31 Ekim 2011 Pazartesi

EMPERYALİZMLE KARDEŞLİK, KARDEŞLİĞİN ARASINA KALLEŞLİK SOKMAKTIR



Savaş çığırtkanlarından söz edilirken, asıl savaş çığırtkanlarının ve hedeflerinin görmezden gelinmiş olması ve sanki her şeyden bağımsız apayrı bir savaş ve saldırganlık politikası varmış gibi konuşulmuş olması ve tedavülden kalkmış eski tarihli dergilerden yapılan bir alıntı gibi dökülen tespitlerdeki soyutluk ve de “kirli savaş” derken kastedilenin ne olduğunun anlaşılmaması bir yana, belli bir hassasiyetle yazılmış olduğunu ve sonuna doğru asıl noktaya işaret etmeyi denediğini arada ise bildik şeylerin tekrarı ile bir hatırlatma yapıldığını kabul edebileceğimiz bir yazı olmasına karşın, biraz eklektik olması ve yer yer yanlış ifadeler kullanması nedeniyle eleştirel bir yaklaşımla katkıda bulunmak istiyorum ki, bu gün özellikle ulusal sorun konusunda at izinin it izine karıştığı bir zamanda bulanıklıkları gidermek için ve özellikle bu sorun konusunda samimi yaklaşanların zihninin açılmasına yönelik olarak bunun gerekli olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, bu yazıyı kaleme alan kişinin, “savaş”ın ne olduğu konusu üzerinde biraz çalışması gerektiğini vurgulayarak, kısaca ve Marks ve Engels’in de, Lenin’in de teorik yaklaşımlarını üzerinden geliştirdikleri Clausewitz’in 100 yıl önce yazdığı kitabındaki, “Savaş siyasetin başka yollardan devamıdır” şeklindeki sözünü hatırlatmak istiyorum. Devam ederek, Hiçbir savaşın onu doğuran siyasi sistemden ayrılamayacağını; belli bir devletin ve o devlet içindeki belli bir sınıfın savaştan önce uzun bir süre izlediği siyasetin, kaçınılmaz olarak, o aynı sınıfın savaşta izlemeye devam ettiği siyaset olduğunu, yalnız eylem biçiminin değiştiğini hatırlatmak istiyorum.

Yani, soyut bir “savaş ve saldırganlık politikası” kavramı bizi bir sonuca götürmez demek istiyorum. Savaş ve saldırganlık politikası emperyalist kapitalistlerin asıl siyasetinin yani ezgi ve sömürü siyasetinin şiddet yolu ile devam etmesidir. O nedenle savaş ve saldırganlık politikası kavramını ortaya koyarken bu gerçeklik unutulmamalıdır.

Bir diğer sorun, devletin şiddet ve imha yoluyla Kürt sorununu çözmeye çalışması, asıl olarak eskinin politikasıdır ve şimdi bu politika sürdürülüyorsa, bu Kürt halkını boyun eğen bir barışa, Türk halkını da ABD-AB emperyalizmi ve işbirlikçileri için Kürtlerin ağalarına, beylerine, aşiret reislerine, gerici şeyhlerine, işbirlikçi burjuvazisine, Barzani yönetiminde bir Manda hediye edilmesinde suç ortaklığına mahkûm etmek içindir.

Bu mandanın eti sütü yoğurdu yani her neyi varsa önce ABD-AB emperyalizmi tarafından sağılacak, kalanın büyük parçası işbirlikçi tekeller ve tekeller ailesine katılan gerici-dinci zenginler tarafından Barzani ile birlikte sağılacak, içinden bir miktar her boydan ve soydan devşirilmiş olan sahte aydın ve sol gömleklilere dağıtılacak Kürt halkına yine o ABD-AB ye, bu yerli tekellere, şu Barzani’ye derken, geriye ne kaldı ise o verilecek. Geriye kalan ise biraz dua, biraz cennet hayali o da beğenilmezse, argo özdeyişte denildiği gibi, Hasana kalan verilecek. Yani Kürt halkına daha fazla kölelik, daha fazla ezgi hediyesi olacak. Köleleştirilmiş Kürt emekçi halkına katmerleştirilmiş acılar yanında, Kürtçe ağlama özgürlüğü verilmiş olacak.

Buradan hareketle, şimdilerde yer- gök “barış hemen şimdi” naraları ile inletilirken, kitleler “analar ağlamasın” “Mehmetçikler ve Memocuklar ölmesin” sloganları altında “barış”ın, ”savaşın” karşıtı soyutlaması içine hapsedilerek, ABD-AB emperyalizmin BOP-BİP projesi tam gaz ilerleyecektir yani emperyalizmin ezgi ve sömürü politikası bununla bağlı olarak ilhak politikası, sömürge politikası “barış” adı altında kitlelere kabul ettirilecektir. Çünkü ABD-AB emperyalistleri ve işbirlikçileri için “barış” demek, Türkiye’nin parça pinçik yapılarak, her parçasındaki en zengin alanları hortumlamanın sessizliğini yaratmaktır. Sessizliğe mahkûm edemezse, her parçayı birbirine kırdırmaya mahkûm etmektir.

Burada küçük bir parantez açarak, Cecil Rhodes isimli, Boer savaşının başlıca sorumlusu olan, sosyal-şoven finans kralının söylediklerini aktarmak istiyorum ki, oldukça öğreticidir.

Şöyle diyor ve bunu dediğinde henüz birinci savaş patlamamıştı.“İngiltere’nin 40 milyonluk nüfusunu kanlı iç savaştan kurtarmak istiyorsak, biz sömürgeci siyaset adamları, nüfus fazlalığını yerleştirmek, üretilen mallara yeni pazarlar bulmak için yeni topraklar ele geçirmeliyiz. Her zaman söylerim, imparatorluk bir peynir ekmek işidir. İç savaşı savuşturmak istiyorsan, emperyalist olmak zorundasın.”

Demek ki emperyalistlerin kendi nüfusu ile barış içinde yaşaması da zorla dayattığı kendi coğrafyasının dışındaki “barış”larla, olmazsa,”savaş”larla mümkündür ki, bunu 100 yıl önce itiraf etmiş bulunuyorlar.

O zaman soru şudur; ABD-AB emperyalizminin savaş öncesi siyaseti ile savaş sırasındaki siyaseti aynı siyasetin başka yüzleri yani ezgi ve sömürü siyasetini şiddet yoluyla sürdürmek değil midir? Öyleyse “barış” gelince, şiddet yoluyla sürdürülen siyasetin,”barış” yoluyla sürdürülmesi söz konusu olmayacak mıdır? Ve öyleyse barış Barzanilerle, Kürt ağa ve beylerle ve diğerleri ile bir suç ortaklığı temelinde kurulacak ama Kürt emekçi halkına karşı aynı siyaset bu kez Barzan aşiretinin gerici ve dinci politikaları yanında, emperyalistlerden daha fazlasını koparamayacağına göre, Kürt emekçi halkının kursağındakine daha fazla elini uzatması şeklindeki sömürü politikaları olarak devam edecektir. Bu mudur barış? Evet, Kürt halkına dayatılan “barış” budur ve bunun adı barış içinde bir arada emperyalizme boyun eğerek kölece yaşamayı kabul etmek demektir. Kürt halkı bunu kabul etmiyor, etmedi ve etmeyecektir. Etse idi çoktan BOP bayrağı semalarda yükseliyor olurdu.

Bir süre önce, burada da paylaştığım “kongre Girişimciliği’nin ne anlama geldiğini anlatan uzunca yazımda önemli ipuçları vermiştim ama maalesef, burada her şeyi biliyor olmak konusunda oldukça yarışperver olanlar, yazının uzunluğunu bahane ederek, görmezden gelmeyi yeğlemişlerdir.

Diğer yandan bir konuyu netleştirmek, yani barış istemediğimin zannedilmesini istemediğimi belirtmek isterim. Ama barışın ben istediğim için, analar ağlamasın diye hemen şimdi gelmesinin mümkün olmadığını, çünkü savaşların bizim dışımızda olduğunu; bizim irademizin dışında ve bize hiç sormadan geliştiğini söylemek zorundayım.
Savaş bizim bile değildir, bizi kendi savaşımızdan koparıp, kendi savaşlarına sokarak, barışlarına mahkûm etmek istiyorlar. Öyleyse, tekrarı gerek, savaş bizim dışımızdadır ama kardeşlik içimizden hiç çıkmadı, çıkmıyor, çıkmayacak. Savaşın bitmesi bizim elimizde değildir, öyleyse savaşa rağmen kardeşlik devam etmelidir. Savaş bitecekse, kardeşliğe sımsıkı sarılarak bitecektir. Kardeşlik kardeşle kardeş arasındadır. Kalleşle kalleş arasında kardeşlik olmaz. Barış da olmaz. Emperyalizm en kalleş ise, ondan daha kalleş işbirlikçileridir. Onlarla kardeşlik, kardeşliğin arasına kalleşlik sokmaktır. Demek ki onlarla da barış olmaz. Öyleyse kardeşlik sınıfsal temelde yani Kürt ve Türk işçi ve emekçi halkları arasındadır ve barış da bu kardeşliğin yükseğe tırmanması ile gerçek anlamını kazanabilir. Diğeri, yani diğer “barış”, savaş kimin ise, onundur.

Bu günkü savaş, iki milletin barış içinde yaşarken, biri diğerine saldırdı, öteki de kendini savundu anlayışına sığdırılan bir savaş değildir. Ama ısrarla bu anlayışa sığdırılmaya çalışılıyor. Ama öyle imiş gibi, yaramaz mahalle çocuklarının kavgasını ayıran mahalle büyüklerinin arabuluculuğu misli hamlelerle, “sizi yaramazlar, birbirinizden ne alıp veremediğiniz var, değer mi anaların ağlamasına” deyyu barış duaları edilmektedir.

Örnek olsun, Vietnam’a ABD emperyalizmi, ondan önce Fransızlar ve Japonlar, hep Hindiçini halklarına kendi “barış”larını dayatmak için girmişlerdi ama Vietnamlılar, onları birer birer ülkelerinden kovarak kendi barışlarını kurdular ve onları da buna uymaya mecbur ettiler.
Tersine örnek de var, Brest Litovski barışı ve Versailles barış antlaşması yeterince öğreticidir. Barıştan çok kölelik antlaşması olduğunu hepimiz biliyoruz.

Öyleyse “savaş”ın gerçek niteliğini anlamadan barışı anlamak da, kurtuluşun nerden geleceğini tespit etmek de zordur, hatta imkânsızdır.

Diğer yandan bütün savaşları gerici saymak ile emperyalist çağda ulusal savaşların imkânsız olduğunu kabul etmek aynı kökten gelen anlayışın ürünüdür ve savaşın gerçek niteliğinden uzaklaştırmaya yöneliktir. Ancak Emperyalizmin kozmopolitizmi burada devreye girerek, bu emperyalist egemenliğin yararına pompalanan teorilerin üzerini zahmetsizce örterek, bir yerde imkânsız gösterilen savaş, diğer yerde haklı ve imkânlı gösterilebilir.

Oysa savaşın niteliğini tam anlayarak bunun doğru olmadığını yani her savaşın gerici olmadığını ve ulusal savaşların emperyalizmin bu günkü koşullarında da mümkün olduğunu görmek zor olmaz. Bunu gördüğümüz anda, bu sahtekârlıkla üretilen teorilerin üzerinden yükselen “barış” ve “silahsızlanma” propagandasının da kıymeti harbiyesini anlarız.

Burada da bir paranteze ihtiyaç var, Lenin’in dediklerini hatırlayarak bu paranteze sığdırabilirim ki, Emperyalist devletlere karşı milli savaşlar sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz, ilerici ve devrimcidirler. Fakat başarılı olmak için, ya ezilen ülkelerde yaşayan muazzam halk yığınlarının, (mesela Ortadoğu ve Kafkasya’nın yüz milyonlarca insanının) birlikte hareket etmesi; ya uluslar arası koşullarda özellikle elverişli bir durum (mesela emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler nedeniyle bu işe burnunu sokamamaları); ya da, büyük devletlerden birinde o sırada proletaryanın burjuvaziye karşı baş kaldırması şarttır. (en istenilen ihtimallerin en başında bu gelir) . Yani ulusal savaş Türkiye’nin de gerçeğidir, ama bu bütünlük ve sosyalist iktidar perspektifi içinde. Bunun son sözünde ise küçülen değil, büyüyen ve büyüyerek bu sorunları çözen Türkiye fotoğrafı vardır.

Çözüm bu fotoğraftadır. Yani “Eşitliğin, özgürlüğün ve gönüllü birlikteliğin hayat bulabileceği tek gerçek düzen sosyalist cumhuriyetler birliğindedir.”

Bu günün en önemli sorunu olarak öne çıkartılan ama emek sürecinin belirleyiciliği temel ilkesi atlanırsa ya da bu belirleyiciliğin gücünün yerine bu sorunun yükselteceğine inanılan gücün konulması durumunda egemen sınıfların çaresizliklerine derman çözümlere sürüklenmekten kurtulamayacak olan ulusal sorunun çözümü konusunda katkısı olacağına inandığım düşüncelerimi bitirirken, bir de düzeltme yapmak istiyorum;

Marks’ın “... İrlanda, İngiliz hükümetinin büyük bir düzenli ordu beslemesi için tek bahanedir ki bu ordu gerektiğinde daha önce de olduğu gibi, askeri eğitimini İrlanda’da tamamladıktan sonra İngiliz işçilere karşı kullanılabilir. ... Son olarak, İngiltere, bugün, eski Roma’da devasa boyutlarda olmuş olan şeyin bir yinelenmesini görüyor. Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.” Biçimindeki bu sözleri alıntılanarak, bunun öğretici olduğu öne çıkartılmış. Ancak her ne kadar başlık olarak da kullanıldığı için “Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.” Sözüne vurgu yapılmak istenmiş olsa da, bence öğreticilik bu cümlede değildir; asıl öğreticilik, Marks’ın İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını isterken gözettiğinin ne olduğunun anlaşılmasındadır. Marks, Engels’e 1866 yılında yazdığı bir mektupta, ayrılmanın ardından bir federasyon da gelse, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını istiyordu; küçük burjuva barışçı kapitalizm ütopyası açısından ya da “İrlanda için adalet” düşüncesinden hareketle değil, hâkim milletin proletaryasının kapitalizme karşı devrimci mücadelesinin çıkarları açısından istiyordu bunu. O milletin özgürlüğü, başka bir milleti ezdiğinden ötürü kısıtlanmış, sakatlanmıştı. İngiliz işçileri, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını istemezlerse, İngiliz proletaryasının enternasyonalizmi ikiyüzlü bir laftan ibaret kalırdı. Marks hiçbir zaman bücür devletlerden, genel olarak devletlerin parçalanmasından, ya da federasyon ilkesinden yana olmadığı halde, ezilen bir milletin ayrılmasını federasyon yolunda bir adım, dolayısıyla parçalanmaya doğru değil, yoğunlaşmaya doğru, hem siyasi hem de ekonomik yoğunlaşmaya doğru bir adım sayıyordu. Ama bu yoğunlaşma demokrasi esası üzerinde olacaktı.
Ve Marks, bunu isterken, sınıf mücadelesine ve sosyalist devrim düşüncesine tamamen yabancı olan küçük burjuva demokratların, kafalarında, özgür ve eşit milletler arasında kapitalist düzende barış içinde bir rekabeti öngören ütopyaları ile alay ediyordu. İşte öğreticilik buradadır.

Fikret Uzun

31 Ekim 2011

25 Ekim 2011 Salı

HOBSBAWM`IN PIRILTILARI MI GÜN ZİLELİNİN KEÇİ BOYNUZU MİSLİ ÇİĞNEDİKLERİ Mİ ?

Gün Zileli, Eric J.Hosbawm’ın anlattıklarını, iştahla yemek üzere oturulan ama hayal kırıklığı ile keçiboynuzu çiğnemeye mahkûm olunan bir durumun müsebbibi olarak resmettikten sonra, böyle bir durumdan ille de bir lezzet çıkarmak pahasına, önüne konulanı inatla çiğnediğini ve sonunda dişe dokunur birkaç düşünce ve saptama bulduğunu ve bunların da, önemli bir tarihçi olan Hosbawm’ın, bilgi ve tecrübe dolu olmasına rağmen, İnsicamdan ( tutarlılık) yoksun mırıldanmalarla kitabına yansıttığı toplam ifadelerinin içinde, eksik yanları da olsa, birkaç lezzetli ve parıltılı ifade olduğunu belirterek bunları düşünmemiz için önümüze koyuyor.

Gün Zileli’nin bu tür çırpınışları, Türkiye’ye döndüğünden itibaren ayağının tozuyla başlamıştır. Yeni değildir yani. Sanki İsveç ya da İsviçre’den, her neresi ise, burslu olarak yıllarca ikamet ettiği bir kapitalist ülkeden Türkiye’ye Anti-sovyetizm yapmak üzere gönderilmiş gibi, gelir gelmez, Lenin’e sataşıyor, Hızını alamıyor, Stalin’e sataşıyor, bu sataşmalara fazla ses verilmezse, ey ahali duymuyor musunuz, “Sovyet Marksizmi bütün kötülüklerin anasıdır! ” demeye getirdiğini anlatmaya çalışıyor, bu da yetmiyor, Stalin ile Mustafa Kemali, o da yetmiyor, Hitler’i aynı kategoriye sokuyor, böylece bir çırpıda burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasiyi aynı renk ve tonda boyayarak, en çarpıcı ve gerçekçi resmi ortaya çıkardığının kabul edilmesini istiyor. Daha da ileri gidiyor, sosyalist demokrasinin gideceği yerin eninde sonunda Hitlerin gittiği yer yani Faşizm olduğunu, araya, bu eleştirel övgüsünün içine de serptiği “insicam” misli sözcükler koyarak süsleyip, insanları ikna etmeye çalışıyor.

Evet, Gün Bey, bu güne kadar hep bunları yaptı ve görünen o ki, bundan vazgeçmiş görünmüyor. Oysa gerçeklerin Gün beyin dediği gibi olmaması bir yana, herkes merak ediyor ve “ bu gün bu toprakların temel sorunu bu mudur ki, Gün beyin iki lafından biri Stalin’in günahları, o olmazsa Lenin’in erken devrimini veya devrim sonrasındaki proletarya diktatörlüğünü mahkûm etmeyi, o da olmazsa veya hepsini aynı yazı içinde ele alarak, Sovyet Marksizm’inin ve sosyalizminin dünyanın başına gelebilecek en kötü şey olduğunu temcit pilavı gibi tekrarlayıp duruyor “ diyor ve eminim bu soruyu kendi kendine de olsa sordukları anda, asıl temel sorunu düşünmeye başlıyorlar.

Bu anlamda Gün Zileli’ye aslında teşekkür ediyoruz, temel sorunun üzerini örtmek için diline doladıkları ile bilmeden ve istemeden temel sorunun üzerindeki örtülerin kaldırılmasına önayak olmuş oluyor.

Gün Zilelinin okuduğum, Fikret Başkaya ile birlikte yazdıkları bir yazısı nedeniyle ki, bu yazıyı okuyan ve bu yazıyla birlikte Zileli‘ ye her türlü övgüyü sunan aklı başında, onca ideolojik şaşırtma ve uyutma içerikli saldırılara karşın sıradanlaşmamış olduğu gibi, özünün de yerinde durduğuna inandığım bir arkadaşım tarafından tarafıma gönderilmiş olan bir yazı idi, aklıma yine Engels gelmişti. Engelsi ikinci hatırlayışım oluyordu.

İlk aklıma geldiğinde, Fikret Başkaya’nın, sanırım, “Çürüme Kokuşmaya Dönerken“ başlıklı yazısı ile karşı karşıya idim. Gün Zileli ile birlikte yazdıkları “Devrimi Yeniden Düşünmek” başlıklı yazı ile karşılaşmam ikinci hatırlayışım oluyordu. Böylece, Fikret Başkaya’nın yazdıklarını eleştirmek üzere yazdığım ve başlığını da “Anti-Fikret Başkaya’lar “ şeklinde koyduğum yazının arkasından Anti-Dühring’i ve bu eleştirel çalışmasında Engels’in yöntemini hatırlayarak, Başkaya’nın Gün Zileli ile birlikte dediklerine karşı da bir Dühring eleştirisi ortaya koymaya çalıştım. Arada yine Başkaya’ya ait bir yazıdaki ifadeler nedeniyle ortaya koyduğum eleştiriler vardı. Neticede Zincir yazılar oluştu ve başlangıçta kimse itibar etmemekle birlikte, bu gün geri dönüp baktığımda bu eleştirilerimle pek çok kişinin ilgilendiği görülmektedir.

Fikret Başkaya’nın yazısını ilk okuduğum anda bu eleştirel yolu denemeyi istemiştim. Yani Anti-Dühring yaklaşımı ile eleştirmeyi denemek istemiştim. Ama bu o kadar kolay görünmüyordu ilk niyetlendiğimde; birincisi, Fikret Başkaya’nın söylediklerinden, sırf onun ismi ve bulunduğu konum nedeniyle etkilenecek ve koşulsuz ikna olacak pek çok aklı başında insan vardı ki, bu hepsinin eleştirim nedeniyle bana hışımlanacağını peşin peşin gösteriyordu; ikincisi o,kimileri gibi olmasa da, pek çok kimse için yine de ismi önde giden bir sol kimlik olarak görünüyordu. Özcesi ortada “Fikret Başkaya’yı tanıyorum, öyleyse dedikleri doğrudur” yaklaşımı bu çevrede hâkim yaklaşımdı. Ne yalan söyleyeyim, ben de, eleştirime konu olan yazısını okuyana kadar, diğer ismi önde giden sahte sol gömleklilerle aynı yerde anmıyordum kendisini. Üçüncüsü, Özgür Üniversitenin öğretmenlerindendi. Bunlar, benim için de, Engels’in Dühring’i eleştirmesi ona bir ekşi elmayı ısırmak gibi geldiyse, bir ekşi elma ile karşı karşıya olduğumu gösteriyordu. Isırmasam, içime sindiremeyecektim, ısırırsam, ekşiliğinden dilimin ne kadar kamaşacağını kestiremiyordum. Üstelik Fikret Başkaya’ya konduramıyordum da. Yani belki de ben yanlış anlıyordum. Onca hışmı göze alabilir miydim kestiremiyordum? Neticede bu ekşi elmayı, diğer bütün ekşi elmaları ısırmak anlamında, ısırmaya karar verdim. Ne olabilirdi ki, eksiğim veya yanlışım olursa, illaki birileri çıkar düzeltir ve ben de netleşmiş olurdum. Ama ne düzelten çıktı, ne eleştiren, ne de ses veren. Herkes sağır olmuştu sanki. Herkesin kafasına hapsettiği bir sırrı ortaya koymuştum ama dokunulmaza dokunduğum için sükût altından da değerli olmuş idi. Sonra bir daha, ardından bir daha anti-dühring denedim ama kimseden çıt çıkmadı. Bunun “sessizlikle öldürmek” diye anılan, eleştirileri savuşturmanın bir yöntemi olduğunu düşünmüştüm.

Böylece Gün Zileli’ye dayandı eleştirilerim. Bu sitede de paylaştığı, “Üç Diktatörlük Türü…” başlıklı yazısına, yine bu sitede” Gün Zileli Dühring’liğe Devam Ediyor Hala “ başlıklı bir eleştiri yazısı yazdım. Eleştirim, değerli Hasan Çamlı arkadaşın benimkinin yanında oldukça kısa ve öz olan eleştirilerinden hafif kalmıştı. Gün Zileli, ne bana ne de değerli Hasan Çamlı’ya cevap verdi. “Eleştirinizi hak etmiyorum” bile dememişti.

Ama ısrarla ,yukarda kendisi için verdiğim hükmün doğruluğunu kanıtlarcasına yalan- yanlış benzetmelerle Anti- sovyetizmi elden bırakmadığını göstermeye devam etmesi bir yana, günümüzde olanları da çok sinsi biçimde çarpıtıyordu.“Savcılar, Troçkist-Buharinist Terörist Ergenekon örgütü Hakkında Kesin Delillere Sahip”!!! Başlıklı yazısı da bu tür bir yazı idi ve Bu sitede de paylaştığı ama başka bir yerde karşılaştığım bu yazıda ifade ettiklerini ,”HÂLÂ MI ANTİSOVYETİZMDESİNİZ GÜN ZİLELİ SİZ HİÇ BÜYÜMEYECEK MİSİNİZ?” başlığını koyduğum bir yazı ile eleştirmiştim ve yine de Gün Zileli’den bir ses gelmemişti. Başka kimseden de eleştiri almadım. Sanki hala, herkesin bildiği ve kafasının içine hapsettiği bir sırrı ortaya döküyordum ama kimse bu sırrı bildiğini açık etmeye yanaşmıyor gibiydi.

Aynı konuyu binlerce kez çiğneye çiğneye anlattıklarına keçiboynuzu tadı vermiş olan Gün Zileli, şimdi ünlü bir tarihçinin çözümlemelerinin yer aldığı kitabında söylediklerinin tümüne keçiboynuzu tadı vermeyi ihmal etmemekle birlikte, içinden çekip aldığı birkaç ifadenin yüzü suyu hürmetine bu keçiboynuzunu çiğnemeye katlandığını söyleyerek, bu ifadelerin, eksikliklerinin altını çizmeyi de ihmal etmeden, en lezzetli ve pırıltılı düşünce ve saptamalar olduğunu ilan etmekten kendini alamıyor. Bu pırıltılı düşünce ve saptamalara baktığımızda ise, gördüğümüz, Gün Zileli’nin öteden beri çiğnediği keçiboynuzu tadındaki bayatlamış ve bir o kadar da iflas etmiş düşünce ve saptamalar oluyor.

Hosbawm’ın, “Ekim devrimi sonrasında, başka ülkelerdeki devrimcilerin Bolşevik örgütlenme modelini benimseme, iradelerini Bolşevik bir enternasyonale (nihayetinde SBKP’ ye ve Stalin’e) teslim etme kararı, sadece doğal bir coşkudan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda, bütün alternatif örgütlenme formları, strateji ve taktiklerin aşikâr başarısızlığından da ileri gelmekteydi. Lenin başarılı olurken, sosyal demokrasi ve anarko-sendikalizm başarısız olmuştu. Dolayısıyla, başarı reçetesini uygulamak akla yatkın görünüyordu.” Yollu ifadesinden çıkardığı pırıltı ile Gün Zileli, Stalinizme düşmanlığına, Stalinin çoktan öldüğü ve Anti-Stalinizmin çoktan iflas eden bir Anti-Sovyetik saldırı olduğunun daha bir netlikle görüldüğü zamanda bile devam ettiğini bir kez daha gösteriyor ve keçiboynuzu tadında yazılar yazan bir yazar olsa da, Anti-Stalinist hummasına ünlü bir ortak bulmuş olmanın coşkusunu yaşadığını da gizleyemiyor; “ihtiyatlı” bir biçimde, bu “pırıltılar” vesilesi ile daha doğrusu bu “pırıltılı” saptamalar üzerinden, Lenini olumsuzlamayı, Anarko-Sendikalistleri olumlamayı görev biliyor. Çünkü şimdi, düzen için, ufukta görülen veya kıpırtısı duyulan ve tam da Sovyet sosyalizminin renginin pırıltısını taşıyan öfkeli yükselişi, sendikalizmin dar alanlarına hapsetme zamanıdır.

Öyleyse kimi eksikleri olsa da, Anarko Sendikalistler, Türkiyenin ve dünyanın ihtiyacı olan ve Leninin, “Bürokratikleştiren, katılaştıran ve giderek devrimi yapan kitlelerden koparan teorisi “ nedeniyle, yani Bolşevik parti nedeniyle ve onun uyguladığı Proletarya Diktatörlüğü nedeniyle hep uzak kaldığı “doğru” yollar, dolayısıyla kendisinden sonra geçen uzun yılların sonunda Leninin yolunun yanlış olduğu anlaşılsa da, bundan sonraki uzun yıllar, bu yanlış yol ile geçen uzun yıllardaki tahribat nedeniyle yeni yol arayışları ile geçmiş ama bir türlü bulunamamış olan bu yeni yolları, şimdi anarko-sendikalistler sunabilme noktasına gelmişlerdir.

Evet, Gün Zilelinin çiğneye çiğneye keçiboynuzu tadında sunduğu pırıltılı saptama budur. Bu, Gün Zilelinin muradı mı acaba, hiç sanmıyorum, ancak, değerli Hasan Çamlı’nın ifadesiyle “Anarşizmi ne kadar algılayıp, ne kadar savunduğu” bile tartışılır olan Gün Zileli’nin geçmişindeki anarşist kimliği, bu lafızları onun dilinden daha inanılır hale getirebilir diye düşünülüyor. Üstelik Gün Zileli, zafer kazanmış olduğu gerçeğini teslim ettiği halde, Lenin’in Yolu’nun, kırk yıl sonra yanlış olduğunun anlaşıldığına vurgu yapıyor.

Herhalde bu tarihi periyodu rastgele vermemiştir, çünkü anlaşılan o ki, Lenin’in yolunun yanlış olduğu (dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır, “Lenin’in yolu doğruydu ama Stalin bu yolu değil, başka yolu seçti “demiyor, “Leninin yolu yanlıştı “diyor.),Stalinin ölümünden sonra fark edilmiştir. Gün Zileli, Muhtemelen doğru yol arayışlarını Kruçevle başlatıyor.

Ama Gün Bey, Lenin’in yolunun yanlış olduğunun anlaşıldığını bir periyodun sonuna götürerek ilan ederken, hem o periyodun sonunda ve hem o peryotdan itibaren Gorbaçov’a kadar, Gorbaçov dâhil, liderlerin yarım ağızla olduğu kısa süre sonra anlaşılsa da yolumuz Stalin’in yoludur yollu konuşarak ama Yolumuz Lenin’in yoludur yollu konuşmayı hiç bırakmaksızın yola devam ettiklerini ilan etmekten vazgeçmediklerini görmezden geliyor.

Bütün sorun, tekellerin, emperyalist kapitalistlerin, kendilerini son derece güvende hissetmeleri gereken bir zamanda Sovyet Marksizminden dolayısıyla Leninizm’den, yani Lenin’in çıkarılamadığı Marksizm’den ve elbette Sovyet sosyalizminden ölümüne korkuyor olmasıdır. Başka ifadeyle korkularının depreşmiş olmasıdır. Böylece Gün Zileli gibiler, emperyalist kapitalistlerin korkularını hafifletmeye çalışmanın adı olarak önümüze düşüyor. Onların korktuğu noktalardan gelecek hücumları,sendikalizmin dar yollarına hapsetmek için geniş yollar açmaya çalışıyorlar. Amerika’daki Wall Street eylemcilerinin eylemlerine sinen de bu dar yolları açarak, genişlemeye yüz tutmuş ve emperyalistlerin korkulu rüyası olan yollara giden kapıları kapatmak içindir. Gün Zileli bunu çok iyi görüyor ve burada, bu yolda hüner göstermeye işaret ediyor. Yoksa keçiboynuzu tadında yazan bir yazarın dediklerine, sadece kendine göre, yani göstermek istediği hünere malzeme yapmak üzere, birkaç pırıltılı saptama bulmak için tahammül etmesi düşünülemezdi. Üstelik o pırıltılı dediği saptamaları da bütünüyle beğenmiyor.

Gün Zileli, anarşizmi yükseltme denemesini, Hosbawm’ın başka bir pırıltısında da göstermeye çalışıyor. Hobsbawm’ın,1968 ayaklanmalarında parlayan yıldızın anarşizm olduğundan hareketle, bunu “…Bürokratikleşmiş otoriter devletin ifadesi olan Stalinizmin aşırı büyümesinin, proletarya diktatörlüğünü kaçınılmaz olarak salt diktatörlüğe dönüştüreceği yönündeki Bakuninci iddiayı haklı gibi gösterdiği…” yollu ifadesiyle sevinç çığlıkları atıyor. İşaret yine aynıdır, Proletarya diktatörlüğünün eninde sonunda parti ya da devlet diktatörlüğüne dönüşeceğini bunun dışında bir yol aramak gerektiğini, bunu da en haklı biçimde anarşistlerin gördüğünü ve yapabileceğini kanıtlamaya çalışıyor.

1968 ayaklanmalarının ise, gerçek tahlili ile ilgilenmiyor, ilgilendiği, daha doğrusu ilgilendirmeye çalıştığı, bu gün Tekellerin, ABD-AB emperyalizminin çaresizliğinin çareye dönüştürülmesi için, bu çaresizliğini daha artıracak olan ve ezilen, sömürülen kategorisindeki sınıfların çaresini açığa çıkaracak ve yükseltecek olan çarelerin önünü kapatmak demek olan yolları, ezilen ve sömürülen kitleler için çare olarak göstermeye çalışıyor. Çare arayışında egemen sınıfların yanında olduğu, işaret ettiği isimlerden de belli olmakla birlikte, bu gün temcit pilavı gibi önümüze koyduğu kin ve nefreti ile açıkça gösteriyor. Kin ve nefreti, hep Leninizm’e yani Sovyet Marksizmine olmuştur. Dolayısıyla Avrupa Marksizminin cephesinde, Sovyet Marksizmini tarihten kazımanın şövalyeliğine soyunmuştur. Türkiye’ye dönüşünün esbab-ı mucizesini burada aramak gerekiyor.

İşte Gün Zileli’nin, onca zahmete katlanıp, lezzetsiz bir yemeği keçiboynuzu tadında çiğnemeyi göze alması, kin ve nefretine bir kaç dayanak bulmak, en azından bu dayanağın varlığını ikna etmek üzere, çiğnemekten yorulmadığı Stalin’e ve onun üzerinden Leninizm’e duyduğu kin ve nefreti biraz daha çiğnemesine vesile yapmasına yarayacak birkaç ifade bulmak içindir. Böyle olduğu apaçık görülmektedir.

Stalinizmin ilk defa Troçki tarafından ve Leninizm’in karşıtı politikalar anlamında kullanıldığını söyleyenler olmakla birlikte, “kişisel iktidar rejimi”,”kitlesel baskı rejimi” gibi nitelemelerin de yaygın olduğu biliniyor. Ama en yaygın ve üzerinde fikir birliği sağlanmış niteleme,“Stalinizmin, tek bir diktatörün keyfi bir biçimde ve herhangi bir parti organı tarafından denetlenmeksizin yönettiği, Marksist-Leninist dogmanın biricik yorumcusu olduğu ve etrafının kendi kişiliğine tapınmayla çevrili olduğu tek kişi diktatörlüğü.” Şeklinde anlamlandırılmasıdır.

Oysa bu nitelemelerin hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır, bu nitelemelerin üzerinden yükseltilen Anti-Stalinizm ise gerçekte, anti Leninizm’in, anti sovyetizm’in ve her ikisi üzerinden kolaylaştırılan anti-komünizm’in bir biçimi olmaktadır.

Şu açıklıkla görülen ve bu güne kadar hep görmezden gelinen üç somut gerçek, Stalin’in Sovyet düzeninin kuruluşunda olabilecek en yüksek başarıyı gösterdiğini (o kadar öyle ki, O olmasaydı, Lenin’in adına yazılan Ekim devriminin başarısı ile kurulan işçi sınıfının düzeninin değil yetmiş yıl, 7 yıl bile yaşayamayacağı birçoklarınca dile getirilmektedir), görmemize yeter.

Birincisi, Stalin, Sovyet sosyalizmini NEP çukurundan, NEPi tam da Lenin’in öngördüğü gibi, zorunlu ama geçici bir politika olarak, yani sosyalizmin kalıcı bir politikası haline getirmeden, uyguladıktan sonra çıkarabilen bir liderdir.

İkincisi ve en önemlisi Leninin formüle ettiği ve tek ülkede sosyalizmin karşı karşıya kaldığı tarihsel koşulların pratiğinin ki, NEP de böyledir, zorlamasının ürünü olan Barış İçinde Bir Arada Yaşama Politikasıdır. Bu politikayı, Stalin tüm geçici karakterinin bilincinde olarak, emperyalizmden beklenen saldırıyı olabildiğince geciktirmeye çalışmakla beraber sonunda öngörüldüğü gibi, emperyalizmin saldırısı gerçekleşmiş ama Stalin’in ve tüm Sovyet halkının özverisi ve cesareti ile Bu Hitler faşizmi ile kendini göstermiş olan saldırı püskürtülmüştür.

Üçüncüsü, yine Lenin’in “Dognati Peregnata” politikasını en kusursuz biçimde uygulamış ve mujikten işçi çıkarmanın zorlukları ile baş etmesini bilmiş ve Batının sanayideki gelişmişliğini yakalayarak geçmeyi önemli oranda başarmıştır. Tabii bütün bunların sosyalizm açısından bir fiyatı vardır ve bu fiyat fazlasıyla ödenerek, Stalin sonrası politikaların harcı olmuştur ve hiçbir Anti-Stalinist çokbilmiş, bu üç sosyalizmin doğasına aykırı politika konusunda eleştiri getirmemiştir. Oysa Sosyalizmde uygulanan kapitalizan politikalar, bunlardan ibaret olmasa da, bunlar en önemli sapmalara açık politikalardır ki, Stalin sonrasında bu politikaların sosyalizmin kalıcı politikaları haline getirilmeye çalışıldığı bilinmektedir.

Burada bir Stalin güzellemesi yaparak Gün Zilelinin Anti-Stalinist hummasını eleştirirken eleştirimi güçlendirici dayanak yaratmaya çalışmadığımı belirtmek isterim. Göründüğünün aksine ben Gün Zileliden çok daha fazla Stalin’e eleştirel bakıyorum, ama bu bakışım bir Stalin düşmanlığı ile beslenmiyor.

Stalin gerçek anlamda ve sosyalist bakış ile eleştirilecekse, eşitlik kavramına yaklaşımı ve yaklaşımının tümüyle pratiğin zorlamasından kaynaklanmasına rağmen, bu pratiği bir teori haline getirmeye çalışması eleştirilmelidir. Hoş bu durumda bile Stalinin bunu pratiğin zorlaması karşısındaki çaresizliğine çare olarak yaptığı gerçeğine yani sorunun becerili iş gücüne daha yüksek ücret vermek zorunluluğundan kaynaklandığına ulaşmak zor olmayacaktı, başka ifadeyle sorun, mujikten bozma işçinin bilinçlice olmasa da, burjuvaca yaklaşımla kapitalizmin değer yasasında diretmesi olduğuna ulaşmak zor olmayacaktı ve üstelik kapitalist toplumdan çıkıştan hemen sonraki aşamada bu eksikliklerin kaçınılmaz olması söz konusudur ama bu yaklaşımın yine de sosyalizmin doğasına uygun olmadığını göstermek gerekiyordu. İşte gerçek eleştirel bakış budur ve ilerleticidir. En fanatik Stalin muhalifleri bile bu noktayı hep görmezden gelmiştir, çünkü Stalin’i eleştirmeleri ve hatta bütün kötülüklerin anası saymaları, sosyalizme gösterdikleri hassasiyetten değildir, tam tersine muratlarına engel olan bir anlayışı temsil ettiği içindir ki, eşitlik ilkesi de muratlarındandır, çünkü Stalin düşmanlarının ki safça bu trene binenleri ayırıyorum, hepsi gerçekte birer kapitalizm özlemcisidir. İlerlemek istemiyorlar, Kapitalizmde kalmak istiyorlar, ilerlendi ise, birilerini ya da bir şeyleri bahane ederek kapitalizme dönmek istiyorlar. Anti-Stalinizm, bahaneleridir.

Bu eleştirel çözümleme ile vardığımız nokta ise daha öğreticidir, taze işçi düzeninde, mujikten devşirme işçi için henüz çalışma, yaşamın temel ihtiyacı olmaktan uzaktır. Çalışma bir küçük burjuvada, bir köylüde olduğu gibi, yaşamı sürdürmenin aracıdır, bunu ise sosyalist toplum otomatik olarak sağlıyor ama mujik bunu görmüyor, ya da görmek istemiyor.

Bu durumun ortaya çıkması ile bunun bir sorun olduğunu ortaya koyarak, tıpkı NEP de yapıldığı gibi, bir süre için, bu sorunu çözmek üzere, geriye adım atılması ne kadar doğrudur veya ne kadar yanlıştır, işte eleştirel bakışın asıl ortaya çıkardığı sorun budur. Asıl üzerinde durulması gereken burasıdır. Ama eleştiri böyle yapılmıyor, tarihi yargılamak için yapılıyor. Oysa tarih yargılanmaz, tarih anlaşılmaya çalışılır. Eleştirel bakışın anlamı budur. Fakat böyle bakmayanlar için Eleştiri, geriye yani kapitalizme dönüş özlemini veya kapitalizmde kalma inadını canlı tutmanın bahanesidir.

Diğer yandan, barış içinde bir arada yaşama ve sosyalizme barışçı yoldan geçme ilkesi bütün dünyadaki komünist partilerine Hruşovla ve 20. kongre ile temel ilke olarak kabul ettirilmeye çalışılmıştır ki, Gün Zileli,1968 isyanlarından anarşistlere pay çıkartmaya çalışırken, Fransız komünistlerinin, barış içinde bir arada yaşama ve barışçıl yolla sosyalizme geçme politikalarına saplanıp kalarak, bunun doğal uzantısı olan ve daha ikinci savaştan önce Komintern politikalarının tersine hareketle başlattıkları proletarya diktatörlüğünden kaçışı, en temel politika yapmalarını ve bunu Leninizm’in karşısına “yeni ve başarı getirecek bir yol” olarak koymalarını ama ilerleyen zamanda, sosyalistlerle komünistlerin ortak programı çerçevesinde iktidara iki kez gelmelerini ama ne tekelleri yenmeyi, ne de barışçıl yolla sosyalizme geçişi başardıklarını, aksine ortak programı da unutup, tekellerin koltuk değneği durumuna geldiklerini unutmuş görünmektedir, yani Gün Zileli’nin öyle ya da başka türlü işaret ettiği yeni yollar, hep iflas etmiş ama şunu açıkça göstermiştir, Leninizm’e, Sovyet Marksizmine karşı olarak öne sürülen yeni yolların hepsi aynı yere bağlıdır ve bu yer, Sovyet Marksizmini yani Leninizm’i en yaygın ifade ile Marksizm-Leninizm’i tarihten kazıma poltikalarının karargâh kurduğu yerdir yani emperyalizmin ideolojik şaşırtma laboratuarlarının merkezidir. Tarihin Sonu tezinin piyasaya sürülmesi aynı merkezdendir.

Ancak bu o kadar kolaylıkla başarılacak bir mücadele olmadığı için, yani ne yaparlarsa yapsınlar sosyalist mücadelenin hücumu ile karşı karşıya kalacaklarını bildikleri için, ya yolları tıkıyorlar ya da başka yollar açarak hücumun kendilerine ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar. Başka yolların en önemlisi ki,”yeni yol” derken Gün beyin muradı da bu yöndedir, özü ekonomizm olan Avrupa Marksizm’ini büyütmeye çalışmalarıdır.

Bu da, işçi sınıfının önüne kapitalist kalkınmanın demokratik yolunun konmasıdır, yeni yol bu oluyor ve başka diğer bütün yollar bu yola çıkıyor. En devrimci iş, kapitalizmin hatalarını bulmak ve bunları düzeltmek için mücadele etmek oluyor. Bu da eninde sonunda sınıf mücadelesinden uzaklaşmayı, sonunda da,” tarihin sonu” tezine kapılanmayı getiriyor. Böylece sınıf mücadelesinden vazgeçmek meşru oluyor. Bunun uzantısı ise, emperyalizmin adil bir uluslar arası düzen kuracağına inanmayı getiriyor. Toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde güç ve şiddet kullanımını temsil eden Stalin düşmanlığı veya Destalinizasyon kampanyası bunun için gerekli oluyor. Avrupa Marksizmini yükseltmek için, Stalini veya Stalinizmi Sovyet tarihinden ve düşüncesinden çıkarmak gerekiyor. Bu kotarıldıktan sonra ve eş zamanlı çabalarla sıra Leninizm’i yani Sovyet marksizmini tarihten kazımaya gelecektir ki, bu Avrupa Marksizminin ve emperyalizmin uluslararası planda adil bir düzen yaratabileceği düşüncesinin topyekûn zaferi olacaktır. Bunun için de ilk önce ekonomizmin, sosyalist düşüncenin daha doğrusu, Sovyet marksizminin önüne konması ve “hakiki Marksizm” olarak benimsetilmesi gerekmektedir. Bunlar gel gitler yaşanarak sırayla veya harmanlanarak bir bir sahneye konulmaktadır.
İşte Gün Zileli de, bu sahnelerden birinde üzerine düşen rolü oynamak için hüner gösteriyor. İş, Gün Zileli çerçevesine dayandı ise, hepsi budur, yani Gün Zileli, sosyalist iktidar atının önüne, ekonomizm arabasını koşmaya çalışıyor.

Avrupa “Komünistleri”nin ortak düşüncesi, Marksizm-Leninizm’in Stalinizm olduğu yönündedir ve bütün oklar önce bu noktaya atılacaktır, buraya isabet eden oklar eninde sonunda Leninizm’i de Marksizm-Leninizm’i de vuracak ve dünya sosyalist düşüncesi Avrupa Marksizmine kalacaktır. Böyle düşünüyor, böyle hareket ediyorlar.

Örneği Gün Zileli de cisimleşmiştir, yatıp kalkıp ve kendini bildi bileli, Anti, Stalinizm dua ediyor ama asıl duası iktidarsız bir sosyalizm içindir ve anarşizmi, haliyle ekonomizmi yükseltmesi bundandır. Çünkü Avrupa Marksizmi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki ölümcül ve uzlaşmaz karşıtlığın kapitalizmin içindeki değişiklikleri referans göstererek, ortadan kalktığını düşünüyor, Gün Zileli de bunu Anti-Stalinizm üzerinden inandırmaya çalışmaktadır.

Oysa tarihin mantığı gösteriyor ki, “Bu gün hâlâ en çok korkulan ve saldırılan yalnızca ve yalnızca Marksizm’i devrimcileştiren ve yaşayabilir olduğunu, insana en yakışan düzen olduğunu reel olarak gösteren Sovyet Marksizm’i ve Sovyet sosyalizmidir ve en çok, Marksizm’in son ve dünyayı değiştirmeye yetmeyen bir teori olduğunu kanıtlamak üzere emperyalizmin bütün ideolojik laboratuarlarında sahte teoriler üretilmektedir ve hepsinin önünde şirin gösteren kulağa hoş gelen ve hemen hepsinde “demokrasi” olan ekler vardır. Sosyalizmden korkanlar, korktuklarını kendi sosyalizmlerine hapsetmek için her yöntemi, her aracı kullanmaktadırlar.” (*)

Gün Zileli eleştirisini burada bitirirken “Marksizm’in bir son söz olduğunu düşünenlere sesleniyorum; Marksizm bir başlangıçtır, yaşadığı tarih dilimindeki ve o zamana kadar biriken insanlığın düşüncesini eleştirel gözle incelemiş ve sonrakiler için dosyalamıştır. Marks ve Engels, tarihe en uzun ve en eleştirel notu kaydedip bu dünyadan dönülmeze göçmüştür. Onu takip eden Lenin olmuştur, Marksizm’i hem zenginleştirmiş hem de devrimcileştirmiştir. Asıl zenginliği politikadadır. Lenin, Marks’ın ve Engels’in, teorik olarak bulup çıkardıkları ve ortaya koydukları gerçekliklerinin, Ekim devrimi ile reel pratiğine kapı açmıştır. Kapıyı kapatmak isteyenlere cevap Stalin’den gelmiş ve böylece sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu reel olarak kanıtlanmıştır. İkinci olarak, belirleyici olanın emek süreci olduğu ve üçüncü olarak, sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu, Ekim devrimi ile başlayıp, kapitalist restorasyonla sona eren Sovyet sosyalizminin bütün doğruları ve yanlışları ile birlikte ve özellikle yanlışlarının yol göstericiliğinde net olarak kanıtlanmıştır. Eğer kanıtlanmış olmasaydı, bir; dünyanın en çok hareketli olduğu bölgelerinde yarım milyar paralı Amerikan askerini beslemesine, onlarca füze rampası ve kalkanı ile kendini garantiye almasına rağmen, hâlâ Ortadoğunun, Kuzey Afrika’nın çöllerine asker yığmak için, ucuz asker aranıyor ilanı vermezdi. İki; Sovyet sosyalizminin yıkılmasının, Stalin’in ölümünün üzerinden onca zaman geçmesine ve tarihin sonu âmin duasının okunması ile tüm sosyalizm düşmanlarına bayram havası estirmiş olmalarına rağmen, Troçkizm ve Anti-Stalinizmin canlı tutulmasından vazgeçilmediği gibi hâlâ canlı ve saldırgan tutulmaya devam edilmezdi. Üç; yıkılmış bir sosyalizme ve sonu gelen bir tarihe rağmen, kulağa hoş gelen şirin mi, şirin eklerle sosyalizm bayrakları imal edilmez, bu bayrağın altına, kapitalistlerden daha yalancı, küçük-burjuvaziden bile kaypak, ateşi görünce hemen eriyen, en küçük bir fırtınada içine girecek oyuk arayanlarla; yani bir parça hümanizm, bir parça insan hakları, bir parça edebiyat eğilimi taşıyan ve insan olsun da çamurdan olsun demeyi en önemli sosyalist pusula belleyen kişicikleri toplayarak sosyalizm olabileceği inancı yayılmaya çalışılmazdı.” (*)

“Gerçek sosyalistler, güvenli yollardan ayrılmak istemeyen kişiciklerden ayrıdır ve tarihin ilerleme çizgisindeki tüm nesnellikleri doğru okumaları nedeniyle tarihin akışının hangi yöne gittiğini gördükleri için, kendilerinden emin ve gelecekten umutludurlar; bu umut ve güven ile insanlığa en çok yakışacak olan sosyalist düzeni kurmalarının engellenemeyeceğinden emindirler. Bu anlamda tarihin son sayfasının olmadığının bilinciyle tarihe kaydederek sosyalistlere bırakılan dosyalar yeniden açılmış ve en fazla deneyimin yanlışlıkların işaretlendiği ve Sovyet sosyalizminden akan yanlışlıklarda olduğu görülmüştür. Şimdi insanlığın hâlâ en bilimsel, en devrimci teorisi olmaya devam eden Marksizm-Leninizm dosyası, dünyayı insana yakışır biçimde değiştirmeye and içmiş sosyalistlerin elinde, en ileri seviyeden sosyalist iktidar mücadelesine başlangıç olacak şekilde geliştirilmeye devam ederek asıl kavganın daha yeni başladığını bütün dünyaya gösteren sayfaları da içine katacaktır. Ondan sonrası, yeniden fışkıran insanlığın elinde büyüyecektir. Sosyalistler bunu biliyor ve buna inanmaktan hiç vazgeçmiyorlar.” (*)

(*) F.U.- “KONGRE GİRİŞİMCİLERİNİN ÜZERİNDE VİETNAM DEVRİMİNİN HAYALETİ DOLAŞIYOR” adlı makaleden

Fikret Uzun

24 Ekim 2011

18 Ekim 2011 Salı

KONGRE GİRİŞİMCİLERİNİN ÜZERİNDE VİETNAM DEVRİMİNİN HAYALETİ DOLAŞIYOR

KONGRE GİRİŞİMCİLERİNİN ÜZERİNDE VİETNAM DEVRİMİNİN HAYALETİ DOLAŞIYOR
"Kürdistan devrimi, tarihler boyunca süren ağa şeyh ve aşiret reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri, sömürgecilerin de bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar; ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için hem sömürgecilerle ve hem de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar. Her kılığa giriyorlar, Türk yönetenleriyle Türk oluyorlar, Suriyelilere, ‘biz Araplığı temsil ettik’ diyorlar. İşbirliği yapmayacakları kötülük yoktur."
Bu sözler, aşağıdaki sözleri söyleyen, yani
“Benim Kürtlüğüm, Bedirhan’lara, Barzani’lere ( Talabani’lere) hiç benzemez, arada çok büyük farklar var. Aslında ben Kürtlüğün bittiği noktada ortaya çıktım. Benim aile koşullarımda Kürtlük artık bitiş noktasındadır. Ben bu bitişi görüyorum ve o noktadan yani halk olarak biten Kürdün o noktasından bir çıkış yapıyorum. Bu çok açık bir gerçekliktir. Çünkü ben Kürmanc kesiminden sayılırım ve Kürmancım da. Hollandalı yazar, Martin Bruniessen’in dediği gibi, Kürmanc, aşiret bağlarının çözüldüğü, aynı zamanda güçten kuvvetten düşmüş Kürt oluyor. Sanırım buna, aşiret ve serflik ilişkilerinden biraz kopmuş, aile çevresinde de olsa bir emek sürecine girmiş yoksul köylü de diyebiliriz. İşte benim Kürtlüğüm böyle bir tanıma dayanıyor.” Diyen, Kimine göre “bebek katili”, kimine göre “başkan”, kimine göre “MİT ajanı”, kimine göre “ABD ajanı” kimine göre “Kürt halkının önderi”, kimine göre ise “Kürt sorununun BOP çerçevesinde çözümü için kilit isim” olan Abdullah Öcalan’a, yani namı diğer Apo’ya aittir. Tarih 1990lı yılların başıdır.
Buradan hareketle, Kürt sorununun çözümünde, herkesin dâhil olduğu bir tarafın illaki olduğunu söyleyerek başlayabiliriz. Belki de böylece, Kürt ulusal hareketi üzerinden her türlü oyun oynanırken gerçek rengini bulmasından uzaklaşılması veya gerçek renginin bulandırılması kolay olmaktadır. Deyim yerinde ise, her bir kişinin gönlüne göre bir Apo düşüyor neredeyse.
Son medyaya yansıyanlara bakılırsa, en çok ilgilenen ise 12 Eylül rejimini en son noktasına taşımaya çalışan ve ABD nin BOP çerçevesinde eş başkanı olmaktan gururla söz eden ve dahi, son olarak da, terörle mücadelede ABD ile eş başkanlık koltuğuna oturmuş olan ve şimdilerde Deniz Feneri soruşturması ile epey bir sıkıntılı anlar yaşayan hükümet ve adamlarıdır. Bu ilgi çerçevesinde yine medyanın yansıyanlardan aktardıkları kadarıyla, görüşme Apo ile yapıldığına göre ve elbette bir süredir uzun bir zaman saklanan Apo’nun yol haritası internete bile düştüğüne göre ve elbette orada Apo’nun ortaya koyduğu haritanın gösterdiklerine göre, Kürt ulusuna bir yol açıldığı muhakkak ama ulusun hangi tarafına ve nasıl bir yol olduğu ise akıl taşıyanların bulması gereken bir noktada ve çok kolay görünecek bir noktada.
İşte o nokta, işareti çok önceye dayanan ve denenerek birilerini ürkütüp, erken davranmaya ve rol çaldırmaya iten Kongre girişimidir. Bu noktaya, yine Apo, yine 1990lı yıllarda bakın nasıl işaret ediyor.
“…özellikle Körfez Savaşı öncesinde, Körfez savaşı ortaya çıkınca Kürt politikasının geliştirilmesiyle Barzani-Talabani Kürtçülüğüne el atıldı. Bu eskiden de vardı ama daha bir öne çıkartıldı. Burada kalmadı. Bunun Türkiye uzantısı olarak, sahte bir Kürt partisi yaratılmak istendi. Barzani-Talabani oluşumunu Türkiye’ye aktarmak, MİT içinde uzun boylu tartışıldı. Buna karşı, hem PKK nin ezici üstünlüğünün bunu önleyeceği, hem de HEP örneğinde olduğu gibi,’devrime hizmet’ edeceği değerlendirmesi yapıldı. Vazgeçildi. Vazgeçildi ama bunlar, ideolojik soluklanmalar oldu. Hizbullah, bütün bunların sonuç vermemesi üzerine varılan duraktır. Yalnız burada, bu soluklanmalar içinde, Türk soluna da roller verildiğini eklemem gerekiyor." Evet, böyle diyor ve devam ediyor;
” PKK nin yükselişiyle birlikte, eğer Dev-Yol direnişi de gelişirse, o zaman devrim olur kaygısıdır ve bunların da, devrimin kendi devletlerinin çözülüşü anlamına geleceğini gören küçük-burjuvalar olduğudur. Bunlar kendi devletlerini zarara sokmak istemedikleri için, eskiden yaptıklarından pişman olarak, yerlerine oturdular. Bu da, soldan bir soluklanmadır. Bir bloktur. Dev-Yol kitleseldi, devrimci direnişin birdenbire bu kadar susması ve halen bir takım sahte arayışlarla kendi kitlesini aldatması düşündürücüdür. Bunu anlamak zorundayız.
Aydınlar veya Türkiye solu diyelim, devletine zarar vermemek temelinde anlaşmışlardır. Bunun karşılığında devlet de onları ödüllendiriyor. Şimdi birçokları da para ve güç sahibidir. Onun için onların ihtiyacı devrim değildir. Bunlar artık devrim sözcüğünü kirletmesinler. Bu aydınlar artık devrim, sol, sosyalizm sözcükleri ile oynamamalıdır. Bu sözcükle oynamaları, devrim kapısını kapama anlamına gelir. Bu ise, sübjektif niyetleri ne olursa olsun, objektif olarak ajanlık durumunu kabul etmektir. Eski solcular, bu tür söz oyunlarıyla ‘bu iş bizden sorulur’ demek istiyorlar. Devlet bundan memnundur. Bunları yeni gelişmelerin yolunu kapatmamaları karşılığında bir takım kırıntılara boğuyor.”
Bununla da kalmıyor, şöyle devam ediyor;
“Daha tehlikeli diyebileceğim bazı yansımalardan söz etmek istiyorum. Görünüşte devlete karşı sert duran bazı örgütlerin ve yine görünüşte Kürt meselesine aşina bazı çevrelerin, PKK yükselişi üzerine bir yüksek platformda oynamak durumuyla karşı karşıya geldiklerini görüyorum.
Bunlara küçük burjuva reformizmi, radikalizmi, bambaşka isimler de verilebilir. Bunlar ayrı, ancak şu açık; kesinlikle PKK ye dürüst yaklaşmadılar. Yaklaşmamaktadırlar.
Dev- Yol örneği ya da yolu, PKK devrimciliği karşısında devletin kabuğuna yapışmaktır. Bir de bunun öbür ucu var. Bunlar bir adım ileri atarak,’biz PKK den daha iyi eylem yaparız, biz PKK den daha ileri Kürtçülük yaparız’ bakışını temsile diyorlar. Ama dürüst değiller. Böylece PKK bitecektir ve ortalık yine kendilerine, geri çizgilerine kalacaktır.; bu hesabı yaptılar.
Bunlar PKKye sağlıklı bakamayanlardır. Bunlar “PKKyi nasıl boşa çıkartırız, PKK yi nasıl bitiririz” hesabı içindedirler. Bu hesap devlet hesabıdır. Çünkü PKK yi bitirmek, devletin kapsamı içindedir ve devletin en belli başlı hedeflerinden birisidir. Solcu görünüyorlar, ancak PKK yi bitirme yolunda devletin hesaplarıyla birleşiyorlar.
Devlet,’PKK geride kalsın, siyasileşsin’ diyor. Bu,’PKK çözülsün, bitsin’ demektir. Bu esas politikadır. Diğerleri bu esas politikaya, başka yollardan yaklaşıyor.
Cepheden saldıranlar da var, ‘PKK nin bütün eylemleri aşırıdır’ deyip, saldırıyorlar.
Soldan hücuma geçenler de var. Bunlar, öncekinin tam tersine, PKK yi yeteri ölçüde devrimci ya da solcu bulmayanlardır. Bunlar da,’bizimkiler şöyle devrimcidir,’ demek için, PKK yi yetersiz göstermek için eyleme çıkıyorlar.
Hepsinde bir ‘Kürdistan devrimi’ ve bir ‘PKK değerlendirmesi’ eksiktir. Bunu yapamıyorlar. Bu açıdan ben bunların hepsinde bir bilim namusu da göremiyorum.
PKK’ nin yükselişi ile birlikte, tencere yuvarlandı kapağını buldu. Eski solcular, tekrar devletin kabuğunun altına çekildiler. Buna devletin sol kesimi diyelim.
Özellikle 1986 daki 3. kongre ile PKK nin kendini yeniden hem ideolojik olarak çözümlemeye tabi tutması, hem pratik hazırlıklarla 1987 ye girmesi üzerine, devlet olağanüstü hal yöntemine yöneldi. Koruculuk daha da pekiştirildi. Aşiretler tekrar silahlandırıldı. Geleneksel Kemalist ideoloji yerine tarikatlar ideolojisi oldukça desteklendi. Bunun yanında spor sanat vb. etkinlikler bu amaçla kullanılmaya çalışıldı. Giderek ideolojik bloklanmayla birlikte bu “özel tim” benzeri militarist örgütler devreye sokuldu. Bunun en son aşaması olarak Hizbullah düşünüldü. Hizbullah da bir militarist örgütlenmedir. Onunla hem ideolojik, hem askeri olarak kontrol altına alınmak isteniyor. Devletin kuşatmaları, bloklanmaları bu temeldedir.
Fakat bütün bunların da yetmediği ortaya çıkınca, düpedüz işbirlikçi Kürtçülüğü saldırıya geçirtti. Özellikle bu Güney savaşında çok net ortaya çıktı. Barzani Kürtçülüğü daha gelişmiş bir koruculuk sistemi olarak rolünü yerine getirmeye başladı.
Türk devletinin zaten zor durumda olduğu anlaşılıyor. Çok donandığı zaman rahatlıkla kendisine de yönelebilecek bir Hizbullah’ı şu anda bir bakıma bize karşı kullanıyor. Kendisi için İran tehlikelidir. İran’la rahatlıkla anlaşabiliyor. Bu da PKK tehlikesinin kendisi için ne kadar acil tehlike olduğunu gösteriyor. ‘Kürt Federe Devletini’ bize karşı bir saldırı gücü ilan ettirdiler. Şimdi biz, bir ‘Kürt Federe Devletini’, Türk devletine doğurtmuş oluyoruz.
Devletin kendisi bir Kürt devleti kurmaya öncülük etti, onu destekledi!” diyor.
Apo,1990 lı yılların başında başka şeyler de söylüyor; Şöyle diyor:
“ …Yani Doğu cephesi gelişmeden Batı cephesi gelişmez ve doğu cephesi geliştikçe Batı cephesi de gelişir. Batı cephesinin gelişmesi, devrimi son derece radikalleştirir ve Kürt gerçekliğini oldukça açığa çıkarır. Bu da uluslar arası çapta büyük bir genişlemeye yol açabilir. Yani gerçekten Türkî Cumhuriyetler meselesi, devrimci tarzda, çok daha köklü bir federasyonlaşma içine gidebilir. Ancak bunun için bu noktanın aşılması lazım.
Birbirine bağlıdır, iç içedir.
Bunu aştığımız zaman PKK olayı, Kürdistan Federasyonu olayını ve buradan da Ortadoğu Cumhuriyetler Birliğini önemli oranda teşvik edebilir ve ana karargâh rolünü oynayabilir.
Eğer Kürdistan, Türkiye’yi Federasyona uğratırsa, diğer Türkî cumhuriyetleri de federasyonlaştırma ihtimali artar.
Federasyonlaşan Türkî Cumhuriyetler demek, federasyonlaşan Kafkasya demektir. Federasyonlaşan İran demektir. Federasyonlaşan Arabistan demektir.
Ve gerçekte büyük bir Ortadoğu federasyonu demektir.
Bir başlangıçtır, Kürdistan Federasyonu, Anadolu Kürt federasyonu zincirleme olarak gelişecektir. Kafkas federasyonu, Orta Asya Cumhuriyetleri federasyonu,
İran Federasyonları,-Arap Devletleri zaten federasyon niteliğindedir- zincirin devamı ve diğer halkalarıdır.”
Evet, böyle diyor ve arada şu vurguyu yapıyor:
“Bunlar bana, bizim Botan-Behdinan hükümeti ve ulusal meclisimize dayatmalar gibi geliyor. Devrimci içerikli olan yerine, işbirlikçi olanlar ikame edilmek isteniyor. Bu açıdan anlamakta yarar vardır, 40 yıldır bu Güney Kürt hareketi vardır, bunların aklına hiçbir zaman meclis ve hükümet kurma gelmedi. Hep ‘otonomi, otonom’ deyip gidiyorlardı. Ne zaman ki biz, Botan –Behdinan hükümetini veya ulusal meclis fikrini ortaya attık, bunlar, hızla meclisi de kurdular, ardından, siyasi-askeri etkimizin oldukça geliştiği bir aşamada, federe hükümeti de ilan ettirdiler. Bunların gerçekten emperyalizme bağlı önemli dayanakları var. Öyle anlaşılıyor ki, Kürdistan’daki devrimsel gelişmenin PKK somutunda partileşmemesi kaçınılmaz gibidir. Bir tarafta özel savaş politikalarıyla her türlü özel savaş yöntemleriyle imha planları var, diğer taraftan, bu sahte oluşumlar devreye sokuluyor. Çekiç Güç de bunun bir parçası oluyor.”
Bir de şu dedikleri var, ilginçtir ve bu ilginçliğin bu gün de devam ettiğini görmekteyiz, medya gösteriyor:
“Hiç şüphesiz PKK ortadan kalkmaz, mesela hâlâ Ferhat için ‘Osman Öcalan esir midir, teslim midir?’ tartışması yapılıyor. Hâlâ ‘bu Ferhat işbirlikçiliğe yatabilir mi? Eğer yatarsa, tam olarak Talabani-Barzani kanalıyla ehilleştirebiliriz.’ deniyor. Yine Apo, Suriye’de; ‘acaba oranın eliyle etkisizleştirilemez mi?’ veya ‘Acaba silahlı direnişten vazgeçirilip ehlileştirilebilir mi?’ ya da, ‘sadece bazı siyasi kazanımlarla yetinebilir mi?’ tartışmaları geliştirilmek istendi, hâlâ isteniyor. Halen işte ‘PKK çökertildi mi, çökertilmedi mi?’ sorusu soruluyor. ‘PKK silahlı mücadele yapabilir mi, yapamaz mı?’ işte ‘İç operasyon, iç hareket başarıldı mı?’ diye bu konularda psikolojik bir savaşla sonuca gidilmek isteniyor. Ama gelinen nokta, aslında beklenmedik biçimde meclisle, Güney Kürdistani Cepheyle, onun hükümet oluşumuyla bir ilişkiye geçme politikasına yönelmemizdi. Bu politika halen devam ediyor. Hem çatışma var, hem ilişki var. Özellikle bunu anlamakta, değerlendirmekte zorlanıyorlar.
Nerden bakılırsa bakılsın, meclisleşme, kongreleşme Kürtler açısından bir zarurettir, siyasi boşluğun giderilmesidir. Pek öyle ahım şahım kongre olmayabilir. Fakat gittikçe siyasi planda etkili bir kurum olacaktır.”
Apo’nun dedikleri, şüphesiz bunlarla sınırlı değil, aşağıya aktardığım uzunca alıntıdakilerle de sınırlı değil ama bu gün olanları anlamamızda önemli ipuçları vermesi ve bu gün önce Avrupa parlamentosuna gönderilen ve Kürt halkından da, Türk halkından da saklanan yol haritasında söyledikleri ve geldiği nokta dolayısıyla tıpkı çatı partisi girişiminde olduğu gibi onca kıyamete karşın, bir arpa boyu yol alınamadığı gibi bir kadere yolculuk başlatacak olan kongre girişiminin kıymetinin veya kıymetsizliğinin harbiyesi anlaşılabilir.
Ancak şunu da eklemeliyim ki, eğer bu yol haritası emperyalistlere birebir uygun adım sağlayacak bir yol olsa idi, şimdiye çoktan adım atacak olmalarının aşikâr olması bir yana, yeni bir duruma işaret olmadığı ama bu yol haritasına bağlı kalıp, bu haritada çizilen yolu başka taraftan açmak için şartların olgunlaşmasını bekledikleri veya olgunlaştırmaya çalıştıklarını anlamak için pek fazla zeki olmaya gerek yoktur. Yani özetle, daha önce denenenler Apoya rağmen ve ona dayatılanlar iken, şimdi Apo içinde Apoya dayatılanlar olmaktadır. Ortaya saçılan MİT- PKK görüşmelerinden anlaşılan da budur.
Aponun yol haritası olarak çizdiği çerçeveye yerleştirdiği ifadeleri, hem de feylesofça yerleştirdiği ifadeleri, kimi törpülenmesi gereken noktalar olsa da, ABD nin ve 12 Eylül faşist rejimini başka bir evreye taşıyan yeni 12 Eylülcülerin, bu, Kurulu düzeni temellerine dokunmadan aşırılıklarından arındırmak olarak özetleyeceğimiz bir sosyal ve siyasal reform programı pek çok hoşuna gitmiştir mutlaka.
Öyleyse, Kongre Girişiminin, hüsranla yerinde sayacağı bir yana, tam da emperyalist emeller doğrultusunda çizilmiş bir yolun inşaatının karargâhı olacağını söylemek kâhinlik olmayacaktır. Ama artık rüzgârın emperyalist ABD nin istediği yönde esmediğinin de bilinmesi gerekir.
Bu noktada, Aponun emperyalist ABD-AB ye sunduğu ama hem Kürt halkından, hem Türk halkından uzun süre saklanarak el konulan ama üzerinde epey bir çalışıldığı anlaşılan yol haritasının gizemli yollarında ortaya döktüğü felsefi-politik öngörülerini kısaca da olsa ele alacağız elbet, ele almak gerektiğine inanıyorum, ancak ele almadan önce, aşağıya aktardığım Apo’nun 1990 lı yılların başında ve kendi ifadesiyle “düşmanı ürküten” gelişmeleri dillendiren ifadelerinden uzunca bir alıntıya, yukarda da dikkat çektiğim aktarmaları tamamlayıcı olarak incelenmesinin yararlı olacağından hareketle öncelik vermek istiyorum.
İşte Apo’nun dilinden ve 1990 lı yıllardan Kürt ulusal hareketinin gerçeğine dair söylenenlerden bir demet daha… İyi incelenmesini ve ardından devam edeceğimiz yol haritası üzerinde gezinirken nereden nereye geldiğimizi, kimlerin nereden nerelere geldiğini anlamak üzere hatırlanılmasını dileyerek aktarıyorum.
“Doğuda yenilen Türk devleti, Batı’da da yenilmiştir. Doğu’da çözülen Türk devletinin, Batı’da yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Bunu derin tahlillere, kanıtlamaya gerek yoktur. Çok iç içe geçmiş iki halk söz konusudur. Günde bin bir ilişkiyle birbirlerine bağlı yaşıyorlar. Doğu’daki PKK devrimi, Batı’ya çok hızlı yansıyor. Bu anlamda söylüyorum, söylediklerimin aynı şekilde bölge için de benzer aynı anlamları olacaktır. Çünkü her ülke, Kürdistan’ı kendi malı sayıyor. Kendi malı saydıkları Kürdistan’ın devrimi, onların da devrimleri olacaktır.
Ben onun için ‘Kürdistan’ı bırakmamaları biraz hoşuma gider’ diyorum. Bırakmasınlar ki, Kürdistan devrimi de onları bırakmasın!
Bu konuda korkacaklar ve bir yanılgıya girecekler. Bu sefer ‘PKK bizim öz malımız olmasın’ diye tersinden bir yaklaşıma girerler. Şimdiye kadar hep ‘ayrılıkçı, ayrılıkçı’ diye, dıştalama havasındaydılar. Şimdi de, ‘PKK üçümüzün’ diyecekler. Bu açıdan ben Kürdistanı bırakmamalarını çok olumsuz görmüyorum. Varsın hep kendilerinin saysınlar, o zaman devrimi de kendilerinin sayacaklardır. Kürdistan devrimini, kendilerinin, kendi halk gerçeğinin içine dâhil etmiş olacaklardır. Bu da iyi bir gelişmedir. Kürdistan bu anlamda, en yoğun enternasyonalizmi yaşayacak yer oluyor. Hatta bunu, yalnız komşu ülkelerin sömürgeciliği için söylemeyelim. Örneğin Almanlar, en az Türkiye kadar kendisinin olarak görmek ister. Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar en az Türkiye kadar Kürdistan’da ilgi sahibidirler. Bu ne demektir? Devrime ve onun etkilerine, dönüşümlerine de açık olsunlar, demektir. O açıdan, İsmail (Beşikçi) hocanın, ‘uluslar arası sömürge’ diye bir tabiri vardır. Bu aynı biçimde,’uluslar arası devrim’ diye de değerlendirilebilir. Madem uluslar arası sömürge, madem insanlığın hem bu kadar unuttuğu, hem de yüzde yüz kendi malı saydığı bir yerse; devrimi de o kadar uluslar arası ve o kadar insanlığın malı olacaktır.
Bu kadar malı mülkü olarak gördüklerine göre, gerçekleşecek devrimin de o kadar kendi devrimleri olduğunu bileceklerdir. Bundan da biz rahatsızlık duymuyoruz.
Bakıyoruz, ulusal kurtuluş savaşımız en önemli ve sonuç alıcı bir döneme girerken, birdenbire ‘Hizbullah’ diye bir oluşum ortaya çıktı. Tarihin bu gerçekleri ışığında başımıza musallat edilen bu ‘Hizbullah’ maskesi altındaki oluşum nedir? Zaten konuyu tarihsel olarak ele alışımızın nedeni de, buna açıklık getirmek içindir. Günümüzde çok karmaşık bir durum ortaya çıkmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte komünizm hızla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Aslında Rus deneyiminin, ne kadar komünist olduğu bu gün daha iyi görülüyor, tartışılıyor. Ne zaman komünizmden uzak düşmüştür? Ne zaman emperyalistleşmiştir? Veya emperyalist özellikleri nelerdir? Bunlar tartışılıyor. Ve reel sosyalizm bu gün etkisini yitirmiştir. Özellikle TKP eliyle yaptığı tahribatlar tehlike olmaktan çıkmıştır. Yine sosyal-Şovenizme karşı mücadelenin haklılığı da anlaşılmıştır. Ve bu mücadele başarılmıştır. Dolayısıyla bu kanaldan gelebilecek tehlike artık fazla söz konusu olamaz. Çünkü bunun mücadelesi iyi verilmiştir ve başarılmıştır.
Bu ilkel milliyetçilik için geçerlidir. KDP’ler (Kürdistan Demokrat partisi) biçiminde dayatılan ilkel –milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş KDP’cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970 lerde bazı Kürt dernekleri eliyle dayatılmak istendi. DDKD, KUK, ÖY vb. bir sürü Kürt grupçuğu eliyle ilkel milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan devriminde ilkel milliyetçilik de teşhir ve tecrit edilmiştir. Yirmi yıldır bunlara karşı çok kapsamlı mücadele verildi. Bunların çok çeşitli fraksiyonları ortaya çıktı. Ama en temel güçleri yine de Barzani-Talabani idi.
Evet, Barzani’ye dayalı Özgürlük Yolu da günümüzde kendisine sosyalist parti diyor. Ekolü o güçlendirdi. Sömürgecilik, Rızgari, Ala Rızgari, KDP, KUK, KAWA vb. adlar altında etkili olmak istedi. Ama bunun eski kökü, feodal-aşiretçi güçlerdi. Ve bunlar, bir de Türk milliyetçiliği ile irtibatlıydılar. Özellikle de Türk MİT’i ile irtibatlıydılar. Tüm bunlar, tutarlı yurtseverliğin, devrimci yurtseverliğin gelişmesini elbirliğiyle boğmak istiyorlardı. PKK bunlara karşı da çok tutarlı bir mücadele verdi. Bunların ağa-şeyh-aşiretçi güruhu teşkil etmeleri, öte yandan Kürdistan’ın sosyal temelinin emekçi olması gerçeği 1970lerin ortalarından itibaren bizim halkı kolay aydınlatmamıza ve bunları tecrit etmemize olanak verdi.
Kısacası, ikili mücadele verildi. Ve bu ikili mücadele hem Türk milliyetçiliğini ve hem Kürt ilkel milliyetçiliğini, Kürdistan halkının içinde, teşhir ve tecrit etti. Bilindiği gibi, PKK nin ideolojik egemenliği bu mücadele sonucunda belirlendi. Aynı zamanda PKK nin güçlü bir siyasi doğrultuya girmesi de bu ideolojik mücadelenin başarılması temelinde gerçekleşti. Dolayısıyla 1980 sonrasında gerillaya doğru askeri açılımlara yönelmeye çalıştığımızda, karşımızdaki ister sosyal şovenizm olsun, ister ilkel milliyetçilik olsun ve isterse Türk milliyetçiliğinin çok çeşitli biçimleri olsun, cevabını almıştır. 15 Ağustos atılımı, çizgimizin ideolojik ve siyasi temelde bu akımlara karşı başarılı olmasıyla gerçekleştirilmiştir. Hiç şüphesiz, bu tarihi adım, aynı zamanda diğer birçok çabaların ürünüdür ama bu ideolojik başarı sağlanmadan 15 Ağustos atılım’ına ulaşmamız düşünülemezdi. Bu temelde, savaş,1992 lere gelindiğinde, yaratıcı sosyalizmin seçkin bir örneği oldu. Ve bu, tüm karşı güçleri yerle bir etmiştir.
Egemen burjuva milliyetçiliği, bu temelde Özel Savaş’ı tırmandırıyor. 12 Eylül faşizmi, özellikle onun açık cephesindeki çok yoğun saldırısını yürüttü. Fakat 12 Eylül rejimi, Kürdistan’daki özel savaşta sadece askeri araçlarla yürütülen çıplak savaşımın yetmediğini, ideolojik-siyasi biçimlere ihtiyacı olduğunu fark etti. Öte yandan PKK nin de özellikle ilkel milliyetçiliği işlemez duruma getirdiğini anladı. Sosyalizm maskesi altındaki sosyal-şoven grupların safları bulandırmasının etkisizleştirildiğini gördü. Bu silahlarla artık PKK ya karşı savaşamayacağını veya Kürdistan UKM ‘ne karşı, bunlara dayanarak mesafe alınamayacağını iyi biliyordu.
Peki, elinde geriye ne kaldı? Tekrar eski silah! Bin yıllık saldırı silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kaz daha kullanalım’ dediler. Zaten Özal tarikatçılığı, Evren’in dinciliği boşuna değildir. Böylelikle yayılmak, Türklüğe atılım kazandırmak isteniyor. Bu, eski ideolojik silaha sarılma, anlamına geliyor.
Sonuçta bildiğimiz gibi,12 Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildi. Ve mali destek verildi. Bu konuda, özellikle Suudi’nin desteği alındı. Gördüğümüz gibi, Batman, Diyarbakır, Urfa, Silvan gibi yerleşim merkezleri, önemli Kürt şehirleri, böyle tarikat yuvaları ile dolduruldu. O pansiyonlarda,7 yaşındaki çocuklara gece gündüz o doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr ettirmek için ne lazımsa o yapıldı. Bu, tıpkı Osmanlı dönemindeki Yeniçeri Ocakları’nda Hıristiyan çocuklarının Türkleştirilip, Müslümanlaştırılması gibidir.
Kemalizm bunu daha önce Dersim’de katıksız Türkleştirmek için uygulamıştı. Dersim katliamı sonrası, Yeniçeri ocaklarını geride bırakan bu uygulamayla toplanan çocuklar Türk’ten daha Türkçü olarak yetiştirildi. Bugün hâlâ bunlardan bazıları bakandır, generaldir. Dört dörtlük Türkçüdür. İşte bunlar, imha sonrasında okullarda yoğun asimilasyon sonucu gerçekleştirildi. İşte tarikatlar da bu şekilde insanları kendi ulusal gerçeklerine ihanet ettirip, bir hain olarak yetiştiriyor.
Rusya’da bir Karayüzler ırkçılığı vardır. Bunların, Hizbullah’ın da böylesi Karayüzler ırkçılığını tam ispatlayacağız ve gerçeklerini ortaya koyacağız. Bu nitelikte olanların Türk ırkçı örgütleri olduğunu söylemeliyiz. Bunlar dört dörtlük Türkçüdürler. Kürtlüğü ağızlarına bile almazlar. Kürt denince, ‘bu ırkçılıktır’ derler. Gözü kara Türkçüdürler. Kemalist aydınların bazıları bile –örneğin bir İlhan Selçuk- Kürtleri tam inkâr etme gereği duymazlar.
Demek ki ortada bulunan tarikatlara İslam tarikatı demek yerine, İslam maskesi altındaki gözü kara, yüzü kara veya kendisi kara kısaca Karayüzler, Türk şoven örgütleri demek gerekiyor.
Nakşîcilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu rejim ve karanlık güçler değil mi? Türkse, Türkler, Arapsa Araplar, Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler bu parayı niçin veriyor?
Orta yerde işkenceler var, bir ülkenin harabe haline getirilmesi var; bir halkın dilinden, dininden, kültüründen tutalım, her türlü değerinin soykırımı var. Niye bu halka yardım yok da, ulusal inkârcılara, milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var?
Meseleye böyle politik bakmak gerekiyor.
12 Eylül rejimini çok iyi değerlendirmek gerekir; tarikatçılık ve tekkecilik yapmıştır. Evren ve Özal tarikatçılık ve tekkecilik politikasına öncülük ettiler.
Sadece Sünni kolunda değil, Alevilik cephesinde de yaptılar. Bir sürü sahte Alevi dedesi çıkardılar. Derneğini kurdurdular. Evren ve Özal, hem Alevicilik yaptılar, hem de Nakşî tarikatını desteklediler. Yaydılar. Hepsini hem yurt içinde hem de yurt dışında örgütlediler.
Açıkça niyet şuydu; Kuzeyde Aleviliği, güneyde tarikatçılığı örgütleyerek mücadelemizin önüne geçmek istediler. Bu konuda özel bakan bile buldular. Özal döneminin içişleri bakanı Abdükadir Aksu, Kürdistan’daki en büyük Nakşîciydi. Bu gün de emekçilerin saflarındaki Alevi etkinliğini istismar etmek için, sosyal demokratlardan aslen Dersimli olan M. Moğultay’ı bakan yaptılar. En üst düzeyden en alt düzeye kadar buna benzer bir yığın çıkar şebekesi harekete geçirildi.
Aleviliğin eğer bir devrimci özü varsa, onu en iyi biz temsil ediyoruz. Eğer İslam’ın bir devrimci özü varsa, onu da en iyi biz temsil ediyoruz. Hiçbir tarikatın, mezhebin, bu alanda söyleyeceği iki kelime bile yoktur. Çünkü onlar, Kürt halkını yüzüstü ve yalnız bırakmışlardır. Baştan beri iddiamız buydu ve bu temelde sözü fazla uzatmadım, onların üzerine gidiyorduk. Bu nedenle de her tarikattan, her mezhepten insanı, saptırılmamış, düzene bağlanmamış her insanı, hızla saflarımıza çekebildik ve ciddi hiçbir zorlukla karşılaşmadık.
Özellikle 1990’lardan itibaren serhildanlarla ve gerillanın daha da gelişim göstermesiyle Kürdistan topyekûn PKK nin egemenlik sahası olmaya doğru gitti.
Bunlar şunu gördüler; yüzyıllardan beri halkı aldatarak, mezhep adına, sultanlık, cumhuriyet, tarikat adına muazzam çıkar sağlayabilirler öyle bir yapı oluşturmuşlar ki, yüz bin üyeye sahip olduklarını söylüyorlar. Evet, Nakşî şeyhlerinin bazıları buralara geldiler. Her üyeden alacakları paraları milyarlar yapıyor. Beş-on milletvekilleri, bir-kaç bakanları var. Onlara karşı tavır alınması durumunda, bunlar elden gidiyormuş ve bu nedenle dehşete kapılmışlar.
Öte yandan Alevicilik de Avrupa’yı sarıyor. Bir sürü seyidin, dedenin, pirin bazı çıkarları, karşı tavırdan dolayı sarsılıyor. Bu akım, ta oralara kadar devletin de yardımıyla taşırılıyor. Daha bir sürü başka tarikatlar da vardır. Her bölge, her vilayet bir tarikatın etkisi altına çekiliyor. İnsanları tanınmaz hale getiriyorlar. Bir çocuk dahi bırakmadılar. Tümünü böyle kör edercesine, onlardan en fanatik kişilikleri ortaya çıkardılar.
Kürdistan devrimi, tarihler boyunca süren ağa şeyh ve aşiret reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri, sömürgecilerin de bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar; ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için hem sömürgecilerle ve hem de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar. Her kılığa giriyorlar, Türk yönetenleriyle Türk oluyorlar, Suriyelilere, ‘biz Araplığı temsil ettik’ diyorlar. İşbirliği yapmayacakları kötülük yoktur. Yalnız burada bir nokta var. Kürt ağaları Sünnidir. İran ise Şiidir. Bu nedenle arada böyle bir olumsuzluk var. Türk milliyetçiliği bu olumsuzluktan yararlanmak istiyor. Hizbullahçılığın bir koluyla İran’a dayanmak istiyor.
Hizbullah boşluk doldurmak için çıkartılan bir oluşumdur.
Türk milliyetçiliği, bunun maskeli biçimi olan sosyal-şovenizm etkisini yitirince, Kemalizm Kürdistan’dan kovulunca, bu boşlukta, yeni bir ideolojik saldırı silahı olarak, PKK ye karşı vurucu temelde yaratılan Kürdistan’daki eski tarikatçılık, mezhepçilik temelinde oturtulan işbirlikçi bir düzenlemedir. Sonlarının geldiğini gören Kürt işbirlikçileri, Hizbullah’ın yardımcılarıdır. İran devriminin oluşumundan yararlanmak isteyen bir oluşumdur. Her örgütte inanmış insanlar olur ve azınlıktadır. TKP içinde bile inanmış komünistler olmuştur.”
Evet, Apo bunları söylüyordu ve yıl 1992 veya 1993 idi.
Şimdi yıl 2011’i üççeyrek geçmiş ve hızla 2012 ye, kimilerinin kıyametin geleceğini ve insanlığın kurtuluşu için gökten Mesihin ineceğini söylediği, kimilerinin ABD emperyalizminin iflasının ilan edileceğini söylediği, kimilerinin ise YDD yi gerçekleştirerek Amerika’nın bütün dünyaya demokrasi getirerek insanlığı kurtaracağı yılın geri dönüşümsüz hızlanacağı yıl olacağını söylediği ama bir de emek sürecinin söyledikleri var, onun ise es geçilmeye devam edeceği yıla girilmeye başlanmıştır.
Bu yılın en belirgin fotoğrafının ise, Emperyalist ülkelerin ve kuyruğuna takılarak kurtulacağı hayaline kapılmış olan ülkelerin üçüncü ve tehlikeli bir kasırganın etkilerine maruz kalmış olarak ve bu etkilerin yaratacağı tahribatı, ezilen ve sömürülen kategorisindeki kitlelerin oldukça bükük duran sırtına her ne pahasına olursa olsun yüklemenin çarelerini hazırladıkları bir koşturmaca içinde oynadıkları en sinsi ve Apo’nun sık sık ve hâlâ söylediği misli, onurlu olmayan yöntemlerle kitleleri kendisi ile barışa mahkûm etmeye dayalı bir tiyatral hüner sergilediği, ezip sömürmeyi sürdüreceği herkesi, ama öyle ama böyle, cellâdının marifetlerini izleyen seyircilere döndürdüğünü yansıtan fotoğraf olacağını hepimiz bilmekteyiz. Ancak yine de, sadece emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin oynadığı oyunda, görmemiz istenilenleri görmeye ama asıl görülmesi gerekenleri görmemek için ise üç maymun tiyatrosunu oynamaya mahkûm edilmiş gibiyiz.
Ve hep bir ağızdan ve en yüksek sesle bağırmalıyız ki, yani hepimiz, Emek, Barış, Demokrasi ve Özgürlük diye bağırarak bütün gerçeklikleri öyle bir soyutlamalıyız ki, ABD-AB ve elbette her iki taraftaki hazır bekleyen işbirlikçileri rahat rahat krizini aşsın, ilk nereden başlayacaksa, krizin yıkıcı etkilerini oraya boşaltmaya başlasın ve biz de, böylece krizden kurtulacak olan ki MHP nin bile diline düşerek ayağa düşmüş olan emperyalist kapitalizmin ayağa kalkmasından dökülecek kırıntıları gönül rahatlığı ile paylaşalım.
Evet, fotoğraf bunu gösteriyor ama üç maymun tiyatrosunda körü oynayanlar bunu görmediği gibi, görenlere kızarak, herkesi en yüksek sesle Kürt ağalarının, beylerinin, gerici dinci aşiret reislerinin, Barzanilerin, yine Apo’nun dediği gibi, Kürt ulusal hareketinin önünü kesmek isteyen ilkel Kürt milliyetçilerinin mandater kurtuluşu için sesini yükseltmeye ABD-AB emperyalizminin onurlu olmayan barışına destek vermeye çağırıyorlar.
Daha özcesi, kökü 16.yüzyıla dayanan, Kürt aydını İdris-i Bitlisi’nin Kürt prensliklerini bir üst Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna ettiği gibi, bilumum Kürt feodallerinin ve işbirlikçi burjuvazisinin ABD-AB gözetimi ve denetiminde ve elbette dayatmasında, yeni Osmanlı –Türk rejimini kabul etmeye ikna ( dünden razılar da, lafın gelişi) edilmelerini Kürt ulusal kurtuluşu olarak ve Kürt halkının kurtuluşu olarak kabul etmemizi ve destek vermemizi istiyorlar.
Bunun için her şeyi düşünmüşler, BDP yetmezse, kongre girişimi ile tamamlarız diyorlar, o da mı yetmedi, sol renk mi istiyorsunuz alın size üç tane kapı gibi ‘sosyalist’ daha ne istiyorsunuz diyorlar.
Birisi, Kürkçü, Kürt ulusal hareketinin yüksek olduğu zamanlarda yanına bile uğramayan Kürkçü, Murat Belgenin rahle-i tedrisatını daha güvenli bulan ve Soros rengi taşıyan BİANET üzerinden Sivil Toplumculuk oynayarak, devlet ile toplumun “yönetişim”ine katkıda bulunan Kürkçü, “Bu mücadelenin yönetici sınıfı kadınlar olacak” diyor; bir diğeri, S.S.Önder, Nurcu olduğunu kendi ifadeleri ile tescilleyen Önder, Romanlara, “Buçuk millet” dendiğini belirterek, “Onlar bu dünyanın sahibidir, o buçukları selamlıyoruz” diyor; EMEP in sosyalist milletvekili Levent Tüzel ise, "Hükümetin işçiyi, emekçiyi, halkları birbirine karşı kışkırtan politikalarına karşı, dilimize, kültürümüze sahip çıkan bir Kongre Girişimi'ni bir birlik hareketi olarak görüyoruz.” Diyor ve kongre girişimcilerinin doldurduğu salon,13 dilde “Birleşiyoruz” yazan pankartlar, “Halklara ve inançlara eşitlik, özgürlük için birleşiyoruz”, “Emperyalist saldırılara ve işgallere karşı birleşiyoruz”, “homofobiye, transfobiye karşı birleşiyoruz”, “Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm için birleşiyoruz” ve “erkek egemenliği ve cinsiyet ayrımcılığına ve eşitsizliğe karşı birleşiyoruz” yazılı pankartların da bulunduğu çok sayıda pankartlarla donatılıyor.

"Kürt, Laz, Süryani, Mahalmi, Pomak, Roman, Ermeni, Rum, Çerkez, Gürcü, Alevi ile Afrika halklarından delegeler” salondakileri ana dilleri ile selamlarken,“Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları yükseliyor.
Daha ne istiyorsunuz, işte her şey var, Kürkçü de ekliyor, Kürtlerin yanında olmayana sosyalist denmez” diyor. Tek eksik hâlâ Kürt halkının büyük çoğunluğu ve akıl taşıyan solcular bu girişimlere yeterince destek vermemesi. Sosyalistler, hem gülerek hem de kuşkuyla baktığı için, destek vermeyerek sosyalistliklerine sanki halel getirmiş oluyor. Bakarken de, sanırsınız ki, sosyalist devrim oldu, Türkiye’nin milletler hapishanesi boşaldı, ortalığa saçılarak, her yere sosyalizmin nurunu yayıyor.
Peki, soru şudur, daha önce Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketi yeterince devrimci renk taşımıyor muydu da, uzun zamandır, Kürt sorununun kenarında, kıyısında dolaşan veya reformist renklerle önüne dikilen bu üç sol renk verilmiş aktör, şimdi bir taraftan kadınlara, bir taraftan Çingenelere, diğer taraftan soyut bir “emek” lafzı ile, sözde emekçilere yöneltilen baskılar yanında, sömürü politikalarına gönderme yaparak, hemencecik Kürt halkının veya Kürt ulusal hareketinin yanında oluverdiği için mi bu renge inanacağız ve hemencecik Biji kongre girişimi diye yollara mı döküleceğiz.
Benim öteden beri tekrarladığım ve çok yaygın olan deyimim var, “siz kimi kandırıyorsunuz beyler!” sözü aslında her şeyi anlatan bir sözdür ama, onca cümle sarf ederek anlatılanları bile anlamamak için, kör, sağır ve dilsizi oynayanlar, bu sözle eminim Allah diyerek, tiyatrolarına devam edeceklerdi, o nedenle yine uzun uzun yazmayı ve belki de hiç okunmamayı göze alarak, yukardan aşağıya onca cümleyi sıralamaktan vazgeçmedim.
Apo’nun 1990lı yılların başında dediklerini ve Kongre girişimi üzerine, (sosyalist veya komünist olması gerekmiyor,) akıl taşıması yeterli olanların baktığı yerden gördüklerini ve bunun üzerinden düşündüklerini aktarmış oldum ve “ben böyle görmüyorum ve böyle düşünmüyorum” diyecek bir akıl taşıyanın çıkacağını da sanmıyorum.
Kongre girişimine mesaj çeken Komünist particilik oynayanlara gelince, onları çok önce zaten mahkûm etmiştim, başka söze gerek duymuyorum, kuyruğuna yapıştıkları Barzani ile danslarında ve dolaylı olarak AB emperyalistlerine göz kırpmalarında sonlarının hayırlı olmasını dileyerek geçiyorum. Ancak, yüzünü bu burjuva treninde komünistçilik oynayanlara dönmüş olanlara (yine Apo’nun dediği gibi, bu komünistçilik oynayanların içinde bile, gerçekten inanmış kişiler olabilir) hiçbir şey yapamıyorlarsa, bari bir Ho Şi Min kitabı alsınlar, her yerde bulabilirler, okusunlar ve oynanan tiyatroların, kurulan oyunların, kimi, kimleri hangi nesnel gerçekliklerden uzaklaştırmak için olduğunu anlamaya çalışsınlar diyorum.
Şimdi, Yol haritasının pembe pembe güller açan yollarında gezinmeye geçiyorum.
“Bu koşullar altında dışta ABD ve AB’nin de oligarşik dayatmalara eskisi gibi başvurmaktan uzak durmaları ve kendi çıkarlarını da zorlayan gelişmeler nedeniyle demokratik çözümlere açık olmaları, Türkiye politik ortamında ilk defa demokratik çözüm şansını arttırmaktadır. Bu meyanda yeni ve toplumsal konsensüse dayalı bir sivil anayasa ihtiyacı çözüm için başta gelen şart olmaktadır. Bu temelde tüm toplumsal kesimlerin konsensüsüyle garanti altına alınacak temel bireysel ve toplumsal haklarla ifade özgürlüğü ve demokratik örgütlenme hakları belirleyici önem kazanmaktadır. Bireysel ve toplumsal özgürlükler ve haklar üzerinde yükselecek bir anayasa, Cumhuriyet’in demokratik, sosyal, laik ve hukuki niteliğini gerçek anlamda işlerliğe ve güvenceye kavuşturacaktır.”
Aponun, bu bir ilaç misli, haritasının yollarına serptiği felsefi-politik ifadeler, ancak tekellerin ve onlarla her türlü işbirliğini meşru sayan ve Kürt ulusal sorununa bir holding sorunu temelinde yaklaşan bilumum Kürt işbirlikçilerinin gül bahçelerini süsleyecek olan güller için merhem olacak bir ilaçtır.
“Hayır, Kürt halkına Türkiye’nin diğer emekçi halklarına merhem olacaktır” diyen var mıdır? Vardır elbet ve var tabii. Hepsini aynı kefeye koymuyorum ama yine Apo’nun yıllar önce dediğini hatırlatarak, her yerde illaki çok az da olsa inanarak bu tekellerin gül bahçelerinde açacak olan güllerin, Kürt halkının olmayan tarlasında, bağında, bahçesinde açacağına inanan da vardır elbet ama bu ham hayal ile yanıp tutuşanlar varsa S.S.Önder veya Kürkçü mislidir ki, Tüzel de buna dâhildir, ama aslında ham hayalleri yutturma göreviyle inanıyormuş gibi yaptıklarına inandığımızı belirtmeyi borç biliyorum.
Çünkü “…ABD ve AB’nin de oligarşik dayatmalara eskisi gibi başvurmaktan uzak durup ve kendi çıkarlarını da zorlayan gelişmeler nedeniyle demokratik çözümlere açık olmalarını” beklemek, Aponun profiline uymadığı gibi, hayatın gerçekliğine de uymadığını görmek için çok zeki olmaya gerek yoktur.
Ve aslında, bu, herkesin kafasının içinde güller açtırma çabasının içindeki en püf diyen noktanın “demokratik” anayasa olduğu apaçık ortadadır. Kongre girişimi denemesinin de, bu anayasanın en geniş ve demokratik görünümlü konsensüsünün hazırlanmasının, hazırlanamasa bile görüntüsünü vermenin bir denemesi olduğunu da şimdiden göstermektedir. Biz yeni görüyoruz belki ama yol haritası AB ye gittiği anda bunun görüldüğü apaçık ortadadır.
Bu noktadaki açtırılan güllerin kıymetinin ya da kıymetsizliğinin harbiyesi budur.
“Örneğin Kürt sorunu, Cumhuriyet içinde çözümlenebilir, ama Cumhuriyeti inkâr anlamına gelen ulus-devlet içinde çözülemez” diyor Apo. Ve ekleyerek, “Farklı kültürlerden halkların aynı coğrafyayı ortak vatan olarak kabul etmeleri gayet mümkündür” diyor. Tarihte örneği olduğunu vurgulayarak, “…eskiden Anadolu ve Mezopotamya denilen ve bugün genel olarak Türkiye ve Kürdistan olarak adlandırılan coğrafyalar, birçok halkın -Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Asurîlerin, Arapların, Yahudilerin, Hıristiyanların, Rumların, birçok Kafkas kökenli grubun- ortak vatanı” olduğunu hatırlatıyor.
Böylece, hem Kürt sorununun Cumhuriyet içinde çözülebileceğine işaret ediyor ama hem de, Kürt sorununu çözecek olan Cumhuriyetin nasıl bir cumhuriyet olacağının ipuçlarını veriyor bu işaret ile. Bu işaret Apo’nun kafasından çıktı ise, elbette bir federasyonun düşünüldüğünü göz ardı edemeyiz.
Peki, Apo, federasyonun, ayrı ayrı ulusların emekçi halkının tam birliğine doğru bir geçiş olduğunu unutmuş mudur? Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya gönderme yapmasına ve ABD-AB emperyalizminden ve haliyle onlarla işbirliği içindeki bilumum işbirlikçilerden beklentisine bakarsak unutmuş görünüyor. Dahası, daha önce, Federasyon olayının, emperyalizmin bir dayatması olduğunu söylediğini de unutmuş görünüyor.
Apo, bu sorunu daha da açıyor, mesela şunu da söylüyor, “…Nasıl ‘Türkiye Cumhuriyeti’, ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi’ diyorsak, ‘Türkiye Milleti’ demek de demokratikleşme açısından daha çözümleyici bir kavram olacaktır.” Ama ipucu açısından bu kadarı yeterli görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasa yaklaşımının da aynı perspektifi taşıdığını görmeye yetiyor. Apo hangi amaç veya öngörü ile yol haritasında “demokratik” güller açtırmaya çalışırsa çalışsın, devletin politikası ile aynı yere bastığı görülüyor.
Apo’nun “Ulus-devlet kuramı ile demokratik ulus kuramı arasında açık seçik bir ayrım yapması” var ki, ulus –devlet yıkılmadan demokratik devlet olmayacağına, başka ifadeyle, demokratik devlet olmak için ulus-devletin çözülmesinin yeteceğine götürüyor. Tümüyle zorlama bir yaklaşım olduğu açıkça görülse de, ne demek istediğini daha net anlamak için, dediklerini ilerletmek gerekiyor.
Şöyle diyor, “… Ulus-devlet tek dilli, tek etnisiteli vatandaş homojenliğini esas alır. Ayrıca bu vatandaşı aynı resmi inanca bağlayarak aynı ritüelleri gerçekleştirmeye koşullandırır. Bahsedilen inanç vatanseverlik değil, şoven milliyetçilik ve dinciliktir. Ulus-devlet ilişki ve çelişkileri içinde toplumsal farklılıkları kabul etmez. Her grubun diğerleriyle özdeşliğini esas alır. Bunun faşist ideolojiye uygun bir ulus kuramına denk düştüğü açıktır.”
Evet, böyle diyor ve kaba bir mutlakçılıkla, ulus-devletin mutlak faşizmle özdeş olduğunu vurguluyor. Sırf, demokratik ya da demokratikleştirme çerçevesinden uzaklaşmamak için, dolayısıyla sınıfsal çerçevesinden uzaklaşarak, Kürt sorununa emperyalist pencereden bir çözüm üretmek için, yine Apo’nun daha önce Sovyet sosyalizmi için kendisinin dile getirdiği gibi, ilkeleri taktiğe feda ediyor. Ulus-devleti faşizmle özdeşleştirirken, var olan 12 Eylül faşizmini ve bunun 12 Eylül faşist rejiminin en son versiyonu olarak bütün ağırlığı ile yerleştiğini görmezden geliyor.
Böylece, “Çok dilli, dinli, etnisiteli, uluslu, kültürlü, çıkarları farklı gruplar ve bireylerden oluşan bir ulus tanımını” mutlak demokratik bir ulus tanımı olarak ve faşizmin önüne duvar olarak kabul ettirmeye çalışıyor. Bu da, Apo’nun öncelikle ABD ve AB emperyalizmine dürbünün tersinden baktığını göstermeye yetiyor.
Bu bakış, Apo’yu, dolaylı da olsa,19.Yüzyıldaki milliyetin ve ulusların artık modasının geçtiğini söyleyenlerin yanına götürüyor ki, Marks’ın zamanında onlarla alay ettiğini biliyoruz.
Böylece, ulusların tarihsel karakterinden de uzaklaştığını anlamak zorundayız. Ayrıca, tekellerin egemen olduğu çağda, ulusun ikili karakter taşıdığı gerçeğini de taktik felsefi-politik çıkarsamalarına feda ettiğini anlıyoruz.
Burjuvazi ve ona bağlı olan orta katmanlar, milliyetçilik ve gericilik bayrağı altında toplanırken, işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar enternasyonalizm ve demokrasi ilkeleri çevresinde toplanır. İşte bunu yok sayan Apo, ulusun sınıfsal karakteri yanında kültürel bakımdan da ikili karakter taşıdığını görmezden gelmektedir.
Dahası, daha önceki yıllarda, Sovyetlerdeki çözülmeyi kaba materyalizme bağlayan Apo, Marksizm’in kurucularına ve Lenin’e ait, birçok temel öngörüyü ve ilkeyi altüst ederek, örneğin, Ulusal ezginin ve eşitsizliğin, özel mülkiyetin egemenliğinden, kapitalist sistemden ve bu sistemin sınıfsal yapısından ileri geldiği gerçeğini hiç dikkate almıyor olduğu görünmektedir. Dolayısıyla, ulusal ezgiye ve eşitsizliğe karşı verilen savaşımın, özel mülkiyetten ve sömürüden kurtulmak için verilen genel savaşımdan ayrı tutulamayacağı gerçeğini de unutmuş görünmektedir
Oysa bir ulusal harekete rengini veren yani devrimci bir çizgide yükselmesine perspektif açan ulusal ezgiye ve eşitsizliğe karşı verilen savaşımın, özel mülkiyetten ve sömürüden kurtulmak için verilen genel savaşımdan ayrı tutulamayacağı temel gerçeğidir. Yani, bu renk Ne S.S. Önderlerle, Ne Kürkçü ile ne de, rengârenk pankartlarla bezenmiş bir salonda toplanan kongre girişimcilerinin bilmem kaç dilden verilen selamları Kürtçe alması ile verilebilir.
Daha önemlisi de var, bu Apo’nun güller açtıran yol haritasından dökülenler, öncelikle Kürt halkının ve aydınının kafasında güller açtırmayacağı gibi, tarihsel gerçeklerin yanında, bu günün taşıdığı gerçeklikle de uyuşmamakta olduğundan, tekellerin gül bahçesinde de pek fazla tomurcuk açabileceğine inanmamak gerektiği bir yana, bu bakış, işçi sınıfının düzenine de uygulandığında anti-demokratik bir yapıya ulaştıracaktır ki, Apo’nun geçmişte de, yer yer bu yönde Lenin’i ayrı tutarak, Stalin üzerinden yaptığı vurguları olduğu bilinmektedir.
Bu yaklaşımda gizli olan bir başka yan da, ulusal kurtuluş hareketinin kendi halkına dayanması yerine, halkı buna bağlamaya çalışarak kestirmeden çözüme varmak şeklinde kendini göstermektedir ki, bu ister istemez, ulusal soruna ilişkin emperyalizmin özünü görmezden gelmeye, bunun uzantısı olarak da, emperyalist kapitalizmin sözde demokratik çözümcülüğünün, kuzey Afrika örneklerine rağmen, emperyalist kapitalizmden demokratik çözümlere yaklaşım beklentisine savurmaktadır. Dolayısıyla da ulusal ezgiden ve eşitsizlikten bunalmış bir halkı, onların beklentilerinin dışındaki çözümlere yaklaşım göstermeye zorlamak veya bir ucuyla emperyalist kapitalizmin çözümü olan çözümleri demokratikleştirme sosu ile halka dayatmak şeklindeki zorlama politikalara savurmaktadır.
Oysa ulus-devleti çözmekle kapitalizmi de, devleti de çözmenin mümkün olmadığını, bu anlamda, özel mülkiyetin ve sömürünün devam etmesi koşullarında, ulusal ezgiden ve eşitsizlikten kurtulmayı mümkün kılacak bir demokratikleşmenin sağlanamayacağını anlamak o kadar da zor değildir. Öte yandan ve kaldı ki, emperyalist dönemde, tekellerin egemen olduğu bir çağda, ulusal sorun elbette ki dünya sorunudur ve bu anlamda da, antiemperyalist bir karakter taşır.
Ve emperyalizmin ulusal devletlerin temelini sarstığı gerçeği ile ilk bu gün karşılaşmıyoruz, yani emperyalizm döneminde kapitalizm, ekonomik ve politik içeriğinden ötürü, ulusal devlet çerçevesini parçalayarak aşmakta kozmopolit bir yapı kazanmaktadır ve buna bağlı olarak da, ekonomik ve askeri gücüne dayanarak daha çok ülkeyi boyunduruk altına alabilmektedir. Ama bu ulus-devlet gerçeğinin bittiği anlamına gelmemektedir.
Ulusal hareketlerin, bu tür ülkelerde, mesela İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde tarihe karıştığı gerçeği ile daha 20.Yüzyılın başında karşı karşıya gelinmişti. Bunun anlamı ise, apaçıktır ki, oralarda, Lenin’in deyişiyle, ölü bir sözden başka şey olmayan “anavatan”ın, tarihsel rolünü yani, ulusal hareketin yığınları yeni bir ekonomik ve politik yaşam tarzına ulaştıracak olan ilerici herhangi bir kımıldanma sağlayacak rolünü yitirdi demektir.
Ama bu, özel mülkiyetin ve sömürünün merkezileşerek, katmerleşmesinin de duracağını göstermez.
Ulusal sorunun toplumun kapitalist yoldan gelişimini artırmaya devam ettiği gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Ayrıca ve daha da önemli olarak, ulusal sorundaki çözümde sonucu belirleyecek olanın işçi sınıfının rolü olduğu gerçeği de ortadan kalkmaz.
Demek ki, zorlama teori ve politik yaklaşımlarla, ne kadar yüksek sesle bağırsak da, halkların kardeşliği kalıcı olarak sağlanamaz. Dahası, bırakalım tekelci düzenleri, burjuva demokrasisinin bile, her zaman bunu vaat etse de, halkların eşitlik, kardeşlik ve özgürlük içinde yaşamalarını kapitalist egemenlik nedeniyle hiçbir zaman sağlayamamıştır.
Ancak, böyledir diye, bunu sağlamak üzere, kapitalist çerçevede ulusal sorunun çözümü için mücadele etmekten kaçınmak söz konusu değildir. Ama bu çözümün kalıcı olabilmesinin, (mecburen tekrar olacak), ancak ve ancak, özel mülkiyetin ve sömürünün ortadan kaldırılması için verilen mücadeleye bağlı olarak ya da daha demokratik sözcükle, karşılıklı etkileşimi ile mümkün olabileceğini hatta başarıya ulaşmak üzere gerekli atılımı ve gücü biriktirmesinin de buna bağlı olduğunu hatırlamakta da yarar vardır.
İşçi sınıfının genel olarak yürüttüğü mücadelesinin ana hatlarını biçimlendirdiği programı ulusal ezgiye ve eşitsizliğe son vermeyi ve bu temeldeki görevleri tasnif etmeyi de içermektedir. Dolayısıyla, proletaryanın sosyalist devrim için mücadelesinde, demokratik kazanımlar için de, ulusal ezgiden ve eşitsizlikten kurtulmak için de mücadele etmenin izleri ve hem de yerine ve zamanına göre görevlerin tasnif edilmesi temelinde her zaman vardır.
İşte bu nedenle Vietnam deneyiminin dayandığı gerçeklik önemlidir ve bu nedenle Kürt ulusal hareketini bu deneyimi perspektif alarak tarihsel ve güncel yaşamın gerçekleri ile bütünleşebilmiştir. Şimdi olması gereken, bu deneyimin canlılığını koruyamamasındaki, bu nedenle de emperyalist reçetelerden medet umarak, ilkelerin taktiklere feda edilmesinin nedenleri üzerinde düşünmektir. Bunun tarihsel koşulların pratiğinin bir dayatması mı olduğu, yoksa tarihsel koşulların dayatmasına başka çözümler üzerinde düşünmeden, kolaycılık içersinde teslim olmanın ifadesi mi olduğu üzerinde düşünülmelidir.
Oysa Apo, felsefi tonda, Kürt halkına, onların ulusal ezgiden ve eşitsizlikten kurtulması mücadelesini, bir demokratikleşmenin kuyruğuna takacak şekildeki, muhtemelen taktik olarak gördüğü, politikalarını hem ulusal kurtuluş mücadelesinin ve hem de onun ayrılmaması gereken genel sınıfsal mücadelenin ilkelerinden vazgeçerek dayatmaya çalışmaktadır.
Apo devlet ve demokrasi üzerinde o kadar hassas terazi ile durmuş ki, sonunda ikisini birbirinden ayırmaktan başka çare bulamamış. Oysa Apo da bilir ki, devlet, hiçbir şekilde topluma dışarıdan dayatılan bir güç değildir. Yani gökten, toplumun ilişkilerini düzenlemek üzere, gökten leyleklerin getirdiği toplumdan ve onun gelişiminden bağımsız bir araç değildir. Devlet, toplumun belirli bir aşamasının ürünüdür. Başka ifadeyle, toplumun içinden çıkan, ona gittikçe yabancılaşan bir güçtür. Yani yaygın ifadesi ile devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünüdür. Nerede, ne zaman ve ne ölçüde sınıf karşıtlıkları nesnel olarak uzlaştırılamazsa, orada o zaman ve o ölçüde devlet ortaya çıkar. Ve tersinden de doğrudur ki, devletin varlığı, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmaz olduğunu kanıtlar. Ancak buradan, devletin sınıfların uzlaştırılmasının bir organı olarak gören kaba, küçük-burjuvaca yaklaşıma savrulmamak gerekir. Ama görünen o ki, Apo, tam da bu noktaya savrulmuştur, oysa çok basit bir akıl yürütmeyle bile, eğer antagonist sınıfların uzlaşması mümkün olsaydı, devletin ortaya çıkmayacağı, çıksa bile varlığını koruyamayacağı görülebilirdi.
İşte bunu görmekten uzaklaşmanın savurduğu nokta, kapitalizmde takılı kalmayı ve her çözümü kapitalizm sınırında çözmeyi politik hüner sayan noktadır ki, yol haritası da, kongre girişimini dolduran renkler de bu noktayı vermektedir.
İşin ilginci, bu savrulunan noktada, bu yaklaşımın simetriğinin de izleri vardır. Yani Kautskyciliğin izleri. Şöyle, mademki devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünüdür öyleyse o sınıflar üstünde duran ve onlara yabancılaşan bir güçtür ve ezilen sınıfın kurtuluşu, devlet aygıtını imha etmeden mümkün değildir. İşte bu yaklaşıma kendini kaptırdığı anlaşılan Apo, ulus-devleti ortadan kaldırarak, neredeyse kapitalizmi ortadan kaldıracağı izlenimini veren ve yine neredeyse saf demokrasi ve ancak böyle gelecekmiş izlenimi veren felsefi çıkarsamalarını ABD-AB emperyalistlerinin dört gözle beklediği ve uzunca bir süre incelediği anlaşılan yol haritasına döktürmüştür.
Malumu tekrar ederek, malum olandan haberdar olanları sıkmamak için özetleyerek devleti geçmek gerekirse, Engels’in dilinden, devletin ezelden beri var olmadığına; onsuz eden, devlet ve devlet gücünden bihaber olan toplumların var olmuş olduğuna; ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünmeyle devletin bir zorunluluk haline geldiğine; şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel haline geldiği bir gelişme aşamasına doğru hızlı adımlarla yaklaşıyor olduğumuzu; onların, sınıfların, tıpkı bir zamanlar kaçınılmaz olarak ortaya çıktıkları gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak düşeceklerini; üretimi üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplumun, tüm devlet makinesini o zaman layık olduğu yere; eski eserler müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına atacağını hatırlatmamızın yerinde olacağını düşünüyorum.
Demokrasi konusuna gelince, bu konuda daha önce çok şey söylemiş olmakla birlikte, oldukça uzun bir yere daha ihtiyaç olduğundan, uzatmadan, özet bir tekrar ile demokrasinin devletten ayrı düşünülemeyeceğini, sınıfsal bir karakteri olduğunu, bir devlet durumu olduğunu ve bu anlamda demokrasinin mutlaka özel mülkiyetle ve zor uygulamasıyla birlikte olmasını gerektirdiğini, bunun da ister saf olsun, ister burjuva demokrasisi olsun, diktatörlükle aynı kategori içinde olduğunu, başka ifadeyle demokrasi ile diktatörlük arasında bir nitelik farkı olmadığını, sadece bir nicelik farkı olduğunu, yani Apo’nun yapmaya çalıştığı gibi, devlet ile demokrasiyi birbirinden ayıramayacağımızı, devletin varlığı antagonist sınıfların varlığını içeriyorsa, demokrasinin varlığının da bu sınıfları içerdiğini, devletin ve sınıfların ortadan kalkmasıyla demokrasinin de ortadan kalkacağını, dolayısıyla Apo’nun gereksiz felsefi çıkarımlarla ulusal sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini, yani Apo’nun iddia ettiği gibi, devlet ile demokrasinin iki farklı alan olmadığını, hatırlatarak geçmek istiyorum.
Apo, yol haritasında din konusunu da unutmamış, hiç boşluk bırakmamış yani. Belli ki, yıllar önce, “12 Eylül rejiminin, tarikatçılık ve tekkecilik yaptığını; Evren ve Özal’ın tarikatçılık ve tekkecilik politikasına öncülük ettiklerini söylediğini, dahası, Özal döneminin içişleri bakanı Abdükadir Aksu’nun, Diyarbakır’daki en büyük Nakşîci olduğunu, En üst düzeyden en alt düzeye kadar buna benzer bir yığın çıkar şebekesinin harekete geçirildiğini, 12 Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildiğini ve mali destek verildi 12 Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildiğini ve mali destek verildiğini, bu konuda, özellikle Suudi’nin desteğinin alındığını, Batman, Diyarbakır, Urfa, Silvan gibi yerleşim merkezleri gibi, önemli Kürt şehirlerinin, böyle tarikat yuvaları ile doldurulduğunu, O pansiyonlarda, 7 yaşındaki çocuklara gece gündüz o doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr ettirmek için ne lazımsa onun yapıldığını “söylediğini unutmuş görünüyor. O unutabilir ama biz unutmuyoruz ve en gerekli zamanda hatırlatıyoruz.
Apo, daha önce dediklerini unutarak şöyle devam ediyor: “Bireysel haklardan bahsedip kolektif haklardan bahsetmemek, hatta daha da ileri gidip kolektif hakları reddetmek faşist yaklaşımla ilgilidir. Bireyin mensup olduğu kolektiviteye hak ve özgürlük tanınmadan, bireysel hak ve özgürlük tanımanın hiçbir kıymeti yoktur. …’Birey olarak İslam’ı yaşayabilirsin, ama toplumsal olarak yaşayamazsın’ demek hem bir faşist demagoji, hem de bir eliyle verip diğer eliyle alma kurnazlığıdır. … . Bireysel ve kolektif haklar ve özgürlükler etle tırnak gibi birbirini bütünleyen haklar ve özgürlüklerdir. Elbette bu konuda bireyi inkâr eden her tür aşırı cemaatçilik ve kolektivistçilikle toplumu inkâr eden her tür aşırı bireyciliği reddetmek, bireysel ve kolektif haklar ve özgürlükler kuramının en temel kriterleridir.”
Net olarak görülüyor, Apo, çok şeyi unutmuştur,12 Eylül rejiminin Tekrar eski silaha,bin yıllık saldırı silahına sarıldığını; Kürt toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu ‘din silahını bir kez daha kullanalım’ dediklerini ve bu çözümlemeyi de yıllar önce bizzat kendisinin yaptığını unutmuş görünüyor.Bu çabada baş aktörlerin Evren ve Özal olduğunu ve bunu da kendisinin vurgulamış olduğunu unutmuş görünüyor. Oysa devam eden 12 Eylül rejimi, Evren’i ve Özal’ı aratmıyor ki, Apo’nun bunu da görmezden geldiği anlaşılıyor.
Evet, yukarda aktardıklarımı söyledikten ve bir dolu felsefi çözümlemeler yaptıktan sonra Apo,” Pozitivist felsefenin en önemli sonuçlarından biri, iddia ettiğinin aksine dogmatizmin en katı biçimine yol açan niteliğidir. Bilimsellik adı altında modernite dogmatizmini meşrulaştırmış, dinden daha katı bir inanç fanatizmine yol açmıştır. Örneğin ulus, ülke, devlet, sınıf, toplum vb. kavramlara yüklenen anlam Allah kavramına yüklenenden daha kesin niteliktedir. Bu kavramlar tanrıdan da güçlü tanrısallıklar halinde yüceltilmiş oluyorlar. Dolayısıyla hem bu kavramlar gerçek içeriklerini yitiriyorlar, hem de genelleştirilerek hakikat kapsamını yok ediyorlar.” Diyor.
Bunu derken, tam da, Yahudi sorununda başlıca konuyu devlet-din çelişkisine oturtan, İdealist Bauer’leri hatırlatmaktadır. Bauer’e göre, din devlete feda edilmiştir ki bu çok kötü bir şeydir, yani devlet, “eleştiri”nin düşmanı olan eleştirel olmayan din ve tanrıbilimi öldürme aracından başka bir şey değildir. Şimdi Aponun dediklerinin de bu temelde olması, Aponun nerelere kadar savrulduğunu görmemizi sağlıyor.
Böylece, yıllar önce, “Devlet,’PKK geride kalsın, siyasileşsin’ diyor. Bu,’PKK çözülsün, bitsin’ demektir. Bu esas politikadır. “ Diyen Aponun, gittiğini ve yerine “bazı siyasi kazanımların” peşine düşen Apo’nun geldiğini görmemiz hiç de zor olmuyor.
Dahası da var, “Ben onun için ‘Kürdistan’ı bırakmamaları biraz hoşuma gider’ diyorum. Bırakmasınlar ki, Kürdistan devrimi de onları bırakmasın!” diyen Apo’nun, devrimden hiç söz etmediği ama Batıdan gelecek demokrasi ile Kürtlerin kurtulacağını, demokrasiye ve demokratikleşmeye yaptığı aşırı vurgu ile sık sık tekrarladığı açıkça görülüyor.

Apo, demokrasinin- demokratik devletin ve elbette dinin erdemlerini anlatmakla bitiremiyor, Şöyle devam ediyor,“Kuramsal çerçeveye ilişkin son bir katkıyı din ve ahlâk eksenli düşünce ve pratiklerde aramak gerekir. Demokratikleşmeyi sadece bir siyasal kuram çerçevesinde çözmek ne adil ne de vicdanidir. Toplum sadece siyasi bir gerçeklik değildir, ahlâki ve dini bir gerçekliktir. Din ve ahlâk birlikte binlerce yıl mensup oldukları toplumların sorunları üzerinde en fazla durmuş ve çözüm üretmiş olan kurumlardır. Bu tarihsel, vazgeçilmez kurumları göz ardı ederek, sadece ekonomik ve siyasal gerçeklerle analiz yapmak ve çözüm üretmek kaçınılmaz olarak eksik kalacak, dolayısıyla yanlışlıklara açık olacaktır.” Ve böylece yine Marksın, Bauer’i Yahudi sorunu çerçevesinde eleştirisini hatırlıyoruz; Marks,”Özgürlük !” diyor, söz konusu olan siyasal özgürlüktü, Yahudi’nin dinden vazgeçmek istemeksizin özgürlük isteyerek ‘siyaset yaptığı ‘ ve siyasi özgürlüğe karşıt koşul koymadığı Bay Bauer’e gösterilmişti.” Yani, İnsanın dinsel olmayan yurttaş ve dinsel özel kişi olarak ayrışmasının siyasal kurtuluş ile çelişmediğinin gösterildiğini ifade eden Marks,“eğer devlet, dinden, dini uygar toplum çerçevesinde kendi kendine bırakarak, kendini devlet dininden kurtararak kurtuluyorsa, bireyin de dinden ona karşı artık bir kamu işi karşısındaymış gibi davranarak değil, ona, Bauer’e, onu kendi özel işi sayarak kurtulduğu gösterilmişti” diye bitiriyor.

Apo, demokratik devlete o kadar aşırı ve felsefi tonda vurgu yapıyor ki, Apo, nun bu çırpınışının Kürt sorununun yasalar yoluyla, tepeden, anayasal yolla çözülmesinden olsa olsa kültürel özerklik çıkacağının üzerini örtmeye çalıştığı ama bununla birlikte, Marks ve Engelsin Yüzelli yıl önce eleştirdiği İdealistlere yaklaştığı apaçık görülüyor.

Şöyle diyor;” Demokratikleşme kuramında esas alınması gereken anayasa kuramı, açık ki, bireysel ve kolektif hakları ve özgürlükleri devlete karşı koruma anlayışına dayanır. Azami örgütlenmiş iktidar olarak devletin korunmaya ihtiyacı yoktur. Zaten varlığı korunmayı ifade eder. İşleyişini temel kurallara bağlamak demokratik anayasa kuramına ters düşmez.” Bunu söyledikten sonra da, “ Demokratik çözüm kuramı sorunların sahibinin devlet değil toplum olduğunu, dolayısıyla çözümünün de ilgili toplumdan gelmesi gerektiğini esas alır. İlgili toplum birimi kendini ne kadar özgür ifadeye ve örgütlenmeye kavuşturursa, bunun kendi çözümüne de o kadar yol açacağını idea eder. Devletçi kuram ilgili topluma hep kural dayatırken, demokratik kuram ilgili toplumun kendi inisiyatifinin önem taşıdığını ve kendisini belirleme ve inşa etme hakkına sahip olduğunu söyler. Devletle ilişkinin birbirini ya tamamen reddetmesini veya tersini içermez. İlişki ve çelişki içinde gerginlikler yaşasalar da, uzlaşma ve barış içinde bir arada yaşamalarını öngörür.” Diyerek, demokratik devleti, sorunların asıl sahibi olduğunu söylediği toplumun eline teslim edip, devlet ile toplumlun uzlaşarak ve barış içinde yaşayabileceklerinin hayalini kurdururken, Marks ve Engelsin, alay ederek eleştirdikleri “özel türde bir devlet… Felsefi bir ülkü olan devlet” tasarlayan ve Marksın ifadesi ile devleti insanlıkla, insan haklarını insanla, siyasal kurtuluşu insanal kurtuluşla karıştıran Bauer ve yandaşları ile aynı yere düşüyor.
Söz açılmışken, Marks ve Engels’in, “özgür insan niteliğinin” tanınmasının ne anlama geldiğine dair söylediklerini hatırlatarak;

Apo’nun, yol haritasını süslediği çözümlemeleri ile sanki Bauer’in ağzından konuşuyor olduğunu, ona göre, ulus-devlet ortadan kalkarsa, demokratik devletin geleceğinin ve çözümlemesine göre, devlete dinden fazla yapılan vurgu ortadan kalkarak, hatta devlet klasik biçimiyle ortadan kalktığı için, bu anlamda devlet olmaktan çıkacağını düşündüğünü, böylece dinin özgür olacağının felsefesini yaptığını görmeyi daha da kolaylaştırmak istiyorum.

Aponun, bu çözümlemeleri ile daha önce bin yıllık saldırı silahı olarak gösterdiği dine özgürlüğü “demokratik” devletin sağlayacağını öne çıkartırken, yine daha önce 7.yaşındaki çocuklara gece gündüz doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr ettirmek için ne lazımsa yapan tarikatların, Kürt ulusal hareketinin olduğu kadar Türkiye için de büyük tehlike olduğunu ve 12 Eylül faşist darbesinin bunun için yapıldığını ve 12 Eylül Rejiminin bu dinamiği güçlendirdiğini, Evren’in imamın oğlu ve Özal’ın Nakşîci olduğunu vurguladığını unutarak adeta tarikatlarla ittifaka yeşil ışık yaktığı göstermiş olacağını umuyorum.

Bunlar görülünce de, daha önce Sovyetlerin yıkılışını kaba Marksizm’e bağlarken, Marksizm-Leninizm’den sapılırsa gidilecek yolun kaçınılmaz olarak kapitalizm olacağına vurgu yapan Apo’nun, Marksizmin kurucularının buraya aktardım yukarıdaki ve aşağıdaki dediklerini de unutmuş görünmekte olduğunu ve daha önemlisi çıkmaz bir sokağa yol almış olduğunu görmenin daha da kolaylaşacağını işaret etmek istiyorum.

“Özgür insan niteliğinin” klasik tanınmasının evrensel insan hakları adı verilen şey içinde bulmuş olduğu şeyden başka bir şey olmadığını ifade eden Marks ve Engels, “özgür insan niteliği” ile bunun “tanınması” nın, bencil burjuva bireyin ve onun toplumsal durumunun içeriğini oluşturan tinsel ve maddi öğelerin gemsiz hareketinin tanınmasından başka bir şey olmadıklarını; öyleyse İnsan haklarının, insanı dinden kurtarmadığını ama ona din özgürlüğü sağladıklarını; onu mülkiyetten kurtarmadıklarını ama ona mülkiyet özgürlüğü sağladıklarını; onu yaşamını az çok temiz biçimde kazanma zorunluluğundan kurtarmadıklarının ama tersine ona girişim özgürlüğü sağladıklarını vurgulamışlardır.
Bu anlamı daha da açan, Marks ve Engels’in, Modern devlet tarafından insan haklarının tanınmasının ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlamına gelmediğinin tanıtladıklarını da hatırlatarak, böylece, İlkçağ devletinin doğal temelinin kölelik olduğunun; modern devletin doğal temelinin ise burjuva toplumu olduğunun; burjuva toplum insanının, yani ötekine özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağ ile bağlanmış bulunmayan bağımsız insanın, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliği olduğunun oldukça uzunca bir zaman önce açıklanmış olduğunun hatırlanması gerektiğine işaret etmek istiyorum.

Marks ve Engels, bu tanıtlamayı,” Doğal temeli işte bu olan modern devletin, evrensel insan hakları bildirisinde onu, insan haklarını, işte böyle tanımış olduğunu ve bu hakları modern devletin yaratmamış olduğunu; kendi öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşmaya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modern devletin, kendi başına insan haklarını ilan ederek, kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmadığını da vurgulayarak netliğini artırmışlardır.

Apo’nun çizdiği haritadaki yol, emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin yoludur ama onlar bile yeterince inanmadıklarını, bu haritayı iki yıl gibi bir zaman laboratuar incelemesinde bekleterek, göstermişlerdir. Bu yol, Kürt ve Türk emekçi halklarının pek fazla itibar edecekleri, heyecan duyacakları bir yol da değildir.
Demek ki, Marksizm-Leninizm’den ve kendi gücünden sapan halkların kurtuluşu hayaldir ve daha fazla ezgiye ve sömürüye hazır olmalıdırlar. Saparak yöneldikleri yerde sadece bunu bulacaklardır.

Böylece ve bu vesileyle, her ne sorun olursa olsun, Marksizm-Leninizm’in aydınlatıcı, ufuk açıcı, ilerletici ve devrimcileştiren bilimsel teorisinden uzaklaşarak çözmeye kalktığımızda, sorunu çözmek şöyle dursun, daha da çözümsüzlüğe düşüldüğünün de apaçık görülmesini sağlamış olduk.

Şimdi sıra, bütün buraya kadar yapmaya çalıştığım çözümlemelerden, tespitlerden ve eleştirilerden sonra, sonuç bölümü niyetine, özetin de özeti kısa birkaç vurgu yaparak, tartışılması üzere ifadelerimi bitirmeye geldi.
Evet, birinci vurgum, komünist particilik oynayanların vurgu ve gönderme yaptığı gibi, bu kongre girişiminde o Kürt ulusal hareketinin çıkışında elden ele dolaşan Vietnam deneyiminin ruhunun ifadesi olan tek bir ruhun yer almadığına, tersine Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketinin tasfiyesi için can atan ne kadar ruhsuz varsa hepsinin orada olduğuna inandığımın ifadesidir.
İkincisi, Ho Şi Min gibi, ( Ho, şiirlerini Çin dilinde yazarmış) Apo’nun ise ilkel milliyetçi dediği Kürtlerden farklı olarak, Türkçe yazmayı ve konuşmayı hiçbir zaman sorun yapmadığı biliniyor.

Üçüncüsü, birçok yeri ve zaferleri, yenilgileri, umutları, umutsuzlukların üzerinde uçup, bir alçalıp, bir yükselerek indiği Küba’nın hemen arkasından, bu günlerde devrim çiçeklerini bu coğrafyaya ve bu bölgenin dağlık, kayalık, sulak topraklarına bırakacağını ümit ettiğimiz devrim kelebekleri, Vietnam’ı ziyaret ediyor. Yiğit Vietnam halkı, tarihinin en zalim canavarı olan ABD emperyalizmine “dur” diyor. Kelebekler tam yerine konuyor ve çiçeklerini bırakıp uçuyor. Vietnamlılar, kelebeklerin arkasından bile bakmıyor, Amerikalılara diz çöktürüyor. İnsanlık Vietnam’dan fışkırıyor. Arada, beklenmedik yenilgiler oluyor. İnsanlığın fışkıracağı ve insanlığa önder olacağı beklenen coğrafyalarda, insanlık bekleneni vermiyor. Ama insanlık tüm durduran dinamiklere karşın, tükenmiyor, insanını da tüketmiyor.
Ve Türkiye’nin güzel insanlarının, bir faşist canavar tarafından bastırıldığı ve kelebeklerinin başka diyarlara uçtuğu bir zamanda, umut başka bir coğrafyadan fışkırıyor, devrim kelebekleri oradadır, burası, bu gün bütün emperyalistlerin üşüştüğü, Kürt coğrafyasıdır. Daha önce de orada idiler, ama şimdi bir başkadır orada olmaları. Kürt halkını, ortakçı düzene kavuşturmadan, tüm zenginliklerine ortak olmak için oradadır ve aslan payı kendilerinedir. Ve kelebekler hâlâ oradadır, henüz havalanmadılar ama yüklerini de boşaltmadılar. Yükleri devrimin umudunu taşıyan rengârenk çiçeklerdir. Engeller bitmiyor ama insanlık durmuyor. Nasıl ki, en geri topraklardan, en ileri devrimi fışkırttılarsa, nasıl ki, dört bin yıllık tarihi olan ve sömürgecilerle nasıl savaşılacağını bilmeden onlarca yıl savaşarak mücadele geleneği kazanan Vietnam halkı, Amerikan emperyalistlerine korku içinde diz çöktürerek, bütün dünyaya Amerika’nın daha güçsüz olduğunu gösterdilerse, engeller, bu coğrafyada da bitecek ve kelebekler, gönül rahatlığı ile yüklerini boşaltıp, başka diyarlara uçacaklardır. Buna yürekten inanıyoruz.

Dördüncüsü, yüklerini boşaltmadan dolaşan kelebekler, önce bu toprakların üzerinde uçmuşlar, bir oraya, bir buraya mekik dokumuşlardır. Ancak, bu kelebekleri bu toprakların üzerinde uçarken de görmezden gelenler, Kürt coğrafyasına uçtuklarında ise onları hiç görmemişler ve adeta bu topraklara geri dönmemeleri için dua etmişlerdir. Oysa kelebekler, Bu topraklarda bastırılanın, öteki coğrafyada fışkırdığının müjdesiyle, bu toprakların devrimcilerine devrimi büyütmeleri mesajını veriyordu. Şimdi her iki coğrafyada da kelebeklerin uçuşmasına seyirci kalanların, emperyalistlerin harekete geçmesiyle, çiçeklerin uygun zamanda, uygun yere dökülmesini önlemek üzere yeniden harekete geçmiş olduklarını görüyoruz.

Beşincisi, Türkiye devleti, 1920den bu yana, Kürt ve Türk emekçilerinin kanını emerek büyümüş ve yine de kapitalizminin hiçbir sorununu çözememiş, gele gele 12 Eylül faşizmine gelmiş, orada yerleşmiş ve uzun zamandır, demokrasi diye yuttura yuttura emperyal niyetlerle ilerlemiş ama bir türlü umduğunu bulamamıştır. Çünkü Amerika’ya ve Avrupa’ya rağmen umduğunu bulması mümkün değildir. 12 Eylül geldiği gibi Türkiye solunu hiç beklemediği bir dirençsizlikle karşılaştığı halde acımasızca ezdi ve Kürtlere sınıf kini yanında, ırkçı kinini de kusarak acımasızlık gösterdi. Tam gücünün sınırsız olduğunu düşünmeye başladığı bir noktada, buna dur diyen Kürt devrimciliği oldu. Bunu da unutmadık.

Altıncısı, şimdi, bu gösterilen acımasızlığı ve çekilen acıları her iki taraf da unutmuş görünerek, Kürtlere bir kültürel özerklik verilmesi pahasına ve Türkiye’nin, Kürt halkı dâhil, bütün emekçi halklarına 12 Eylül rejiminin yeni versiyonu olan dinci-faşist-feodal diktatörlüğünün reva görülmesine seyirci kalarak, 12 Eylül rejimi ile pazarlıklar yapmakta, bu çerçevede oyun kuran ABD-AB emperyalistlerinin oyunlarına yer yer figüran olarak, yer yer ortak olarak katılmakta ve bu arada emperyalizme veryansın etmekten uzak durmamaktadırlar. Şimdi Kürt halkının devrimci ruhu köreltilmeye çalışılmaktadır. Bunu da aklımızla ve net olarak görüyoruz.

Yedincisi, bu yapılırken, hep “savaş bitsin barış gelsin”, “kardeşlik olsun” diyorlar. Oysa savaşı bitirelim demekle olmuyor, çünkü savaşlar bizim dışımızdadır; bizim irademizin dışında ve bize hiç sormadan gelişiyor. Savaş bizim bile değildir, bizi kendi savaşımızdan koparıp, kendi savaşlarına sokarak, barışlarına mahkûm etmek istiyorlar. Öyleyse, tekrarı gerek, savaş bizim dışımızdadır ama kardeşlik içimizden hiç çıkmadı, çıkmıyor, çıkmayacak. Savaşın bitmesi bizim elimizde değildir, öyleyse savaşa rağmen kardeşlik devam etmelidir. Savaş bitecekse, kardeşliğe sımsıkı sarılarak bitecektir. Kardeşlik kardeşle kardeş arasındadır. Kalleşle kalleş arasında kardeşlik olmaz. Emperyalizm en kalleş ise, ondan daha kalleş işbirlikçileridir. Onlarla kardeşlik, kardeşliğin arasına kalleşlik sokmaktır. Buna da yürekten inanıyoruz.

Sekizincisi, Kürt ulusal sorununun çözümü ancak devrimci yoldan ve emekçi halkına dayanarak çözülebilir. Emperyalist reçeteler, kel ve merhemin birlikteliğini hatırlatmalıdır. Kalleşin reçetesi, ancak kardeşliği bozar ve kalleşin hükümdarlığını tazeler, bütün kardeşleri kendine köle yapmasına kapı açar.

Dokuzuncusu, Kürt ulusal hareketinin devriminin karşılığı, Türkiye’nin emekçi halklarının, işçi sınıfının devrimidir. Kürt halkının devrimi, Türk halkının devrimidir. Birlikte bölge devrimidir. Kelebekler o nedenle oyalanıyor. Daha fazla çiçek biriktiriyor, çünkü bölge devrimi dünya devrimidir ve zalime karşı verilecek son kavgadır. Rüzgâr o taraftan esiyor. Bunlar hamaset midir? Hamaset ise, Kürt devriminden de, Türk devriminden de kaçanlar, neden şimdi kongreci olmak için birbirini yiyorlar gene de salonları dolduramıyorlar? Neden ABD, kendi askeri ve parası yetmediği halde, tüm dünyada yarım milyar askerine ilave olarak işbirlikçisi ve müttefiki devletlerden asker toplayarak hem bu coğrafyaya yığıyor? Neden Füzeler ve kalkanları hep bu coğrafyada konuşlandırılıyor?

Son olarak, kongre girişimi ile Türkiye’de son derece açıklık yaratan turnusollere doğru ilerlenildiğinin, kongre girişiminin, yaşanmış benzerleri gibi, ancak ve ancak hem sıradanlaşmış, hem de özünü kaybetmiş eski solcuları çekip, bir anlık soluk verebileceğinin ama sonunda tam soluksuz bırakacağının, bu günün tarihinin de, talihinin de emek sürecinin belirlediği şartlar üzerinden yükseldiği gerçeğini Kürt ve Türk emekçilerin ellerine alacağının, kongre girişimi adı altında biriken bütün reformist hayallere, sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş hiçbir sosyalistin, komünistin kapılmayacağının, bu sıraladıklarımdaki eleştirileri ve mahkûmiyetleri hak etmeyenleri ayırdığımın bilinmesini istiyorum.

Ve bitiriyorum, bitirirken, Marksizm’in bir son söz olduğunu düşünenlere sesleniyorum; Marksizm bir başlangıçtır, yaşadığı tarih dilimindeki ve o zamana kadar biriken insanlığın düşüncesini eleştirel gözle incelemiş ve sonrakiler için dosyalamıştır. Marks ve Engels, tarihe en uzun ve en eleştirel notu kaydedip bu dünyadan dönülmeze göçmüştür. Onu takip eden Lenin olmuştur, Marksizm’i hem zenginleştirmiş hem de devrimcileştirmiştir. Asıl zenginliği politikadadır. Lenin, Marks’ın ve Engels’in, teorik olarak bulup çıkardıkları ve ortaya koydukları gerçekliklerinin, Ekim devrimi ile reel pratiğine kapı açmıştır. Kapıyı kapatmak isteyenlere cevap Stalin’den gelmiş ve böylece sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu reel olarak kanıtlanmıştır. İkinci olarak, belirleyici olanın emek süreci olduğu ve üçüncü olarak, sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu, Ekim devrimi ile başlayıp, kapitalist restorasyonla sona eren Sovyet sosyalizminin bütün doğruları ve yanlışları ile birlikte ve özellikle yanlışlarının yol göstericiliğinde net olarak kanıtlanmıştır. Eğer kanıtlanmış olmasaydı, bir; dünyanın en çok hareketli olduğu bölgelerinde yarım milyar paralı Amerikan askerini beslediği, onlarca füze rampası ve kalkanı ile kendini garantiye almasına rağmen, hâlâ Ortadoğunun, Kuzey Afrika’nın çöllerine asker yığmak için, ucuz asker aranıyor ilanı vermezdi. İki; Sovyet sosyalizminin yıkılmasının, Stalin’in ölümünün üzerinden onca zaman geçmesine ve tarihin sonu âmin duasının okunması ile tüm sosyalizm düşmanlarına bayram havası estirmiş olmalarına rağmen, Troçkizm ve Anti-Stalinizm’in canlı tutulmasından vazgeçilmediği gibi hâlâ canlı ve saldırgan tutulmaya devam edilmezdi. Üç; yıkılmış bir sosyalizme ve sonu gelen bir tarihe rağmen, kulağa hoş gelen şirin mi, şirin eklerle sosyalizm bayrakları imal edilmez, bu bayrağın altına, kapitalistlerden daha yalancı, küçük-burjuvaziden bile kaypak, ateşi görünce hemen eriyen, en küçük bir fırtınada içine girecek oyuk arayanlarla; yani bir parça hümanizm, bir parça insan hakları, bir parça edebiyat eğilimi taşıyan ve insan olsun da çamurdan olsun demeyi en önemli sosyalist pusula belleyen kişicikleri toplayarak sosyalizm olabileceği inancı yayılmaya çalışılmazdı.

Bu gün hâlâ en çok korkulan ve saldırılan yalnızca ve yalnızca Marksizm’i devrimcileştiren ve yaşayabilir olduğunu, insana en yakışan düzen olduğunu reel olarak gösteren Sovyet Marksizm’i ve Sovyet sosyalizmidir ve en çok, Marksizm’in son ve dünyayı değiştirmeye yetmeyen teori olduğunu kanıtlamak üzere emperyalizmin bütün ideolojik laboratuarlarında sahre teoriler üretilmektedir ve hepsinin önünde şirin gösteren kulağa hoş gelen ve hemen hepsinde “demokrasi” olan ekler vardır Sosyalizmden korkanlar, korktuklarını kendi sosyalizmlerine hapsetmek için her yöntemi, her aracı kullanmaktadırlar.

Gerçek sosyalistler, güvenli yollardan ayrılmak istemeyen kişiciklerden ayrıdır ve tarihin ilerleme çizgisindeki tüm nesnellikleri doğru okumaları nedeniyle tarihin akışının hangi yöne gittiğini gördükleri için, kendilerinden emin ve gelecekten umutludurlar; bu umut ve güven ile insanlığa en çok yakışacak olan sosyalist düzeni kurmalarının engellenemeyeceğinden emindirler. Bu anlamda tarihin son sayfasının olmadığının bilinciyle tarihe kaydederek sosyalistlere bırakılan dosyalar yeniden açılmış ve en fazla deneyimin yanlışlıkların işaretlendiği ve Sovyet sosyalizminden akan yanlışlıklarda olduğu görülmüştür. Şimdi insanlığın hâlâ en bilimsel, en devrimci teorisi olmaya devam eden Marksizm-Leninizm dosyası, dünyayı insana yakışır biçimde değiştirmeye and içmiş sosyalistlerin elinde, en ileri seviyeden sosyalist iktidar mücadelesine başlangıç olacak şekilde geliştirilmeye devam ederek asıl kavganın daha yeni başladığını bütün dünyaya gösteren sayfaları da içine katacaktır. Ondan sonrası, yeniden fışkıran insanlığın elinde büyüyecektir. Sosyalistler bunu biliyor ve buna inanmaktan hiç vazgeçmiyorlar.

“Kongre girişimcileri” mi? Onlara tarihin hızlandığı dönemlerde kitlelerin nasıl tarih yazdığını, sahte kongre dinamikleri ile kitleleri şaşırtanları nasıl tarihin çöplüğüne attıklarını bekleyip görmelerini ve sahte çırpınışlarının bu hızlanmayı daha da artıracağını kulaklarına küpe yapmalarını öneriyorum. İyi niyetle ve sıradanlaştığı için özünün sıcaklığını göremeyip, yanlış yerlere yüzünü dönenleri “kongre girişimcileri”nden ayırıyorum ve onlara da çok fazla bu yönde ilerlerlerse orada kalmalarının kendileri için en iyisi olacağını, çünkü dediğim gibi, tarihin akışının hızlanmış olduğunu ve hiçbir nazlanmaya tahammülü kalmamış olduğunu hatırlatıyorum.

Ve böylece tarihe düştüğüm bu uzun notlarla kelebeklerin taşıdığı çiçeklerin “demokrasi” çiçekleri değil, sosyalist iktidar mücadelesinin çiçekleri olduğunu, ezgi ve sömürü altındaki halkların kurtuluş devriminin de rengini taşıdığını asıl ve tarihe uyan rengin bu olduğunu,bu asıl rengi soldurmak için ne fırıldaklar döndüğünü göstermiş olduğuma inanıyorum.

Fikret Uzun
16.Ekim 2011