30 Kasım 2011 Çarşamba

DÜĞÜM KARDEŞLİKTEDİR VE EMPERYALİSTLER ÇÖZMEK İÇİN CAN ATIYOR

Nasıl ki, ezen ulus ile ezilen ulus ayrımının önemine vakıfız, ezen ulusun egemenleri ile onlar tarafından sömürülenleri arasındaki ayrımın önemine vakıf olduğumuz gibi, ezilen ulusun egemenleri ile ezilenleri arasındaki ayrımın da öneminin bilincini taşımamız gerekir. Buradan hareketle Türkiye’yi, Türkiye’nin egemenlerinin, oligarklarının, tekellerinin, büyük burjuvazisinin yani zenginlerinin yönettiğinin bilincini de taşımalıyız. Bitmedi, bu zenginlerle, Türkiye’yi yöneten ve bu yönetimleri ile Türkiye’nin emekçi halklarını daha fazla sömürmek üzere sürekli plan yapan egemenlerle iş tutan, daha büyük işler tutmak isteyen Kürt zenginlerinin, büyük toprak sahiplerinin, ağalarının, beylerinin, aşiret reislerinin ve dahi tarikat şeyhlerinin olduğunu da biliyoruz ve unutmuyoruz, bunlar Kürtlerin lideri olarak öne çıkartılmaktadır bunu da görüyoruz. Bunlara ezilen Kürt kardeşlerimize baktığımız gibi bakmıyoruz, onlara Türkiye’nin zenginlerine, Türkiye’yi yönetenlere nasıl bakıyorsak öyle bakıyoruz. Kürt ezilenleri, kendilerini ve Türkiye’nin yönetenleri ile zenginleri ile iş tutarak ezen, sömüren Kürt liderlerin yönetiminde bir Kürt kurtuluşunu seçebilir, Türkiye’yi yönetenlerin, Türkiye’nin işçi sınıfını, emekçi halkını köleleştirmesine göz yummak pahasına bunu kabul edebilirler, bu gerçek bir kurtuluş olmasa da, bunu seçebilirler, işçilerini emekçilerini kölelik düzeninde çalıştıran böyle bir zulüm düzeni içinde olan bir coğrafyaya komşu olmaktan mutluluk duyabilirler, Kürt ağa ve beylerinin, egemenlerinin yönetiminde sömürülmeye, ezilmeye itiraz etmeyebilirler. Ancak Türkiye’nin sosyalistleri, bir tek Kürt katılmasa bile, bu kölelik düzenini, biriktirdiği ve yaydığı pisliği temizleyinceye kadar, sürdürdüğü zulmü ortadan kaldırıncaya kadar mücadele edecektir. Bunu Türk halkına, Türk emekçilerine borçludurlar. Bu, Kürt halkına, Kürt emekçilerine sosyalistlerin verdiği sözdür.
Ve sosyalistler biliyor ki, Kürt devrimciliği de bu sözün ve bu borcun içindedir. Bu anlamda, Kürt devrimciliği, kendi coğrafyasında, Kürt halkını, Kürt emekçilerini saran pisliği, egemenlerin ahtapot kollarını kurutmayı, başını ezmeyi Kürt halkına ve emekçilerine borçludur ve Türk sosyalistlerine söz vermek zorundadırlar. Türkiye’nin zenginleri ile iş tutan Kürt liderlerini Kürt halkının ensesinden çekeceklerinin sözünü vereceklerdir. Türk sosyalistleri her tarafa uzanan, pisliğe bulayan kolları birer birer kurutarak ahtapot gövdesini ezmeye kararlıdır. Pisliğe bulanmış bu ahtapot düzenin artık Türkiye’nin işçi sınıfına, emekçi halklarına faydası yoktur, öyleyse yenisini kurmak sosyalistlerin boynunun borcudur. Kürt devrimcilerinin sözü de borcu da bunun içindedir ve bunun bilincinde olduklarını görebiliyoruz.
Öyleyse sorun Kürt sorunu olabilir ama bu Türk sorunu haline gelmiştir ve çözüm Kürtlerin değil, Türkiye’nin çözümü olacaktır. Yani sadece Kürtlerin değil, Türklerin de kurtuluşu kendisini dayatmaktadır. Kürt halkı ile Türk halkının kurtuluşu bir ve tektir. Kürt halkı şimdi öne çıkmıştır, yükseğe fırlamıştır, emperyalist ABD-AB ve yerli tekeller bu yükselişe cevap vermektedirler, bu yükselişi söndürmek için Kürt sorununu sahiplenmişlerdir, Türkiye’nin sorunu kabul etmişlerdir. Ama görülüyor, sadece Türkiye’nin değil, emperyalizmin de sorunudur ve sorun büyümektedir. Emperyalizm kendi emeline göre çözememektedir. Çünkü Kürt halkı da, Kürt devrimciliği de yükselen olduğunu göstermiştir. Şimdi iş, Kürt devrimciliği ile Türk devrimciliğinin kardeşliğinin ezilen, sömürülen emekçi halklara umut verme zamanıdır, Kürt ve Türk halkının dışında seyreden savaşın, bu kardeşliği bozmasına izin verilmemelidir. Savaş bir zaman gelecek mutlaka bitecektir. Şimdi savaşa rağmen kardeşlik zamanıdır. Öyleyse kimse Türkiye’nin devrimini Kürt ağalarının ve beylerinin cenneti için koparılan fırtınanın peşine takmaya yeltenmemelidir. Çözüm Kürt emekçi halkının, Kürt devrimciliğinin, Türkiye’nin devrimi ile buluşmasıdır. Türkiye’nin devrimi mi? Hem ufuktadır ve hem de, Türkiye’nin egemenlerini, daha fazla zenginleşmek için her türlü pisliğe batan ahtapotunu korkutmaktadır. Türkiye’nin devrimi mi? Türkiye’de daha da sağlamlaştırılan 12 Eylül rejiminin, gerici-dinci-feodal-Osmanik diktatörlüğünü, Türkiye’nin işçilerini emekçilerini köleleştiren düzeni ortadan kaldırıp, yenisini kurmak üzere hareket halindedir. Yenisi mi? Yenisi, İşçiden, emekçiden, köylüden yani bütün ezilen ve sömürülen, bu nedenle gericiliğin, dinciliğin pençesine itilen, aklı geriletilen, gerici-dinci bir diktatörlüğe mahkûm edilen bütün halkların sosyalist iktidarını sağlayacak olan demokratik halk cumhuriyeti olacaktır. Kürt devrimciliği bu onurdan uzak kalmak istemeyecektir, Kürt halkı bu yeninin kendisine gerçek kurtuluşu getireceğini görmezlik etmeyecektir.
Öyleyse düğüm Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin kardeşliğindedir, emperyalistler ve işbirlikçileri bu kardeşlik düğümünü çözmek için çırpınıyorlar, çareleri buradadır ve çözdürmemek Kürt ve Türk emekçi halklarının elindedir. Çözdürmeyecekler. Kardeşliklerini pekiştirmek için gerekli olan yeniyi birlikte kuracaklar. Emperyalistlerin korkusu budur ve o nedenle yavaş ve temkinli hareket ediyorlar. Korkuları boşuna değildir, boşuna olmadığını bildikleri için korkutmayı deniyorlar, korkuyu kalıcı kılmaya çalışıyorlar, hem egemenlerin yönetimlerinden aldıkları “zor” un korkusunu ve hem de “ cehennem”in korkusunu yayıyorlar. Ama çabaları boşunadır, korkunun ecele faydası yoktur, olmadığını en çok ezilenler ve sömürülenler öğrenmişlerdir. İşte “cehennem"in korkusu ile takviye edilmesi de bundandır, ama Kürt ve Türk emekçi halkları bu korkunun da üstesinden gelecektir. Korku yine egemenlerin üzerinde kalacaktır, çünkü onlar biliyorlar ki, tek cennetleri bu coğrafyadır, bu cenneti kaybetmek onlar için ölümdür. Ölüm en büyük korkularıdır. Haklıdırlar ve zaten epeydir ölüdürler, ölmüş atı kırbaçlamak misli, kendi kendilerini kırbaçlıyorlar. Ama nafile çabadır, tarihsel sonlarından kurtulamayacaklar ama kolay da vazgeçmeyeceklerdir. Öyleyse bu coğrafyada bütün ezilen ve sömürülen halkların kardeşliği en önemli düğümdür. Çözemeyecekler, çözdürmeyeceğiz.
Fikret Uzun
30 Kasım 2011

21 Kasım 2011 Pazartesi

TÜRK HÜKÜMETİNİN SURİYE ÜSTÜNDEKİ PROVOKASYONLARI DURDURULSUN SLOGANINA CEVAP

TÜRK HÜKÜMETİNİN SURİYE ÜSTÜNDEKİ PROVOKASYONLARI DURDURULSUN SLOGANINA CEVAP

Durdurulsun da bunu kim ya da kimler yapacak mesele burada. Şimdiye kadar bunu yapabilecek olanlar, hatta bu noktalara dahi getirtmeyecek olanlar sahte bir düşman yaratma manevrası ile bertaraf edildi. Kalan güçler ise henüz belli bir eksende, şimdi olan bitenlerin fazlasıyla farkına varmış olanları ama asıl düşman konusunda hâlâ tereddüt yaşayanları, öfkeyle yapıştığı çeperlerden merkeze çekmekte zorlanmaktadır. Çünkü belirleyici olan çelişkilerin biriktirdiği güçlerle hâlâ bir kontak kuramamaktadır, bunun temel nedeni öncelikle emek sürecinin belirleyiciliğinden çok uzaktan başlayarak güç biriktirmesi olmakla birlikte, azımsanmayacak bir ağırlıkta ise, emperyalist oyunların kafa karıştırıcı, edilgenliğe sürükleyici ve düşman başka yerde aratıcı çabalarıdır. Şimdi, bu oyunlara karşı, bu oyunların hedefindeki emellerin yarattığı sorunlarla karşı öfkeli ama pusulasız olarak çeperlerde biriken kitleler ile merkezde biriken, bu oyunları uzun zamandır teşhir etmeye çalışan, önünde duran, bozmaya çalışan ve yoğun ve de sinsi bir sadırı ve baskı altında tutulan güçler arasında emek sürecinin keskinleştirdiği çelişkilerin yaratacağı gücün harcında bir köprü oluşturma zamanıdır. Güçler hâlâ birbirine ikircimli yaklaşmakta ve asıl düşman konusunda olmasa da, onun yanındaki güçler konusunda tereddüt yaşamaya devam etmektedir. Öyleyse bu sorun çözülmeden Türk hükümetinin Suriye üzerindeki provokasyonları durdurulamaz. O nedenle dostum, slogan iyi niyetli olabilir, bir hassasiyeti öne çıkarabilir ama bu soyutlukla kimseyi peşine takamaz, bir güç olmaya ve elbette durdurmaya yöneltemez. Çünkü bu sloganın muhatabı belli değildir. Dediğim gibi bunu durdurabilecek güçler açık net ve acil olarak tasnif edilip, merkezde bir araya getirilmedikten sonra, bu provokasyonları durduracak güç yoktur. O nedenle hangi güce/güçlere sesleniyorsunuz onu net olarak ortaya koymak gerekir. CHP ye mi, MHP ye mi, BDP ye mi ve elbette tabanında biriktirdiği kitlesiyle birlikte; Cumhuriyetçilere mi? Ulusalcı tabir edilen İP e mi? ÖDP ye mi? TKP ye mi? EDP ye mi? EMEP e mi? Diğer irili ufaklı sol/sosyalist gruplara mı? Silivri’de yatanlara mı? TSK ya mı? Hükümetin kendi içindeki milletvekillerine mi? ABD ye mi? AB ye mi? yoksa DİSK'e mi? Türk-İş'e mi? Gençlere mi? Kadınlara mı? Veyahut da sadece İşçilere, emekçilere, emeklilere mi? Ya da ilk önce bütün bu güçlerin içinden aynı eksene toplanabilecek, asıl düşmanı çoktan bellemiş ve teşhir etmiş, akıl taşıyan insanlara mı? Onların önderliğinde emek sürecinin yükselttiği çelişki ile alanları dolduracak olan, fabrikalarda, işletmelerde, atölyelerde mağazalarda veya kendi dükkânında emeği ile çalışanlara mı? Kime arkadaşlar, kime? Kimden bekliyorsunuz bu provokasyonların durdurulmasını? Şöyle arkanıza bir yaslanın da tek tek gözden geçirin ve belirlediklerinizi tasnif edin, merkezde biriken akıl ile arasında nasıl köprü kurulur ve bunun için nasıl sloganlara ihtiyaç olur bunu düşünün. Diğer yandan şu anki yönetim, bu güne kadar olmadığı misli acz içindedir. Provokasyon mu diyorsunuz ? Mucidi ABD dir, Suriye’ye mi girilecek, İhtiyaç ABD nindir. Iran’a mı saldırılacak, İhtiyaç gene ABD nindir. Adlarını tarihe kazıdılar bir kere, ABD nin BOP projesinin ve aynı oyunun uzantısı KÜRESEL TERÖRİZMLE MÜCADELE için ABD ile EŞ-BAŞKANLIĞI yürütüyorlar, öyleyse BOPu iyi bilelim, EMPERYALİZMİN YDD sini iyi anlayalım. Kürt meselesinin çözümü niyetine oynanan oyunları iyi anlayalım. Kim milliyetçi, kim yurtsever, çözüm kime hizmet ediyor, kimi köleleştiriyor iyi anlayalım. O tarafa bir devlet verirken yükseltilen sloganlardaki cinlik ile Türkiye parçalanırken yükseltilen sloganlardaki cinlik ne anlatıyor iyi görelim. Büyük Türkiye mi, yani parçalanmamış Türkiye mi, yoksa parçalanmış, parçalanarak modern feodalleştirilmiş ve de kolay lokma olmuş Türkiye mi Kürt meselesini çözer iyi anlayalım. Ve hangisinde iki halkın kardeşliği tesis edilebilir bunu görelim. Bunlar hep asıl düşman ve hangi güçler sorusu ile bağlıdır ve bu soruya doğru cevap vererek çözülebilir. Diğer bir bağlantısı da, anayasa değişikliğidir. Ne istiyorlar? Demokrasi var diyorlar, varsa neden KHK lere hapsedildik. Parlamento ne işe yarıyor? Muhalefet ne işe yarıyor? Sidik yarışına mı, milleti akşamları ajansları dinlerken eğlendirmeye mi? gerçek muhalefet nerdedir buna bakalım? Anayasa değişikliği yönetici sınıfların ikna edilmesine yönelik bir anlaşma olacak. Bu antlaşma için halka emekçilere kimsenin bir şey sorduğu yok. Sorsa bile satılmış, patron olmuş sendika temsilcilerine, işçi liderlerine soracaklar onlar ise çoktandır hep "EVET" modundalar. Sonunda da Milletvekili oluyorlar. Öyleyse anayasa değişikliğine emekçiler için, halk için ihtiyaç yoktur. Demokrasiyi ise 12 Eylül rejimi ki, hâlâ devam ediyor, en dibe gömdü, bunca zamandır oradan çıkarılamayan demokrasiyi son maddeleri değiştirilmeye çalışılan 12 Eylül rejiminin anayasası mı çıkartacak? Demokrasi, ancak ve ancak gerçek demokrasi güçlerinin gerçek bir demokrasi için mücadelesi ile olur. Bu burjuva sınırda bile olsa işçilerin, emekçilerin, bütün halkın yani YÖNETİLEN SINIF VE KATMANLARIN kıyasıya mücadelesi ile dipten çıkartılıp yerine konulabilir. Henüz bunu dibe gönderenlerin ve onların devamı olanların ayırdında olmayan bu kitleler bunu yani demokrasiyi dipten çıkarmayı, nasıl yapacak? Bunu yapamamaları için önlerinde ne kadar sahte sol gömlekli var biliyor musunuz bunu da düşünün. Öyleyse hepsi bir oyunun parçalarıdır ve bu oyun ancak emek sürecinden yükselen çelişkilerin üzerindeki örtüleri parçalayarak, bütün çelişkileri bu çelişki ile birleştirerek bozulabilir ve bunun anlamı antiemperyalist, antikapitalist ama sosyalist iktidar hedefli bir halk devrimidir bunun için hangi güçler çeperlere birikti, hangi güçler merkezde çeperdekileri ikna edemiyor bunu çözmek elzemdir. Bu sorunu çözmek ve üzerindeki sis bulutunu tümüyle dağıtmak için şartlar hızla elverişli hale gelmektedir. Tek eksik var, o da emperyalizmin, tekellerin ve elbette devam eden 12 Eylül rejiminin kitleler üzerindeki ama daha çok onların önünde gibi duran sol tandanslı aydınlar, işçi liderleri, dürüst namuslu sendikacılar, kadınlar, emekliler, gençler velhasıl çeperdekilerle merkezde birikenler arasında köprü kurma tarihsel göreviyle yüz yüze olanlar üzerindeki ideolojik hegemonyayı şiddetli bir ideolojik mücadele ile kırmak gerekmektedir. Ondan sonra çeperdekiler hem daha kararlı ve hem de kaba öfkesini o denli sınıf kini ile değiştirerek, merkezdekiler ise daha bilinçli, daha hünerli bir hamle ile aynı eksende birleşebilirler. Sonrası provokasyonlar tuzla buz, oyunlar paçavra ve halkın iradesi, işçi ve emekçilerin ve onların öncülerinin, aydınların, gençlerin, kadınların, emeklilerin, işsiz işçilerin hünerli politik gücü ile asıl düşmanı tarihe gömecektir. Merak etmeyin ondan sonra sosyalist iktidar ile mesafe bir adım kalacaktır.
Evet, dostum, işte yukarıya asılan slogan veya bir parti üretiyorsa tarihe geçecek şiar, buraya kadar anlattıklarımı içermeli ve bir okuyuşta kitlelerin bilincine olmasa da dikkatine akıtabilmeli, kitleler bir kere haykırdıktan sonra ise, bütün bu dediklerime adım atmasını sağlayabilmelidir.
Fikret Uzun
18 Kasım 2011

20 Kasım 2011 Pazar

NietzscheNİN DÜŞÜNCELERİNDEN YOLA ÇIKARAK TEKELLERE CEPHE ALMAK YERİNE, SÜRÜYE DÖNÜŞEN KİTLELERE CEPHE ALMAK -YA DA ÜSTÜN İNSAN




Marx'ın yaptığı, kendi ifadesiyle, SOMUTUN ZENGİNLİĞİNDE SOYUTA ULAŞMAKtır. Ve gerçekten soyutlama yapmadan somuta varmak mümkün olmuyor. Bunun anlamı yüzeydekilere bakarak derindekileri yani gerçekliği bulmaktır. Ve laf lafı kovalıyor ki, diyalektik işte ne yapayım, burada da Marx, öz ile görünen aynı olsaydı bilim olmazdı der. Ve Marxizm işçi sınıfının ideolojisidir ki, sosyalizmin ideolojisi oluyor ve sosyalizm henüz reel olarak yaşanmıyor iken Marxizm’in kurucuları Sosyalizmin işçi düzeni olduğunu teorik olarak göstermişler ve gösterirken de, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu; belirleyici olanın emek süreci olduğunu temellendiren yapıtlar bırakmışlardır. Şimdi, Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu günümüzde Marx ve Engels’in önermelerinin doğru olduğu ve hâlâ geçerliğini koruduğu bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Ne var ki, Marxizm’in kurucuları, bütün bu gerçeklikleri somutun zenginliğinden bulup çıkarmışken, bizler maalesef gözümüzün içine girecek denli açıklıkla önümüzde duran bu gerçeklikleri göremiyor ve başka reçeteler aramak için bin bir bahane öne sürüyoruz. Bahanelerden biri de yakın zamana kadar Nietzsche idi ve sık sık bu duvarlarda asar dururduk dediklerini, oysa Marxizm hâlâ en ileri, en devrimci ve en bilimsel bir teori olmaya ve üzerine tuğla konmamasının üzerinden çok uzun yıllar geçmesine karşın, bu tuğlaları koymaya çalışacağımıza, Nietzscheden veya başka yerlerden kelamları asmakla kendimizi oyalıyoruz.
Marxizm bize, işçi sınıfının tarihsel görevinin, dünyanın komünist yeniden inşasını gerçekleştirmek olduğunu, dolayısıyla dünyayı değiştirecek ve yalnızca ekonomide ve politikada değil, kültürde de daha ileri gitmeyi sağlayacak toplumsal gücün, insanlığın eksiksiz daha yüksek ahlaki ve estetik değerlere ulaşması için gerekli koşulları yaratan gücün, işçi sınıfında bulunduğunu görmüşler ve göstermişlerdir.
Ve ne yazık ki, bunu emperyalist kapitalistler bütün çıplaklığı ile görüyor ve duyumsuyor dolayısıyla da en sinsi önlemleri, en karmaşık saldırı metotlarını kullanırken, her kelâmı Marxizm adına söylediğinden hareketle konuşanlar bu gerçekliklere gözünü kulağını kapatmakta ve haliyle dilini de sükûtun altın değerine hapsetmektedirler. Kimse, ABD nin 500 bin paralı askerini Arap çöllerine ve Kafkasya’ya ve Kuzey Afrika’nın çöllerine neden yığdığını, bütün kapitalist yönetimlerde kavga ve telaşın neden hâlâ emek sürecinde yaşandığını, bu sürecin yükselttiği çelişkileri bastırmak, üzerini örtmek için çabalandığını görmek istememektedir.
Öyleyse, KORKANLAR KORKUTMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLAR KORKUTMAK İÇİN EN KORKTUĞU YERİ VURMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLARIN EN KORKTUĞU YER HÂLÂ EMEK SÜRECİDİR, SINIF MÜCADELESİDİR VE HÂLÂ İŞÇİ SINIFININ DÜZENİDİR.
İşte bu gerçeklik Nietzsche hatim ederek yüzeye çıkartılamaz, hatta yüzeye çıkmışken bile görülemez. Nietzsche Nietzsche demek bir yana ama insana en çok yakışan düzenin kurulmasını çabuklaştırmak için bize Marxizm hâlâ yeter diyoruz.
Son olarak, dün olduğu gibi, bu gün de iki felsefenin karşıtlığını yaşamakta olduğumuzu vurgulamak isterim. İdealist felsefe ve materyalist felsefe. Dünya hâlâ bunun etrafında dönmekte ve sınıf mücadelesine de bu felsefi karşıtlığın mücadelesi damgasını vurmaya devam etmektedir. İşte dananın kuyruğunun kopartılmak istendiği nokta tam da burasıdır, yani idealist felsefeyi insanlığın kafasına kakarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar, çünkü idealist felsefe geriye dönüşü veya geride kalmışı savunmanın felsefesidir ki merkezinde din var. İşte bu nedenle sınıf mücadelesi bu gün ideolojik planda şiddetlenmektedir, çünkü idealizmin cenderesine hapsedilmiş kitleler, Tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasına bağlanarak edilgenleştirilmişlerdir. Bu nedenle de en devrimci işin en sert ideolojik mücadele ile hücuma geçmek olduğunu vurgulamaktayız. Ama kendimizi, elimizde hâlâ en ileri ve devrimci ve de bilimsel teori olduğunu kanıtlayan Marxizm varken, Nietzschelere hapsedersek, bu ideolojik mücadeleyi veremeyiz ve tekellerin ideolojik hegemonyasını kıramayız, bu da idealizmin dünyayı daha da saracağına işaret olur. Demek ki, şimdi dünyanın bir aydınlanmaya daha ihtiyacı vardır ki, aydınlanma demek despotik aydınlanmacılara ihtiyaç var demektir, o da işçi sınıfının tarihsel görevini ve bu görevini sonuna kadar götürmek ve tamamlamak için ihtiyacı olan iradeyi öne çıkarmaktadır.
Demek ki, ihtiyaç despot aydınlanmacıda ise ama bu gün despotlardan aydınlanmacı olmalarını beklemek ham hayal ise, kilise ve camilerden böyle aydınlıkçıların çıkması da pek zor ise, öyleyse iş gene işçi sınıfına kalmakta ve Marxizm’in kurucuları bunu da bizim önümüze teorik olarak koymuş, Lenin ve Sovyet komünistleri bunu reel hale getirerek olmazsa olmazını bütün dünyaya göstermiştir.
İlknur hocam şimdi bana ne alaka diyebilir ama her şey bir bütündür ve elbette bütünün zenginliğini soyutlayarak somutlamak mümkündür öyleyse benim yaptığım da bir anlamda soyutlamadır ve burada Marx ve Engels'in, aydınlanmanın yalnızca toplumsal düşüncedeki bir hareket olmadığını, büyük Fransız Devriminin öngünlerinde, feodal mutlakıyetçiliğe karşı savaşmak için ayaklanan ilerici burjuvazinin çıkarlarının ideolojik bir ifadesi olduğunu gösterdiklerini hatırlatarak, Değerli İlknur hocanın dediklerini düzeltmek anlamında değil ama bir katkı daha sunarak teşekkür borcumu ödemek isterim,
“Bütün inançların inanç erklerine bakın, en çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalârını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır.” “yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları” diyor Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’de.

Felsefenin temel konusu, doğru bilgi edinmedir ancak Nietzsche’nin ilgisi bu alanda değildir, onun ağırlığı insan üzerine düşünmektedir. Ancak en çok insan üzerine düşünen ve belki de sadece insan üzerine düşünen Nietzsche’nin insana güvenmediğini görüyoruz. Dolayısıyla ilerlemeye de inanmamaktadır. Çünkü insana güvenmek ilerlemeye güvenmektir.

“İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.” Nietzsche-Deccal

“Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Nietzsche-Deccal

Kısaca şöyle anlamak mümkündür, Nietzsche Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor ( 1844-1900) tekellerin bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyordu, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan “ arıyor. Nietzsche, Parmanides’in (*) karşıtı, Herakleitos’a hayranlığını öne çıkarmaktadır.

Şöyle diyor,“Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yok, oluşun, yok edişin olumlaması ki, Dion-yosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır,- karşıtlıklara, savaşa ve ‘varlık’ kavramını kökünden yadsıyarak – oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünenler içinde bana en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. ‘Bengi dönüş’ öğretisi, yanı sınır tanımadan, sonsuza dek her şeyin durmadan yok olup yeniden doğması, Zerdüştün bu öğretisi daha o zamanda Herakleitos’ça öğretilmiş olabilirdi.” Nietzsche-Ecce Homo

Kundera’da bir Nietzsche takipçisidir ve “bengi hafiflik” öğretisini savunmaktadır. İnsanlara bitkisel hayatı öneriyor.

Ancak Engels, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, bitkisel yaşamın resmini şöyle çiziyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

İlginç mi gelir, şaşırmaz mısınız bilemem ama kadını aşağılayan Kundera’nın kaynağını Nietzsche’den aldığını görmekteyiz.

“ Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrılmaz güçten. Örneğin kadın öç gücüdür; başkasının acısına duyarlığı gibi bu da zayıflığından gelir.” Nietzsche-Ecce Homo

Yaşlı kadın hızla geçen Zerdüşt’e sesleniyor; ‘kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma !’ Böyle Buyurdu Zerdüşt.

Engels, Anti-Dühring adlı yapıtında şöyle diyor “iyi ve kötü kavramları, ulustan ulusa ve dönemden döneme o kadar çok değişiyor ki, genellikle birbiriyle tümden çelişir duruma geliyor. İnsanlar ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler.”

Marx ise, “…Stirner hep yapıyor, hâlbuki komünistler hiç ahlak vaaz etmezler. İnsanların önüne ‘birbirinizi sevin’ , ‘egoist olmayın’ türünden ahlaki talep koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur.”

Nietzsche’yi Faşist ideoloji ile yakınlaştıranlar ve Hitlerin üstün ırk yaklaşımını, Nietzsche’nin ‘üst insan’ düşüncesinden aldığını söyleyenler de vardır, o kadar detayına inmek gerekmiyor ama Macar Marksist düşünür G. Lukacs’ın şu ifadeleri kayda değerdir. “Tam gelişimini faşizmde bulan emperyalist felsefe, merkezi kategorisi olarak, paradoksal bir şekilde ‘yaşam’ denilen ama yaşama karşı olan her türlü ilkenin bir bileşimi olan bir anlayışı kabul eder. Bu yaşam anlayışı, insan yaşamına, insan ruhuna, binlerce yıllık insani evriminin doğurduğu değerlere karşı bir savaş ilanıdır.”

Yani İlknur hocam, hâlâ ısrar ediyorum, bize Nietzsche’ler değil, Marx ve Engels’ler gerekiyor ve yetiyor. Marx ve Engels’in kurduğu Marxizm’e tuğla koyacak olanlara da razıyız ama Nietzsche’leri beklemiyoruz, takipçileri Kundera gibilerdir ki, “büyük yürüyüş” olarak tabir ettiği sosyalizm mücadelesini Kitsch (**) yapan, büyük anayurt savunmasında Hitler faşizminin işkencelerinde öldürülen Stalin’in oğlunun cesedini kitsch ile tartıp, kitschin daha ağır geldiğini ifade eden ve bir süre önce kısa bir eleştirisini yaptığım (***)Çekoslavakya kaçkını Çekoslavaktır, onları hiç istemiyoruz.
Fikret Uzun
20 Kasım 2011

(*) "varlık nedir?" sorusunu soran ve felsefi olarak cevap arayan ilk filozoftur. Ona göre varlığı, varlıktaki değişimi ve hakikati yalnızca akılla kavrayabiliriz. Varlığın bilinebilir olduğu görüşündedir.


(**) Kitsch= bok demek oluyor.

(***) http://fikretuzunn.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000013633436

18 Kasım 2011 Cuma

TÜRK HÜKÜMETİNİN SURİYE ÜSTÜNDEKİ PROVOKASYONLARI DURDURULSUN SLOGANINA CEVAP




Durdurulsun da bunu kim ya da kimler yapacak mesele burada. Şimdiye kadar bunu yapabilecek olanlar, hatta bu noktalara dahi getirtmeyecek olanlar sahte bir düşman yaratma manevrası ile bertaraf edildi. Kalan güçler ise henüz belli bir eksende, şimdi olan bitenlerin fazlasıyla farkına varmış olanları ama asıl düşman konusunda hâlâ tereddüt yaşayanları, öfkeyle yapıştığı çeperlerden merkeze çekmekte zorlanmaktadır. Çünkü belirleyici olan çelişkilerin biriktirdiği güçlerle hâlâ bir kontak kuramamaktadır, bunun temel nedeni öncelikle emek sürecinin belirleyiciliğinden çok uzaktan başlayarak güç biriktirmesi olmakla birlikte, azımsanmayacak bir ağırlıkta ise, emperyalist oyunların kafa karıştırıcı, edilgenliğe sürükleyici ve düşman başka yerde aratıcı çabalarıdır. Şimdi, bu oyunlara karşı, bu oyunların hedefindeki emellerin yarattığı sorunlarla karşı öfkeli ama pusulasız olarak çeperlerde biriken kitleler ile merkezde biriken, bu oyunları uzun zamandır teşhir etmeye çalışan, önünde duran, bozmaya çalışan ve yoğun ve de sinsi bir sadırı ve baskı altında tutulan güçler arasında emek sürecinin keskinleştirdiği çelişkilerin yaratacağı gücün harcında bir köprü oluşturma zamanıdır. Güçler hâlâ birbirine ikircimli yaklaşmakta ve asıl düşman konusunda olmasa da, onun yanındaki güçler konusunda tereddüt yaşamaya devam etmektedir. Öyleyse bu sorun çözülmeden Türk hükümetinin Suriye üzerindeki provokasyonları durdurulamaz. O nedenle dostum, slogan iyi niyetli olabilir, bir hassasiyeti öne çıkarabilir ama bu soyutlukla kimseyi peşine takamaz, bir güç olmaya ve elbette durdurmaya yöneltemez. Çünkü bu sloganın muhatabı belli değildir. Dediğim gibi bunu durdurabilecek güçler açık net ve acil olarak tasnif edilip, merkezde bir araya getirilmedikten sonra, bu provokasyonları durduracak güç yoktur. O nedenle hangi güce/güçlere sesleniyorsunuz onu net olarak ortaya koymak gerekir. CHP ye mi, MHP ye mi, BDP ye mi ve elbette tabanında biriktirdiği kitlesiyle birlikte; Cumhuriyetçilere mi? Ulusalcı tabir edilen İP e mi? ÖDP ye mi? TKP ye mi? EDP ye mi? EMEP e mi? Diğer irili ufaklı sol/sosyalist gruplara mı? Silivri’de yatanlara mı? TSK ya mı? Hükümetin kendi içindeki milletvekillerine mi? ABD ye mi? AB ye mi? yoksa DİSK'e mi? Türk-İş'e mi? Gençlere mi? Kadınlara mı? Veyahut da sadece İşçilere, emekçilere, emeklilere mi? Ya da ilk önce bütün bu güçlerin içinden aynı eksene toplanabilecek, asıl düşmanı çoktan bellemiş ve teşhir etmiş, akıl taşıyan insanlara mı? Onların önderliğinde emek sürecinin yükselttiği çelişki ile alanları dolduracak olan, fabrikalarda, işletmelerde, atölyelerde mağazalarda veya kendi dükkânında emeği ile çalışanlara mı? Kime arkadaşlar, kime? Kimden bekliyorsunuz bu provokasyonların durdurulmasını? Şöyle arkanıza bir yaslanın da tek tek gözden geçirin ve belirlediklerinizi tasnif edin, merkezde biriken akıl ile arasında nasıl köprü kurulur ve bunun için nasıl sloganlara ihtiyaç olur bunu düşünün. Diğer yandan şu anki yönetim, bu güne kadar olmadığı misli acz içindedir. Provokasyon mu diyorsunuz ? Mucidi ABD dir, Suriye’ye mi girilecek, İhtiyaç ABD nindir. Iran’a mı saldırılacak, İhtiyaç gene ABD nindir. Adlarını tarihe kazıdılar bir kere, ABD nin BOP projesinin ve aynı oyunun uzantısı KÜRESEL TERÖRİZMLE MÜCADELE için ABD ile EŞ-BAŞKANLIĞI yürütüyorlar, öyleyse BOPu iyi bilelim, EMPERYALİZMİN YDD sini iyi anlayalım. Kürt meselesinin çözümü niyetine oynanan oyunları iyi anlayalım. Kim milliyetçi, kim yurtsever, çözüm kime hizmet ediyor, kimi köleleştiriyor iyi anlayalım. O tarafa bir devlet verirken yükseltilen sloganlardaki cinlik ile Türkiye parçalanırken yükseltilen sloganlardaki cinlik ne anlatıyor iyi görelim. Büyük Türkiye mi, yani parçalanmamış Türkiye mi, yoksa parçalanmış, parçalanarak modern feodalleştirilmiş ve de kolay lokma olmuş Türkiye mi Kürt meselesini çözer iyi anlayalım. Ve hangisinde iki halkın kardeşliği tesis edilebilir bunu görelim. Bunlar hep asıl düşman ve hangi güçler sorusu ile bağlıdır ve bu soruya doğru cevap vererek çözülebilir. Diğer bir bağlantısı da, anayasa değişikliğidir. Ne istiyorlar? Demokrasi var diyorlar, varsa neden KHK lere hapsedildik. Parlamento ne işe yarıyor? Muhalefet ne işe yarıyor? Sidik yarışına mı, milleti akşamları ajansları dinlerken eğlendirmeye mi? gerçek muhalefet nerdedir buna bakalım? Anayasa değişikliği yönetici sınıfların ikna edilmesine yönelik bir anlaşma olacak. Bu antlaşma için halka emekçilere kimsenin bir şey sorduğu yok. Sorsa bile satılmış, patron olmuş sendika temsilcilerine, işçi liderlerine soracaklar onlar ise çoktandır hep "EVET" modundalar. Sonunda da Milletvekili oluyorlar. Öyleyse anayasa değişikliğine emekçiler için, halk için ihtiyaç yoktur. Demokrasiyi ise 12 Eylül rejimi ki, hâlâ devam ediyor, en dibe gömdü, bunca zamandır oradan çıkarılamayan demokrasiyi son maddeleri değiştirilmeye çalışılan 12 Eylül rejiminin anayasası mı çıkartacak? Demokrasi, ancak ve ancak gerçek demokrasi güçlerinin gerçek bir demokrasi için mücadelesi ile olur. Bu burjuva sınırda bile olsa işçilerin, emekçilerin, bütün halkın yani YÖNETİLEN SINIF VE KATMANLARIN kıyasıya mücadelesi ile dipten çıkartılıp yerine konulabilir. Henüz bunu dibe gönderenlerin ve onların devamı olanların ayırdında olmayan bu kitleler bunu yani demokrasiyi dipten çıkarmayı, nasıl yapacak? Bunu yapamamaları için önlerinde ne kadar sahte sol gömlekli var biliyor musunuz bunu da düşünün. Öyleyse hepsi bir oyunun parçalarıdır ve bu oyun ancak emek sürecinden yükselen çelişkilerin üzerindeki örtüleri parçalayarak, bütün çelişkileri bu çelişki ile birleştirerek bozulabilir ve bunun anlamı antiemperyalist, antikapitalist ama sosyalist iktidar hedefli bir halk devrimidir bunun için hangi güçler çeperlere birikti, hangi güçler merkezde çeperdekileri ikna edemiyor bunu çözmek elzemdir. Bu sorunu çözmek ve üzerindeki sis bulutunu tümüyle dağıtmak için şartlar hızla elverişli hale gelmektedir. Tek eksik var, o da emperyalizmin, tekellerin ve elbette devam eden 12 Eylül rejiminin kitleler üzerindeki ama daha çok onların önünde gibi duran sol tandanslı aydınlar, işçi liderleri, dürüst namuslu sendikacılar, kadınlar, emekliler, gençler velhasıl çeperdekilerle merkezde birikenler arasında köprü kurma tarihsel göreviyle yüz yüze olanlar üzerindeki ideolojik hegemonyayı şiddetli bir ideolojik mücadele ile kırmak gerekmektedir. Ondan sonra çeperdekiler hem daha kararlı ve hem de kaba öfkesini o denli sınıf kini ile değiştirerek, merkezdekiler ise daha bilinçli, daha hünerli bir hamle ile aynı eksende birleşebilirler. Sonrası provokasyonlar tuzla buz, oyunlar paçavra ve halkın iradesi, işçi ve emekçilerin ve onların öncülerinin, aydınların, gençlerin, kadınların, emeklilerin, işsiz işçilerin hünerli politik gücü ile asıl düşmanı tarihe gömecektir. Merak etmeyin ondan sonra sosyalist iktidar ile mesafe bir adım kalacaktır.
Evet, dostum, işte yukarıya asılan slogan veya bir parti üretiyorsa tarihe geçecek şiar, buraya kadar anlattıklarımı içermeli ve bir okuyuşta kitlelerin bilincine olmasa da dikkatine akıtabilmeli, kitleler bir kere haykırdıktan sonra ise, bütün bu dediklerime adım atmasını sağlayabilmelidir.
Fikret Uzun
18 Kasım 2011

13 Kasım 2011 Pazar

EMPERYALİZMİN YDDSİ SOMALİ MİSLİDİR



ABD-AB emperyalizmi, bütün dünyayı SOMALİ misli yapmak istiyor, sadaka dağıtarak hem hayırsever olacaktır ve hem de bu daha ucuz ve daha az risklidir. Dikkatinizi çekmedi mi, Yunanistan’ın borçlarının yarısı silinirken, bir o kadar da borç veriliyor ki, bu rakamlar milyon dolar değil, milyar dolar ve çift hanelidir Somali gibi ülkelere yapılan yardım, bunun yanında çerez parası gibidir. Hani geçenlerde, hatırlayın, KARAMEHMET yani Çukurova grubu, enerji ihalesinden çekilmişti, çift haneli milyon dolarlık teminatı yakıverdi, böyle kim bilir kaç teminat yanmıştır ki bunlar Somali’ye yapılan yardımları sollamaktadır. İşte emperyalistlerin YENİDÜNYA DÜZENİ hayalinde SOMALİ misli kölelik ve açlık cumhuriyetleri vardır. Emperyalizm boşuna KOZMOPOLİTİZM silahına sarılmadı, boşuna sahte solcular İŞÇİLERİN VATANI YOKTUR gevelemiyor, sanki bu güne kadar MANİFESTO konuşurlarmış gibi. Boşuna ÖCALAN Türkiye’yi bir çırpıda 25 parçaya bölmedi. Düşünün Türkiye 25 parça olursa, KÜRT DEVLETİ neden tek parça olmayı planlamaktadır Suriye kaç parça olmak istenmektedir, Libya kaç parça olacak, Irak’ı biliyoruz kaç parçadır, İran var, Mısır var, Yemen var Sudan da parçalandı. Yani sözün özü, ABD-AB Somalilersiz yapamaz bundan sonra. 100 milyon dolar her ay verir besler ama doğal zenginlikleri talan etmeye devam eder, öte yandan sistemini kurtarmak için dara düşen büyük zenginlerini kurtarmak üzere Somali’ye verdiği sadakanın yüz mislini büyük zenginlere dağıtır, nasıl mı? Karşılığı olmayan BONOları başka emperyalistlere satar ve bunu hiç ödememek üzere yapar ama sistemini korur, koruya koruya çukura gömülüyordur ama bu yeterince ciddiye alınmadığı için ve hâlâ en büyük hükümdar sıfatıyla bakıldığı için Emperyalist ABD ve AB çukura gömülürken, tarihin ilerleme çizgisinin mantığı gereği ve teorik olarak bu çukurda emperyalizmin üzerini örtecek olanlar, onunla birlikte aynı çukura sürüklenmektedir.
Ve hiç kimse, Somali’nin bu hale nasıl düşürüldüğünü ve böyle giderse, daha birinci savaşta dünyanın paylaşılmadık yerini bırakmamış olan emperyalistlerin hiç doymayan karnının doyması için, başka dünya olmadığına göre, aynı sömürgelerinde aynı ezilenleri ve sömürülenleri daha fazla ezmek ve daha fazla sömürmek zorunda olduğundan, dünyanın çok daha fazla coğrafyasında SOMALİLER yaratacaktır.
Bu işin eskiye göre kavgasız gürültüsüz kotarılması daha kolaydır ve ama yine de bu işin sonu kendi aralarında kavgaya tutuşmak olacaktır ki, bunu geciktiren, ABD-AB emperyalizminin en sinsi yöntemlerle ve KURBAĞA misli kaynatarak kitleleri kendi köleliğine mahkûm edilişinde sessiz kılabilmesidir. Ama ne deriz; ETRAFTA YAPRAK KIMILDAMIYOR, BU HAYRA ALAMET DEĞİL !" ve evet gerçekten değil, sanki insanlar sustu, toprağın altı kabarma biriktiriyor. FRANSIZ DEVRİMLERİ de böyle bir ön gün yaşamıştır, RUSYA devrimi de aynı biçimde sessizliğin içinden gürleyerek bütün sesleri bastırmıştır. Fransız devriminin bir gün öncesinde, Kronikçilerin düştükleri not "BUGÜN DE AYNI GÜN AMA BİRAZ FAZLA SESSİZ !" olmuştur. Rusya'da şubat devrimi patlamadan önce de aynı sesizlik vardı ve Şubat devriminin sesi duyulduktan sonra devrimciler sahaya indi ve kitlelerin arasına karıştı. Sessizlik içinde çeperlere savrularak ses biriktiren kitleleri çeperlerden merkeze ve aynı noktaya ve aynı çizgiye çekmesini bildi. Bu gün Türkiye de ve hatta bütün bölgede bu sessizlik ziyadesiyle fazladır. Ve inanıyorum ki, bu bölge SOMALİye çevrilmeden sessizliği yırtarak, çeperlerden merkeze akın edecektir. Yeter ki o zaman herkesin, yani akıl taşıyan herkesin, fenerleri elinde olur. Yani GÜNÜN KALBİ bu topraklarda ve elbette bu toprakların bulunduğu geniş coğrafyada atmakta, kitlelerdeki antiemperyalizm ve antisiyonizm duruşu, hangi manipülasyon kotarılırsa kotarılsın söndürülememektedir. En emperyalizm yanlısı MÜSLÜMAN KARDEŞLER bile pratikte BOP için çalışırken, söylemlerinde ANTİ-AMERİKANCILIK ve ANTİ-SİYONİZM eksik olmamaktadır. Ve o günün,”Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” misli, gelmek için çeperlerde birikmekte olduğu görülmekte, göremeyenler duyumsamaktadır. UMARIM O GÜN GELDİĞİNDE FENERSİZ KALMAYIZ...

Son notum, Emperyalizmden hâlâ SAMİMİYET bekleyenlerin artık bu ham hayallerden vazgeçmelerini, bu beklentilerine yansıyan bir adım ileri, iki adım geri hamlelerini, hep ileri ve hatta hücum temposunda ileriye doğru atmalarını öneririm. Eğer bunda zorlanıyorlarsa, iki önerim var, birincisi, kütüphanelerine Kapitalizmin kara kitabını edinmeleri; ikincisi ise, KÖPEĞE HOŞT demekle HOŞTUNUZ KÖPEK EFENDİ demek arasında söylem açısından fark yoktur ama köpek HOŞTUNUZ KÖPEK EFENDİ diyerek uzaklaştırılamaz, yapacağından geri durdurulamaz. Bunun için ağız dolusu ve dimdik ayakta adıımlar geriye basmadan HOŞT demek gerektiğini düşünmeleridir.
Kapitalizmin bu güne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır ve bu güne kadar süren samimiyet sorgulaması bundan sonra da devam eder ve ayaklar bir türlü hep ileri yürütülemezse, köpekler artık ne HOŞT a prim verir, ne de HOŞTUNUZ KÖPEK EFENDİ nezaketine. Böylece yapacaklarını, daha önce yaptıkları misli yapmaya devam eder.

Yani dediklerimin özetinin özeti, emperyalist kapitalizm ile mi mücadele ediliyor, bu sosyalist iktidar adına mı yapılıyor, öyleyse kapitalizm nedir, ne yapıyor ve ne yapmaya devam edeceği belli olduğuna göre, malum olanı temcit pilavı gibi, tespit yarışı misli tekrarlamaktan ve onların samimi olmadıklarının sorgulanması ile vakit kaybetmekten vazgeçilmeli, ideolojik mücadele sertleştirilmelidir.
İdeolojik - politik mücadele, savunma dozunda ve hele bir adım ileri iki adım geri durgunluğunda yürütülürse, ortada yürüyen bir şey yoktur ki, yoksa en iyimser bakışla yerinde sayma vardır ama bu da gerilemedir ki, bu ölüm demektir. Emperyalizmin düşmanını bu şekilde öldürmesi onun en sinsi yöntemlerindendir ancak ve ne ki, bu sinsiliği, düşmanının içindeki asistanları olmadan kotaramaz.

Özetin özeti budur ve buradan bile çıkartılması gereken bir sonuç vardır, demek ki Somaliler olmaması için, dünyadan emperyalizmin dolayısıyla kapitalizmin kökünün kazınması gereklidir, bu da ancak ve ancak en sert şekilde ideolojik-politik mücadele ile mümkündür ve her alanda...
Fikret Uzun
13 Kasım 2011

12 Kasım 2011 Cumartesi

"EN GÜZEL GÜN İÇİN" SON KAVGA

EN GÜZEL GÜN İÇİN SON KAVGA
BOP, kapitalizmin çöküşten kurtuluşunu sonsuza kadar mümkün kılma çabasının ve bu anlamda belki de son şansını kullanmasının ifadesi olan YDD nin parolası oluyor. Burada emperyalist kapitalizm başarılı olursa saldırılarını başka bölgelere kaydıracaklardır. Sırada şimdi uykuya yatırdıkları Latin Amerika var ve görüldüğü üzere, her tarafa yetişemiyorlar. Bu bölgede başarırlarsa, azgın köpekler misli saldırılarını o tarafa yöneltecekler. O nedenle BOP’u ciddiye alıp, Kapitalizmin oyunlarının bozulması için biraz akıl çalıştırmak gerekiyor. O nedenle de aklımıza sahip çıkmak gerekiyor. Yani başkasına ipotekli akıllarla bu oyunlar bozulmaz. Dolayısıyla kapitalizmi çöküşe götüren krizlerinde, kapitalistlerin bir bölümü ama büyük bir bölümü çökerken, küçücük bir bölümü ise daha da güçlenir ve azgınlığı, fütursuzluğu, sinsiliği de o denli artar. Böylece kapitalizm çökmekten kurtulur ama asıl kurtulan ve daha da avantajlı duruma gelen en büyük zenginlerdir. Bunun anlamı kapitalizmin çöküşten kurtulmadığıdır. Öyleyse olan nedir, öncesini hatırlamıyorum, ama hafızamda sıcak izleri olan bir on yıllık süreçte, kapitalizm çöküşünü, tarihin gerisine dönerek geciktiriyor yönlü bir fikir birliği olduğunu hatırlıyorum. Tıpkı Fransız burjuva devrimlerinde sınıf olarak dizginleri alan burjuvazinin, kendi yarattığı karşıtına karşı, feodal beylerle, soylularla işbirliği yapması gibi, şimdi de ortaçağa dönüş tüneli kazıyor. Bu tüneli kazarken, tünelin öbür ucuna gidene kadar kölelerini de oluşturuyor. Hem de "DEMOKRASİ" diye diye, SELF DETERMİNASYON" diye diye, kitleleri gönüllü köle olmaya hapsediyor. Tabii, solda görünen, halkın içinde sanılan sahtekârlar olmasa bunu başaramazdı. Ve şimdiye kadar olandan kat be kat fazla sahtekârlık dinamiği üretildi. Bununla birlikte, dinci akımların marifeti de en az o kadar önemli. Bunun için her türlü ideolojik saldırı mekanizması işletilirken, düşmanın adresi de değiştiriliyor, emperyalizm böylece düşmanlarını kendine yandaş yaparken, düşmanların bir bölümünü de kendi arasında kırdırıyor. Evet, emperyalist kapitalizmin BOP çaresi, bir ihtiyacın tezahürüdür, bu da bundan sonra, dizüstü yaşayanlar ayakları üzerine kalkamazsa, kaldırılamazsa, küçük, küçük köle cumhuriyetleri üzerinde yersiz yurtsuz, kişiliksiz, köleliğinden mutlu olan küçük insanların oluşturduğu toplumlar çağı yaşanacak demektir. Bu pek muhtemel görünmese de, tarihin ilerleme çizgisi açısından bir sapma olarak görünse de, bir süreliğine emperyalist kapitalistler bunda başarılı olabilir ve bu son çareleridir.
Ama yanı başında, başka bir son çare daha var, bu, çaresizliğini yaşayan, bunu diz üstünde durarak yaşayan, dizüstü durduğu için, çaresizliğinin müsebbibi olanları dev gibi gören ezilen ve sömürülen, insanlığından edilen halk kitlelerinin önünde duran çaredir. Bunun için bu kitlelerin ayağa kalkabileceğini düşünmesi değil, ayağa kalkması ve dizüstü durmalarına neden olan o dev gibi görünenlerin dev olmadığını görmeleri gerekmektedir. İşte püf noktası buradadır ve bunu gösterecek olan daha çok emperyalist kapitalizmin kendisi olacaktır.
Rusya’da Çarı Allah olarak gören yoksul kitleler, yenilmez olarak gören, köylü devrimciler, Japonların Rusya’yı yenilgiye uğratması ile Çarın yenilebilir olduğunu ve Allah olmadığını görmüşlerdir ve bunun sonucudur ki,1905 devrimi patlak vermiş, devrimlerin önü alınamamıştır. Ve hepsinde aynı hikâyeyi görüyoruz.
Sözün özü her çaresizlik, çaresi ile birlikte vardır. Çünkü her çaresizlik, çaresini de üretir. Burjuvazi devrimini gerçekleştirmek için, işçilerden, yoksul kitlelerden, soylulara, toprak sahiplerine, kiliseye kin besleyen kitlelerin öfkesinden ve gücünden yararlanmış ama iktidarını sağlamlaştırınca, bu güçleri ki onları da kendi devrimine katarak ve sonrasında sömürmek üzere bizzat kendisi yaratmıştır. Dolayısıyla, ezilen, sömürülenlerin kurtuluşu feodalizmde gerçek anlamda mümkün değilken, burjuva düzeni ile bu çarenin başkahramanı olacak olan işçi sınıfı ve bağlaşıkları bizzat kapitalizmin kendisi tarafından büyütülmüştür. İşte bu güç karşısında, o zaman bu güne göre daha güçsüz ve bilinçsiz olan ama daha çok deneyimsiz olan işçi sınıfını hem gaddarca ezerek ve hem de iktidarını sağlamlaştırmak için, bu saldırısında yendiği sınıfla işbirliğine girmekten, hatta yer yer iktidarı onunla paylaşmaktan veya ona teslim etmekten çekinmemiştir. Ama bu uzun sürmemiş, işçi sınıfı hem kendi düzenini kurmuş, hem de o düzenden daha iyi olduğunu göstermek için kapitalizm esnemiş de esnemiştir. Şimdi o noktadayız ve tarihte önemli olaylar iki kez olur önermesini hatırlayarak, bu önermedeki komediyi kapitalistlere yaşatmak için, ama daha önemlisi bu komediye rağmen, ezilen ve sömürülen kitlelerin trajedi yaşamasını engellemek için, çareye sıkı sıkı sarılmak ve onu, kapitalistlerin çaresizliğine döndürmenin hünerini göstermek gerekmektedir. Bu da akıl ile olacak bir şeydir. Akılla baktığımızda ise, hem çareyi görürüz, hem de bu çarede kümelenecek güçleri ve hem de bu çarenin önünü tıkamak isteyen çaresizlerin asıl adresini. O adres ise ABD-AB emperyalizmi ve onun bilumum işbirlikçileridir. Hepsi BOP içinde karargâh tutmuş korkudan tir tir titremekte ama bu korkularından kurtulmak için, bir "DEMOKRASİ" illüzyonuna hapsettiği kitleleri korkutmaya çalışmaktadır. Korku çift taraflıdır, her türlü zoru kullanması yanında, Allahı da devreye sokarak korkuyu artırırken, çareyi de "CENNET" e ötelemektedir.
ÖYLEYSE DÜŞMANIN ADRESİ HİÇ DE KARMAŞIK DEĞİLDİR. EMPERYALİZM, DİNSEL GERİCİLİKTİR, EMPERYALİZM, KOZMOPOLİTİZMDİR, ÖYLEYSE EMPERYALİZM ÇARESİZLİĞİNİN ZİRVESİNDEDİR. ONU ÇARESİZLİĞİNE GÖMMEK İSE AN MESELESİDİR ve şair dostumuzun, hocamızın dediği gibi, EN GÜZEL GÜN çok da uzak değildir. Yeter ki güçleri ve hedefleri iyi tasnif edelim, yeter ki, bu bölgede ABD-AB emperyalizminin ve işbirlikçilerinin yenilmez olmadığını bu bölgenin emperyalizme öteden beri, farkında olmasalar bile, sınıfsal bir öfke içinde olan halklarının görmesi için her türlü olanağı değerlendirerek emperyalist oyunları teşhir edebilelim, (sonrası zaten Afganistan da ve Irak’ta olduğu gibi ABD’nin hezimeti olacaktır), böylece ve EN GÜZEL GÜN İÇİN* ezilen, sömürülen kitlelere asıl düşmanın adresini net olarak gösterelim. Kapitalizm çoktandır çöküyor ve bu son çöküşü olacak, çünkü çöke çöke kurtuluşunu en diplere taşımıştır, bu son çöküşü ile düştüğü çukurdan kolay kolay çıkamayacaktır. İşte size bir SON KAVGA öyküsü ki, bu gün DÜŞ ise, yarın GERÇEK olacak bir öyküdür. Değerli hocama paylaşımı için şükranlarımı gönderirken saygılar sunuyorum.
Fikret Uzun
12 Kasım 2011
*En Güzel Gün İçin, Evin Okçuoğlu (Kora Yayın, 2011, şiir, 125 sayfa)

5 Kasım 2011 Cumartesi

ANAYASACI KOMÜNİSTLER

ANAYASACI KOMÜNİSTLER
Komünistlikten, "özgür komünist"liğe, "özgür komünist”likten, anayasacı komünistliğe giden yol pek de uzun değilmiş. Bu yolu şekillendiren ve bu günkü noktasına getiren koşullar her ne olursa olsun, yolun başındaki duruş ile bugünü ihtiva eden yolun sonundaki duruşun, zıt gibi görünmesine aldanmamak gerekiyor. Yüzeyde görünenler aldatıcıdır ama derine bakmasını bilenler göreceklerdir ki, bu yolun başındaki duruş ne ise, bu günkü duruş da aynı çizgiyi gösteriyor. Dün bunu görememek, bu gün de görülemeyeceğinin garantisi değildir, aksine, dün Komünist görünüp, Kemalizm’in, o anlamda resmi ideolojinin yani burjuva ideolojisinin sosyalist hareket içindeki ve hatta tepesindeki aktörleri, şimdi bu günkü resmi ideolojinin, tekelci burjuvazinin ve onun ayrılmaz bütünleyicisi olan emperyalizmin ideolojik hegemonyasını yerleştirmek için, bu günkü şartlarda tekellere, emperyalizme ne gerekiyorsa (ağırlıklı olarak anti-Kemalizm gerektiği görülmektedir) o doğrultuda görev yapmak için, dünkü çift inançlılığını koruyarak, bu gün komünist, hem de "özgür komünist" görünmeyi ihmal etmeden, AKP yi demokratik bir zemine, karşısında olan bütün ideolojik, politik yaklaşımları ise, tam tersi bir çizgiye, faşist diktatorya çizgisine yerleştirmeyi kabul ettirmek için sol içinde çalışan aktörleri konumundadırlar.
Dün hangi noktada iseler, bu gün de aynı noktada olduklarının açıklıkla görüldüğüne inanıyorum. Ama dediğim gibi, bu açıklığa bakmazsak, gözlerimizi hep karanlığa bakma alışkanlığından kurtaramazsak, görmek gerekeni değil, gösterilmek isteneni görebiliriz; karanlığa bakıldığında, ancak bize gösterilmek istenenleri görebiliriz ki, bu da illüzyondan başka bir şey değildir. Bu illüzyonu yırtmak, ancak ve ancak bilimsel bakarak, ideolojik netlikle, teorik olarak ve elbette sınıfsal bakarak mümkündür. İllüzyon yırtıldığında, karanlık ta dağılacaktır, ardındaki görünmeyen açıklık da bütün çıplaklığı ile görülecektir.
Dünün, komünist gömleklileri, şimdinin "özgür komünistleri", eğer anayasacı komünist gömleği giydilerse, yolun başından itibaren, nesnel gerçekliği karanlıkla örtme çabalarına devam ediyorlar demektir. Bu dinamiğin, önemli oranda taban bulması ise, daha yolun başından itibaren örgütlü bir çabanın mevcudiyetini göstermektedir. Bu çabalara yataklık olgusunu, Ekim devriminin kapitalist dünyaya yaydığı korkunun tezahürü olarak, bu korkunun pratik olarak baş gösterdiği andan itibaren, komünist hareketi içinden eritme ve kendine bağlama politikalarının sinsiliğinde aramak gerekir. Sadece, TKPnin en tepesine oturmuş olan Vedat Nedim Tör'ün, küçük bir fiske niteliğindeki, komünistlere saldırı ihtimalini görerek, gönüllü bir şekilde, kendisini ve dava arkadaşlarını polise teslim etmesi ve burjuvazinin gündeminde hiç de komünist avı olmadığı halde, birçok komünist yanında, aydınların da aylarca zindana düşmesinde ve komünist hareketin dağılması yanında, güvensizlik tohumlarının ekilmesinde ve elbette daha da önemlisi, komünist hareketi resmi ideolojiye yakınlaştırmada etken olması, sonunda da asıl yerine yani Kemalizm’in ideolojik düzlemine ricat etmesi, onunla birlikte başka TKP kadrolarının da Kemalist ideolojiyi yaymak ve komünist hareketin önüne koymak, komünist hareketi, Kemalist ideolojinin sınıfsal yaklaşımıyla bulandırmak ve kuyruğuna takmak için örgütlü bir çaba içine girmesi bile, bu sinsiliğin döl yatağını ve bu günlere gelirken nasıl büyüdüğünü, nasıl örgütlü hale geldiğini göstermeye yeter. Bu olgu, çift inançlılığı, emperyalizmin bir savunma mekanizması olarak görmemize işaret etmektedir ve bu güne kadar bu sinsiliğin devam ettiğini görmemizin, bu mekanizmayı tersine, emperyalizmin kendisine çevirmenin mekanizmasını ortaya çıkaracağı açıktır. Benim yaptığım da bundan ibaret olup, gördüklerimi göstermekten başkaca yaptığım bir şey olduğu söylenemez.
Bu girişi neden yaptım; bu giriş, benim de içinde olduğum bir hareketten arta kalan kimi eski TKP li komünist, daha sonra TBKPli komünist ve hemen akabinde "özgür komünist",sonra da hepsini çöpe atıp, Liberal komünist, ardından da (herhalde yolun sonunda olduklarını hissetmelerinin tezahürü olsa gerek) AKP nin anayasa manevrasına destek vermeyi üzerlerine vazife edinen ANAYASACI "KOMÜNİST" ler olarak canhıraş bir çaba içine girmelerindeki kodlara dikkat çekmeyi kendime vazife addettiğim içindir. Bunu, sadece tarihe not düşmek için, gelecek kuşaklara, Türkiye’nin komünistlerinin komünist olduktan itibaren, artık komünist öleceklerini, istisnai durumların bunu etkilemeyeceğini, ama komünistlikten, hem de komünist gözükmeyi ihmal etmeden, vazgeçmenin özel bir çabanın, bir görevin yansımasının, bu görevle adeta beşik kertmesi yapılmış olmasının, son tahlilde aslına dönmesinin yansıması olduğunu ve hiçbiri zaman komünist olmadıklarını (olamadıklarını değil) bu gün olmazsa yarın görmeleri için, komünist kalanların, sorumluluklarını yerine getirdiğini ve getirmesi gerektiğini göstermek için yapıyorum. Başkaca bir tetikleyen, teşvik eden etmen yoktur. Tek etmen, bir kere komünist olanların, komünistlikten vazgeçmelerinin, istisnai durumlar hariç, mümkün olmadığını gösterecek olan tarihsel sorumluluk bilincidir. Bu bilinçten uzaklaşmamış olanların, bu bilinci hep diğer yüzüne asıp, gerçek yüzündeki karanlığı saklayanlardan çok daha fazla ve çok daha yürekli olduğunu ve de yürekliliğinde nesnelliğe olan inancı olduğunu göstermek, bu tarihsel sorumluluğu bu bilinçten uzaklaşmamış olanlara hatırlatmak içindir.
"halklarımızın talebi bu baskici cagdisi anayasadan kurtulmaktir. " ,"Ulkede yasayan tum insanlarin, etnik ve kulturel ayrim yapilmaksizin temel hak ve ozgurluklerin, sosyal adaletin kurulmasinin onunu acan bir anayasa hepimizin istemidir.Asker ve Yargi vesayetinden kurtulmus,sivil demokratik bir anayasa hepimizin en onemli ozlemi ve talebidir.Bu nedenle en genis cevrelerle birlikte hareket etmenin demokrasiyi kazanmada da onemini biliyorum. Ancak; 1.AKP nin yukarida saydigim ozellikleri tasiyan kapsayicilikta olmadigini goruyorum. 2. Demokrasinin olmazsa olmaz kosulu katilımcilik anlayisindan uzak oldugudur. 3. Bu anlayisin ozgurlukcu esitlikci ve demokratik bir anayasnin ileride onunu kesebilecegi kaygisini tasiyorum.",
"Elbette simdilik bu degisikliklerin bile gundeme gelmesinin yeterli olduguda dusunebilir. Ama ben, Ben Yaptim Oldu anlayisini icime sindiremiyorum............... soyledigi gibi, Nabi lerin(N.Yağcı) geldigi donemde Refah Partisiyle BİRLİKTE,ORTAK isler yaptik.Bir davet icin ,..........ile Kocaeli R.P.ziyaret edip sohbet ettik.A.Dilipak' i fuar Adimllar temsilciliginde soylesi icin konuk ettik .Ayrica yine 141,142 ve 163. maddelerin ceza yasasindan cikarilmasi icin Turkiye genelinde bu muhafazakar veya liberal islamcilarla ortak toplantilar yapildigini iyi animsiyorum O nedenle anayasa degisikligini iceren toplantiyi onerdim.YİNE israrla soyluyorum.Bu toplanti mutlaka yapilmalidir. Hatemiler veya Hilal Kaplan katilsin ben kenardan izliyeyim."
Bu ifadeler, iyi niyetli bir kaygının ifadesi gibi görünse de, özünde, bu ifadelerin sahibinin, eski bir komünist olarak, hem de " özgür komünist" olmakla övünen bir komünist olarak, sınıfsal bakıştan, komünist duruştan ne kadar uzak olduğunu göstermeye yeter ama asıl konu bu değil, bu iyi niyetli kaygının yansıması gibi görünen ifadelerden, başka bir eski Komünistin, vazife çıkarması ve şimdi artık "özgür komünistlerin" yeni misyonunun AKPye cesaret vermek için destek olmak olduğunun örgütlü bir hal alması çabalarıdır.
Bu çabaya çağrı niteliğindeki aşağıdaki ifadeler ise, tarihsel bir itirafname gibidir, şöyle diyor itirafname de; "ortada bir kavga var ve bizler bu kavganin bir tarafiyiz. Ya olani biteni kenarda durup izleyecegiz. .. Ya da vesayet rejiminin duvarindan bir tugla daha cekilmesi icin AKP' ye cesaret verecegiz..." bu "özgür komünist", ANAYASACI KOMÜNİST liğine mantıksal kılıfını kavga üzerine ki, politik terminolojide bu kavga sınıf kavgasıdır, yerleştiriyor ve bu kavgadaki taraflılığın AKP yandaşlığı olması gerektiğini ve bunun da AKP nin de üstünde bir politik yaklaşımın gereği olduğunu, hatta sınıfsal olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Yani şimdi komünistlerin tarihsel görevi, bu "özgür komünist"e göre, AKP nin anayasa değişikliğini ne yapıp edip gerçekleştirmesi için, onu cesaretlendirmekten ibarettir. Komünistlerin başka bir görevi de, seçeneği de yoktur. Tabii komünistler, böylece AKP yi, egemen sınıfın yani tekelci burjuvazinin karşısında ve elbette bunun sonucu olarak da, emekçi sınıfların yanında görmeliler, dolayısıyla AKP nin yanında olmasalar da,(cesaret vermek için destek vermek yanında olmaktan sayılmıyor) egemen sınıflara karşı mücadelesinde onu emekçi sınıflar adına desteklemek bütün komünistlerin görevi sayılıyor. Aksine hareket edenler ise, komünistlikle ilgileri olmadığı gibi, en barbar gericilerdir, faşistlerdir. Buna her halde arkamızdan gelen kuşaklar üzülerek gülmek zorunda kalacaklardır. Ama sevinmeliler, çünkü bu yaklaşımlar, komünist olduktan sonra vazgeçmenin tezahürü değildir, hiçbir zaman komünist olmayanların, komünist hareket içinde şebekevari bir örgütlenme ile yığınsallaşmasının ve peşinden gelmeyenleri ya kılıçtan geçirmiş olmalarının, ya da burjuvaziye teslim etmiş olmalarının açığa çıkmasının tezahürüdür ki, artık tarihte bu tip çift inançlılık için hiç kimsenin döllenme yatakları bulamayacağının tarihsel koşullarında yaşıyoruz. Bizim kuşak bunu henüz göremese de, bizden sonrakiler, bütün çıplaklığı ile göreceklerdir.
En baştaki iyi niyetli gibi görünen ama sınıfsal bakıştan kilometrelerce uzak bir bakışla ifade edilen kaygılardan kendine vazife edinmiş bir başka "özgür komünist", AKP nin cesaretlenmesi için verdikleri desteği demokrasi ile bağlarken, bakın demokrasiye bakışını nasıl itiraf ediyor ki, bu bakış çok eskidir, komünistçe bakış olmaması bir yana, asgari sınıf bilinci taşıyanların bile bakamayacağı bir körlüğü ifade ediyor. Şöyle; "Biz farkli kesimlerden insanlari bir araya getirerek, demokrasi kulturunun olusumuna, karsilikli önyargilarin kirilmasina ve suren demokrasi mucadelesine katki yapiyoruz." diyor. Bu yaklaşım, her gün 24 saat demokrasiden söz edenlerin, gerçekte demokrasiye dair elle tutulur bir ipucu bile vermedikleri ama kendilerinden önceki demokrasi teorisyenlerinin, demokrasiyi bir moda yaklaşımı içersinde, bir kültürler toplamına indirgedikleri yaklaşımı ile uyumludur ki, bu yaklaşım burjuvazinin bile yaklaşmadığı ama şimdi eskimiş "özgür komünistlerin" cesaretlendirici yaklaşımı ile biçilmiş kaftan bularak yaklaştığı bir örtü vazifesi görmektedir. Yani, demokrasinin bir devlet durumu olduğu (ki bu, Marks tan beri böyle ifade edilir) ve diktatörlükle arasında çok ince bir çizgi olduğu böylece kolaylıkla örtülenecek, Çingene kültürü ile Ermeni kültürünün ve yanında çevre kültürünün, vesaire kültürlerin bir araya toplanmasını, dinler arası diyalog, kültürler arası diyalog, sınıflar arası diyalog vesaire diyalog dinamikleri ile demokrasi olarak göstermek kolaylaşacaktır.
Başka bir "özgür komünist" ise "Adı geçen isimler" i, isabetli ama yeterli bulmuyor, "ancak gelirlerse Fehmi Koru veya Ali Bayramoğlu gibi isimler de düşünülebilir. Ayrıca Murat Belge de olabilir."diyerek, cesaretlendirici desteğin çapını genişletmek gerektiğine vurguyu ihmal etmiyor.
Türkiye Komünist Partisine katılırken, onun bir komünist parti olduğuna inancım tamdı. Komünist olmanın onuru ise, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek denli anlamlı idi. TKP üyesi olmak, bu onuru kazanmış olmak demekti. Bu düşüncelerle ve inançla TKP üyesi olarak Türkiye’de sosyalist bir devrim için, işçi sınıfının iktidarı kazanması için mücadele ettiğime inanarak, bulunduğum örgütlerde, şimdi çapsızlığını netlikle görebildiğim kişilerin buyurduğu görevleri, öncesinde eleştirdiğim, sorguladığım, hatta yer yer yanlışlığını savunup ayak dirediğim halde sonuçta "parti kararıdır" diye, harfiyen yerine getirdim. Katılmadığım ve anlamadığım, bir komünist partisine ve onun politik yönlendirmesine uymadığını düşündüğüm çok konu vardı ve bu tavrım neticesinde, bulunduğum yerden parti kararı ile sürgüne gittim. Sürgüne gittiğimi, sürgün yerinde beni bekleyen parti görevlisinden öğrendim. Bu partili yoldaş, önyargılarını anlatmak, bana "burası geldiğin yere benzemez" demek ve muhtemelen bunları anlatmaya cesaret toplamak için, ya da efkârına ortak etmek için, bir meyhanede randevu vermişti. Ama sürgünde olduğumu bu randevuda anlatmadı. Oradan başka bir yere de sürgüne gitmedim, aksine Bulgaristan’daki dünya komünist gençlik toplantısına gönderilmem kararı alındı. Beni sürgünde bekleyen partili yoldaşın itirafı bu zamandadır. Her karara karşı çıkan, olur olmaz her şeyi eleştiren biri imişim ve beni adam ettirmek için ona göndermişler. Sonunda adam olmuştum ve adamlığım komünist gençlik festivaline delege seçilerek tescillenmiş ti. Ancak bu tescil, artık kararları eleştirmekten vazgeçtiğim için değildi, bu yaklaşımının bulunduğum yere canlılık ve örgütlülük getirmesinin inkâr edilemeyecek denli görülmesindendi. Oraya yani Bulgaristan’daki festivale, gidemedim, ama 12 Eylül faşist darbesi ile bulunduğum yeri bırakarak ve bir üst görevle görevlendirilerek, başka bir yere geçtim. Burada çürük çarıklar, partiden istifa etmişler dâhil, kalan hemen hemen bütün TKP üyeleri bana bağlanmıştı. O zamana kadar ki parti sekreterim, sekreterliği ile görevlendirildiğim yeni yerdeki komitede yardımcım olmuş, bana sekreter olacak kişi, başka bir ilden, muhtemelen, okulunu bitirip adam olmuş bir yeni yetme mezun olarak, ithal edilmişti. Ayrıca, İGD kapsamında da, illegale geçmek söz konusu idi ve o alanda da, bir sekreter ithal edilmişti.( şimdi hepsi tarih olmuş, AKP nin kapılarında dolaşan birer projeci olarak kendilerini kurtarmakla maluldürler.) Sonra, 12 EYLÜL'ün demir eli tepemize bindi( kadife eldivenli deniyordu ve artık eldiveni parçalanmıştı)Böylece dışarıdaki TKP serüveni bitti ve zindanda bir serüven başladı. O serüveni de ( tümüyle ayrı bir pratik ve derslerle yüklüdür ve zamanı gelince yeni kuşaklara aktarılacağından kuşku duyulmamalıdır. ) geride bırakarak, zindan karanlığından, demir kapıların tangırtısından ve ranzaların küflü, dar ortamından gün yüzüne çıktık. Asıl serüven yeni başlıyordu ve başladı. Bu gün geriye baktığımızda, tükettiğimizi gördüğümüz yıllar, o günlerde çok uzak bir mesafede görünüyordu ama görüldüğü gibi, yıllar çok çabuk geçmiş, serüven ise hiç başlamamış gibi devam etmektedir. Serüven, yani asıl serüven, işçi sınıfının, emekçi halkların serüveni, şimdi başlayacak gibi görünüyor. Buraya kadar geçen zaman da ve hâlâ, her yerde paradoks vardı ve paradoks devam ediyor. Şöyle de denilebilir, ak ile kara bir kardeşlik kurmuş, akı kara, karayı ak belletmenin dinamiğinde, ya karaları ak görmenin, ya da karalara gömülmenin illüzyonist baskısı hâkim kılınmış, adına demokrasi denmiş, hatta yetmemiş, ileri demokrasi denilerek, illüzyonun bile kafasını karıştırmış bir hegemonyanın esaretine kalın zincirlerle bağlanmışız.
"İleri demokrasi" TKP nin 12 Eylül öncesi en önemli şiarlarından biriydi. Bunun anlamı şu idi, Türkiye’de sosyalizme giderken iki aşama var, birincisi "ileri demokrasi",ondan sonra sosyalist devrim. Sosyalizmin ilk aşaması ileri demokrasi olunca, elbette Türkiye’de bir ileri olmayan demokrasinin varlığı da söz konusu idi ve dolayısıyla, sosyalist görevler, demokrasiyi ilerletmek olarak öne geçmişti. O zaman göremediğimiz, şimdi ise açıklıkla görünen odur ki, sosyalist iktidarın önüne demokrasi mücadelesini koyanlar ve demokrasiyi ilerlettikten sonra sosyalizme varılacağını bize inandıranlar, bu gün yine demokrasi mücadelesini sosyalist iktidar mücadelesinin önüne koymakta ama bu kez, demokrasiyi bir devlet durumu olmaktan çıkarıp, bir kültürler toplamına indirmekte ve dolayısıyla sosyalizme geçiş perspektifinden de tümüyle vazgeçtiklerini ilan etmektedirler. Ama ne hikmetse, kendilerini hâlâ komünist, hem de " özgür komünist" belletmek için her türlü trajikomik yaklaşımı ihmal etmemektedirler. Ağlasak mı, gülsek mi, yoksa "özgür komünist"tir ne dese yeridir deyip geçsek mi? karar vermek oldukça zor görünüyor. Ama zor değil, zorluk bu eski ve "özgür komünistlerin" hiçbir zaman komünist olmadığını görememektedir. KOMÜNİST OLMANIN ZOR ZANAAT OLDUĞUNU VE BİR KERE BU ZANAATI ALDIKTAN SONRA BU ZANAATIN KÖRELMEYECEĞİNİ BİLMEK, KARAR VERMEDEKİ BÜTÜN ZORLUKLARI AŞAN BİR GÜÇ DEMEKTİR.
Bize demokrasinin diğer yüzünün diktatörlük olduğu daha o zamanlarda öğretilmişti. O zaman da biliyor ve anlıyorduk ki, demokrasi de, tıpkı diktatörlük türünden bir devlet durumunun yansıması idi. Demokrasi de, diktatörlük de bir devlet zorunun uygulanış biçimini ya da uygulanamayış biçimini anlatıyordu. Diktatörlükte bu zorun uygulanması doğrudan ve hızlı oluyordu. Demokraside ise bir yavaşlık söz konusu idi. Ama demokrasi de, diktatörlük de eninde sonunda bir kontrol mekanizması idi.
Diktatörlük ne kadar doğrudan ve hızlı bir kontrol sistemi yaratıyorsa, demokrasi, o kadar kademeliliği ve yavaşlığı ifade ediyordu.
Devlet otoritesi, bütçesiyle, vergilendirmesiyle, polisiyle, çok yavaş yürüyordu ve devlet otoritesindeki boşluklara göz yumuluyordu. Bu boşluğun devlet otoritesini zora sokacak genişlikte ve kontrol sisteminin dışında kalması durumunda, devlet otoritesi bu boşlukları, kendi legalitesini aşarak yani kendi koyduğu kurallar ve kontroller sisteminden vazgeçerek kapatır ve devlet mekanizmasını doğrudan ve hızla çalıştırır. İşte bu, devlet zorunun, demokrasi durumundan diktatörlük durumuna geçişidir.
12 Eylül öncesi( tabii bir gün öncesinden söz etmiyorum), 70 li yıllar, devlet otoritesindeki bu boşlukların, başka ifade ile demokratik genişlemenin yoğun olduğu bir zaman dilimini gösteriyordu ve hali hazırdaki devlet aygıtı, zor, bu boşlukları, kontrol etse bile, kapatmaya muktedir olamıyordu.
Türkiye’nin, bu en demokratik ama bir o kadar da çatışmalı zaman kesitinde, sosyal hareketliliğin, dernek kuruluşunun, partileşmenin, gösteri ve yürüyüşlerin, grevlerin, tiyatroların, konferansların, dergilerin, gazetelerin, kitapların, çevirilerin yaratıcı ürünlerin en çok olduğu bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin zoru, devlet otoritesi, bu demokratik genişlikle yenişemiyor ve otoritesini, her türlü karanlık hamlelerine rağmen, doğrudan ve hızla uygulayamıyordu.
Oysa Türkiye’de bir kalkınma hamlesi vardı ve ekonomik kalkınma, burjuva ekonomi politiğine göre, yavaşlığın ifadesi olan demokrasi ile bağdaşamazdı dolayısıyla ekonomik kalkınmanın uygulamaya konulması için, devlet zorunu bir plan dâhilinde hızlı ve doğrudan uygulamak gerekiyordu. Yavaşlığı nedeniyle ekonomik kalkınma programını frenleyen demokrasinin frenlenmesi, boşlukların kapatılması ve hızla ve de doğrudan devlet otoritesinin uygulanması gerekiyordu. 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kararlarının uygulanmasında, var olan demokratik genişlik engel idi ve bu engel, devlet otoritesini hızlı ve doğrudan işletmek üzere, 12 Eylülü getirdi ki,12 Eylülden sonraki yıllarda büyük kalkınma gözlenmiş ama tarihinin en kanlı, en acımasız diktatörlüğünü, hem de uzun ve hatta hâlâ sürerek, Türkiye’ye ye yerleştirmişti. Artık her yerde hız ve doğrudan müdahale vardı ve hâlâ var olmaya devam ediyor.
Bu, burjuva demokrasisinin, kendi legalitesinden vazgeçmesi yani burjuva hukuku çerçevesinde kendi koyduğu kurallarından vazgeçmesi yani kuvvetler ayrılığından vazgeçerek, hepsini tek elde toplaması demekti. Hız ve doğrudan zor uygulaması, ancak böyle mümkün oluyordu ve böyle olmaya devam etmektedir.
Bu aynı zamanda şunu da açıklıkla, dün olmasa da, bu gün gösteriyor; bu, kapitalizmin gelişmesine dayalı ilerleme yaklaşımının, dolayısıyla bu yaklaşım gereği sosyalist iktidarın önüne demokrasi seçeneğini koymanın, başka ifade ile demokratik genişlik sağlayarak ve sağlayana kadar sosyalist görevleri dondurmak suretiyle sosyalizme geçmenin, teorik olarak da, tarihsel olarak da, mümkün olamadığıydı. Ve görüldüğü gibi hâlâ olamıyor.
İki tarihsel örnek ve birbirine zıt örnek, ikisi de bunu doğrulamakta ve bu gün, ideolojik mücadelenin, burjuvazinin ideolojik saldırısının merkezinde bu iki örnekten çıkan doğrulanma vardır. Birinci örnek Lenin’den geliyor ve onun geçmişte demokrasiye nerdeyse kutsal bir ton veren yaklaşımından tümüyle koptuğu ve demokratik programların yerine, başka bir ifade ile iktidarın, burjuva demokratik görevleri tamamlaması ve bu aşamada ve ondan sonra proletaryanın sosyalist iktidara hazırlanması yerine, Lenin’in Nisan tezlerinde somutlaşan, sosyalist iktidar hedefini koymasındadır ve bu hedef gerçekleşmiştir. (70 yıl sonra yıkılması bu gerçekliği inkâr ettirmez, bu olsa olsa, artık bir SOL MARKSİZME, yani sağ kalıntılarından arınmış bir Marksizm’e ihtiyaç olduğunu gösterir.)
İkinci örnek, Sosyalizmi "demokratik genişletme" kategorisine indiren Fransız Komünistlerinin ,"kuşatma " programıdır. Bu programla (sosyalistlerin ve komünistlerin ortak programı) oluşturduğu ortak güç, iktidara gelecek, demokrasinin önünde engel olarak görülen büyük işlemeleri dağıtacak ve tekelleri kuşatarak, demokratik genişlemeyi sağlayacaklar, sonrada sosyalizme tere yağdan kıl çeker gibi geçeceklerdi. Fransa gibi kapitalizmin ileri bir gelişmişlik düzeyi taşıyan coğrafyasında, komünistler ve sosyalistler bir araya geliyor, ortak bir programla güç yaratıyor ve iktidara -hem de kısa sürede iki kez-geliyorlar ama bir türlü sosyalizme geçmedikleri gibi, hatta tekelleri de kuşatmadıkları gibi, programlarını da unutup, tekellere stepne oluyorlar.
Başka örnekler de var, özü aynıdır, demokratik programlara aşırı bir gereklilik yükleyen yani aşamalı devrim teorilerine sıkı sıkıya sarılan ama her fırsatta bunun sosyalist devrim için gerekli olduğunu, asıl amacın sosyalizm olduğunu vurgulayan, bunun için çeşitli teoriler ve politikalar üreten parti ve örgütler Türkiye’de de kendini gösterdi.
TKP-TBKP bunlardan biridir. TİP ile birleşip, TBKP olmadan önce TKP’nin programını hepimiz biliyoruz, UDC ve İLERİ DEMOKRASİ programı, hem de, DİSK-MADEN-İŞ -Kemal TÜRKLER eliyle Türkiye sosyalist hareketine ilan edilmişti ve broşüründen aklımda kalan en önemli nokta, bizzat Kemal Türklerin ağzından, UDC nin başköşesine CHP nin konulması, TİP, TSİP gibi parti ve örgütlerin ise, isterseler katılabilecekleri söylemi idi. Aynı Fransız komünistlerinin dillendirdiği gibi, bu programla tekeller kuşatılacak, demokratik görevler çözülecek ve ardından sosyalizme geçilecekti. Fransız yoldaşlar, iktidara da gelmiş ama iktidarda burjuvaziyle empati kurmuş, ortak programlarını unutmuştur. İktidardan düşüp, ikinci kez gelseler de sonuç değişmemiştir. TKP nin İLERİ DEMOKRASİ programı ile Sosyalizm aşamasına geçme politikası,12 Eylülle kesintiye uğramış, dün demokratik genişlik, burjuvazi ile yenişememe durumu yarattığı halde, sosyalist harekete önemli oranda demokratik sığınak noktaları, boşluklar bıraktığı halde, var olan bu demokrasi, İleri Demokrasiye götürülememişken,12 Eylülün korku imparatorluğu altında, diktatörlüğünü demokrasi illüzyonu ile rahatça konuşlandırması koşullarında, bu kez TBKP ye döndürülen TKP nin programında, tümüyle anakronik ama daha çok, TKP tabanından TBKP ye taban sağlamayı kolaylaştırmak için, kulakların alışık olduğu şiarları içeren programda kalmak demek olan, aynı yol haritasının resmi çiziliyordu.
"Bir dizi ara aşamadan sonra... Devrime demokratik yolla... Geniş bağlaşıklık ilişkisiyle, çoğunluğun kazanılmasıyla, politik demokrasi zemininde köklü dönüşümler için mücadele ederek; emperyalizmin ve tekellerin gücü sınırlanacak, işçi sınıfı ve emekçilerin konumları güçlendirilecek, böylece sosyalizme giden yol açılacak" tı. Yani TBKP, " devrimin bir iç savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaçlıyor" du.
ve politik akımlar sıralanarak, şöyle deniyordu; " ülkemizde tarihsel kökleri olan politik akımlar, komünist ve diğer devrimci sol akımlar, sosyal demokrat akım, Kemalist akım, anti-emperyalist çıkışlar yapan dinsel akım, burjuva demokrat akım ve Kürt ulusal demokrat akımı, Türkiye’deki rejime ve bu günkü egemen politikaya karşı muhalefet etmektedir." ve devamla," komünist akımı, diğer devrimci sol ve yeni sol akımlarla, kürt ulusal demokratik akım içindeki önde gelen güçlerle birleştiren önemli bir ortak temel, Marksizmin etkisidir" deniyordu.
Kemalizm’in,"ulusal kurtuluş mücadelesinin egemen akımı olarak ortaya çıktığını ve ayrışarak,1960 lı yıllardan bu yana, Kemalizm’e devrimci demokrat, sol bir anlayışla sahip çıkan aydın çevrenin, kemalizmi bu ruhla ve günün gereklerine uygun olarak geliştirmek istediğini, CHP nin devamı olan politik çizgiler içinde, aydınlar, öğretmenler, subay ve astsubaylar arasında, ulusal kurtuluşçu ve ulusal reformcu özellikleri derece derece öne çıkan bir Atatürkçü lük’ün, çoğu kez sosyal-demokrat ve burjuva demokrat öğelerle iç içe geçmiş olarak etkisini göstermekte olduğunu " belirttikten sonra, " öte yandan, günümüzde silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışı, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey değildir." denmektedir.
Bitmedi ; "egemen güçlerin, eskiden olduğu gibi, emekçilerin dinsel inançlarını gerici yönde kullandığını ve bazı tarikatları kendi amaçlarına uygun örgütlerken, antiemperyalist çıkışlar yapan dinsel akımların ve kesimlerin, sol ile diyaloga daha açık duruma geldiği " de belirtiyor.
Kürt ulusal hareketi de unutulmamış," tarihsel köklere sahip kürt ulusal hareketinin, içinde bu gün (1989), değişik çizgilerle örgütlenmiş, devrimci ve demokratik güçlerin etkili " olduğuna da vurgu yapılıyor.
Programın, komünist partisini anlatan bölümünde ise TBKP nin," halkın ayrılmaz bir parçası olduğu, yurtsever gücü olduğu, halkın çıkarları için, barışı korumak ve demokrasiyi kazanmak için, ulusal bağımsızlığı ve egemenliği güçlendirmek için, sosyalist bir Türkiye için mücadele eden bir güç olduğunu" deklare etmektedirler.
"Demokratik bir rejim başlığında ise, bir dizi öneri sıralandıktan sonra, 1982 Anayasası yerine, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla yeni bir anayasa yapılmalıdır" deniliyor. Ve "bu anayasanın, hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini, çoğulcu bir rejimi, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini güvence altına alması gerektiği " vurgulanıyor.
Ve bütün bunları söylerken de, program, "halkın sorunlarının kapitalizm koşullarında tam ve temelli olarak çözülemeyeceğini; bunun için sosyalizme geçilmesinin zorunlu olduğunu " söylemeyi ihmal etmiyor.
Ayrıca, “Türkiyenin, emperyalizme ve özellikle de ABD emperyalizmine ekonomik, politik ve askersel bakımdan bağlı olduğunu ve bu nedenle de Türkiyenin ulusal çıkarları doğrultusundaki istemlerinin engellendiğini " söylemeyi de ihmal etmediğini görmekteyiz. Bu vurguyu ihmal etmezken, “ABD emperyalizminin, ülkemizi sömürmesine, ulusal kaynaklarımızı talan etmesine, ekonomimizi bir borç kıskacına sokmasına " da vurgu yapılmaktadır.


Daha fazla uzatmaya gerek yok, bu uzunluğa bile gerek yoktu ama boşlukları azami oranda doldurmak gerekiyordu. Ve doldurduğuma inanıyorum.
Yukarıda, ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştığım ifadeler, bir zamanlar, bu topraklarda, son tahlilde sosyalist devrim mücadelesinin müfrezesi olarak gördüğümüz TKP yönetiminde ve politik yönlendiriciliğinde, dişimiz tırnağımızda, bütün aktivitelerimizin, kişisel hareketlerimizin, özel yaşamımızın, aşk ilişkilerimizin, evlilik ilişkilerimizin hatta komşuluk ilişkilerimizin bile TKP den sonra geldiği bir süreçte, yoldaşlık ilişkisi içinde olduğumuz ya da legal hareketlerden tanıyıp saygı duyduğumuz, sarsılmaz bir komünist inancı olduğuna inandığımız kişilerin, itirafname niteliğindeki ama daha çok ders niteliğindeki ifadeleridir.
Bu ifadelerin amacının ise, AKP nin "sivil anayasa" manevrası ile 12 Eylül anayasasının, tarihsel koşulların ve bu koşullarda egemen burjuvaziye yeterli serbestîyi sağlamış olmasının, tekellerin ekonomi politikasına geçişteki radikal kararların uygulanması için gerekli hızı ve doğrudan müdahaleyi sağlamasına yetmesi gereği eksik bıraktığı noktalarını sağlamlaştırmak ve devlet otoritesinin hızını, bu günkü emperyalizmin, tekellerin Yeni Dünya özlemi gereği, ışık hızına çıkarmak, doğrudan müdahaleyi ise, bu müdahaleden en çok zarar görecek olan, işçilerin ve emekçi halkların gönülden katılımını sağlayacak şekilde demokrasi görünümü vermek üzere yapmak istediği ama bir yanıyla da, işçi ve emekçilerin en hoşnutsuz olduğu, üretici köylülerin en çok mağdur olduğu ve AKP karşıtlığının nesnel bir hal aldığı bu günkü koşullarda, iktidar partisi olarak en çok zararı AKP nin göreceğini dolayısıyla en çok oy kaybına onun uğrayacağını, giderek iktidardan düşeceğini bilmesinin yansımaları olarak, geleceğine bir güvence sağlayacak olan önlemlerin alınmasını da içeren hamlesine katkı sunmak ve bunu yaparken de, bu çabalarına bir demokrasi süsü vermek ama daha da önemlisi, bunu bir komünist kimlikle yapmak,"özgür komünist "olarak ayırarak da, kendilerinden başkalarına komünist denemeyeceğinin vurgusunu da yapmak olduğu açıklıkla görülmektedir.
Bu ifadelerin sahipleri, bu gün dahi yukarda Programından bölümler verdiğim TBKP nin, en sadık savunucuları ve sayesinde özgürleştiklerine inanan "komünistleridir" ama bu, geçmişte yoldaşlık yaptığım kişilerin, o kutsal bir tonla bağlılıklarını dile getirdikleri ve Türkiye’ye değişim kapılarını açtığı masalına inandıkları TBKP nin, çok uzun olmayan bir zaman aralığında, programını tümden unutmuş oldukları görülmekte, programlarındaki ifadeleriyle,"silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin, ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışının, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey olmadığını” görmezden gelerek, her taşın altında ulusal kurtuluşçu özü olan, Atatürkçülüğü etiket olarak kullanmayan Atatürkçüler aramalarındaki garabet fark edilmektedir.
Bu örnek bölümleri, TBKP nin programını eleştirmek ya da olumlamak için buraya aktarmadım,sadece Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bizim komünistlerin de kendi ürettikleri ve deklare ettikleri programdan çok çabuk çark ettiklerini ve aynı Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bu gün çok daha net olarak görüldüğü üzere,emperyalizmin bölgedeki projelerine eş başkanlık yaptığı (kendi ifadesiyle),12 Eylül rejiminin, bu anlamda tekelci düzenin dolayısıyla tekellerin devletinin yürütmesi eliyle 12 Eylül diktatörlük rejiminin,ihtiyacı olan en son sınıra kadar konuşlanması için, demokrasi hapını yutturmak için, AKP ye zaman zaman akıl hocalığı yaptıklarını,zaman zaman, şimdi o zamanlardan biridir, AKP nin politik geleceği tehlikeye düştüğü anlarda,destek vermek amacıyla hareket ettiklerini ve artık hiç sınır tanımadıklarını göstermek için aktardım.
Artık her yerde(dünya ölçeğinde) özü değişmeyen, çeşit çeşit, görünümü demokrasi de olabilen, devlet durumları söz konusudur. Burjuvazinin tekel olduktan sonra, demokrasiden tümüyle vazgeçtikleri bir tarih diliminde, bu iki örneğin, sosyalist iktidar programlarının önüne demokratik genişleme programlarını koymanın, hem teorik, hem tarihsel olarak yanlış olduğu, en tam ifadesi ile bu teorilerin artık iflas ettiği gerçeğini, enine boyuna değerlendirmek gerekmektedir.
Devlet durumunun demokrasi suretinden çoktan vazgeçen burjuvazi, tekeller demek istiyorum, hem demokrasiyi bu devlet durumu olma gerçekliğinden koparıp, bir kültürler toplamına indirmek için teoriler geliştirmekte, hem de türlü oyunla ve illüzyonist gösterimlerle her ne çeşit olursa olsun, özü diktatörlük olan ve devlet otoritesinin hızı ve doğrudan müdahalesinin ifadesi olan bir devlet durumunu kitlelere demokrasi diye yutturmaya çalışmaktadır. Demokrasi bir kültürler toplamına ve bu aşamadaki sorunların çözümü için mücadeleye indirgendikten sonra, her türlü illüzyonu başarılı kılmak ve kitleleri demokrasinin varlığına inandırmak yanında, özü burjuva devlet otoritesini hızla ve doğrudan uygulamaya yönelik olan çabalara desteklerini sağlamak ve elbette, böylece daha ileri bir demokrasinin geleceğine dolayısıyla kitlelerin beklediği sorunların çözüleceğine inandırıp, bu çabalardan en çok zarar görecek olan işçi ve emekçi kitlelere bile, demokrasi mücadelesi altında, diktatörlüğe omuz verdirmek kolaylaşacaktır ve kolaylaştığını görüyoruz. Burada baş aktör, baskı mekanizmalarından çok, medyanın gücüdür. Medya, devletin iki durumundan biri olan, diktatörlüğün konuşlanmasını, demokratik görünümle sürdürmesine olanak vermektedir.
Diğer yandan,12 Eylülden sonra sık sık başvurulan ve devlet otoritesindeki hızı ve doğrudan müdahaleyi anlatan, kararnamelerle yasal düzenlemeler yapmak, başka bir örnektir. Ancak, kapitalizmin kendine has bunalımının kalıcı ve tekraren olması nedeniyle medyanın demokrasi illüzyonu yaratması, buna solun içinden devşirilmiş kadroların desteği ve katkısı ve de kararnamelerle diktatörlüğün konuşlandırılmasının istenilen kıvama getirilmesi mümkün olamamaktadır, istenilen kıvam, bu konuşlanmanın, burjuva hukukunun içinde olan kuvvetler ayrılığı kuralından vazgeçilmesi ve bu kuvvetlerin tek elde toplanması demektir. Medyanın gücü ve yarattığı İllüzyon ve tabii soldan devşirilmiş kadroların laf ebeliği, artık bu burjuva hukukunun demokrasiye karşı bir tehdit olduğunu kitlelere inandırma görevini yerine getirmektedir. Bu illüzyonla birlikte, demokrasiyi bir devlet durumu olma özelliğinden ayırıp, bir kültürler toplamına indirgemek, ortada sınıfsal olarak hiçbir kavgaya gerek olmadığını inandırmayı kolaylaştırmaktadır. Bu, hem sınıf kardeşliğinin haklılığına, hem de bütünsel ifadesiyle; gericilik ile ilericilik arasındaki, burjuva demokrasisi ile tekelci kapitalizmin arasındaki çelişkisizliğe inandırmak, böylece bütün dünyada defacto var olan, demokrasiden çoktan vazgeçmiş, diktatörlüğü türlü yöntemlerle konuşlandırmaya devam eden devlet durumlarına bütün karşıtlarını taban yapmaya çalışmak demektir. "Dinler arası diyalog","kültürler arası diyalog" "demokrasi kültürünün yerleşmesi" gibi kulağa hoş gelen projeler, bu kolaylaştırmanın hızlandırılması dinamiklerini oluşturmaktadır.
Dilipak'ın en son aktardıkları ise, fikirlerine ve fikirlerini anlatmadaki becerisine pek bir değer veren ,"özgür komünist" lerin, "komünistlikleri" bir yana, yatıp kalkıp dillendirdikleri çoğulcu demokrasiden bile çok uzakta olduklarını göstermeye yeter.
Dilipak'ın aktardıkları şöyledir; “Daha tutuklanması için sırasını bekleyen yüzler değil, binlerce isim var. İnce ve uzun bir yoldayız. Sabır, kararlılık ve cesaret gerek. Gelinen noktaya bir gün mutlaka gelinecekti ve gelindi. Benden söylemesi. Bundan sonrası için herkesin daha dikkatli olması gerek.”
AKP iktidarı ise, yargı bağımsızlığından dem vurarak, yani yargının bağımsız olmadığını gerekçe yaparak, anayasaya HSYK nın oluşturulma şeklinin kurallarını koymaya çalışırken, HSYK nın yönetiminde ve baş yöneticiliğinde, hatta kilit yöneticiliğinde kendi atadığı, bir bakanın ve müsteşarının bulunduğunu, bu ikilinin, HSYK nın gündemini de, karar almasını da belirlediğini gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadır. İnsana sormazlar mı, yargıyı siyasi iktidara bağımlı yapmayı neden kendi dışınızda arıyorsunuz, buna rağmen, anayasa maddesi ile HSYK yı oluşturmaya soyunmak, bundan sonrası için tufan diyemeyecek bir çıkmazda olmanın tezahürü olabilir mi? diye. Hadi siyasi iktidar, politik çıkarları için ve kendilerini garantiye almak için bu hamleye mecburdurlar, ya "özgür komünist”lere ne oluyor, AKP yi kurtarmak, iktidardan düşmesini ve düştükten sonra da geleceğini sağlama almak için yaptığı politik hamlelerinde onları cesaretlendirmeye çalışmak da neyin nesidir, bunun neresi komünistlikle, komünistliği bırakalım, neresi akılla bağlıdır?
"özgür komünistler",“Tüm dertlerin kaynağı iktidardaki yüksek yargıdır.” demeye getiren AKP yi, işçi sınıfının, emekçi halkların ekonomik, demokratik çıkarlarını, toplumun en temel demokratik kişilik ve özgürlük haklarını korumak ve genişletmek için, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik şiarını göndere çekmek için, egemen sınıflarla, burjuvazinin en gerici, en barbar, en faşizan kesimi ile tekellerle, emperyalizmin kan emici politikaları ile sömürgeleştirici hamleleri ile mücadele ettiğini göstermekten vazgeçmelidirler. Dolayısıyla, AKP nin anayasa hamlesinde onu cesaretlendirmeye çalışmalarının, tümüyle emperyalizmin, tekellerin yenidünya düzeni özlemleriyle uyumlu olduğunu gizleyemediklerini görmeleri gerekmektedir. Görmek istemiyorlarsa, aşağıdaki alıntıları takip etmelerini öneririm.
"faili mechul cinayetlerin aydinlatilmasi icin mecliste Arastirma Komisyonu kurulmasi onerilmisti. Oneri AKPli uyelerin red oyuyla (MHP destegiyle) reddedildi." (basından)
" Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizliğin kaynağı AKP’dir. Yüksek yargı yandaş yargı haline gelirse, ki yapılmak istenen budur, bu gerçeği bile hiç kimse ağzına alamayacaktır." (Halkın ortak dilinden dökülenler)
"Turuncu darbelerle iktidara gelenlerin içler acısı durumu ortada. Yalanla dolanla, tehditle ve ABD desteğiyle hiçbir güç uzun süre iktidarda kalamıyor." (görünen köyü, Kılavuz aramadan görenlerin dilinden dökülenler.)
Ve sonra da aşağıdaki, kendilerinin de sormaları gereken ama hep teğet geçirdikleri soruların cevaplarını düşünmedirler. Düşüneceklerini sanmıyorum, ama tarihe not düşmek adına bunu istemek durumundayım. Neyi nasıl düşündükleri ve kimin adına düşünce ürettikleri, eminim gelecek kuşaklara varmadan, bu günün aklı bağımsız olanları tarafından görülecektir.
Bu anayasa değişikliği işsizliğe mi çare bulacak, işsizliğe karşı mücadele edenlerin önünü mü açacak? Tekellerin ekonomik, politik ve ideolojik hegemonyasını mı kıracak, emekçi kitlelerin üzerindeki ablukasını mı yıkacak, onları kuşatarak demokratik alanı mı genişletecek? Böylece sosyalist aşamanın kapısı mı açılacak?
Bu anayasa değişikliği ile düşüncelerini açıkladıkları ve basın yoluyla yaydıkları için cezaevlerinde yatan ve ölümcül hastalıkların pençesinde kıvrananların özgürlüğüne mi derman olacak?
Bu anayasa, kendini kapatmaktan kurtarırken, iktidarda olmayan partilerin de çeşitli nedenlerle kapatılmalarını mı önleyecek?
Bu anayasa, seçim sistemindeki barajı mı kaldıracak, milletvekillerinin delege yöntemiyle seçilmesini mi sağlayacak dolayısıyla seçmenleri önüne konulan takım elbiselere bile oy vermek zorunda kalmaktan mı kurtaracak, örneğin, Kürt halkının temsilcilerinin hülle yaparak parlamentoya girmesini mi engelleyecek, dahası ne kadar oy o kadar vekil mi parlamentoya girecek yani barajı aşamayanların oylarının, güçlü partilerin oy hanesine yazılması devam mı edecek? Örneğin, AKP ye karşı olan bir seçmenin, onun karşısında olan ve kendi istemlerini seslendiren inandığı bir partiye ama barajı aşamayacak bir partiye oy verdiği halde, karşısında AKP vekilini görmesine engel mi olunacak? Tersine, sırf bu ihtimal nedeniyle, düşüncelerini benimsediği ve kendisine temsilci bellediği partilere oy vermekten vazgeçip, hiç istemediği bir partiye oy vermek zorunda kalmasını mı engelleyecek?
Bu anayasa, TBKP nin programında öngörüldüğü gibi, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla hazırlanmış yeni bir anayasa mı sayılacak?
Bu anayasa değişikliği ile hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlükleri, çoğulcu bir rejim, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti güvence altına mı alınmış olacak?
Bu anayasa ile yolsuzluklar, yoksulluklar ortadan mı kalkacak? Yolsuzlukların, yoksullukların sorumlusu yargımıdır ki, ya da anayasa mahkemesi midir ki, ya da bunların bağımsız olmaması mıdır ki, yargı, iktidar partisinin tekeline alındığında yolsuzluklar da, yoksulluk da çözülecek, yargı daha bağımsız olacak ve tümüyle temel hak ve özgürlüklerin güvencesine çalışacak? Örneğin AKPye muhalif olanlara hayat hakkı tanıyacak, çoğulcu bir rejime izin verecek şekilde davaları sonuçlandıracak, laik ve sosyal hukuk devletinin gereklerini yerine getirecek şekilde mi davranacak. AKP istediğinde, özel mahkemeler kurarak kendince yargıyı "bağımsız" kılmıyor mu da, yargı bağımsızlığını anayasal güvence altına almaktan söz ediyor?
Bu şikâyet edilen ve bu güne kadar bu rejimin egemenliği doğrultusunda ve burjuva sınırlarda, hatta tekelci düzenin yerleştirilmesi sınırlarında görevlerini ifa eden, 12 Eylül rejiminin yerleştirdiği burjuva hukuku çerçevesinde hareket eden yargıdan ve anayasa mahkemesinden daha fazla ne istenmektedir? Yoksa yargı ve anayasa mahkemesi bir yerlere bağımlı oldukları için yolsuzluklara batıp, birdenbire mal varlıkları astronomik oldu da, onlar mı açığa çıkarılacaktır?
Hadi diyelim, bu bir politik mücadeledir ve bu mücadele de, yargının bu günkü şeklinden kurtarılması, yani Kemalistlere hizmet ediyorlar ve TC ye bağlılıkla hareket ediyorlar da onun için artık AKP ye bağlamak gerekiyor diye düşünüyorsunuz, o zaman yani yargı AKP nin tekeline geçtiğinde, Türkiye’de demokratik devrim mi olacak? Tekellerin, işçi sınıfı ve emekçilerin ensesinde hiç fütursuz boza pişirerek semirmesi mi engellenecek? Buna mı inanıyorsunuz?
Demokratik devrim, demokrasi kültürü yerleştirmek midir, türbanın ya da tarikatların özgürce kök salması mıdır, dinin bir sistem olmasının önündeki engellerin kalkması mıdır, seçilme hakkını sınırlama hakkını politik iktidarların kullanma özgürlüğümüdür, bu topraklardaki işsize iş, aşsıza aş demek olan olanakların, yer altı ve yer üstü kaynaklarının kullanma hakkını, sömürmeye doymayan, talan etmeyi hak sayan uluslararası tekellere vermek midir, politik iktidara muhalefet edenlere hayat hakkı vermemek midir, hatta bunu suç gösterecek hukuksal dayanaklar yaratmak mıdır, AKP nin,12 Eylül anayasasını değiştirerek getirdiği demokratik rejimin, bir adım sonrası sosyalizm midir, AKP nin bu demokratik açılımları, sosyalizme giden yolun ilk aşaması mıdır?
Siz nasıl komünistlersiniz, siz, daha düne kadar 12 Eylülün geriye dönüş olduğunu söyleyen mihmandarınızın, bugün AKP eliyle ve AB-D emperyalizmi eliyle ileri demokrasi geleceğini söylemesine hemen kanıverip ," AKP demokratik anayasa paketi hazırlamış biz "özgür komünistler" olarak, Hatemileri, Dilipakları, hatta Fehmi Koruları çağırarak konuşturalım, böylece vesayet rejiminden bir tuğla daha çeken AKP ye desteğimizi verelim" mantığının bir demokrasi savunucusuna bile yakışmadığını nasıl göremezsiniz? Oysa sizler, benim de içinde bulunduğum bir komünist hareketten geldiniz, AKP ye, 12 Eylül rejiminin yürütmesini elinde tutan partiye, tekellerin çıkarlarından başka hiç bir uygulamaya imza atmayan bir partiye, iktidarı boyunca, işsizliğin arttığı, yoksulluğun tavan yaptığı, anti demokratik uygulamaların AİHM lere şikâyet sınırlarına ulaştığı, yolsuzlukların meşru hale geldiği, hakkını arama mücadelesini yasal zeminde kullanmak isteyenlere bile şiddet uygulandığı, neredeyse bütün toplumun yasadışı yollarla dinlendiği, herkesin gölgesinden korkar olduğu bir korku ve çağdışı müminler cumhuriyetine dönüşen bir rejime nasıl olur da, demokratik ton verir, AKP nin, daha fazla demokrasi için, ileri demokrasi için mücadele ettiğine, inanırsınız, inanmamızı beklersiniz? Bizi o kadar salak mı bellediniz?
AYAK SESLERİ KULAKLARI ÇINLATAN, BUNU ZAMANINDA GÖREMEYENLERİN, GÖRMEK İSTEMEYENLERİN VİCDANINI İNLETEN DİKTATÖRLÜĞÜN KONUŞLANMASININ BİTMEK ÜZERE OLDUĞUNU, BİTTİĞİNDE, 12 EYLÜLÜ DE ARATACAK BİR HIZA VE DOĞRUDAN MÜDAHALEYE KAVUŞAN BİR DÜZENİN KISKACINA GİRİLMİŞ OLACAĞINI ARTIK SIRADAN POLİTİK FİKRİ OLAN HALK BİLE HİSSETMEYE BAŞLADIĞI HALDE, SİZ, ESKİDEN KOMÜNİST PARTİ ÜYESİ OLMAYA HAK KAZANMIŞ, BUGÜN, "ÖZGÜR KOMÜNİST" OLDUĞUNU SÖYLEYENLER OLARAK, BUNU NASIL GÖREMEZSİNİZ, GÖRMEDİĞİNİZ GİBİ ETRAFINIZDAKİLERİN DE GÖZLERİNİ KARANLIKLA BAĞLAMAYA NASIL ÇALIŞIRSINIZ. BUNA DUR DİYECEK, BU ALİCENGİZ OYUNLARININ GERÇEK YÜZÜNÜ DEŞİFRE EDECEK TEK BİR KİŞİNİN BİLE KALMADIĞINI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ, YA DA SİZE ÖYLE Mİ GÜVENCE VERİLİYOR?
KEŞKE SİZLERİ TANIMASAYDIM YAHUT YOLDAŞLIK YAPMASAYDIM.
BUGÜN PİŞMANLIK YAŞIYORSAM, TEK PİŞMANLIĞIM BUDUR. YOKSA İYİ Kİ KOMÜNİST OLMUŞUM, İYİ Kİ KOMÜNİST KALMIŞIM. BU BENİM YÜZ AKIM, ONURUMDUR. GERİDEN GELENLERE DE BIRAKACAĞIM BELKİ BUNDAN BAŞKA BİRŞEYİM DE YOKTUR.
BİLESİNİZ Kİ, SİZİ BELKİ BEN BİLE ESKİ YOLDAŞLIKLARIN HATIRINA AFFEDEBİLİRİM AMA TARİH ASLA AFFETMEYECEKTİR.

16.4.2010
Fikret Uzun

4 Kasım 2011 Cuma

EKİM DEVRİMİNİN 94.YILINDA

Bir yıl önce, Ekim Devriminin yıldönümü üzerine tekrarladığım, bir yıl öncesinden kalan bir yazıyı paylaşırken, "...bu coğrafyada Ekimin önemine dair pek bir değişiklik olmadığını, hatta onunla ilgili söylenecek çok farklı sözlere gerek olmadığını vurgularken,çok daha önemli bir noktaya daha işaret etmiş ve şöyle ifade etmiştim; "Marksizm düşmanlarının, anti- komünistlerin, sosyalizmden ölümüne korkan emperyalist kapitalizmin kapıkullarının, yaranmacı devşirmelerinin eskisinden çok daha açıkça ve hep beraber Ekim devrimi rüzgârının esintilerini örtmenin, yok saymanın, sessizce ve hep bir ağızdan geçiştirmenin ve çarpıtmanın yanında, korkakça saldırmanın gayretini daha fazla göstermekte olduklarıdır." ve ekleyerek,

"Bununla birlikte, ulusal sorunun çözümünde de Ekim devriminin öneminin ve anlamının, bugün hala devam eden, açılımsız "açılım" çabalarının şaşırtmacalarında kendini şiddetle hissettirmesinin, Ekim devrimi üzerine söylediklerimizin haklılığını göstermesi yanında, sosyalizmin müzmin düşmanları ile bu düşmanlıklara ince ayar yapmaya çalışan oportünistlerin korkularını o denli açığa çıkarmış olduğu da, daha bir açıklıkla görülmektedir." demiştim.

Bu yıl da, bundan farklı bir atmosfer olmadığı ama sosyalizm düşmanlarının korkuları yanında, bu korkularını yenmek için hünerlerini geliştirdikleri ve bu temelde yeni ve de sadık yandaşlar edindiği ve bunların ideolojik saldırılarında hala anti-Stalinizm üzerinden anti-Sovyetizm ve anti-komünizm çığırtkanlığı olduğu ve artık bununla birlikte anti-Leninizm’i de bayrak yaptıklarını göstermekten çekinmedikleri görülmektedir.

Yani,bu yıl Ekim Devrim'inin 94.üncüsünü kutladığımız Ekim Devrimi günlerinde,sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu; sınıf mücadelesinin tarihi ilerleten lokomotif olmaya devam ettiği; ve emek sürecinin belirleyiciliğinin devam ettiği gerçekliği daha bir netlikle görülmeye başlamış; bu da, genel olarak sosyalizm ve özel olarak Sovyet Sosyalizm düşmanlarının korkularını artırarak, artık Sovyet Marksizm’ini tarihten kazıyarak Sosyalizmden ve korkularından kurtulacaklarına olan inançlarını depreştirmiş ve böylece bu korku ve inanç onları Avrupa Marksizm’ini daha fazla sahiplenmeye doğru yuvarlamıştır. Bunun anlamı şudur, ideolojik mücadele eskisinden çok daha fazla şiddetlenecek ve bu, devrimci mücadeleyi daha da sertleştirecek bir yönde ilerleterek, hem ideolojik ve hem de politik şiddet biriktirecek demektir. 94üncüsünü yaşadığımız bu günlerde benim gördüklerim ve vurgu ile hatırlatmak istediklerim budur.

Geçen yıl paylaştığım ifadelerimi bir kez daha gözden geçirmek isteyenler içinse, yazının aynı yerde asılı durduğunu hatırlatmam yeterlidir.

EKİM DEVRİMİNİ 93. YILINDA YİNE YENİDEN SELAMLARKEN
Ekim devrimi tarihin bir dönüş noktasıdır. Tarihin nesnel dönüş noktalarında akıllı, bilgili ve becerikli, aynı zamanda da inanmış insanlara ihtiyaç vardır.
Yani kişilerin rolü bu nesnel dönüşüm noktalarında önemlidir. Lenin bu önemi hem anlamış bir kişidir, hem de bu rolün sahibi olan kişidir. Marksı bu yönde çok iyi anlamış, en devrimci biçimde revize etmiş kendini marksın yerine koymamış ve M-L doğmuştur.
Lenin bu noktadan sonra, başka yerde beklenen devrimi Rusya’da karşılamış ve Ekim devriminin kapılarını açmıştır.
Ekim devrimi 20.yüzyılın başlarında, devrimler çağının yaşandığı yüzyılda, insanlık tarihinin büyük bir başkaldırısıdır.
Bu başkaldırı önceki tüm devrimlerin renklerini içinde toplayarak gelişmiş, hem de sonraki devrimlere seçebilecekleri tüm renkleri vermiştir.
Bugün sosyalist devrimin 93.yılında sosyalizmin kapitalist restorasyonunun üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, emperyalistlerin, hala anti-Sovyetizm içinde olanların, hala mutlu olmadığı bir süreci yaşamaktayız. Bir o kadar da şaşkın olduklarını görmekteyiz.
Çünkü ekim devrimi öyle bir gerçeklik yaratmıştır ki, bugün eskisinden çok daha fazla, burjuvazinin, emperyalistlerin, sosyalizmin müzmin düşmanlarının korkuları hiç bitmemiştir.
Çünkü ekim devrimi ile bir avuç dahi olsa akıllı, bilgili ve becerikli ama bir o kadar da inanmış kişiler, tarihin vakti geldiğinde, o tarihin ileriye doğru dönüşmesine manivela olacak yöntemi bulabileceklerini ve uygulayabileceklerini dosta da düşmana da göstermiştir.
Çünkü ekim devrimi ile yeni bir sayfa açılmış ve bu sayfa şimdi kapalı olsa da, onun ne denli mutlulukla yüklü olduğu, insanlığın ilerlemesi, büyümesi, yenileşmesi için ne denli gerekli ve yerinde olduğu görülmüştür.
Ve şimdi bu, çok daha netlikle görülmektedir.
İşte, bu sayfanın kapalı olmasına rağmen, emperyalistlerin korkusunun devam etmesi bundandır. Bu sayfanın uzun süre kapalı tutulabileceğine kendileri de inanmamaktadır. Yani dost da, düşman da bu sayfanın çok uzun olmayan bir tarih kesitinde, yine tarihin kendi devinimi içindeki bir dönüşüm noktasında, akıllı, bilgili, becerikli ve inanmış insanların, çok daha ileri bir noktadan, yepyeni bir sayfa açarak, dünyayı eskisinden çok daha deneyim yüklü sayfalarla donatacağını biliyor.
İşte bu nedenle, dünya çapında insanlığı tasfiye politikaları üretiliyor ve bu politikalar bir illüzyon içersinde kitlelere kabul ettirilmeye çalışılıyor. İşte bu nedenle, tüm dünya da sol üzerinde, öncelikle eritme, bulandırma, unutturma içerikli ideolojik ve psikolojik savaşlar yürütülüyor.
Emperyalistler, sosyalizmin nesnel düşmanları, eninde sonunda tarihin bu dönüşüm noktasına yakalanacaklarını bildikleri için ve artık güçlendikleri kadar, tükendiklerinin de bilincinde oldukları için, hem bu dönüşüm noktasına manivela yaratacak tarihi aktörlerin gelişmesini engellemeye, hem de tarihin dönüşüm noktasının geciktirilmesi için yeni saldırı planları icat etmeye çalışmaktadır.
Ama bir önemli çabası daha vardır ki, bu dönüşüm noktasının tarihin neresinde geleceğinden daha çok üzerinde durdukları, hangi fiziksel parçada kendini gösterebileceği üzerinde de çalışma yürütmektedirler.
İşte ekim devriminin devrimcilere, tarihimizin akıllı, bilgili, becerikli ama bir o kadar da inancını yitirmemiş kişilerine bıraktığı deneyimlerden biri de budur, tarihin nesnel dönüşüm noktasına yoğunlaşmanın yanı sıra, bu nesnelliğin hangi fiziksel noktaya doğru estiğinin de kokusunu alma bilgi ve becerisini geliştirmenin deneyimini de bırakmıştır.
Kapitalizm sonsuzluğa sahip olmayan bir yol olduğu kadar, insanlığın yükselmesi, gelişmesi, büyümesi demek olan sosyalizm ise, sonsuzluğu içermektedir. Bu sonsuzluk, sınıfsız, sınırsız bir dünyaya yolculuğun, nazımın dediği gibi ışıklı maviliklerin, uzayda sonsuzluğu resmeden bir slâyt gösterisinin senkronizasyonu gibidir.
Bu yolculuk, büyüyen, yenilenen insanın, geleceğini avuçlarının içine alarak, sonsuza seyahate çıkmış insanlığın yolculuğudur. Bu yolculuk, şimdi kapalı bir sayfanın içinde duran Ekim devriminin başlattığı bir yolculuktur.
Bu yolculuğa başlamak, bu sayfayı yeniden açmak, bölgemizin, yiğit devrimci, bilgi ve beceri yüklü akıllarına sahip inançlı kişilerinin omuzlarına yapışmıştır.
Şimdi bunun farkında olunmasa bile bu dönüşüm zamanı, bu nesnellik, eninde sonunda o kapalı sayfanın üzerine doğru esecek ve yapraklarını kıpırdatacaktır.
Ekimde de konmaya başlayan devrim kelebekleri, konduğu yerlerdeki tüm deneyimleri, taşıdığı, aktardığı kanatlarıyla, kapalı sayfasının içindeki insanlığın tarihsel yolculuğunu, yaşadığımız tarih kesitinin bütün yeniliği ile devam ettirmemiz için, bu bölgenin üzerinde uçmakta, konmak için kanat çırpmaktadır.
Artık bu yolculuğun sonsuzluk kapısına erişmesi için, gerekli olan; mavili ışıkların müzmin düşmanlarına karşı geliştirdiği, proletaryanın ve onun en akıllı, bilgili ve becerikli öncülerinin omuzlarında yüklü olan, düşmanların ve ahmak solcuların diktatörlük olarak mutlaklaştırdığı ama tüm insanlık için sonsuzluk yolculuğunun, mavili ışıkların teminatı olan, insanlığın sonsuzluk yolculuğuna adım atarken, sıkı sıkı tutunacağı demokratik yeniden örgütlenmenin disiplinli aracına ve bu örgütlenmenin şaşmaz yönetici ve uygulayıcılarına, ahmak dostların ve de son çırpınışları içinde olan düşmanın söz söylemeye ne cesareti, ne takati ne de haklı sebepleri kalmadığının görülmesi de, Ekim devriminin bize armağanıdır.
Biz bu armağanın değerinin farkına, ne yazık ki, sosyalizmin kapalı sayfasından yansıyanlarla vardık.
Şimdi, bu sayfa kapalı dururken, akıllarında bilgi ve beceri taşıyan, yüreklerinde inançlı yiğitlikleri sabırla besleyen insanlara yansıyan bu armağanın ve Ekim devriminin tüm deneyimlerinin ışığında, bu sayfanın açılmasıyla devrim kelebeklerinin kanatlarında taşıyarak getirdiği devrim rüzgârının bütün hızıyla esmesi için yataklık eden bölgemizde, tarihin nesnel dönüşüm zamanının yaklaştığını hissederek, ideolojik, politik olarak hazırlanmaları da, dünya devrimine, bölgemizin yiğit, inançlı, devrimci insanlarının armağanı olacaktır.
Marks ve Engels olmasaydı insanlık, tarihin ve toplumun bilimsel yasaları ile tanışamayacak, devrimlerin mekanizmasını belki anlayamayacak, belki de bundan çok uzun yıllar sonra anlayabilecekti. Ortaya çıkan insanlık için tarihin nesnel dönüşüm noktalarından, insanlık bihaber olacaktı.
Lenin olmasaydı, Marks’ın ve Engels’in bu tarihsel ve toplumsal yasalar üzerindeki çalışmaları belki hala üniversitelerde okutulan bir ders ya da kütüphanelerde ele alınan bir inceleme, yararlanma tezi olarak kalacaktı.
Ama Stalin olmasaydı ve Lenin’den aldığı bayrağı tümüyle ciddiye alarak proletarya diktatörlüğünü sonuna kadar işleterek yükseklere taşımasaydı, ne faşizmin yenilmesi, ne de insanlığın kapitalizmin kader olmadığını ve sonsuz olmadığını görmesi ve umutların artması söz konusu olmayacaktı.
Diğer taraftan, dünya Ekim devriminin sarsıntısını yaşamasaydı, bugün ne Lenin, ne de Stalin hatırlanmayacak ya da geldi geçti denilecek tarzda bir esinti olarak kalacaklardı. Ekim devriminin hala yaşanan canlılığı ise, bir laboratuar manzumesi olmaktan öte gidemeyecekti.
Bugün ise bizi, ekim devriminden çok daha sarsıcı bir toplumsal ve tarihsel dönüşüm dinamiği beklemektedir. Bize düşen, bu dinamiğin, tarihin hangi noktasında nesnel olarak kendini göstereceğini ve devrimin kelebeğinin fiziksel olarak hangi noktaya doğru konmak üzere uçtuğunu tespit edebilecek, hissedebilecek ve en önemlisi, bu tespitleri de, hissettiklerini de gösterebilecek akıllı, bilgili, becerikli ve de aynı tonda inanmış yiğit yüreklere ihtiyacını açığa çıkartmaktır.
Düşmanın en korkulu rüyası budur. Bu korkulu rüyası gerçekleşmeye başladığı andan itibaren de, hem bu rüyayı geciktirmek üzere düşmanın kucağında otururken sahte solculuk yapanlar kılık değiştirecek, o düşmanın kucağının sıcaklığından istemeyerek bir süre ayrılacak ve içimize sızmaya çalışacak, hem de ahmaklık derecesinde miyoplaştığı halde solculuk yapmaya çalışanlar bilimsel bir gözlüğe kavuşup miyopluğundan kurtularak, sahte solcuların kuyruğundan dökülerek onları büsbütün burjuvazi ile baş başa bırakacaktır.
İşte ekim devriminin 93üncü yılında, sosyalizmin çökmüş olmasına rağmen hissettiklerim ve inandıklarım bunlardır.
Ekim devriminin ve onun bütün tarihsel potansiyelinin, bundan sonraki görevlerimizin de, tarihsel sorumluluklarımızın da, ışığı olmaya devam etmesi, insanlık için paha biçilmez değerdedir. Tek yapacağımız bu değerin nesnelliğini insanlığa göstermenin yolunu, yöntemini geliştirmektir.
Ekim devriminin şimdi kaybedilmiş olunan kazanımlarının ışığında, bu kazanımların yetmeyeceği dünyamızda, yepyeni bir ileri noktadan, ekim devriminden kat be kat sarsıcı toplumsal dinamizmle, çok daha ileri bir sosyalizm yürüyüşü için, bu toprakların, akıllarında bilgi ve beceriyi tüm sabrıyla biriktirmiş, inancını yiğitlik günlerinin hayaliyle beslemiş insanlarına tarihin hiçbir noktasında unutulmayacak görevleri yerine getirme fırsatı doğmaktadır.
Bugüne kadar geçen zamanı bu toprakları nadasa bırakmış gibi varsayarak, bu geçen zamanda toprağa sirayet eden, ilerlemenin, gelişmenin, dönüşümün nesnelliğinin önüne engel olarak çıkabilecek zararlı ne varsa temizleyerek, insanlığı son kez ve sonsuza dek kurtarmak üzere, devrim kelebeklerinin çok daha şevkle kanat çırparak uçuşup konacakları verimli topraklar haline getirmek için, bu topraklara bunca nadas yıllarından sonra gerekli olan, en sağlıklı tohumları atmak ve atmakla kalmayıp, filiz vermesi için de nöbet tutacak olanları çoğaltmak, bu toprakların Ekim devrimini yürekten selamlayan akıllı, bilgili ve yetenekli, inanç yüklü insanlarının önünde tarihsel ve onur yüklü bir görev olarak, sabrın sonundaki armağan misali durmaktadır.
Ekim devrimini, dönülmeze uğurladığımız bir sevdiğimizi, hatta çok sevdiğimizi bu aşktan vazgeçemesek de, onun geri dönemeyeceğini bilerek yıldönümlerinden vazgeçmediğimiz misali anmak, bir ayin psikolojisinde, hep en güzel yanlarıyla yâd etmek üzere, gönüllerimizde ve oluşturduğumuz fiziksel kalabalıklarda, en iyi anılarla anmak, bizim yapmamız gereken bir selamlama değildir.
Öte yandan, ekim devriminin ortaya koyduğu gerçeklik içersinde, bu gerçekliğin tüm dünyaya kök salmasına, anlamayarak veya inançsızlığı nedeniyle engel olanlara da, bu gerçekliğin nesnel düşmanları ve bu düşmanlarla beraber yaşayan gönüllü hınç bileyenlerine de yaklaşımımız bir kan davası şeklinde, bir intikam hırsıyla da yapılacak bir selamlama değildir.
Bizim yapacağımız selamlama, döneceğine bütün kalbimizle inandığımız, yaşadığı tarihsellikte ve topraklarda sınırlarını da aşarak unutulmaz izler bırakan ve bütün bu süreçteki deneyimleri bağrında taşıyan gerçekliğin dönüşünü beklerken, döndüğünde tüm edindiklerimizle yani aklımızla, bilgimizle, yeteneklerimizle ve sabrımızla, inancımızla, yiğitliğimizle kendisini kucaklamaya hazır bir vaziyette selamlamak üzere anmak olmalıdır. Ve öyle yaptığımıza inanıyorum.
Sınıfsal kinimiz zaten bilimsel gözlükle baktığımız andan itibaren bu bakışın içinde mevcuttur.
Bu kin, kan davası güden bir intikamcının kini değildir.
Bu kin sınıfsal konumlanışın motoru olan, işçi sınıfının, insanlığın, kurtuluşunun, mutluluğunun, gelişiminin önündeki engellerin, bunun engeli olanlardan talep edilerek kaldırılamayacağını bilince çıkartmanın motorudur.
Bu kin, sınıfsal mücadelemizin kazanacağına olan inancımızın da motorudur.
Ekim devriminin 93üncü yılında da, umut saçan, aydınlık saçan ışığına selam olsun.
Selam olsun hala aynı heyecanı taşıyarak, sabırla besledikleri inançlarının, Yiğitliliklerinin sahibi, yüzünü ekim devrimine çevirmiş devrimcilere.
Selam olsun, 21inci yüzyılın ekim devrimine hazırlanan inançlı, bilgi ve beceriye doymayan akılları özgür öncülerinin bitmeyen sabrına.
Selam olsun tüm yeni doğan, doğacak olan, anaların, babaların gözbebeği olan, büyümüş, ekim olduğunun farkına da varmış ekimlere...
Selam olsun, Ekim devrimine selam olsun diyebilen herkese...
Fikret Uzun
9-EKİM-2010