek üzere sürgünden azleden Garbaçov bunu "insan hakları"adına ilan etmiştir. Çok bekledikleri özgürlük, Sharov üzerinden Reagan yani ABD eliyle gelmiştir ki, bekledikleri özgürlüğün kapitalizm özlemleri olduğu artık pek açık görülmektedir.
Ve Gün Bey, sizin gözlerinizi kapayarak vazifenizi yaptığınız o kadar açıktır ki, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve sosyalizmin yıkılması Troçkistlerin ve anti-Sovyet suç ortaklarının savlarını, dolayısıyla var olma nedenlerini tümüyle çökerttiği halde, hâlâ aynı tarihi aktörlükte diretmeniz akıl taşıyan hiç kimsenin aklını bozamamaktadır.
Ayrıca akıl bozucu o kadar çok dinamik vardır ki, size emperyalist kampın hali hazırda ihtiyaç duyacağını da sanmıyorum. Ve bunu siz de bildiğiniz halde, bu aktörlükte diretiyorsanız, sizinkisi ezelden beri sosyalizme düşmanlıktan olmalıdır. Yani bir türlü sosyalist olamamış durumda olduğunuzun ifadesidir.
Lenin, neredeyse 100 yıl önce, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonra,"işçi sınıfının iktidarı ele almasından yıllar sonra da, sınıflar her yerde var olacaktır" derken, "burjuvazinin dokuz canlı olduğunu" da vurgulamakta idi. Ama daha çok, bu vurguda küçük burjuvaziye, küçük meta üreticilerine çektiği dikkat vardı. Bunu, "sınıfların ortadan kaldırılması, sadece göreceli bir kolaylıkla başarılan, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin ortadan kaldırılması demek değildir. Sınıfların ortadan kaldırılması, aynı zamanda küçük meta üreticilerinin ortadan kaldırılmasıdır ve bunlar sökülüp atılamaz veya ezilemez, bunlarla birlikte yaşamasını öğrenmek zorundayız" sözleriyle pekiştirmiştir. Yani Lenin’in, Ekim Devrimi sonrasında işaret ettiği en önemli ve sosyalizm kuruculuğu boyunca mücadele gerektiren sorunun, kapitalist yenileme ve bunun kaynakları olan küçük meta üretimi olduğunu biliyoruz. Ve proletarya diktatoryası da bunun için vardır. Ama ne kadar anti-Sovyetizm yanlısı varsa, ister anti-Stalin üzerinden, ister anti-Lenin üzerinden, isterse Sovyetler Birliği yönetimini bir bürokratik revizyonizme indirgeme üzerinden olsun, isterse apaçık proletarya diktatörlüğüne kaba yaklaşımlar üzerinden olsun, hepsi proletarya diktatörlüğünden kaçışı ve küçük meta üretimine özgürlüğü ortak nokta bellemişlerdir. Oysa apaçık ortadadır ki, Sovyet sosyalizminin çözülmesi ve yakılması, tamı tamına proletarya diktatörlüğünün gereklerinin tam olarak yerine getirilmemesindendir. Başka ifadeyle, uzun bir zamanı dolduracak olan küçük meta üretimi ile birlikte yaşamasını becerirken, aynı zamanda onunla, onu tam olarak ortadan kaldıracak biçimde mücadele edilmemesindendir. O nedenle de, Troçkistler ve bilumum anti -Sovyetizm taraftarları, Sovyet sosyalizminin yıkılmasına zil takıp oynarken, bu kaçışlarını örtülemek için, kapitalist yenileme gerçekliğini telaffuz bile etmemişlerdir.
Şimdi Gün bey, sizin yaptığınız, bu tarihsel ve apaçık ortada duran gerçekliği örtülemeye devam ederken, hem sosyalist hareketin önüne engeller koymaya model kapılar açmaktır ve hem de, Stalin-Troçki ve Sovyet sosyalizmi üçlemesindeki yaklaşımınızla bu coğrafyada oynanan oyunların üzerine bambaşka bir örtü germektir.
Ne diyelim, size kolay gelmesin diyelim ve işinizi zorlaştırmanın, en azından tarihin doğru sayfalarına not düşmenin de bizim boynumuzun borcu olduğunu hatırlatalım. Çünkü işinizin akıl bozuculuk olduğu ve sosyalizm düşmanlığı olduğu, en azından tarafımızdan görülmektedir ve göstermeye çalışmakla işinizi zorlaştırdığımızın bilincindeyiz. Ve size önerim, (her ne kadar gözlerinizi kapalı tutmaya hüküm giydiğinizi düşünsem de, mutlaklığı bozmak adına) engin bilgilerinizle donattığınız düşünce sistematiğinize içerdiğiniz bir kin varsa, o kinin adresinin, Stalin üzerinden Sovyet sosyalizmi ve Lenin olmadığını, adresin tamı tamına ve hâlâ kapitalizm ve kapitalizmi benimsetmeye çalışanlar olduğunu görmeye çalışmanızdır.
Lenin’in deyişiyle, kapitalizme duyulan kinin, tüm akıl çözümlemelerinin ve devrimci sosyalist hareketin mücadelesinin anahtarı olduğunu hatırlayın. Stalin, ne abartılı biçimde eleştirilmeyi gerektirecek, ne de abartılı ölçüde övülmeyi gerektirecek ve fetişleştirilecek bir tarihi aktörlük göstermiştir. Sadece ve sadece, Lenin’in işaret ettiği güçlüklerin, yapılabilecek en üst başarıyla üstesinden gelmeye tarihin pratiğinin mahkûm ettiği bir aktördür. Ve Troçki bizzat itiraf etmiştir ki, Engels’in deyimiyle, bu ekşi elmayı ısırmayı, yani Sovyet sosyalizmini yönetmeyi hiçbir zaman istememiştir. Hatta kabul etseydim, çok çabuk silinirdim demiştim. Yani sürekli olarak, "sürekli devrim" sayıklayan Troçki, Ekim Devriminin sonrasındaki sosyalizm kuruculuğunun da bir sürekli devrim olduğunu görmek istememiştir. Ama aynı zamanda, hem Ekim Devriminin başarılı olacağına ve hem de işçi sınıfına inanmaz, güvenmez, hatta küçümserken, aynı zamanda sürekli devrim sayıklarken, devrimin sürekliliğine başka coğrafyalarda katkı sağlamak üzere, Che Guevara’nın yapacağını yapmayı da aklına getirmemiştir. Bunu da devrim sırasında ve iç savaşta gösterdiği başarıları görmezden gelmeden hatırlatmış oluyorum. Yani ne Troçki peygamberdir, ne de Stalin ama Troçki’nin hep kaçtığı ve hiç inanmadığı, devasa engellerle karşı karşıya olan Sovyet devriminin ilerletilmesi görevini en üst seviyede başarı göstererek yürüten Stalin olmuştur. Ve Stalin, hiçbir zaman Troçki’yi de, Troçkistleri de günah keçisi yapmamış, Sovyet düzenini yerleştirmek için başvurduğu, proletaryanın, küçük meta üretiminin ideolojik-politik olarak örgütlenmesinin önüne geçmek yanında, sınıf olarak ortadan kaldırılmasına yönelik, tarihsel olarak da, nesnel olarak da mecbur olduğu egemenlik aracını çalıştırması demek olan önlemleri alırken, Troçkistleri kullanmamıştır ama bu önlemleri gerektiren sosyalizm karşıtı dinamiklerin içinde Troçkistlerin veya Troçkistleri kullananların olmadığını söylemek mümkün değildir. O nedenle bu gün olanları, Stalin’in Troçkistler üzerinden oyun tertipleyerek "diktatörlüğünü" pekiştirdiği savlarınızla tanımlamaya çalışmanız baştan çökmeye mahkûmdur. Ama bir gerçeği görmemiz için biçilmiş kaftandır, sizin asıl amacınızı hangi kabalıkları incelterek örtülemeye çalıştığınızı görmemizi kolaylaştırıyorsunuz demek istiyorum. Ama artık gerçekleri örtmek için örtüler yetersizdir ve bunu siz de biliyorsunuz ve son çırpınışlarınızla örtü imalatçılarının dünyasında olduğunuzun mesajlarını veriyorsunuz. Ve emin olun ki, sizi ancak biz duyabiliyor, ne yapmaya çalıştığınızı ancak biz görüyoruz. İnce hünerlerinizi sergileyen o kadar aktör var ki, belki size sıra gelmeden, örtüler tümden ortadan kalkacaktır. O nedenle ya kestirmeden, dobra dobra hangi sınıfsal konuma doğru adım biriktirdiğinizi, yukarda vurguladığım gibi ve Bernstein gibi itiraf edin, ya da artık beyinlerimizi bu hiçbir maddi temeli ve de ilgisi olmayan ince yalanlarla sinkaf etmeden, bırakın sevenleriniz sizi eski de olsanız, yiğit bir anarşist olarak anmaya devam etsin, onların da örtülerin altındakilerini, örtülemek istediklerinizi, size olan sevgi ve inançlarına rağmen, görmek üzere soru biriktirmelerinin kaçınılmaz olduğunu şimdiden görün ve onları hayal kırıklığına uğratmayın.
Bitirirken, Beria’nın Kruçev tarafından temizlenmesine gönderme yaparak, Beria’nın da Stalin diktatörlüğünün bir aktörü olduğuna vurgu yapmış ve Stalin’in hanesine yazdığınız suç örgütünü Beria’ya kadar eklemlemiş oldunuz ama ondan önce Jdanov var ve Jdanov’un ki, Stalin’in varisi sayılmaktadır, ani ölümünü atlamışsınız, bunu da size ben hatırlatmak isterim. Hatırlayamazsanız, Jdanov’un kim olduğunu da ben açıklarım buradan.
Ayrıca, savcı Öz’ü, Vişinski’ye mi, Yagoda’ya mı yoksa Yezhov’a mı benzettiğinizi ve Stalin’in "diktatörlüğü" ve derin mekanizması ile açıkladığınız, Troçkist-Buharinist Ergenekon dinamiği ile örtüştürdüğünüz dinamikte sizin yerinizin neresi olduğunu ve Stalin’in "diktatörlüğü" yerine, hangi diktatörlüğü koyduğunuzu da anlamak isterdik. Ve sakın "sadece tespit yaptığınızı ve tarihsel gerçekleri hatırlattığınızı" söylemeyin, kimseyi inandıramazsınız.

Fikret Uzun
8 Mart 2011

6 Mart 2011 Pazar

OSMANİK İSLAMİK FAŞİST DİKTATÖRLÜK GELİYORUM DİYE SESLENİRKEN DUYMADIK MI SAĞIRA MI YATTIK?

OSMANİK İSLAMİK FAŞİST DİKTATÖRLÜK GELİYORUM DİYE SESLENİRKEN DUYMADIK MI SAĞIRA MI YATTIK?
Değerli hocam, öncelikle paylaşımın için teşekkür ederim. İkinci olarak yorumlarda sarf edilen ifadelerin gözlerimi yaşarttığını belirtmekle devam etmek istiyorum ama önce geçmişe dönüp bir kaç hatırlatma yapmak istiyorum.
Ergenekon dalgası henüz yeni başlamıştı. Bu dalganın teorik açılımı apaçık belli olmakla birlikte, yine de bu açıklığa dikkat çekmek bana düşmüştü. Ama aynı süreçte, özellikle de Komünist kimlikleri ile yani bu gömleği kir pas içinde üzerinde taşımaya devam ettikleri halde AKP nin değirmenine su taşıyan sahte sol gömlekli aktörler ki ben yakın zamanda onlara Tarihin Kara Lekeleri ismini verdim, referandum süreci ile birlikte TV lerde boy gösteren ve engin hukuk bilgilerini halkımızla paylaşan, referandumda "EVET " demenin Türkiye’yi nasıl bir "ileri demokrasi"ye götüreceğini anlatan, namı diğer, TKP lilerin avukatı, Ergin Cinmen’in işareti ile Ergenekon Derinleştirilsin başlığı ile bir imza kampanyası başlatılmış ki bu kampanyada Nabi Yağcı ve müritleri olmazsa olmazdı, kendilerine "özgür komünistler" unvanını veren eski TKP liler ve ne kadar dönek, devşirilmiş, sahte sol gömlekli varsa bu kampanyada boy göstermek için imzasını verme yarışına girmişti. Bu yarışta olanların içinde, bu imza kuyruğuna katılacağına ihtimal vermediklerim de vardı ve yanıldığımı görünce, hem sitemkâr, hem eleştirel bir yaklaşımla kaygılarımı dile getirmek için kendilerine mektup bile yazmıştım. Aynı fırtınaya benimle birlikte sorgulayarak ve eleştirerek yaklaşan bir kaç kişiden birisi de, Sayın Merih Kudsal Akseymen (İşçinin Sesi grubunun Lideri, en önce de FKF DEV-GENÇ olduktan sonra, İşçi partisinin içinden gençlerin kurduğu gençlik örgütünün (sanırım SGÖ idi) lideri olan ve bu liderliği bırakarak, TKP yi aramak için ortadan kaybolup, İngiltere’de TKP ye katılmış ve hatta başına geçmiş olarak ortaya çıkan Nihat Akseymen’in eski eşidir),"ERGENEDON” başlıklı eleştirisini, sevgi sözcüğünü de elden bırakmadan, şöyle dile getiriyordu;

"Sevgili arkadaşlar, Sevgili Moderatörler, Ergenekon soruşturması, derin devletin keselenip kirlerinden arınmaya çalışmasından başka bir şey değildir. Bizatihi derin devletin işidir. Bu nedenle ben buna "Ergen'e don" diyorum. Son derece ergen olan derin devlet, yıllardır ayyuka çıkmış, biraz da çıkarılmış, pisliklerini örtmek için kendine bir don dikiyor."

O sırada, Sn. Merih ile birlikte bulunduğum iletişim grubunda sansüre uğradığım için, (oraya geleceğim, ama şu kadarını ifade etmeme izin vermenizi dileyeceğim ki, sırf Nabi Yağcı’nın AKP nin değirmenine su taşıdığı yollu ifadeler sarf ettiğim için uğradığım bu sansüre, yorumunda sarf ettiği ifadelerle gözlerimi yaşartan Çetin Sevinç bey pek bir alkış tutuyordu) özeline yazdığım bir mektupla hem memnuniyetimi ve hem de sevgi sözcüğünün eleştirisinde bir fazlalık olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Şöyle diyordum;

"güzel konulara temas etmişsiniz ama "sevgili ergenedon" olmuş, oysa her şey çok açık. İmza atılıyor,”ben de, ben de!” deniliyor, birbirlerinin önüne geçiyorlar,”bizi de alın, bizi de alın” diye bağırarak aynı donu giymenin telaşını yaşıyorlar.
Belli ki sonuca yaklaşılıyor. “sevgili mevgili” de deseniz kimsenin kulak asacağını sanmayın. Biliyorlar. Her şeyi bilerek imzaya koşuyorlar. Ocak ayında, "başörtüsü kuranın emridir" diyen Fetullah, anayasa mahkemesine selamlarıyla,"türban öncelik taşımıyor" diye mülakat verdi. Nabi başlatmıştı mülakatları. Siz okumadınız mı? Amerika’dan hasta hasta seslendi. Sonra ne oldu matematik dehalarını bile hayretler içinde bırakacak bir matematik formülle 6 ya karşı 5 ve 10 a karşı 1 kazandı. Ama adı “demokrasi kazandı” oldu. İşte derinlik budur. Ve derin zannedilen şey ise, aslında derin bile değildir. Karanlık, derinliğinden değil. Çünkü. İçindeki pislikten dibi görünmüyor.
Şimdi bütün müritler sıraya girdi. Aslında geç bile kalmışlardı. Evet, komünistlerin avukatı Cinmen’in işaretiyle, Hüseyin Çakır’ın canhıraş tetiklemesiyle imza yarışı başlatıldı.
Şimdi ne olacak. Ergenekon bugüne kadar likidatörlerin yarattığı likidasyon fabrikalarının, ya da hapishanelerinin içinde en derinidir ve tek bir sol kafa, hatta tek bir damla sol külü kalmamacasına hızlandırılmış likidasyon harekete geçti. Bu imzalar ve imzaya manipüle etmeler hepsinin her şeyi bildiğini gösteriyor. Tarih beni doğruluyor. Bugün kim nerde ise dün de aynı yerde idi. Öyle görünüyor ve öyle olduklarını teyit için imza yarışı sürüyor. İstisnalar hariç. Ama ayırt etmek benim görevim değil."
Devam eden ifadelerimin sonunda ise, şöyle bitiriyordum:
"Şimdi ne olacak derseniz pratik olarak bilmiyorum ama teorik olarak son çivisi de çıkarılırsa cumhuriyet yıkılacak, yani “ılımlı” kod adlı İslam cumhuriyeti.( yerine oturtulacak). Olmazsa, devrim olacak. Arasında başka seçenek yok. Bu koşanlar devrime mi koşuyor sizce."

Ve sözünü ettiğim mektubumda ise, imza kuyruğuna kendini kaptırmış bir eski dosta şöyle diyordum:

"Bu ne işe yarayacak, yani bu imzalar?
Tuzla tersanesindeki ölümlü kazaları mı azaltacak, kıdem tazminatının kaldırılmasını mı engelleyecek, işçilerin grev yapmak üzere hazırlandıkları yerlerde polisin ya da jandarmanın baskısını mı engelleyecek, Ağar’a mı dokunacaklar, Çiller’e mi, Kenan Evren’e mi, kime dokunacaklar, kendilerine mi dokunacaklar, sen de biliyorsun, daha önce Demirel’e dokunan, onu Zincirbozan gönderen Kenan Evren’di. Sonra Demirel onu özel uçakla resepsiyonuna getirtti. Devamlılık olduğunu göremiyor musun?
Uzatmayalım, sosyalizm savaşımının yolunu mu kısaltacak, tarihi yakına çekmeye mi yarayacak.
Yoksa sosyalizm savaşımında, açık kapı mı, yani daha tehlikesiz ve güvenli yolu mu sağlayacak, yoksa tüm kirliliği dezenfekte edip, yeni mikroplarla mı donatmaya yarayacak.
Hangisi? Sosyalizm savaşımındaki daha güvenli ve tehlikesiz yollar, bu savaştaki açık kapılar eninde sonunda burjuva kampa götürecektir. Bunu senin de biliyor olduğunu düşünürken, üst üste, ısrarla, "beni de yazın, ben de imza atıyorum" diye seslenmene şaşırıyorum.
Derindekini sana gösterirler mi? Bunun için imzalar yeterli olur mu sence? Sen kendin göremiyorsan, gösteremiyorsan, imza toplayarak hangi derinliğe ulaşabilirsin.
İşte cumhurbaşkanı, aynı davada yargılandığı arkadaşını affetti. Sen neyin derininden bahsediyorsun. Her zaman devamlılık olacak. Sorun demokrasi sorunu değil. Artık demokrasi, yok demokrasidir. Bundan sonra ya ortaçağ ya sosyalizm olacak. Ya surların içinde yer beğeneceksin ya da dışında. İşte açık kapı burada düğümleniyor. Sur içini hedefleyenler bu açık kapıya sarılıyor, daha tehlikesiz bir sosyalizm yolu. Mümkünse artık burjuvazinin insafına kalmış olsun istiyorlar. İşte bu yoldaysanız o bile sizi sur dışında kalmaktan kurtaramaz. Benim söylediğim bilimsel yoldur. Seni de, dünyayı da o kurtarabilir. Ara istasyonlara sarılmak, tekelci düzene renk ve ton katmaktır. Kapitalizmden hâlâ medet ummaktır. Sosyalizm mücadelesinin yürüyüş yolunu uzatmaktır. İmzaların peşine takılmak, tam da budur. Bu renk ve tonu sosyalist renk diye yutturmaktır.
Artık dünya değişti. Bu renk ve tonların neye hizmet ettiği görülüyor. İşte bunun için sol gömlekli görevlileri kullanıyorlar. Sis bombalarını onlara attırıyorlar. İsimleri de belli. Ergin Cinmen’i bilmiyordum bu kervana o da katılmış demek ki.
Bu sizin yaptığınız, korku jeneratörüne katkı yapmak değil midir? Bu korku jeneratörünün elektrik şoku altındaki toplumun iyice sersemletilmesine, asıl sorunlarına yabancılaşmasına, hatta Ergenekon varken bunlar da neymiş dedirtmesine katkı anlamı taşımıyor mu, sizler, bir zamanlar güvendiğimiz insanlar, birlikte korkmadan ölüme yürüdüğümüz insanlar, hiç mi düşünmüyorsunuz?"
Ve zaman akıp geçti, başka dalgalar da geldi, yeni yeni hücreler inşa edildi, yeni yeni savcılar, yeni yeni hâkimler yerlerini aldı ve yeni yeni zanlılar Ergenekon soruşturmasına dâhil edildi. Şimdi bir başka bir Ergenekon dalgası ile ama bu dalga ile yükselen bir tepki dalgası ile de karşı karşıyayız.
Arada Referandum var ve referandumda "YETMEZ AMA EVET" sloganı ile tekellerin düzenine,12 Eylül rejiminin son konuşlanmasına tuğla koymayı komünistlik gereği gösterenler tarihsel görevlerini başarıyla yerine getirdiler ve 12 Eylül faşizminin, emekçi halkın, aydınlıktan, ilerlemeden, demokrasiden, sosyalizmden yana olan olanların üzerine hışımla yüklenmenin hukuksal dayanaklarının oluşturulması demek olan, başka ifadeyle yönetenler arasındaki çelişkilerin düzlenmesini hukuka bağlamak demek olan yeni konuşlanmasını bir "ileri demokrasi" hamlesi olarak ve bunun, sol tonda göstermeye çalıştıkları AKP nin demokrasi aşkıyla yapıldığını il il dolaşıp, konferanslar vererek, yazılar yazarak Müritlerini harekete geçirerek bu başarıya imza atanlar Nabi Yağcı türünden sahte sol gömleklilerdir ve epey zamandır bu sahte sol gömleklilerin solun içinden temizlenmesi gerektiğine dikkat çeken Fikret Uzun ve bir kaç kişi, en kötü, en nalet kişi ve en melanet sözleri sarf eden kaçığın biri idi ve işaret ettikleri ise yani Nabi Yağcı gibiler ise, eli öpülecek, önünde eğilinilecek peygamber türü aydınlardı. Ve sonuçta referandumda "EVET" oyları çoğunluk olarak karşımıza dikildi ve bu el öpenler, eğilenler, müritiliğine devam edenler,"yetmez ama evet" sloganının sihrindeki keramete çok erken kendilerini kaptırarak İleri demokrasi şarkıları söylemeye başladılar ama mızrak çuvala sığar mı, emek sürecinin keskinleştirdiği çelişkinin üzerinden atlamak kolay mı, hele bütün kapitalist dünyayı sardıysa bu ne mümkün. Ve işte bulunduğumuz coğrafyada ses erken geldi. Emperyalist ABD nin ve onun çok soldan ve ileri demokratik hareket eden, Nabi Yağcı gibilerin danışmanlığını yaptığı, onun üzerinden tekellerin düzenini benimsettiği, ABD nin eş başkanlığını övüne övüne anlatan politik örgüt, bu erken sese, bu coğrafyadaki açılımlarının selameti çerçevesinde elbette kulak verecektir, veriyor da, işte bunun içindir ki, “acele işe şeytan karışır “ özdeyişini bile unutmuş görünerek, kulak verdikleri sese ses vermeye başlamışlardır. Egemenlerin, halkın sesine, başka noktalardan gelse bile, kulak vermesi de, duyduklarına ses vermesi de egemence oluyor.
Şimdi bu noktadayız. Şimdi parantez açıp, döneceğim dediğim noktaya burada dönmek istiyorum; evet, burada paylaşılan yazıya gönderdiği yorumunda, “AKP nin ülkeyi soyduğundan” söz eden, Nabi Yağcı’ya "İleri Demokrasi" lafzı üzerinden gönderme yapan, Çetin Sevinç, bu süreç devam ederken ortaya koyduğum eleştiriler ve tespitler üzerine, bir cadı avı misli, bir şeytan taşlama misli üzerime gelerek, eleştirmekten çok, tarihe not düşmek üzere, tarih önünde mahkûm ettiğim ve bu çerçevede hâlâ sol içinde kalarak direnme sorumluluğu taşıyanları uyarma görevini yerine getirerek teşhir ettiğim sahte sol gömlekli tarihin kara lekelerine kalkan olanların korosuna katılmış ve uyarılarımı dikkate alacağına, eleştirilerim üzerine düşüneceğine, hakaret nakaratlarının peşine takılarak, kendi hakaretlerini sarf etmeyi hüner saymıştır. O kadar öyle ki, benimle birlikte aynı eleştirileri ortaya koyanlar yanında, dediklerime onay verdiğini ifade edenlere ki, bir kaç kişidir, "çakal" demeyi hafif bularak, belki tekellere bile göstermediği kinini kusmuş, şahsıma uygulanan sansüre alkış tutmayı borç bilmişti. Dün Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alınan Fethullahçı örgütlenmeye dikkat çektiğinin söylendiği kitabın yazarın haykırdığı gibi, Nabi’ye dokunan yanıyordu. Nabi’yi eleştiren, onun gerçek yüzünü deşifre eden ya sansüre uğruyor, ya da iletişim grubundan atılıyordu. Beni ise süresiz olarak sansürlediler ve artık ölüm ilanı bile versem iletişim grubunda yayınlayacaklarını sanmıyorum. “Ve şimdi, Çetin beyin, gerçeklerden oldukça uzak bir mesafeden koşarak, yaşamın yeşil ağacından dökülen gerçeklere sahip çıkmaya çalışması, gözlerimi yaşarttı. Ve benim, bu göz pınarlarıma yaşların doluşması, Çetin Sevinç gibilerin gerçeklere gerçekten sahip çıkmak için depara kalktıklarını düşündüğüm için değil, bir süre önce "Ahmaklık ile sahtekârlık arasındaki çizginin kaybolduğuna" yaptığım vurguyu hatırladığım ve yaşamın yeşil ağacından önümüze dökülenlerin beni ne kadar çabuk doğruladığını gördüğüm içindir. Keşke beni şeytan taşlar gibi taşlayanlar haklı çıksaydı da, keşke gerçekten bu olanlar ileri demokrasiyi getirseydi de, ben haklı çıkmasaydım. Ama bir “gerçek mi – yanlış mı” totosu ya da lotosu oynamıyorduk. Gerçekler üzerimize üzerimize gelip,”aklınızı başınıza toplayın” diye bağırdığı halde, bu gerçekleri en sıradan insanın bile görmesi mümkün olduğu halde, kendisini toplumun düşünsel olarak en ilerisinde gösterenlerin, hatta bunun için politika akademilerinde eğitime tabi tutulmuş olanların bu gerçekleri görmemesi ahmaklıktan, kendilerini gösterdikleri noktadan uzak olmalarından değilse, sahtekârlıklarından idi. O nedenle ahmaklıkla, sahtekârlığın artık aynı çizgide çakıştığını ilan etmek yerinde idi ve bu bana düşmüştü. Şimdi ahmaklıktan, sıyrılarak, sahtekârlık gömleğini üzerinden atmaya çalışmakla bu göz pınarlarımı dolduran yaşlar durdurulamayacağı gibi, sahtekârlıktan kurtulmak da mümkün değildir.
Soyut mu oldu? Dediklerimin içini daha da doldurmak için örnek çoktur, ben daha öncesini saymıyorum, 2007 seçimlerinin hemen öncesinde Nabi Yağcıların, derin internet örgütlenmeleri ile hareket halinde tuttuğu AKP yandaşlığına ya da AKP nin 12 Eylül faşist rejiminin konuşlanması gereken son noktaya doğru toplumu ve rejimi götürebilmesini kolaylaştırmak üzere sürdürdüğü AKP danışmanlığına ve AKP yi sol tonda gösterme çabasını, en kolay biçimde sol hamle olarak sol kitleye yutturmak için Müritlerinden oluşturduğu dinamiğe dikkat çekmem oldukça ses getirmiş ve Nabi Yağcı gillerin üzerindeki yaldız dökülmeye başlamıştı. İşte o zamana kadar,"sen kimsin, sen TKP nin genel sekreteri olan Nabi Yağcı’nın dengi misin ki, onunla aşık atıyor, onu eleştirmeye ( daha doğrusu ona hakaret etmeye )cüret ediyorsun, seni Nabi Yağcı, bir kâğıt gibi buruşturup çöpe atar, seni ruh hastası seni, sana kim inanır..." misli çocuk azarlar gibi çıkışılırken, Nabilerin yaldızının dökülmeye başlamasına, soruların ortaya çıkmasına paralel olarak, haddimi bildirmek için, TKP nin en tepesindekiler kolları sıvamıştı. Ve onlardan bir tanesi de Erdal Talu idi. Erdal Talu’nun da, dönekliğini acıklı bir tonda anlattığına ,"dönerken ne acılar çektik" yollu günah çıkartmasına değinmiştim. Ayrıca, kendisinin nasıl bir çat kapı operasyonu ile partilendiğine ve o meyanda, hazır bunun için kapı çalınmışken, eşinin de aradan çıkartılıp, partiye kaydedilmesine dikkat çekmiştim ve dahası kendisinin çok kısa zamanda partinin en politik bürosuna koopte edildiğini de duyurmuştum. Üstüne üstlük, bu kooptasyonun sevincini ailecek içkili bir akşamsefasında kutladıklarını da ağızlarından kaçırdıkları arşivlerdedir. Böyle deneyimli, bilgili, politik ve de özveri ile işçi sınıfının önderliği için çabalayan kişiler, sapla samanı karıştırıyor, AKP gibi, vizyonu da, politik yapısı yanında, ideolojik yapısı da belli olan bir partiyi, önce yoldaşlarına, sonra da emekçi halka sol tonda takdim edebiliyor, bu işin, yani sol göstermenin, bir şeytan işi olduğunu, bilerek, isteyerek ve tekellere hizmet için yapıldığını işaret edenleri de şeytan taşlar gibi taşlayabiliyor, taşlanmasını işaret edebiliyordu. Bunu yaparken de, Nabi Yağcının dediklerine karşı eleştirileri bir hakaret ya da, olmayacak yerde dile getirmek olarak lanse etmeye çalışıyordu. Yani benim dediklerimi ola ki okuyanlar, ‘öz’den uzaklaştırılıyor, dikkatleri başka yere, mesela “Nabi Yağcı, dediklerini başka yerde diyor ise, neden eleştirisi, hem de hakaret edilerek burada yapılıyor, burası yeri değildir” misli akıl şaşırtıyorlardı. Öyleyse ahmaklık uzak kalıyor, sahtekârlık ise tıpatıp uyuyordu. Buna karşın ahmaklıkta diretmek ise, sahtekârlığı gizlemenin bir aracı oluyordu. İşte ben bunları da gözler önüne sererek onca cümle kurarken, Çetin bey, benim cadılığıma, şeytani varlığıma tahammülsüzlüğünü göstermeyi bir borç biliyordu. Şimdi ise, benim uzun zamandır işaret ettiğim noktaları görmüş olmanın sevincini taşıyormuş gibi, bu gerçeklere onca uzak kaldığı mesafeden depara kalkarak, öne geçmeye, gerçeklere sahip çıkmaya çalışmaktadır ki bu beni sevindirmiyor, aksine, ziyadesiyle gözyaşlarına boğmaktadır. Ve sen kimi kandırıyorsun demeyi ihmal etmek istemiyorum. Çünkü hem yaşam tarafından doğrulanıyorum ki bu cehenneme çok az kaldı demektir, hem de, içinde benim de olduğum, birkaç şeytan bu günlere işaret ederken, onları şeytan taşlar gibi taşlayanlar, birkaç kelime ile bile olsa nedamet getirmeden, gerçekliğin çırılçıplak ortada olduğu bir zamanda, gerçeklere sahip çıkmayı uyanıklık saymaktadır.

Referandum sürecinde, “BOYKOT” cephesini eleştirmek ve doğru tutumun, referandum oyununu bozmanın, sandıktan “HAYIR” iradesini çıkartmak için mücadele etmek olduğunu göstermek üzere yazdığım yazılardan birinde, “…Sorosculuğa ve cemaat bağlantılı kapitalizme devşirilen solcuların, yıkılan sosyalizm ağaçlarını köklerinden de sökmek üzere, geleneksel devrimci anlamının üzerinden de atlayarak, bir laboratuar sloganı olarak öne sürdükleri “BOYKOT”, “EVET” in öteki yüzüdür. “ diyordum ve “Aksini düşünen ve benim bu dediklerimi hakaret olarak nitelendirenlerin, “BOYKOT”un devrimci bir tutum olduğuna inananların, öfkelenmek için acele etmemelerini önererek”, “referandum sonrası açığa çıkacak olan gerçekliklerin, önümüze birçok turnusolü ardı ardına dökeceğine” işaret ediyordum.

AKP nin anayasa paketini, sanki 12 Eylül faşist darbesine bir başkaldırı imiş gibi gösterenlerle referandumun, egemen sınıfların kendi aralarındaki tepişme olduğunu göstererek “BOYKOT”u işaret edenlerin, gerçekte tekellere,12 Eylül rejimine ve elbette AKP nin referandum oyununa hizmet ettiklerini ısrarla anlatmaya çalıştığım yazılarımda, sonuç niyetine, “Referandum oyununun, işçi sınıfı ve emekçi halklar için bir ölüm kalım meselesi olduğunu “vurgularken, hep bu günleri önceden görmüş oluyordum.

Dediklerimin içini daha da doldurmak üzere, Ergenekonun derinliğinden söz edenlere ve AKP nin anayasa paketinin kabul edilmesiyle,12 Eylül ile hesaplaşılacağından dem vuranlara, Çiller’i hatırlatarak, burjuva devletin devamlılığından, dolayısıyla 12 Eylül rejiminin devamlılığından söz ederek, Çiller’in de, nasıl ki, ilk ürün Özal ise, aynı devamlılık içersinde ve aynı 12 Eylül darbesi türü bir dinamikle icat edilen bir başbakan olduğuna ve Kürtlere en acımasız saldırıyı yürüten ekibin de başı olduğuna dolayısıyla ve ayrıca, bu ekiple beraber, faili meçhullerin tam merkezinde yer aldığına ve de bunun, devletin devamlılığı içersindeki bir devlet politikası olduğuna dikkat çekiyordum.

Yani gerçekliğin, burjuva devletin bir devamlılık içinde olduğunu işaret ettiğini hatırlatarak; “Bu devamlılık, daha önce nasıl ki, Çiller’i icat etmiştir, ya da Ecevit’i tasfiye etmek için, Bahçeli’nin mızıkçılığını ortaya koymuştur, hatta Ecevit’in en sadık yardımcısını oyuna çekmiştir, ya da Erbakan’ı tasfiye etmek için irtica ile mücadele kapsamında 28 Şubatı manipüle etmiştir, en sonunda ve son noktayı koymak üzere, AKP yi ve Erdoğanı icat etmiştir.” Diyordum. Fakat şimdi çırılçıplak gerçekliklere sahip çıkma yarışında olanlar, bu dediklerimi deli saçması olarak dinliyorlar, belki de dinlemeden çöpe atıyorlardı.

Bir başka yazımda,
“İşçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları ile sosyalist iktidar mücadelesinin çıkarlarının mümkün olduğunca tam bir politik özgürlüğe, dolayısıyla bugün 12 Eylül rejiminin dayattığı ve adım adım ilerlediği faşist sivil diktatörlük yerine, demokratik bir cumhuriyetin varlığına ihtiyaç duymakta olduğuna” işaret ederek,

Diğer yandan, “…demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının ise, az ya da çok belli bir devrimci yükseliş ile ve halkın buna katılım isteğinin kendini göstermesi ile bağlı olduğunu; Yani emekçi halkın parlamentoya ve onun çıkardığı yasalara karşı kendi dolaysız çıkarları açısından inancının zayıflatılmış olması ile de bağlı olduğunu” da ekliyordum Bununla yetinmiyordum ve ayrıca “ 12 Eylül rejiminin 30 yıldır ortaya koyduğu parlamentarizm oyununda, emekçi halkın, cılız da olsa, bu oyunlardan kendisi için bir şey çıkacağına inanmadığını “ söylemeyi de ihmal etmiyordum. Ve “bu cılız inançsızlığa bile orantılı olabilecek bir devrimci yükselişin söz konusu olmadığını” açıklıkla ifade ediyordum.

“Diğer yandan, Kürt coğrafyasındaki ulusal sorun çerçevesinde kendini gösteren hareketlenme de, çok karmaşık, hatta kafaları karıştıran yanı ağır basan ve devrimci yükselişi ya da bu yükselişe inancı yükseltecek dinamiği içinde taşıyan bir karaktere sahip görünmemektedir. Çünkü bu sorun, yasalar yoluyla ve Emperyalizmin verdiği kadarıyla, çözdüğü kadarıyla ve daha çok da emperyalizmin ve onunla entegre olmuş yerli tekellerin ve onlarla işbirliği içindeki Kürt egemenlerinin, ağasının, beyinin, tarikat şeyhinin ve elbette burjuvazisinin çıkarları çerçevesinde çözülme noktasındadır. Halkın devrimci katılımını örgütleyecek ve bütünün devrimci yükselişini hareketlendirecek ve kendini ona bağlayacak bir dinamik içinde olduğunun işaretleri yoktur.” ve “ Hareketin hem devrimci bir yönelişini sağlayacak ve hem de bunu Türkiye’nin bütününde yükselecek bir işçi hareketine, devrimci harekete evirecek güçlü bir politik sınıf örgütlenmesinden de söz etmek mümkün değildir.”dedikten sonra ; “ Ama öte yandan, AKP nin 12 Eylül rejiminden ve ABD-AB emperyalizminden aldığı güçle minimum boyutta bir demokratikliğe bile tahammülsüzlükle burjuvazinin kendi koyduğu hukuk kurallarını da ortadan kaldırmasına ve gerici, dinci bir sivil diktatörlük kurarak var olan burjuva cumhuriyetini ortadan kaldırmasına karşı, bu cumhuriyeti savunma noktasında yükselen ve özünde düzen sınırları içinde seyreden ve hatta üst düzeyde iki büyük sermaye gücünün çatışması gibi görülen bir hareketlilik vardır” diyerek, yeni 12 Eylül anayasa paketine rejimin ve elbette AKP nin, neden ihtiyaç duyduğuna açıklık getirmeye çalışıyordum.
Açıklık,” Bu hareketliliğin akış yönünün, AKP’nin, özellikle 12 Eylül Anayasasını daha da güçlendirerek, burjuva hukukunun en önemli dayanak noktası olan, kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, otokratik bir cumhuriyete geri dönmenin sinyallerini verecek şekilde kendini göstermesinde” idi ve göstermek bana düşüyordu.
“ AKP, 12 Eylül anayasasının, bazı maddelerini, bazı başka maddelerle yer yer süsleyip, yer yer kafa karıştıracak düzeltmeler yaparak, diktatörlüğe ve Osmanik bir ortaçağ düzenine geçişi kolaylaştıracak biçimde değiştirip, gizleme içerikli bir paketi, bir oldubitti ile kabul ettirmeye çalışmaktadır.” Şeklindeki ifadelerimle de açıklığa biraz daha açıklık sağlamaya çalışıyordum.
Böylece, AKP nezdinde yürütülen ve özünde Emperyalist burjuvazinin ve yerli tekellerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere, hem ekonomik anlamdaki ve hem de politik anlamdaki saldırısını açığa çıkarmış oluyordum.
Bu saldırının nihai olarak başarı kazanabilmesi için ise yani işçi sınıfının ve emekçi halkların, sendikal ve politik mücadele araçlarından yoksun bırakılıp, köle düzeyinde çalıştırılmaya mahkûm edilmesine sessiz sedasız ve kalıcı olarak boyun eğmesinin sağlanması için ise- Tekellerin düzeni olsa da- hâlâ kapitalist bir cumhuriyet olan TC nin çözülüp, ulus-devlet yapısının bozulup, sınırlarının ortadan kaldırmasının gerektiğine işaret ediyordum.
Ve tabii bunun için de, referandumdan yeni 12 Eylül anayasa paketine “EVET” oyu çıkmalı idi. Bu, bundan sonra, halka gerek kalmadan, parlamento aritmetiği içerisinde kotarılacak olan, Osmanik-İslamik–faşist feodal düzenin anayasası için bir anahtar anlamında idi.
Ve sonuçta bu anahtar ,% 58 lik bir oy ile AKP nin eline geçmiş oldu. HSYK – ANAYASA MAHKEMESİ derken, sıra YARGITAYA ve DANIŞTAYA geldi. Hepsi bir bir istenilen yeni yapılarına kavuştu. Şimdi hepsi birer anahtardır.
Şimdi Nabi Yağcıların ve müritlerinin zil takıp oynadıklarına ve “ileri demokrasi” derken, suratlarında, bütün düzenle akraba olan sahtekâr solcuların suratlarında yerleştiği gibi, çanaklarına dolacak kırıntıların hayalinin gülümsemesinin yerleştiğine inanabiliriz. Ancak bu gülümseme, o kadar kolay olmamıştır Gülümsemeye giden yolda, Nabi Yağcılara gençlerin protesto için fırlattığı tuvalet kâğıtları var. Nabi Yağcılar ve Müritleri ki içlerinde Çetin Sevinç beyin ,”özgür komünist” unvanlı akrabaları da var, referandumdan İleri Demokrasi çıktığına inanmışlar ve daha çok da inandırmaya çalışmışlardır. Ama tuvalet kâğıtlarından bir faşizm çıkarabilmişler, bunu telin etmek için de, bütün suç ortaklarına, tarihin bütün kara lekelerine çağrı ile bir imza kampanyası tertiplemişlerdir. İmzaları ve tertipleri tarihe not edilmiştir.

Bu dediklerimin, kendime güzelleme yapmak için olmadığını belirtmeye gerek görmemekle birlikte belirtmiş olmaktan kurtulamıyorum. Ancak, bu dediklerime neden gerek olduğunu açıklamam da gereklidir. Evet, bu dediklerim ne kadar haklı çıktığımla övünmek için değildir, ama hepimizin kendi aklımızla ve bu aklımızın süzgecinden geçirdiğimiz bilgilerle ve elbette hâlâ en ileri ve doğru teori olan Marksist-Leninist teori ile baktığımızda, her zaman haklı çıkmamızın kuvvetle muhtemel olacağına ve çıkardığımız sonuçların renginin, yaşam ağacının yansıttıklarının rengine yakın olacağına dikkat çekmek içindir. Yani ben ne Nabi’den, ne Sevinç beyden, ne de diğerlerinden daha zeki değilim, ancak aklımı, hâlâ en doğru ve en ileri teori olan ve kısa bir süre önce, Çetin beyin, ben tartışırken hep kalkan olduğu ve ondan fazla bana kin kustuğu akrabası Alçınkaya’nın, hakkında konuşulmasına “Ciyaklamak “ tabirini uygun bulduğu Marksizm-Leninizm’le yüklemeyi ihmal etmiyorum. Haliyle de, bu teoriden uzaklaşmaya hüküm giymiş olanların tepkisini çekiyorum. Durum bundan ibarettir ve yaşam ağacının, önceden gösterdiğimiz daha nice gerçeklikleri bütün çıplaklığı ile gözler önüne sereceğini hatırlatarak bitiriyorum.

Ve dileğim, dediklerimi okuma zahmetine katlanan arkadaşlarımın, üslubuma takılı kalmamalarıdır. Bunun için, sık sık yinelediğim bazı vurguları tekrarlamak istiyorum.

Evet, her ne yazarsam ve nerede yazarsam yazayım, ya da konuşayım, dediklerim, sosyalist iktidar yürüyüşüne, içimizdeki veya yakınımdaki arkadaşlarımı aynı sorumluluğu yerine getirmek üzere çağırarak ve önüme çıkanlarla kavga etmeye hazır olarak başladığımı anlatmak içindir. Üslubumu şekillendiren budur.

Dediklerimde sosyalizme açlık duyanların öfke yüklü iddiası olduğu için, bu, üslubuma da yansımaktadır.
Dediklerim oldukça iddialıdır ve sosyalizme olan inancımla bu inancımdaki kararlılığım ve geleceğe olan güvenim bu iddiaya yansıdığı için, üslubum da bundan bu şekilde payını almaktadır.
Sosyalizme olan inançta alçak gönüllü olunamayacağına inandığım için üslubumda da, bu inancımdan bir indirime gidemiyorum. Yani üslubumun alçak gönüllülükten uzak kalan sertliğinin muhatabı benimle aynı sorumluluğu taşıyan arkadaşlarım değildir.

Burjuvaziye olan hıncımın, sınıf kinimin yansıması, üslubumu sert yapan etmenlerin başında gelmektedir.

Burjuvaziden ümidini kesmemiş olanların, burjuva düzenini benimsetmesine duyduğumuz tiksintinin yansıdığı üslubum, arkadaşlarımı neden rahatsız etsin ki; Bu kinden, bu tiksintiden vazgeçmenin, bu noktada alçak gönüllü olmanın, burjuvaziye teslim olmak demek olduğunun bilincine, benimle aynı sorumluluğu taşıyan bütün arkadaşlarımın sahip olduğuna inanıyorum.

Eğer, sosyalist iktidar perspektifi taşıyor isek, bunun üslubumuza da yansıması kadar doğal ne olabilir ki; Biz, bu perspektifle yüklü üslubumuzla, kavgasız iktidar olunamayacağına olan inancımızı yansıtıyoruz. Ancak bu kararlılıkla bilinç taşıyanları sosyalizm aşkına, sosyalizm aşkından yerinde duramayanları bilince kavuşturabileceğimize inanıyoruz. Ve ancak böyle bir üslup ile Ekim devrimine saygı duyanı, Sovyet sosyalizmine bağlı olanı, devrime ve iktidara inandırmanın mümkün olacağına inanıyoruz.
Saygı ve sevgilerimle

Fikret Uzun

5 Mart 2011