30 Aralık 2011 Cuma

2012 ye GİRERKEN 1905 TARİHSEL EYLEMİNDEKİ BİLİNCİ YAŞAMAK VE NİSANI DUYUMSAMAK




Takvim 1905 yılının ocak ayının 22. gününü gösteriyordu. Kışlık sarayın önü ve avlusu karlarla kaplı ve binlerce işçi, önlerinde yürüyen, öteden beri işçi hareketini polisin yönetimine geçirmeye çalışan papaz Gapon'un önderliğinde, çara sefil hallerine çare bulması için, dilekçe vermek üzere meydana doğru ilerliyorlardı.

Tam da Petersburg'daki tüm fabrikalara yayılan ve ekonomik taleplerden politik taleplere geçen 10 binlerce işçinin katıldığı grev hareketinin yükseldiği bir dönemdi. Gapon, Petersburgta örgütlemiş olduğu işçi derneğinin grupları vasıtasıyla yoğun bir ajitasyon yürüttü ve işçileri çarın huzuruna çıkmaya ikna etti.

Bolşevikler ise, bu yürüyüşün öncesinde, çarın istibdadına karşı devrimci mücadele yöntemlerinin kullanılması çağrısını içeren bildiriler dağıtırken, aynı zamanda Gapon'un niyetlerini teşhir eden bildiriler de dağıtıyordu. Ama bütün bunlar, kitlelerin Gapon'un peşine takılıp çarın huzuruna çıkmalarını engelleyememişti.

İşçi kitlesi meydana yaklaşırken çarın ordusu harekete geçiyor ve kalabalığa kılıçlarıyla saldırıyorlar, işçiler çaresizce çarın huzuruna çıkmalarına izin vermeleri için yalvarıyorlar ama dinleyen yok.

Sonuç, bembeyaz alanın kana bulanması ve iki binden fazla ölü... Adı tarihe "Kanlı Pazar " olarak geçiyor.

Tarihe "kanlı pazar "olarak geçen bu tarihi günün, bir devrimin başlangıcını doğurduğundan kimsenin haberi yoktu.

İşçilerin dilekçesinde talepleri, af-kamusal özgürlükler-normal ücret-toprak ve arazinin tedricen halka devri- genel ve eşit seçim hakkı temelinde bir kurucu meclisin toplantıya çağırılması olarak sıralanmıştı ve şöyle bitiyordu; "önümüzde iki yol var, ya özgürlük ve mutluluk ya da mezar."

Gapon'un peşine takılıp çarın huzuruna çıkmak için yürüyen cahil işçiler, Lenin’in ifadesiyle, çarın, egemen sınıfın, yani büyük burjuvaziye binlerce bağ ile bağlı ve tekellerini, ayrıcalıklarını ve karlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı büyük toprak sahiplerinin başı olduğunu bilmiyorlardı.

Aynı zamanda, yüksek kültürlü insanlar olduklarını iddia eden sosyal-pasifistler de emperyalist yağmacı bir savaş yürüten burjuva hükümetlerinden "demokratik" bir barış beklemenin, çarı barışçıl dilekçelerle demokratik reformlar için harekete geçirme düşüncesi kadar aptalca olduğunu bilmiyorlardı.

Kanlı Pazar, devrim öncesi Rusya'sının cahil işçilerinin, eylemleriyle ilk kez politik bilince uyanan dürüst insanlar olduklarını göstermelerini sağlarken, sosyal-pasifistlerin büyük bölümünün, halkı iyicil telkinlerle devrimci mücadeleden uzaklaştırmak isteyen ikiyüzlüler olduğu ortaya çıkıyordu.

22 Ocak 1905 in tarihsel anlamı burada idi; muazzam halk kitlelerinin politik bilince ve devrimci mücadeleye uyanmaları...

"Rusya'da henüz devrimci bir halk yoktur" diye yazıyordu, Liberallerin o zaman ki önderi Struve, yurt dışında çıkardığı özgür gazetesinde. Cahil bir köylü ülkesi olan Rusya'nın devrimci bir halk doğurabileceğine inanmıyordu burjuva reformistlerinin lideri Struve.

Devrimci partiler ise bir avuç insandan oluşuyordu ve bir tarikat muamelesi görerek reformistlerin hakaretlerine maruz kalıyorlardı. Birkaç yüz devrimci teşkilatçı, birkaç bin yerel örgüt üyesi ve yurtdışında basılan gizlice yurt içine sokulan ayda en çok bir kez çıkan ve yarım düzine okunan gazete. Başta sosyal-demokrasi olmak üzere, Rusya'nın devrimci partilerinin durumu buydu. Dar kafalı ve bir o kadar da kibirli reformistler, buna bakarak Rusya'da devrimci bir halk olmadığını iddia ediyordu.

Birkaç ay sonra, kanlı pazardan sonra yani, durum tamamen bambaşkaydı. Yüzlerle ölçülen sosyal - demokratlar,"aniden" binler olmuştu, binler ise 2-3 milyon proleterin önderi durumuna gelmişti. 130 milyonluk dev ülke kendini devrimin içinde buldu, uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya'sına dönüştü.

En önemli aracı, kitle grevi olan Rus Devrimi’nin özelliği sosyal içeriği bakımından burjuva-demokratik, mücadele araçları itibarı ile proleter bir devrim olmasında yatmaktadır. Burjuva demokratik devrimdi, çünkü doğrudan hedeflediği ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, 8 saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması, tüm bunlar, Fransa'daki burjuva devriminin, 1792-93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi.

Lenin,1905 devrimi üzerine konuşurken, "Rus devriminin tarihinin, mücadeleyi en büyük direşkenlik ve en büyük fedakârlık ruhuyla yürütenin tam da ücretli işçilerin öncü müfrezesi, bilinçli kesimi olduğunu gösterdiğini" vurguluyordu. Ve ekleyerek," kitlelerin gerçek eğitiminin, hiç bir zaman, bizzat kitlelerin bağımsız politik ve devrimci mücadelesinden ayrı ve onun dışında gerçekleşemeyeceğini" hatırlatıyordu. Ve "Sömürülen sınıfları eğiten, güçlerini ölçmesine olanak sağlayan, ufkunu genişleten, yeteneklerini geliştiren, onları aydınlatan, iradelerini çelikleştiren ancak mücadeledir" derken, 1905 devriminin tam da bunu yaptığının altını çizmiş oluyordu.

1825 yıllarındaki tamamen soyluların temsil ettiği ( Dekabristler)çarlığa karşı devrimci hareketin başında, 2.Aleksandr'ın 1881 de terörist Narodniklerce idamına kadar orta sınıflardan aydınlar vardı. Öz olarak serfliğin kalkmasını isteyen ve otokrasiye karşı mücadele eden bu fedakâr, gözüpek aydınlar, terörist mücadele yöntemleriyle dünyayı şaşkına çevirmişlerdi ama doğrudan amaçlarına, bir halk devrimini başlatma amaçlarına hiç bir zaman ulaşamadılar ve ulaşamazlardı da. Ama kurbanlar boşuna verilmemişti ve Rus halkının devrimci eğitimine katkıda bulunmuşlardı.

Bunu ancak proletaryanın devrimci mücadelesi başarabildi. Tüm ülkeyi kaplayan grev dalgası, Rus-Japon emperyalist savaşının dehşet verici dersleriyle birleşerek, geniş köylü kitlelerini ataletten uyandırmıştı.

Kentlerdeki proleter kitle grevinin kırdaki köylü hareketiyle birleşmesi. Çarlığın "en sağlam" ve son dayanağını da sarsmaya yetti. Hem donanmada, hem de orduda asker isyanları başladı. Devrim sırasında grev hareketinin ve köylü hareketinin bütün büyük dalgalarına Rusya'nın her yerinde meydana gelen asker isyanları eşlik etti. Bu isyanların en ünlüleri Potemkin Zırhlısı'ndaki isyan ile Kronstad isyanıdır.

Lenin, Karadeniz donanmasında meydana gelen isyandan küçük bir alıntı yaparak, isyanı resmetmek istiyor ve şöyle aktarıyordu;

"Devrimci işçilerle bahriyelilerin katıldığı toplantılar örgütlendi, toplantılar gittikçe sıklaştı. Asker kişilerin işçi mitinglerine katılmasına izin verilmediği için, işçiler kitleler halinde asker mitinglerine gitmeye başladılar. Binlerce kişi bir araya geliyordu. Ortak hareket etme fikri çoşkuyla karşılandı. İlerici bölüklerde delegeler seçildi.
Askeri makamlar müdahale etme zamanının geldiğini düşündüler. Tek tek subayların mitinglerde 'yurtsever' konuşmalar yapma çabaları son derece acıklı sonuçlar verdi: tartışma deneyimi olan bahriyeliler amirlerini utanç verici biçimde kaçırttılar. Bu çarenin boşa çıkmasından sonra mitingleri tamamen yasaklama kararı alındı. 24 Kasım 1905 sabahı Donanma kışlalarının kapı önlerine tam teçhizatlı bir savaş bölüğü yerleştirildi. Tümamiral Pisarevski, herkesin duyabileceği şekilde şu emri verdi: 'Kimseyi garnizondan dışarı bırakmayın! Emre itaatsizlik halinde — vurun!
Bunun üzerine, emrin muhatabı olan bölükten bahriyeli Petrov öne çıktı, herkesin gözü önünde silahını doldurdu ve Brest Bölüğünden Yarbay Stein'i tek kurşunla öldürdü ve ikincisiyle de Tümamiral Pısarevski'yi yaraladı.
Subayın komutu çınladı: 'Tutuklayın onu!' Kimse yerinden kımıldamadı. Petrov tüfeğini yere attı. 'Ne duruyorsunuz? Beni tutuklasanıza!' Petrov tutuklandı. Her taraftan akın akın gelen bahriyeliler, ona kefil olduklarını söyleyerek serbest bırakılmasını talep ettiler. Heyecan doruktaydı.
-Petrov, silahın tesadüfen ateş aldı, öyle değil mi? diye sordu subay, kendisine bir çıkış yolu bulabilmek için.
-Ne tesadüfü! İnsan öne çıkıp, silahını doldurur ve nişan alırsa, bu tesadüf mü olur?
-Tayfalar serbest bırakılmanı talep ediyorlar...
Ve Petrov serbest bırakıldı. Bahriyeliler bununla kalmak istemediler. Tüm nöbetçi subaylar tutuklandı, silahsızlandırıldı ve kalem odasına götürüldü... Bahriyeli delegeler, yaklaşık 40 kişi, bütün gece boyunca tartıştılar. Subayların salıverilmeleri, ama kışlalara alınmamaları kararlaştırıldı..."

Bu küçük tablo gerçekten, birçok asker isyanında olayların nasıl geliştiğini anlatmaktadır.

Lenin, ,"bir bölümünün diğer bölümlerine karşı muzaffer mücadelesi dışında başka bir şekilde asla ve kesinlikle militarizmin üstesinden gelinemeyeceği ve onun ortadan kaldırılamayacağı reddolunamaz dersini vermektedir."diyordu ve " Hem Rus devriminin tarihi, hem de 1871 Paris Komünü'nün tarihi bize, halk ordusunun zafer mücadelesi dışında başka bir şekilde asla ve kesinlikle militarizmin üstesinden gelinemeyeceği ve onun ortadan kaldırılamayacağı reddolunamaz dersini vermektedir." diye belirterek, " Militarizme küfretmek, lanet okumak, onu "reddetmek" ,zararlılığını, argümanların eleştirisi ile kanıtlamak yetmez; askerlik hizmetini barışçıl biçimde reddetmek aptallıktır. Yapılacak şey, hem proletaryanın devrimci bilincini uyanık tutmaktır, hem de sadece genel olarak değil, aynı zamanda proletaryanın en iyi unsurlarını, halkın huzursuzluğunun en üst noktasında devrimci ordunun başına geçmeleri için somut olarak hazırlamaktır." diye vurguluyordu.

1905 devrimi, işçi hareketiyle bağıntılı olarak, Nüfusun yarısından fazlası ulusal baskı altında olan Rusya'nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerini de hızla yükseltmişti.

Devrimci hareketin dalgaları yükseldikçe, devrime karşı mücadele etmek amacıyla gericilik, daha büyük bir enerjiyle ve acımasızlıkla silahlanmıştı. Henüz oportünizm batağına batmamış olan Karl Kautsky'nin 1902 yılında "Sosyal Devrim" üzerine makalesinde yazdıkları 1905 devriminde doğrulanmıştı.

Kautsky,"...Gelecek devrim -diyordu- hükümete karşı ani bir ayaklanmadan çok, uzun süreli iç savaşa benzeyecektir."

Lenin, "gelecek devrimde de mutlaka böyle olacaktır " diyordu.

1905 -1907 yıllarını kapsayan dönemin devrimci mücadeleleri içinde Bolşevik parti ve kadroları öylesine çelikleşmişti ki, ardından gelen gericilik ve baskı dönemlerinde, RSDİP in bir kesimi olmaktan çıkıp, bağımsız ve sağlam bir parti haline gelecek durumda oldu.

1905 devriminin deneyimleri sayesinde, emperyalizm çağında burjuva-demokratik devrime ve bu devrimin sosyalist devrime dönüşmesine dair Leninist öğretinin netleşmesi için temel yaratılmış oluyordu. Bu öğretiye dayanarak Lenin, daha sonraki 1917 de gerçekleştirilen planı hazırladı. Böylece, tarım sorunu, devrimde köylülüğün rolü ve proletaryanın köylülükle ilişkisi büyük rol oynadı.

1905 Rus devriminin önemine ve Avrupa'yı da, Asya’yı da etkisine almasına dikkat çeken Lenin, "Rusya, gerek coğrafi gerekse de ekonomik ve tarihsel açıdan sadece Avrupa'ya değil, aynı zamanda Asya'ya da dâhildir. O nedenle Rus devriminin, sadece Avrupa'nın en geri ve en büyük ülkesini tamamen uykusundan uyandırmakla ve devrimci proletaryanın önderlik ettiği devrimci bir halk yaratmakla kalmadığını görüyoruz. Sadece bu değil. Rus devrimi, bütün Asya'yı harekete geçirdi. Türkiye, İran ve Çin'deki devrimler, 1905 yılındaki muazzam ayaklanışın derin izler bıraktığını ve yüzlerce ve yüz milyonlarca insanın ilerlemesindeki etkilerinin silinemez olduğunu kanıtlamaktadır." derken, aynı zamanda ;

"...bütün bunlara rağmen Rus devriminin, sözcüğün özgül anlamıyla proleter karakteri nedeniyle, gelecekteki Avrupa devriminin bir provası olarak kaldığını " belirtiyordu. "Çünkü - diyordu - bu yaklaşan devrimin ancak bir proleter sosyalist devrim olabileceği tartışılmazdır. Bu gelen devrim, bir yandan, insanlığı sermayenin boyunduruğundan ancak şiddetli savaşların ve özellikle de içsavaşlann kurtarabileceğini, öte yandan, ancak sınıf bilinçli proleterlerin, sömürülenlerin büyük çoğunluğunun önderi olarak sahneye çıkabileceğini ve çıkacağını çok daha kapsamlı bir şekilde gösterecektir."

Ve Lenin ekleyerek, "Avrupa'da şimdiki mezar sessizliğinin bizi yanıltmasına izin vermemeliyiz. Avrupa devrime gebedir. Emperyalist savaşın korkunç vahşeti, pahalılık dehşeti her yerde devrimci bir atmosfer yaratıyor ve egemen sınıflar, burjuvazi ve onun mutemetleri, hükümetler, son derece büyük sarsıntılar geçirmeden çıkamayacakları bir çıkmaza gittikçe daha çok batıyorlar." diyordu.

Daha sonra Lenin, 1905 in dersleri üzerine yaptığı konuşmasını, şöyle bitiriyordu ;

"Nasıl Rusya'da 1905 yılında bir demokratik cumhuriyet kurmak amacıyla çarlık hükümetine karşı proletarya önderliğinde halk ayaklanması ortaya çıktıysa, önümüzdeki yıllar da, süregiden bu fetih savaşıyla bağıntılı olarak, finans kapitalin, büyük bankaların, kapitalistlerin iktidarına karşı proletarya önderliğinde Avrupa'da bir halk ayaklanmasını ortaya çıkaracaktır ve bu sarsıntılar burjuvazinin mülksüzleştirilmesinden, sosyalizmin zaferinden başka bir biçimde son bulamaz.
Biz yaşlılar belki gelecekteki devrimin bu tayin edici savaşlarını göremeyeceğiz. Fakat ben, İsviçre'de ve bütün dünyada sosyalist hareket içinde böylesine mükemmel biçimde çalışan gençliğin, gelecek proleter devrimde sadece savaşmak değil, aynı zamanda zafer kazanmak mutluluğunu da yaşayacağına olan umudumu büyük bir güvenle ifade edebileceğime inanıyorum."

Görülüyor ki Lenin, gerçi kendisinin ve kuşağının göremeyeceğini düşündüğünü anlıyoruz, 1905 burjuva devriminin deneyimlerine bakarak, Avrupa ve Asya'daki etkilerini tartarak, yaklaşan Avrupa'da proletarya önderliğinde bir halk ayaklanmasını ortaya çıkaracağını ve bunun sosyalist iktidarla sonuçlanacağını görmüştür.

Böylece 1905 Rus burjuva devrimini ana hatlarıyla ve perspektif açabilecek noktalarını öne çıkartarak özet biçiminde irdelemiş oluyorum. Bu irdelememi bitirmeden önce, Lenin’in, bilincin işçi sınıfına dışardan verilmesi gerektiğini vurgulayan Çalışmasını, Ne Yapmalı'yı hatırlatarak, anlatmaya, yani ajitasyon ve propaganda çalışmasına önem verdiğine, bu gün ise, anlamanın da, anlatmanın da yeterli gelmediğinin anlaşılması ve üzerinde durulması gerektiğine işaret etmek istiyorum.

Bu gün işçi sınıfının ve emekçilerin konumları gereği, yani maddi yaşamları nedeniyle otomatik olarak bilince kavuşamayacakları bir yana, tekellerin ideolojik saldırısının ve yarattığı hegemonyanın, kitlelerde anlamaya isteksizlik, anlatılanlara ise umursamazlık yarattığı apaçık görülmektedir. Öyleyse, Lenin’in işaret ettiği ve üzerinde önemle durduğu, işçi sınıfına bilincin dışardan verilmesi öğretisi üzerinde ufkumuzu biraz daha genişletmemiz gerekmektedir diye düşündüğümü aktarmak istiyorum.

Bu gün, artık, ideolojik kuşatma altında olan emekçi kitleler, anlamaya isteksiz olsa bile, ortaçağ’a açılan bir kapıdan geçtiğimizi görebiliyorlar ama henüz anlatılanlara karşı kayıtsızlıktan kurtulamadıkları için, bunun ne anlama geldiği konusunda fikir yürütmeye istekli görünmüyorlar. Dolayısıyla anlatılanlara karşı kayıtsızlık sürerken, tekellerin ideolojik kuşatması altında yaratılan illüzyonda ( tarikat dinamiği de buradadır) anlatılanları otomatik olarak benimsiyor.

Öyleyse, emekçi kitleleri, yaşadıkları illüzyondan çıkarıp, hem anlamak için istenç gösteren, hem de anlatılanları umursayan dinamikler haline getirmek için Lenin'in sorduğu soruyla "ne yapmalı ?" sorusunu sorup, bu sorunun başlığında ortaya koyduğu çalışmasındaki "dışardan bilinç götürme" öğretisine yönelerek, bu öğretinin çapını genişletmek için ufkumuzu da genişletmeliyiz.

1905 burjuva devriminin derslerinde ve bu devrime giden yolda Rusya'nın, Japonya karşısında yenik düşmesinin derslerinde ki kadar, Rusya’daki devrimci öğrenciler ve aydınlar tarafından veya aynı anlamda, ajitasyon ve propagandanın aracı olarak bir yayın organı tarafından bütün emekçi kitlelere ulaşılarak, onları zorbalığa, baskılara, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitme, siyasal bilinç kazandırma etkisi olamaz diyebiliriz.

Diğer yandan, kitlelerin gerçek eğitiminin, hiçbir zaman, bizzat kitlelerin bağımsız politik ve devrimci mücadelesinden ayrı ve onun dışında gerçekleşemeyeceği ve sömürülen sınıfları eğitenin, güçlerini ölçmesine olanak sağlayanın, ufkunu genişletenin, yeteneklerini geliştirenin, onları aydınlatıp, iradelerini çelikleştirenin ancak mücadele olduğu gerçekliği bir yana; işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırmanın, işçi sınıfının, toplumun diğer bütün sınıfları karşısındaki kendisini tanıyabilmesi için yeterli olmadığı, aksine, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgisi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim: teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerektiği de bir olgudur.

Öyleyse bugün öne çıkanın, bilinç taşımaya eylemin öğreticiliğini katmak ya da tarihsel eylemin içinde billurlaşmış olan bilinci taşımak ve böylece egemen sınıfların çeşitli mekanizmalarla uykuya yatırdığı kitleleri uykudan uyandıracak, ideolojik-politik şok dalgaları yaratmak olduğu üzerinde düşünmek gerektiğine inanıyorum.

Kanlı Pazarın, devrim öncesi Rusya’sının cahil işçilerinin eylemleriyle ilk kez politik bilince uyanan dürüst insanlar olduklarını göstermelerini sağlaması ve sosyal-pasifistlerin büyük bölümünün, halkı iyicil telkinlerle devrimci mücadeleden uzaklaştırmak isteyen ikiyüzlüler olduğunun ortaya çıkması bir yana, tüm ülkeyi kaplayan grev dalgası, Rus-Japon emperyalist savaşının dehşet verici dersleriyle birleşerek, geniş köylü kitlelerini ataletten uyandırmış; arkasından 1905 Rusya burjuva devrimin yarattığı şok dalgaları ile kısa sayılabilecek bir zaman kesitinde, Türkiye, İran ve Çin devrimlerinin gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz.

Rusya'da zor kullanarak Despot çarı şartlı bir rejime zorlama girişimi, diğer ülkelerde de meşruti düzenlerin gerçekleştirilebileceği bilincini güçlendirmiştir. Burada Paris Komünü ve Ekim devrimi deneyiminden ikisinin de bir savaşın içinden çıktığını hatırlarsak, savaşa yol açan ekonomik dengesizliklerin devrime de yol açtığı düşüncesinin kabul edilmesini öneriyorum, en azından üzerinde düşünülmesi gerekir diye düşünüyorum.

Marx ve Engels gibi, Lenin’in de referans verdiği Clausewitz'den biliyoruz ki, savaş barış zamanında yöneten dengelerin değişen devamlılığıdır ve savaşın son tahlilde şiddet yoluyla tartışmak olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla savaşlar ile devrimler arasında bir yakınlık kurmak zor olmuyor. Lenin Ekim devrimine ilerleyen süreçte bunu görmüştü ve görmesi için önceleyen 1905 burjuva devrimi olmuştur. Bu yakınlığa köprü olanın ise, eylemli bilinç taşımak olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bu hatırlatmalardan sonra, bu gün, emekçi kitlelerin, patlamaya hazır yoğun bir eylemli bilinç dinamiği ile karşı karşıya oldukları bu süreçte, emperyalist kapitalizmin, tekellerin ve din bezirgânlarının ideolojik hegemonyasını yıkmak için, en devrimci işin, ideolojik mücadele olduğunun ama bunun diğer görevleri askıya almayı gerektirmediğinin altını bir kez daha çizerek bitiriyorum.

Bitirirken, önümüzde Nisan günlerinin yol aldığını gördüğümü işaret etmeden geçemiyorum.
Fikret Uzun
28 Aralık 2011

24 Aralık 2011 Cumartesi

VASLAV HAVEL GORBAÇOV VE ARDILLARI ÜZERİNE HAFIZA TAZELEMEK İÇİN

Vaslav Havel ölmüş, şimdi bütün sol gömlekli, kapitalizmden hiç umudunu kesmediği halde sosyalizm konuşan sahtekârlar, oportünistler, Sovyet Sosyalizminin yıkılışı önünde zil takıp oynayanlar, kapitalizme uşaklıklarından elde ettiklerinin sarhoşluğunda yaşayanlar her halde yas tutuyorlardır.
Bundan üç yıl önce, 2008 Aralığında, ipliği çoktan pazara çıkartılmış ve tarihin de mahkûm ettiği Kautsky gibi döneklere, Gorbaçov gibi Restoratörlere ve ardıllarına methiye düzmeleri yetmiyormuş gibi, onların ardılları olmak için hüner gösteren devrim kaçkını, sahte sol gömlekli "aydınlar", bir vesile ve utanmadan, çözülen Sovyet sosyalizminin yerine oturtulan kapitalist Çek Cumhuriyet'ine başkanlık etmiş olmasını da referans göstererek, Vaslav Havel'e de methiyeler düzen, onun üzerinden sosyalizmin "özgürlükçü" olanını, yani kapitalizmle barışık olanını, yani iktidarsız olanını, bilimsel bir keşif yapmışçasına sevinç çığlıkları atarak sosyalizme yüzü dönük olanlara model yapmaya çalışan ve şimdi bazıları tümden sosyalizmden kurtulmak gerektiğini savunan Nabi Yağcı türü, Zülfü Dicleli türü Oya Baydar türü ve onların müritleri misli hareket eden sahte sosyalistlere, kokuşmuş sosyalistlere, Lenin'in tabiri ile artık burjuvaziye uşaklık eden sahtekârlara cevap niyetine yazdığım ve Vaslav'ın pek çok hayranından "edep yahu!" nidalarının yükselmesine neden olan mektubumu aktarmak istiyorum.
 
VASLAV HAVEL, GORBAÇOV VE ARDILLARI ÜZERİNE HAFIZA TAZELEMEK İÇİN
 
Bu kişi,Vaslav Havel, bir süre Çekoslovakya ve Çek Cumhuriyeti'nde( sosyalizm çözüldükten sonra) devlet başkanlığı yapmış kokuşmuş bir aydındır.
Tanınmadığını sanmıyorum.
Sosyalizmin çözülüşünde en başta Vaslav gibi kokuşmuş, sosyalizmi baştanberi reddeden, içine sindiremeyen, kapitalizme hayran aydınların çift inançlı olarak çabaları özellikle önem taşımaktadır. Gerçek Marksist tarihçiler elbetteki bu gerçekliği enine boyuna ortaya çıkaracaktır. Belki de çıkarmışlardır bile.
Bunlardan da, bunların ardılı olmak üzere sıraya girmiş olanlarından da bol miktarda olduğu gibi,ayrıca bundan daha bol miktarda CIA nin enstitülerinde yenileri imal edilmekte,dünyanın çeşitli yerlerine,özellikle de "işçiler artık kalmadı " diye konuşan,buna bilimsel ton vermeye çalışan vaslav tipi, bushlara yalakalık yaparken heyecanlanıp terleyen,kendi ükelerinde gırtlağını yırtarak nutuklar atarken,bushları n karşısında el pençe divan duran çift ruhlu,kapitalizm yalakalarının yaşadığı ülkelere gönderiliyorlar.
Neden?"Olmayan" işçilere hafıza kaybettirmek için mi?
Neden ?"Olmayan" işçilerin işten atılma grafiğini hazırlamak için mi?
Neden? YDD ya da GLOBALİZM denilen ve de tepesinde ve dışında bir düzenekle bütün dünyaya bir ahtapot kol gibi yayılan emperyalist kapitalizmin sürekliliğine yönelik "olmayan" tehdit noktalarını bertaraf etmek için mi?
Bu soruları, namuslu, dürüst, vijdan sahibi, onurunu ekmekten önce tutan insanlara soruyorum, bu kategorinin dışında kalanlar zaten sorunun cevabını pekala biliyor.
Bu sorulara gülüp geçecek, bilişim, etkileşim teknolojisi diyerek, işçi sınıfının bittiğinden dem vurarak nutuk çekecekler olabilir,emperyalizmin bile bittiğini söylemeyi bir bilimsellik olarak değerlendirerek kendiyle övünenler de olabilir.
Kapitalizm var oldukça, henüz emperyalizm konusunda Hobson'un, Lenin'in dışında ve aşımında tez üreten kimse yoksa, elbetteki "emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşaması" tezi üzerinde durmak, bunu aşarak yeni tezler üretmek ve dünyayı yeniden tanımlayıp insanlığa en güzeli nasıl hazırlanır, onun açılımlarını geliştirmek de gerçek Marksistlerin boyunlarının borcudur.
Ama gerçek Marksistlerin, işçi sınıfına, proletarya diktatörlüğüne, devrime, sosyalist iktidar mücadelesine hâlâ inanan ve her eleştirisini, her revizyon çalışmasını bu ruhla, yani tek ruhla ve Marksizm'de kalarak yapan Marksistlerin boynunun borcudur.
Ve böyle bir ruh ve yürekle çalışan gerçek Marksistler, elbette görmüşler ve tespit etmişlerdir ki,işçi sınıfı hâlâ vardır.Ama mesele, bugün itibarıyla, var mı? sorunu değildir. İşçi sınıfının niteliği sorunudur.Soruların ve cevaplarının yerleri bilinçli olarak karıştırılınca elbetteki asıl sorundan uzaklaşmak zor olmamaktadır.
Burada önemli bir kaç tespitimi dile getirmek istiyorum, Sovyet Sosyalizm'i, Leh Walesa örneği hariç ki,o da kapitalizm ve kilise hayranı aydınlarla bağlı idi, çift inançlı, sosyalizmden nefret ederken sosyalizmi alkışlayan ama içten içe kapitalizmi benimsetmeye çalışan aydınların, sosyalist insanın yaratılmasına da engel olarak, uzun hazırlık çalışmalarına dayanan ihanetleri neticesinde çözülmüştür.
Sosyalist ülkelerdeki çöküşler incelendiğinde görülecektir ki,komünist partilerinin içerden çürümesine ve üst yönetimlerinin mücadele alanını hemen terketmesine rağmen, işçi sınıfı uzun süre sosyalizmin kazanımlarını korumak için mücadele etmiş ama başarılı olamamıştır.
Öyleyse asıl ve en önemli tespit, sosyalist ülkelerdeki proletarya diktatörlüğünün yeterince işletilememesi ile aydınların pohpohlanarak, daha iyi imkanlarla sosyalizme bağlanmaya çalışılmış olması birleşince, emperyalizmin ideolojik, psikolojik, ekonomik hatta askersel saldırısının ablukası altında inşa edilmeye çalışılan sosyalizm, hep savunma noktasına geriletilmiş,sistemde kapitalist restorasyona sebep olabilecek nüveler yeterince takip de edilememiş ve önlemi de alınamamıştır. Komünist partilerinin içinden çürümesi ve liderlerinin de çok çabuk pes etmesi ya da ihanetin içine karışması ile sosyalizm çökmüştür.
Daha Brejnev zamanında, sosyalizmin, emperyalizme silahlanma anlamında da üstünlük sağlamasına rağmen,emperyalizmin, tüm dünyanın patlatmayı düşünmeyeceği "insan hakları" balonunu şişirmesi, böylece sosyalizmin bu gedikten hareketle topa tutulması ve aydınlara insan hakları temelinde ödüller verilmesi, böylece kapitalizme hayranlık duyduğu halde çift ruhları ile dolaşan aydınlar cesaretlendirilerek, hatta eğitilerek, utanmazca bir gün önce sosyalizme alkış tutan aydınlar, şimdi Gorbaçov'un sık sık söylediği gibi, "doğduğumdan beri komünizmden nefret ediyorum" demeye başlamışlardır. Bu dinamik yeterince işlemeyen proletarya diktatörlüğünü daha da zayıflatmıştır.
Bugün aynı ruhla ve çift inancı ile ortada dolaşan Nabi Yağcı gibi, kimi devrim kaçkınları, hâlâ "komünizmden hep nefret ettim" diye kasıla kasıla Amerikan sokaklarında dolaşan Gorbaçov'a değişimin, dönüşümün tanrısı misyonunu vermesi yetmiyormuş gibi, daha düne kadar kendisine "renegate"(dönek anlamındadır) denilen,zenci diye yutturularak Amerikan devlet başkanlığı koltuğuna hazırlanan,Habeş yahudisi Barrak Hüseyin Obama'ya da aynı misyonu yükleyerek, Avrupa'da dolaşırken hâlâ komünist olduğunu dillendirmeyi ihmal etmeyerek çift inançlığını tescillemektedirler.
Vaslav Havel'le başladık onunla bitirelim, evet, Bush'la tokalaşmak için sırasını beklerken elleri terlediğinden, Bush'un ellerini kirletmemek için,terini pantolonuna süren, kokuşmuş aydınlığına yalaka devlet başkanlığını da ekleyen Vaslav Havel'e eminim emperyalist ülkenin namuslu insanları da tiksinti duymuştur.
Bugün herkes enternasyonalist olduğunu söylemekte,enternasyonalizme övgüler dizmektedir. Emperyalizm de bu enternasyonalistliğe sıkı sıkı sarılmıştır.Ancak enternasyonalizm bugün enternasyonalizme de sarılan emperyallizmle mücadele demektir.Enternasyonalizm ilericiliktir ama bütün gericiler de, bugün enternasyonalisttir. O nedenle gericiliğe karşı mücadele de, bugün enternasyonalist bir mücadeledir.
Vaslav türü ihanet etmiş aydınlar ve Gorbaçov'lar ile onların ülkemizdeki ardılları da dünya gericiliğinin inançlı birer parçasıdırlar. Dolayısıyla gericiliğe karşı verilen enternasyonalist mücadele bu çift inançlı ardıllara karşı da onları hesap gününe yaklaştıracak şekilde verilmelidir. Yani bizim ilgilendiğimiz enternasyonalizm, proletarya enternasyonalizmidir ve emperyalizmle de, dünya gericiliği ile de, bu gericiliğin inançlı birer parçası olan Gorbaçov türü ardıllarla da mücadele etmek tam da bu proletarya enternasyonalizminin alanındadır. Dolayısıyla, herkesin kendine göre sarıldığı ama özünde proletarya enternasyonalizmine karşı olan her türlü enternasyonalizmle de mücadele etmek proletarya enternasyonalizminin görevidir.
Diyalektiği özümseyenler için, yeni olan budur.100 yıldır, tarihin her dönüşüm noktasına gelindiğinde devrimden kaçmanın ideolojik politik dayanaklarını oluşturmaya çalışan ama her seferinde de,döneklikleriyle tarihin tozlu sayfalarına gitmekten başka bir sonuca ulaşamayan,Kautsky türü,Vaslav Havel türü,Gorbaçov türü ve onun bu topraklardaki ardılları türü dönek, hain, devrim kaçkını, kapitalizm hayranı çift inançlı kişiliklerin, allanıp, pullanıp yutturulmaya çalışılan, tarihin çoktan gerisinde kalmış söyledikleri değildir.
Vaslav Havel nereden aklıma geldi denilebilinir, tabii ki yukardaki dile getiridiklerimi üzerinden anlatacağım en doğru kişi olduğu için.Tanımayan yoktur diye düşünüyorum çünkü.
Saygılarımla
Fikret Uzun

24 Aralık 2011

23 Aralık 2011 Cuma

PUTİNİZM KOMÜNİSTLER VE BATININ KORKUSU

Bir fetişizm seziyorum. Bizde de var. Önemli olan toplumdaki hareketlenmenin merkez noktasıdır. Bu Rusya Federasyonunda var ve burada Putin, bu hareketlenmenin merkez noktasının rüzgârı ile yürümektedir. Daha doğrusu rüzgârın ivmesini doğru yelkenlerini ona göre şişirerek kullanmıştır. Aynı şekilde Türkiye'de de AKP yi icad edenler onu aynı tür ama biraz simetri taşıyan rüzgârla yürütmeye özen gösterdiler ve artık AKP pişmiştir ama rüzgârın kendi içinde ve simetriğinde başka rüzgarlar da esiyor. Şu açıktır ki, ben Lenin’in mozolesini kaldıramamalarından çıkarıyorum, Rusya Federasyonunda toplumun rüzgârı ağırlıklı olarak sosyalist esmektedir. Amma ve lakin esen sosyalizmi bulandırınca ve bu esintiyi yelkenlerine doğru politikalarla Putin toplayınca ve köşe taşları Rus oligarkları tarafından tutulmuş olunca RFKP ye kalan rüzgâr elbette Putin’i geçemiyor. Bugün Rusya Federasyonunda asıl belirleyici ve Putin’i de dizginleyen rüzgâr elbette komünistlerden ve milliyetçilerden oluşan rüzgârdır. RFKPnin gelişim seyri incelenirse bu görülebilir. Türkiye'ye dönersek, TKP yi buluyoruz, tam olmasa da aynıdır. TKP nin bizzat tepesi, hem TKP nin tabanındakileri tortulaştırdı ve hem de yüzünü o tarafa dönenlerin aklını fikrini allak bullak etti. Sonrasında arta kalanlar ise, birbirini bilen kırk kişi misli hareketle, bir taraftan toplumun direnen rüzgârından ve değişik köşelerinden yol almaya çalışırken, diğer taraftan bu rüzgârı parçalara ayırarak ana akım rüzgârla şişen AKP nin ve onu besleyen Tekellerin yelkenlerine akıtıyorlardı.
Tekrar Rusya Federasyonuna ve RFKP nin tepesine dönersek, farklı bir resim görmeyiz. Toplum biriktirdiği veya saklı tuttuğu ya da canlı tuttuğu rüzgarını besleyecek, büyütecek yer ararken o yerlerin başı Gorbaçov tipinde insanlar tarafından tutulursa, hem rüzgârını akıtmak isteyenlerin fark edenlerinin umudu ve şevki kırılır ve hem de fark etmeyenlerinin umudu ve şevki düzenin politikalarının peşine takılmış olur ki, bu noktada Rusya’da ve RFKP de biraz fark buluyoruz, bana göre önemlidir ama belirleyici olmaktan uzaktır, bu fark buna rağmen RFKP nin rüzgarında ve toplumun rüzgarında bir toparlanma olmasıdır, bu, Türkiye’de TKPnin ve bu temelde biriken rüzgarın birikmesi olmamakla beraber, derlenip toparlanma eğilimi göstermesi şeklindedir, fark küçük gibidir ama önemlidir, dolayısıyla RFKP yönetimi, bunu hesaba katmak zorundadır ki, TKP den artanlar da aynı temelde hareket ediyorlar, yani bu nesnelliği değerlendirmeye çalışıyorlar. Ancak, bazı uçları bu temelde oluşan boşlukları, bu rüzgârı Kürt sorununun ve reformist renginin peşine takarak doldurmaya çalışmaktadır.

RFKP YÖNETİMİ Mİ? Bir taraftan toplumdaki sosyalizmde kalma eğiliminin rüzgârını tutarken, asıl işlevini liberal politikaları bu rüzgârın eğilimine uydurma göreviyle malul görünmektedir. Dolayısıyla RFKP yönetimine, ki bu gün CHP de de, gücü hissedilir bir KP olsaydı orada da bu temelde hareket edilecekti ki, bir anlamda varlığını görüyoruz ama asıl rüzgarı toplayamadığı için, gelişme seyri TKP den artanların TKP sinde sürdürülmeye çalışılıyor, Aynı RFKP de olduğu gibi, tepeye ve önemli yerlere oligark denilebilecek ve liberal oldukları aşikar olan kadroların doldurulması yanında, daha çok AKP nin politikalarını tedris etme çabası güden kadroların yerleştirilmesi zorbanın oyununun pek çok renk taşısa bile temel yönteminin aynı olduğunu göstermektedir. Ve CHP bu temelde hareket ederken, öne sürdüğü yenilikçi rengi ile toplumdaki rüzgârı kendine toplayamamış, aksine kaybetmiştir.
İşte bu nokta püf noktasıdır, Putin, yukarda da altını çizdim, toplumun rengini iyi hesap ederek, Liberalizm karşıtı bir çizgide ama liberalizmden uzaklaşmadan yerini sağlamlaştırdı. RTE ile tam bir korelasyon olmasa da, Putin, her an değişebilir bir rüzgarla dolaşıp, üflemesi Tam da RTE nin ONE MİNUTE gibi olmasa da, üfürmelerini andırmaktadır. Ki bu Rusya’da hareket halinde olan toplumsal rüzgârın dönüp dolaşıp onun yelkenlerini şişirmesi demekti. Burada belki asıl renk Rus milliyetçiliğinin onore edilmiş olması idi ki, toplumsal dinamiğin komünist ve diğer sosyalist akımlar yanında azımsanmayacak bir milliyetçi rüzgârla harmanlanmış olması nedeniyle bu şaşırtıcı değildir.
Ve artık, asıl noktaya gelmiş durumdayız; ABD ve AB nin Ortadoğudaki ve Kafkaslardaki BOP saldırısı elbette aynı aileden olan Rus oligarklarını da içine almak istemektedir ki, Putin burada duruyor, şimdiye kadar bu saldırganlığın karşısında idiler ve hâlâ öyle devam etme eğilimlerini korumak için, uluslararası ekonomik durum çerçevesinde nesnel durumun yeterli ve destekleyici veya kışkırtıcı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu Batıyı SSCB den ürküttüğü kadar olmasa da, ürkütmeye yetmekte ve diğer yandan, yukarda resmettiğim nedenlerden ötürü, RFKP den ürkmek için en azından yakın gelecekte veya bu gün, bir neden bulamadıklarından, oklarını ve manipule kokan oyunlarını elbette öncelikli olarak Putin’e çevirmeyi en tutarlı politika olarak görüyorlar. Değişebilir mi? Elbette değişebilir. Bunu belirleyecek olan, ne RFKP dir, ne de Putin’in RFKPve Diğer sosyalist akımların biraz fazla sıçrama yapmış olmasıdır, bunu belirleyecek olan, hâlâ ve daha kararlı olarak, Rusya Federasyonunu oluşturan toplumdaki hareket halinde olan rüzgarın şiddet biriktirmesi veya Putin’i Batı karşısında sıkışmaya itecek yönde şiddet kırılmasıdır.
İşte Rusya Federasyonunda olan bitenleri bu çizdiğim resme bütünsel olarak bakarak DEĞERLENDİRMEK GEREKMEKTEDİR.

Sonuç olarak, hiç belli olmaz, Sovyet topraklarından çoktan başka coğrafyalara uçan devrim kelebekleri yeniden Rusya Federasyonu semalarında uçmaya başlayabilir. Ama artık hem Sovyetlerin şimdi Rusya Federasyonu düzeninde yaşayan toplumu, hem de dünyanın birbirinden çok ayrı köşelerde yaşayan ve bir dönem sosyalizmden umudunu kesmiş olan toplumları Kapitalizmde iş kalmadığı yanında, kapitalizmle kardeş olmanın, elini verip kolunu kaptırmak olduğunu giderek daha belirgin görüntüler içinde fark etmekte ve umudunu sosyalizme doğru çevirmektedir.
İşte bu noktada da nasıl bir sosyalizm ve nasıl bir geçiş sorusu öne çıkmaktadır ki, emperyalist kapitalizm bu soruyu sordurmadan, dünyanın artık yüksek sesle değişim diye haykırmaya başladığı insanlarının önüne Avrupa’nın çoktan iflas etmiş Euro-Komünizmini dolayısıyla Avrupa Marksizm’ini koymakta ve dayatmaktadır.
Öyleyse, tepelerdeki birbirini bilen kırk kişilere hiçbir alanda geçit vermemek ve bu dayatmaya karşı Sovyet Marksizm’inde ve Sovyet sosyalizminde direnmek gerekmektedir ki, bu MARKSİZM’E İÇERİLMİŞ LENİNİZM’DİR.
Bu nedenledir ki, Fikret Başkayalar bir anarşist eskisi olan Gün Zileli ile bir olarak "Özgür Üniversite"yi daha doğrusu yüzünü o tarafa dönmüş olanların aklını bulandırma turlarına devam etmekte, böylece Avrupa Marxizm’inin ideologu olmaya soyunmaktadır.
Diğerleri ise, Oya Baydar ve Murat Belge türlerini kastediyorum, Zülfü Dicleli aynı yerdedir ve neredeyse Nabi Yağcı’nın pabucunu dama atacaklardır, oynadıkları tiyatrolarla, sosyalizmden vazgeçirmenin, Liberalizmi sosyalizm niyetine kabul etmenin çabalarını göstermektedirler.

Üstelik Fikret Başkaya'lar, bir süre önce Anti-Dühringliğe soyunduğunu ilan etmiştim, Önümüzdeki "ilk on yıllar" diyor, devrimlerin yaşandığı yıllar olacaktır. Ama o "ilk on yıllar"ın kaç adet olacağını söylemeyerek, uluslararası oligarklara sesini pek duyurması mümkün olmayacağına göre, yerli tekelleri daha çok on yıl geçer yollu rahatlatırken, kendi korkularını da hesap ettiğini ama temel olarak, gerçekten yükselen devrim(si) rüzgârların hissedilmesi ihtimaline karşı, devrimi devrim kapısından uzaklaştırmanın kiralık teorilerini üretmeye çalışıyor, daha doğrusu çalışmaya çalışıyor diyebiliriz. Çünkü , eğer akıl taşıyorsa, Özgür Üniversitede tahsil gören vasat bir gencin bile ondan çok daha profesyonelce konuşacağını düşünüyorum.
Demek ki, şimdi rüzgâr bu ölü aydınların, bu sahtekâr sol gömleklilerin üzerinde bir kara bulut gibi esmeye ve şimşeklerini ve gürlemelerini herkesten önce onlara duyurmaya başlamıştır diyebiliyoruz ve öyleyse, bir süre önce işaret ettiklerimi hatırlatarak, bu sahtekârların alanını daraltıp, sosyalizmin ve onun iktidarının rüzgarını taşıyan aydınların alanlarını genişletme zamanı çoktan gelmiştir diyebiliriz diyorum.
Amma velakin, bunun için Marxsist öğretinin, Marxist öğretide kalarak, ilerletmek üzere, onun canlılığını artırmak, durağan halini, hücum haline çevirmek üzere, yeniden kurmak gerekmektedir. Peki nasıl?
Elbette kaynak Marxizm ve Marxizme içerilmiş Leninizmdir. Bu kaynağın üzerinden atlayıp, başka kaynaklar aramadan, bu kaynakların kurutmak isteyenlere inat, gürül gürül, kitlelerin ama önce bilinçleri önde olan, sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş kadroların aklına akıtmak, böylece akılları tutsak eden, gerileten, edilgenleştiren dinamiklere, özü itibarı ile tekellerin ve emperyalist kapitalizmin ideolojik tetikçileri olan sahte sol gömlekli ölü aydınların eliyle büyütülen ideolojik hegemonyaya karşı bir ideolojik cephe oluşturmak bu yeniden kurmanın pratik adı olacaktır.
Ve ancak böyle, içinde yaşamadığımız, güvenirliğine inanacak netlikte bilgilere ulaşamadığımız bu günkü bilgi kirliliği, ideolojik bulanıklığı ve akıl geriliği koşullarında, dünyanın önemli olaylara gebe noktalarındaki hareketliliği teorik olarak aynı anlama gelmek üzere bilimselliğe en uygun fırçalarla resmetmemiz mümkün olabilecektir. Yanılma payı yok mu, elbette var ama her yanılma daha az yanılmanın panzehiri olacaktır ki, Marxist öğretiyi yeniden kurma ihtiyacı, bu yanılmaları en aza indirmek için olduğu kadar, bu yanılmaları bir mahkûmiyet misli dayatan sahtekârları ve dinamiklerini tuzla buz etmenin teorik yaklaşımlarına varmak için de gereklidir.
Biliyorum, sözü gene uzattım ama inanıyorum ki, bu uzunluk içinde, belki eksikliği ya da yanlışlığı olabilir bu tartışılır ama gereksiz tek bir cümle yoktur.
İfade ettiklerimin aydınlatıcı olacağı inancıyla saygılarımla birlikte bana bu açıklamayı yapmama vesile olan paylaşım için şükranlarımı ekliyorum ve bitiriyorum.
Fikret Uzun
23 Aralık 2012

4 Aralık 2011 Pazar

ULUSAL SORUNA DAİR DERS NOTLARI

GİRİŞ
Borga rumuzlu arkadaş, bu rumuzla taktığın maskenin arkasında hangi suretle durduğunu bilemediğim için, yılanvari kavisler çizen ifadelerinden senin nasıl bir bakış açısı ile hareket ettiğinden çok, gerçekte bir bakış açın var mı yok mu diye düşünmeden edemiyorum. Ve kuvvetle muhtemel olanın, kendine ait bir bakış açısına sahip olmadığını düşünüyorum.
Bu nedenle de, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misli, senin bir yanıyla birleştiğin, diğer yanıyla ayrıldığın ifadelerime karşı,dönüp dönüp emperyalist kapitalizmin ideologlarının bulmak ve yutturmak için çok uğraştığı laboratuar tezlerini ortaya döktüğünü net olarak teşhir etmeye olanak sağlayacak açıklamalarla cevap vermeyi ve böylece Ulusal meseleye,UKKTH konusuna ve bu sorunsalda emperyalist kapitalizmin taktığı maskeler yanında, onların dümen suyunda olan sahte sol gömlekli olan, kendi suretleri ile ortaya çıkamayan kapıkullarının, emperyalist kapitalizmin ideologları ile senkronize bir şekilde aynı söylemleri tutturduklarını teşhir etme yolunu seçiyorum.
Sözlerim, her zaman olduğu gibi, akıl taşıyanlara ve aklı kendine ait olanlaradır. Yani sıradanlaşmış dahi olsa, özünü kaybetmemiş olanların, yani aklında kalanlar dahi doğru düşünebilecek ve doğru adım atabilecek olanların sözlerimin ağırlığını hissedeceklerine inanarak ve bu anlamda yeter miktarda cümleyi alt alta veya üst üste dizmek için aklımdakileri harekete geçiriyorum.
İfadelerime işte böyle bir yaklaşımla başlıyorum. Uzundur ama özüne karşı sorumluluk bilincinde olduğu için sıradanlığından kurtulmak isteyenlerle,”sorun” ve “çözüm” konusunda ciddi olanların, ciddiyetle ve sabırla inceleyeceğine inanıyorum.

ULUSAL BAĞDAN SINIFSAL BAĞA

Ulus-devlet ve sınıf devlet, ulusların ve sınıfların ilk gelişme zamanlarında ortaya çıkıyor. Gelişmesinin başında olan ulus ya da sınıf, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için değilse başka ne için ulus-devlete veya sınıf devlete ihtiyaç duyar? Bu sorudur.
Burada söz konusu edilen Ulus ise ve bu temeldeki sorunlar üzerinden konuşuluyorsa, Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden birisinin dil bağı olduğunu hatırlamakla başlayabiliriz. İki örnekle açabilirim, ilki Fransa’dır, Fransız devriminden önce, Fransa’da yaşayan 25 milyon insandan sadece 7 milyonu Paris Fransızcasını anlayabiliyor ve konuşabiliyordu. Daha sonra Paris Fransızcası Fransızların ortak dili haline geldi. Ortak Fransızca dilini yaratan, Fransız devriminin geliştirdiği devlettir.

Diğer örneğimi Türk dilinin gelişmesinden vereceğim. Türk dilinin ve ulusçuluğunun gelişmesinde 1920 yılında temelleri atılan Türk devleti diğer örnektir. 1920 Türk devletinden önce genel olarak konuşulan bir Türkçeden söz etmek zordur. Modern devlet, Türk dilinin, ulusunun ve burjuvazisinin gelişmesini çok hızlandırmıştır.
Marx ve Engels, ulusların yaşayabilirliklerini, bu ulusların politik evrimleşmişlik düzeylerine ve her şeyden önce de tarihsel ulusal etkinlik güdülerinin gücüne bağlamışlardır. Bu güdüler ekonomik etmenler tarafından zorunlu kılınmışlardır. Ulusal devlet kurma güdüsünü oluşturan güçlü ekonomik etkenleri, Marxistler, göz ardı etmemelidir.
Ulusal gelişmede toplumsal/sınıfsal etkenlere tanınan öncelik, etnik etkenlerin rolünü hiçbir şekilde yok saymamaktadır. Ulus, toplumsal ve etnik etkenlerin oluşturduğu karmaşık bir bütünlüktür ama bu bütünde belirleyici rol toplumsal/sınıfsal etkene aittir.
Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden olan dil bağı gibi, ulus da insanları bir birine bağlayan önemli tarihsel bir bağdır. İnsanlar her zaman bağ arıyorlar.

Buradan hareketle kapitalizmin de insanlar arasında bir başka bağı oluşturduğunu hatırlamak gerekiyor. Sermayenin kontrolünde insanlar, aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Aynı emek sürecinde yaşamak, her gün benzer işi yaparak birbirine benzeşmek, diğer bağları geri plana itiyor.

Burada da, Marx’ın, gelişmenin insanı üretimle ilgili olanın dışındaki bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını düşündüğünü hatırlamak yerindedir.

Uluslar, önceleri, bir bütün olarak ulusun büyümesini kendi büyümesine koşullu olarak bağımlı kılan burjuvazi tarafından yöneltilmişlerdir. Kapitalist ulus gelişip yerleştikçe burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki artar.
Buradan hareketle Lenin, kapitalizmin, ulusal engelleri gün geçtikçe artan bir hızla parçaladığını, ulusal yalnızlığı ortadan kaldırdığını ve ulusal çelişkilerin yerine sınıfsal çelişkileri koyduğunu belirtmekte idi. İşçi sınıfı daha kapitalist toplumda ulusun öznesi, pek çok alanda ulusun itici gücü durumuna gelir, çünkü ulusun gelişme gücünün ve kapasitesinin dayandığı sınıf işçi sınıfıdır. Ulusal gelişmenin doğrultusunu belirleyen, ulusun gerçek amaçlarını ve ulusun geniş çoğunluğunun yaşamsal çıkarlarını temsil eden yine işçi sınıfıdır.
Demek ki, farklı sınıflardan insanlar arasındaki ulusal düzeydeki bağları –ekonomik ilişkiler tarafından koşullanan – sınıfsal karakterli ilişkiler belirler.
Toplumsal gelişmenin nesnel akışı, sonunda Lenin'in Ekim devriminden az önce ileri sürdüğü, ileri kapitalist ülkelerde ulusal ortaklığın, bir ulusun birlik ve bütünlüğünün, bu ulusun içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkilerin belirleyici etkeni olarak üstlendiği görevinin çoktan tarihe karıştığı, artık nesnel anlamda yerine getirilmesi gerekli ‘ulus çapında genel görevler’ olamayacağı şeklindeki fikrini doğrulamıştır.

Toplumsal gelişmede başı sınıf uzlaşmazlıkları çekmiş, bunun sonucu olarak da farklı milliyetlerden insanların oluşturdukları ulusal ortaklığa oranla çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Lenin, gerçek anlamda ciddi ve derin politik sorunlarda cepheler, uluslara göre değil, sınıflara göre oluşturulur derken, bu gerçekliğe dayanmıştır.

Lenin, üretimin büyük çapta ve makinelerle yapıldığı kapitalizm çağının, ulusal ölçekte ve daha önemlisi, uluslararası ölçekte bağlar oluşturarak, milliyetlere özgü toplumsal bağların kısıtlı karakterini silip, süpürmek eğiliminde olduğunu belirtmiştir.

Ancak, bu o kadar kolay olmuyor elbette. Birinci dünya savaşındaki gelişmeler bu zorluğa örnektir. Birinci savaş öncesi, kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının davranışı, büyük bir uluslar arası piyasanın oluşmasına karşın, işçi sınıfı önderlerinin ve işçi sınıfının çok büyük bir kısmının, ulus bağından kurtulamadığını hepimiz biliyoruz. Gelişmiş kapitalist dünyanın işçileri, üretim süreçlerinden doğan bağın yerine, ulus bağına bağlı kaldılar ve birbirleri ile savaştılar.

Ancak buradan hareketle yani birinci savaşta gelişmiş kapitalist ülke işçilerinin nasyonalist davranmalarının, işçi sınıfının enternasyonalist niteliğini ortadan kaldırdığını düşünemeyiz. Üretim süreci içinde yan yana olmak, Ulusal bir pazarda bile ulus bağını geri plana iterken, uluslar arası planda aynı etkiyi göstermesini beklemek yanlış değildir. Ancak birinci savaşta bu olmamıştır. Yani gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı dahi, önderleri ile birlikte ulus bağından kurtulamadıklarını göstermişlerdir. Öyleyse sorun veya eksiklik nerededir? Sorusu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir sorudur.

İşçi sınıfının enternasyonalizmi bir dünya düzeni kurma projesi ile bağıntılıdır, bunu hepimiz biliyoruz. Bu proje etkinliğini kaybettiği zaman, gelişmiş ülkeler işçi sınıfı enternasyonalist davranamıyor. Buradan şu sonuç çıkıyor, birinci savaşta karşı karşıya gelen nasyonalizme savrulan işçiler ve önderleri işçi sınıfının dünya düzeni ufkundan çok uzaktadırlar.
Bu örnek, ulus bağından kurtulmanın veya üretim sürecinden doğan bağın diğer bağlardan kurtarmasının o kadar kolay olmadığını pratik göstermiştir.
Ayrıca, ulus bağının gelişmesi için, ulusal bir pazara değil, herhangi bir pazara ihtiyaç olduğunu da vurgulamak gerekir diye düşünüyorum ve vurguluyorum. Çünkü pazarı ulusun doğuşunda ve gelişmesinde önemli yapan, sağladığı alandan çok, geniş ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağı içindeki insanların birbirine benzeşmesi ve aynı zamanda ilişkilerini gerçekleştirebilmek için kullandıkları dilin ortaklaşması mümkün oluyor. Böylece Pazar, ulusun doğup gelişmesinde en önemli bağ olan dili hem geliştiriyor, hem de tekleştiriyor. Bu da parçalılığın sona ermesi demek oluyor. Bunun gerçekleşmesi için pazarın “ulusal” olmasının zorunluluğu bu çerçeveye uymuyor.

Buradan hareketle tekellerin egemen olduğu veya tekelci dönemde ulusal Pazar yaklaşımını da bu çerçeveye uydurmak kolay görülmüyor. Ayrıca çarpıcı örnektir, sömürge yönetimleri, sömürülen ulusun dilini ve kültürünü mutlaka yasaklamıyor ve genelde serbest bırakıyor. Dolayısıyla sömürge insanı kendi dilini konuşmakta ve geliştirmekte serbesttir ve bilinqualdır.

Böyle bir durum sömürgeci devlet açısından bir riski de ortadan kaldırıyor; sömürgeci sömürülen bölgede bütün sermayeyi tümüyle kendi ulusunun elinde topluyor ve bu durumda bir de dili ve sınırlı ölçüde gelişen dili yasaklamak o bölgede ulus bağının gelişmesine ve ulus kimliğinin yükselerek bağımsız devlet kurmayı hedefleyen anti-emperyalist mücadele ve savaşlara yol açıyor. Bu durum bile ulus bağının gelişmesi için mutlaka ulusal pazara gerek olduğu düşüncesini çürütüyor.
Eğer söz konusu yaklaşım sömürge sistematiğinde değil de, ilhak ve benzeri uluslar arası ilişkiler sistematiğinde sürdürülürse, böyle durumda temel politikanın ulus bağının doğmasını her ne pahasına olursa olsun önlemek olacağı anlaşılmalıdır. Yani bu durumda, ulusal olmayan bir pazarda bile dilin yasaklanması ve yasaklanan ulusun zenginlerine ekonomik özgürlükler ve yönetime katılma hakkı tanımak esas ilke olmaktadır.
İnsanlığın ilerlemesi, maddi üretimin artışını hızlandıran bir topluluk biçimi olan ulusların varlığı ve gelişmesiyle uzun zamandan beri sıkı sıkıya bağlantılıdır. Sayısız kuşaklar boyunca birikmiş olan maddi ve kültürel değerlerin de taşıyıcısı olan ulus, bir yandan bu değerlerin savunulması ve çoğaltılması için gerekli sorumluluk duygusunu ve ulusal gururu oluştururken, diğer yandan da, daha sonraki ilerlemenin güvencesi olan azami birlik ve dayanışmayı yaratır.
Bundan, ulusun bir insan topluluğu olarak istikrar kazanmasının çok uzun zaman aldığı ve Marxizm-Leninizm'in kurucularının gösterdikleri gibi,”ulus”un, tarihsel bir kategori olduğu anlaşılır. Bu da, “ulusların” ebedi var olacağı yönündeki burjuva fikirlerinin yanlışlığını işaret ederek, insanlığın gelişmesinde ulus biçimine duyulan toplumsal gereksinmenin ortadan kalkacağı bir zamanın mutlaka geleceğini ve ulusların o zaman birbirleri ile kaynaşarak, birbirlerini asimile edeceklerini ve ulus kategorisinin ortadan kalkacağını anlamamızı sağlar.

Diğer yandan, ulus ve kapitalizm türünden olan bir başka bağ daha var; Sosyalizm. Bu bağ, sermayenin kontrolünden çıkmış, giderek kendi baskısı azalan bir üretim sürecinde, bütün diğer bağların üstüne gelen bir bağ oluyor.

Bu bağın, Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile gücünün azalması ve sosyalizm çözülmeye başlar başlamaz, ön plana ulusal bağın çıkması ve sosyalizmin kuruluşunda embriyon halde olan formasyonların, sosyalizmin yıkılmasıyla beraber güçlü ulusçu hareketlere dönüşmesi ile üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken başka bir önemli nokta daha öne çıkmaktadır. Din olgusunun ve dinselliğin artışının da bu çerçevede ele alınması ve üzerinde düşünülmesi önem taşımaktadır.

Bütün bu gelişmelerin ve öne çıkan olguların, bir taraftan tekelci düzenlerin egemenliğinin artmasının, diğer yandan Sovyet sosyalizminin yıkılmasının gerçekleştiği tarih kesitinde, ortaya çıkmasını, din ve ulus bağının, insanda yükselen karamsarlığın, korkunun ve çaresizliğin ilacı olarak görüldüğü gerçeğine bağlama eğiliminde olduğumu ve bu noktanın üzerinde düşünülmesi gereken başka bir önemli nokta olduğuna inandığımı da kaydetmek istiyorum.

İlk planda, bu noktanın öne çıkarttığı çözüme yönelik sonucun, dinsellik ile bilimsel anlamda hesaplaşmadan ulusçuluğun gelişmesinin durdurulmasının mümkün olmadığı yönünde olduğuna inandığımı da aktarmalıyım.

ULUSAL SORUNUN ÖZÜ VE ÇÖZÜMÜ

Ulusal sorunun özü, her yerde aynı olduğu halde aldığı biçimler çeşitli olmuştur. Bu çeşitlilik, kapitalist düzendeki toplumsal ilişkilerin gelişmişlik düzeyine, o ülkenin kendine has özelliklerine vb. bağlıdır. Tarihte ulusal sorun, ilk ulusların oluşmasına karşı direnen mutlakıyetçi feodal engellerin yıkılmasından bu yana var olmaya devam etmiştir. Bu sorun sosyalizmin zaferine dek ve sosyalizmin kuruluşu sırasında kapitalist uluslar sosyalist uluslara dönüşünceye dek varlığını sürdürecektir.

Her türlü ulusal ezginin ortadan kaldırılması, yalnızca biçimsel olarak değil, gerçekten gerçek bir eşitliğin sağlanması, ulusların, milliyetlerin, ulusal ve etnik grupların özgür bir şekilde çok yönlü gelişmesi, ulusal düzeydeki ilişkilerde özgür irade ilkesine uyulmasına, ileri ulusların, gelişme yolundaki halklara yardım etmesine, ulusal ve uluslar arası süreçlerin gerek biçiminin, gerekse içeriğinin toplumsal ilerlemenin hedefiyle denge sağlamasına bağlı olarak, gerçekleşebilir.
Ulusal sorunu, ancak ve ancak işçi sınıfının kendisi tamamen çözebilir. Ne var ki, burjuvazi de, her şeyden önce kendi amaçları doğrultusunda ve aynı zamanda kitlelerin baskısı ile belirli girişimlerde bulunabilmektedir. Burjuvazi, kapitalizm çağının başlarında ulusal hareketlere öncülük etmiş, ulusları ve ulusal devletleri örgütlemiş ve halkların ulusal gelişmesini teşvik etmiştir. Burjuvazi, ulusların büyümesi kendi konumuna yaradığı sürece bunları yapa gelmiştir.

Bu durum, emperyalizm döneminde köklü bir şekilde değişmiştir. Burjuvazi, kendi ulusunun ilerlemesi işçi sınıfının durumunu güçlendirmek ve etkisini artırmak eğiliminde olduğundan ötürü, kendi ulusunun ilerlemesinden çekinmeye başlamıştır. Ama ulusal ilerleme ne olursa olsun devam ettiği için, burjuvazi, diğer halkları sömürmek ve tutsak kılmak amacıyla bu ilerlemeden yararlanmaya çalışmıştır. Bu amaçla da, burjuvazi kendi ulusuna şovenizmi ve milliyetçiliği, ezgi altına aldığı halklara da ulusal nihilizmi bulaştırmak zorunda kalmıştır.

Kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, egemen sınıfların ulusal sorunun gerilimini düşürmek yolunda atacakları her adım, özünde burjuva nitelik taşıyacaktır.
Alınan sonuçlar ne kadar olumlu olurlarsa olsunlar, çözümler hep yarım kalacak ve mutlaka ulusların birbirlerinden uzaklaşmalarına ve genel olarak halkların bölünmelerine yol açan olumsuz öğeler içereceklerdir.
Lenin, kapitalizm var oldukça, demokratik bütün taleplerin-bu arada ulusal sorunun çözümünün de- ancak birer istisna olarak ve hatta yarım kalmış bir biçimde yerine getirileceğini çok önce göstermiştir.
Ulusal sorunun proletarya tarafından çözümlenmesi ile kapitalist toplumun geçici çözümleri arasındaki temel farklılık, bunlardan birincisinin, halkların mümkün olan en geniş şekilde birleşmelerine ve gönüllü olarak birbirlerine yakınlaşmalarına dayalı olmasıdır. Ulusal sorunun çözümlenmesi, işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırılması ve insanlığın kapitalizmden sosyalizme geçişinin sağlanması olan tarihsel görevinin bir parçasıdır.
Engels, ulusal benzersizlik anlayışını ancak ve ancak proletaryanın yıkabileceğini; ancak ve ancak uyanan proletaryanın farklı uluslar arasından kardeşlik bağları kurabileceğini yazmıştı.

Ulusal sorunun çözümünün yollarını ve araçlarını saptarken, işçilerin ve emekçilerin enternasyonalizm doğrultusunda eğitilmeleri özel önem taşımaktadır.
Marx, Engels ve Lenin, çok uluslu bir ülkede ezen ulusun devrimcilerinin “ayrılma özgürlüğü” üzerinde, ezilen ulusun devrimcilerinin ise, bunun tersine “birleşme özgürlüğü” üzerinde diretmeleri gerektiğini vurgulamışlardır. Lenin’in de yazdığı gibi, İçinde bulunulan durumdan enternasyonalizme ve ulusların birbiriyle kaynaşmasına giden herhangi bir başka yol yoktur ve olamaz.
Ulusların işbirliği ancak eşit durumlarda olanaklıdır. Bu, UKKTH nın tanınması anlamındadır. Böylece, gerçek anlamda ulusal gelişme özgürlüğü, ulusal çıkarlara saygı gösterilmesi, ulusal azınlıklara anlayışlı davranılması, gelişmede geri kalmış halklara yardım edilmesi anlamındadır.
Kapitalizmin gelişmesi açısından Marxizm'in kurucularının dile getirdiği gibi en elverişli koşulların ulusal devlet tarafından sağlanması önermesi, kuşku duyulamayacak denli gerçeklik içermektedir.

Ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal yanlarını kavramadıkça, ulusal sorun konusunda, UKKTH konusunda somut adımlar atmanın yetersiz kalacağını vurgulayarak, bu yanları hatırlatmak istiyorum. Birincisi, bir ulus içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkiler; ikincisi, farklı ulusların denk sınıfları arasındaki ilişkiler; üçüncüsü ise, farklı ulusların farklı sınıfları arasındaki ilişkiler ( örnek olsun, ezilen ulusların egemen sınıfları ile emperyalizm tarafından ezilen ulusların emekçi halkları arasındaki ilişkiler; ya da büyük ve gelişmiş ulusların işçi sınıfı ile az gelişmiş ve ezilen ulusların köylüleri arasındaki politik bağlaşıklık gibi.)

Kapitalist toplumda ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal yanı, proletarya enternasyonalizmi ve burjuva milliyetçiliği gibi birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşü tarafından ideolojik olarak dile getirilir.
Lenin bunun temel içeriğini şöyle tanımlamıştır; “ burjuva milliyetçiliği ve proletarya enternasyonalizmi; işte bunlar, kapitalist dünyadaki iki büyük sınıfsal kampa denk gelen ve ulusal soruna ilişkin olarak sürdürülen iki ayrı politikayı ( daha doğrusu iki ayrı dünya görüşünü) dile getiren, birbirleri ile bağdaşmaz bir şekilde düşman belgilerdir.”
Proletarya enternasyonalizminin temel öğesi, hangi milliyetten olurlarsa olsunlar, proletaryanın ve tüm emekçilerin ulusal düzeydeki ilişkilerinden çok sınıfsal ilişkileri üzerinde, yani sınıf savaşımının, yeni toplumun kuruluşuna, ya da ulaşılan başarıların korunmasına ilişkin dayanışma biçiminde proletarya enternasyonalizminin etkisidir. Elbette bu ilişkiler, aynı zamanda ulusal alanda da yer alan ilişkilerdir. Bununla birlikte, bu ilişkilerin özünü belirleyen, sınıfsal ilişkilerdir.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN KOZMOPOLİTİST KUKLA OYUNU

Burjuva milliyetçiliği, özel mülkiyetin egemenliği tarafından ve burjuva milliyetçiliğini ulusal çıkarlara bağlılığın ve yurtseverliğin başlıca ölçütü olarak göstermeye çalışan burjuvazinin sınıfsal çıkarları tarafından beslenmektedir. Oysa başta burjuvazinin en dolaysız amaçları olmak üzere çeşitli etkenlere bağlı olan burjuva milliyetçiliği, şovenizm boyutlarına varabileceği gibi, ulusal nihilizm ya da kozmopolitizm biçimlerine de bürünebilir.

Milliyetçiliğin çeşitli toplumsal işlevleri vardır. Kimi durumlarda milliyetçilik, bir ülkenin burjuvazinsin daha güçlü olan bir başka ülkenin burjuvazisinden kopmasına yardımcı olur; başka durumlarda ise milliyetçilik, burjuvazinin gerek egemenliğini sürdürüp güçlendirmesi için, gerekse yabancı toprakları ele geçirmek üzere kitleleri harekete geçirmesi için bir araç olarak iş görür. Bazen tüm milliyetlerden işçilerin oluşturduğu birleşik sınıf cephesinin parçalanmasında bir araç olarak kullanılır.
Gerici burjuva milliyetçiliği, günümüzde, batı dünyasında rağbet gören yaygın bir burjuva ideolojisi olan kozmopolitizm şeklinde olmaktadır. Kozmopolitizm, tekelci sermayenin gerici milliyetçiliğinin diğer yüzüdür. Büyük emperyalist güçler içinde yer alan burjuvazinin egemen olan bölümü, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında tutabilmek için diğer ülkelerin emekçilerini, ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Kozmopolitizm gerçekte, yabancı halkları egemenlik altına almak için kullanılan ideolojik bir sığınaktır. Kozmopolitizmin sözcüleri, sömürülmekte olan halkların direncini kırmak amacını gütmektedirler. Tekelci burjuvazi, kendi yurttaşlarının bir kısmının hizmetlerinden yararlanarak diğer halkları ezdiğinden kozmopolitizm bu yurttaşları da ideolojik açıdan hizaya getirmek amacı güder. ABD’de “dünya devleti” ve “dünya hükümeti” fikirlerinin yoğun bir şekilde işlenmesi, Avrupa’da ise, gerici güçlerin uluslar üstü bir hükümetin yönetimi altında“bütünleşmiş bir Avrupa” için kampanya sürdürmeleri bu nedenledir.
Burjuvazinin bilim adamları, politikacıları, bankacılar, sanayiciler ve din adamları “mutlak ulusal hükümranlık” çağının artık geride kaldığını”, eski sömürge halklarının ulusal devleti sıfırdan başlayarak kurmaları şöyle dursun, ulusal devlet fikrine sarılmanın anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek için el ele vermişlerdir.

Kozmopolitizmin savunucuları aslında ulusal nihilizmin sözcüleridir. Kozmopolitlerin iddialarına göre insanlık tarihinin bu günkü aşamasında çağdışı birer kalıntı haline gelmiş olan ulusal değerleri savunmakta bir anlam yoktur.
Kapitalist propaganda Sokrates’in kozmopolit görüşlerini över. “ben ne Atinalı, ne de Korintosluyum, ben dünya vatandaşıyım” şeklindeki evrensel barış dileklerini sömürür “savaşların nedeni ulusal hükümranlıktır”, hatta ekonomik politik bütünleşmeden daha olağan bir şey olmadığını iddia ederler. ( ekonomik topluluklar artık ulus sayılmazlar)

Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, elbette, gerçek yaşamdan uzaklaşmış insanların saçma sapan düş ürünleri değildir. Bunlar, dünya kapitalizminin bu gün içinde bulunduğu aşamanın bütünüyle gerçek etkenlerine, daha doğrusu tekelci sermayenin çıkarlarına dayanmaktadır. Birincisi, daha büyük kârlara engel olan ulusal hükümranlık ve gümrük engelleri, büyük emperyalist güçler arasında serbestçe sermaye ve mal akışını önlemektedir. İkincisi, tek tek ülkelerde yer alan çok sayıda tekellerin dışında, artık pek çok küçük devletin ekonomisine ve politikasına egemen olan çok uluslu şirketler oluşmuştur. Üçüncüsü, sömürgeciliğin dağılmasıyla birlikte emperyalistler, yeni kurulan ulusal devletlerin hükümranlıklarını baltalamak, bu halkların ulusal birliğini parçalamak ve böylece yeni sömürgeciliği daha da güçlendirmek için kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi yardıma çağırırlar. Dördüncüsü, çökmekte olan kapitalist dünyada kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, gericiliğin ulusal sınırlara bölünmüş olan tüm güçlerini, dünya devrim sürecinin giderek büyüyen güçlerine karşı birleştirmek amacıyla kullandığı bir araçtır.

Kozmopolitler ve ulusal nihilistler, ulusal sorun konusunda, proletarya enternasyonalizmi ile kendi görüşleri arasında bir ”benzerlik” olduğunu iddia etmektedirler. Bununla birlikte, halkların ilerlemesini durdurmak amacında oldukları için, Marxist-Leninist ideolojiye özünde düşmandırlar. Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, daha bu günden ulusların ve ulusal farklılıkların zorla özümleme yoluyla ortadan kaldırılmasını savunmaktadırlar. Oysa Marxizm-Leninizm, ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almakta ve bunun da ancak uzak bir gelecekte, yalnızca tamamen özgür bir ulusal gelişme temelinde olacağını öngörmektedirler.

SONUÇ

Buraya kadar dile getirdiklerimle emperyalizmin işine nasıl gelirse öyle ama daha çok sorunun büyümesini engelleyemediği zaman sorunu sahiplenerek kendi çıkarına göre çözmeye çalıştığını göstermiş olduğuma inanıyorum. Hâlâ gösteremediysem, hep ifade ettiğim gibi, bilinçli olarak, bir hükümlü misli mecbur olarak veya görevli olmanın gereği olarak, bir görmeme dinamiğinin hâkim olduğunu düşünmek eğilimim ağır basmaktadır.

Bununla birlikte, sorunun o kadar da girift olmadığı, çözülmesi yönünde teorik yaklaşımlar geliştirmek için insanüstü bir zekâya sahip olunmasının gerekmediği, daha da önemlisi, h
âlâ en ilerici, en devrimci ve en bilimsel teori olmaya devam eden Marxizm-Leninizm’in yanında, özellikle bölgemizde ki Doğu olarak anılmaktadır, yaşanmış olan çok zengin pratiklerin, bu sorunun çözümünü teorilendirmemizde önemli kaynaklar bütününü teşkil ettiği de görülmektedir.
Diğer yandan, bu sorunun çözümünün asıl sorunun çözümünden ayrı tutulamayacak bir karakter taşıdığı gerçeğinin de, bu uzun yazı ile alt alta dizilen ifadelerden anlaşılacağını umuyorum.
Ve ayrıca, çok kişinin düştüğü tuzaklarlardan olan kozmopolitizm çukurunun ne demek olduğu yanında, sahte sol gömlekli şarlatanların nasıl da bu ideolojik saldırı ile senkronize olduklarını gösterdiğine inanıyorum.
Burada birkaç sayfa yazıyı okumaktan imtina edenlerin, üşenenlerin, kullanılan cümle sayısı fazla olduğu için ana fikri yakalayamayanların, bir çırpıda, Komünist manifestoda Marx ve Engels'in dediklerinin ana fikrinin işçilerin vatanı olmadığı fikri olduğunu anlamalarını, yine bir çırpıda Ulusal sorun konusunda, kulaklarına hoş gelen Lenin'in sarf ettiği kimi ifadeleri bulup ortaya koymalarını, dahası insanı kâbesi yapıp, dünyayı da vatan bellediklerini haykırmalarını, daha da fazlası, artık ulus-devlet tarihe karıştı derlerken, burnumuzun dibinde Kürtlerin üzerinden kurulmaya çalışılan bir emperyal ulus-devletin önüne çıkan engellere ağıt yakmalarını, emperyalist kapitalizmin kukla oyununun içinde yer almış olmalarına bağlıyorum.
İşte, bu uzun yazıdaki alt alta dizdiğim ifadelerin bir işlevinin de, sıradanlaşmış olsa da, sol memesinin altındaki cevahirini söndürmemiş olanların da silkinip, bu kukla oyununun arkasındaki gerçekleri görmeye çalışmaları için işaret fişeği misli olmak olduğunu da göstermiş olduğuma inanıyorum.
Böylece, Lenin'in ifadelerini cımbızlayarak, kulağa hoş gelen ama özünde egemen sınıfların yani ezmeye, sömürmeye daha katmerli olarak devam etmenin olanaklarını genişletmeye çalışanların, bu emellerine yönelik çözümlerini ortaya saçanların şarlatanlıklarını teşhir ederek, tartışmanın akıl bozucu dinamiğini frenlemiş oldum ve yerine ağırlığı olan bir tartışma profili koyarak, gerçekte bu soruna nasıl bakıldığını, kimin, kimlerin aklına göre hareket edildiğini ve daha önemlisi aslında pek de Kürt halkının sorunları ile ilgilenilmediğini, Türkiye'nin işçilerinin, emekçilerinin sorunları ile ise hiç ilgilenilmediğini, aksine ve daha çok ağaların, büyük toprak sahiplerinin, gerici dinci tarikat şeyhlerinin ve bu yöndeki bir düzenin hayali ile yanıp tutuşan gerici –dinci Kürt liderlerinin sorunlarının çözümü yanında, hâlâ umut var görülen kapitalizmin sorunlarının çözümü peşinde koşulduğunu, bu koşudan kazançlı çıkmanın umulduğunu göstermiş oldum.

Bitirirken, Lenin’in yüz yıl önce işaret ettiği gerçeklikten hareketle, ulusal bölünmelerin ortadan kalkmasına, ulusal farklılıkların silinmesine ve ulusların birbiri ile kaynaşmasına yönelik evrensel eğilimin, her geçen gün daha da güçlenmekte olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bu yöndeki eğilimin, yalnızca ulusların birbirine yakınlaşmasının değil, aynı zamanda halkların ulusal gelişmesinin de bir sonucu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bu eğilimin temelinde, halkların ekonomik, politik ve kültürel alanlarda sürekli olarak uluslar arasılaşmasının yattığı da anlaşılmaktadır. Yani toplumun genel gelişme çizgisinin halkların birbirileri ile yakınlaşmasına ve kaynaşmasına yönelik olduğu şeklindeki önermenin doğruluğu her geçen gün ve daha anlaşılır biçimde maddi yaşamda kanıtlanmaktadır.

Fikret Uzun
3 Aralık 2011