16 Haziran 2011 Perşembe

İŞÇİ SINIFI 15-16 HAZİRANIN 41.YIL DÖNÜMÜNDE VARLIĞINI DA TARİHSEL VE DEVRİMCİ ROLÜNÜ DE KORUMAKTADIR.

İŞÇİ SINIFI 15-16 HAZİRANIN 41.YIL DÖNÜMÜNDE VARLIĞINI DA TARİHSEL VE
DEVRİMCİ ROLÜNÜ DE KORUMAKTADIR.
15-16 Haziran büyük işçi direnişi, işçi sınıfının gücünü, en cılız
zannedildiği ve hatta adının onun adına devrimciliğe soyunanlarca bile
pek anılmadığı bir zamanda, direnme ve mücadele yeteneğini kanıtlayan
önemli bir tarihsel olgudur. İşçi sınıfı,15-16 Haziran olayları ile
demokratik hakların en güçlü savunucusu olduğunu, kazandığı haklardan
kolay kolay vazgeçmeyeceğini açıkça göstermiştir.
Bu büyük işçi direnişi, işçi sınıfının gücüne ve öncülüğüne
inanmayanlara, sosyalist hareketi küçük burjuva unsurların peşine
takmaya çalışanlara, işçi sınıfını inkâr edenlere verilen net bir cevap
oldu.
15-16 Haziran büyük işçi direnişi, işçi sınıfının ekonomik bilinç
düzeyini aşmakta olduğunun göstergesi olmuştur.
Bu noktada, Engelsin şu sözü önemlidir; " İŞÇİ SINIFININ EGEMEN
SINIFLAR KARŞISINA BİR SINIF OLARAK ÇIKIP, ONLARI SIKIŞTIRDIKLARI HER
HAREKET, APAÇIK POLİTİK BİR HAREKETTİR."
15-16 Haziranın anlamını daha da iyi anlayabilmek için, Lenin'in şu
sözleri de kayda değerdir; " ...İŞÇİLER, TEK TEK FABRİKA SAHİPLERİ
YERİNE, TÜM KAPİTALİST SINIF VE ONA YARDIM EDEN HÜKÜMETLE KARŞI
KARŞIYAYDI, KAPİTALİST SINIF, İŞÇİ SINIFINA KARŞI MÜCADELEYE GİRİYOR,
GREVLERE KARŞI GENEL TEDBİRLER ALIYOR, HÜKÜMETİ, İŞÇİ SINIFININ
ALEYHİNE KANUNLAR ÇIKARTMAYA ZORLUYORDU."
Evet,15-16 Haziran büyük işçi direnişi, sahte devrimcilere yaşattığı
telaşı, Demirel hükümetine de yaşatmış, açıkça panik içinde olduğunu
gizlemeden, hemen İstanbul ve Kocaeli bölgesinde sıkıyönetim ilan
etmişti. Anayasa tümüyle aykırı olan bu yasayı meclisten, muhalefetle
birlikte bir çırpıda geçiriverdi. (Tıpkı, Libya'ya asker
gönderilmesinin meclisten geçmesi için, sorgusuz sualsiz muhalefetle
birlikte hükümetin ittifak içine girdiği gibi) DİSK yöneticileri ve
yüzlerce işçi İsyan gerekçesiyle tutuklandı ve sıkıyönetim
mahkemelerinde yargılandı. Sendikalara ve TİP binalarına baskınlar
yapılarak aramalar yapıldı. Ama direnişin helezonik yansımaları devam
ediyordu,15-16 Haziran günlerinin sıcaklığı gibi olmasa da, işçiler
sıkıyönetime rağmen, direnişten vazgeçmediler. Burjuvazinin korkusu ve
hıncı dinmiyordu, toplu işten çıkarmalarla cevap verdi. Ancak, bu
cevap da, sendikalaşmaya yönelik anti-demokratik yasalara karşı
direnişi kırmadı, CHP geri adım attı ve yasa değişiklikleri
gerçekleştikten sonra, anayasa mahkemesine başvurdu ve mahkeme yasayı
iptal etti.
İşçi sınıfının 15-16 Haziran direnişi başarısını DİSKi kapattırmayarak
ve daha da güçlenmesi ile gösterdi.
15-16 Haziranın en önemli yanı, Türkiye'de burjuvazinin ve işçi
sınıfının, ülkenin somut siyasal pratiğinde geçerli olan gücünü, yine
Türkiye içinde diğerine göre değerlendirmek gerektiğini gerçeğini
somutladı. Yani Türkiye işçi sınıfını, söz gelimi, Fransız işçi sınıf
ile karşılaştırarak değil, Burjuvazinin gücü ile karşılaştırarak
değerlendirmek gerektiğini, böyle yaparak( yani Fransız işçi sınıfı
ile karşılaştırarak) işçi sınıfından umudunu kesenlere gösterdi.
Ama daha önemlisi, işçi sınıfının varlığının, beraberinde, kendi
başına ve doğrudan doğruya işçi sınıfının bağımsız hareketini
getirmediğini görmek için önemli bir açıklık sağladı.
Engelsin," İşçi sınıfının bağımsız hareketi için gerekli olan
koşullar, sanayi burjuvazisinin iktidarı alıp, devleti kesin
denetimine sokmasıyla oluştuğu "yönlü öngörüsünü doğrulayan bir
gerçekliği ortaya çıkardı. İşçi sınıfının, bundan önce de var olduğu
ancak, burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki mücadelelerde ikincil
ve yan bir unsur olarak var olduğu görülmüş oldu.
Bu gerçeklik, teorik bakış eksik olunca, işçi sınıfının yokluğunun
kanıtı sanılmaktadır. İşte bu yanılgı, bu gün de ve üstelik o
günkünden çok daha fazla işçi sınıfının var olduğuna dair işaretler
olduğu halde devam eden, işçi sınıfından uzaklaşmanın bahanesi olarak
varlığını korumaktadır.
Bu büyük işçi direnişinin sonrasındaki ve yıllara uzanan deneyimleri
olarak önümüze getirdiği bir diğer önemli gerçeklik ise, baskı ve
terörün, burjuvazinin işçi sınıfına karşı değişmez silahı olduğunu,
ancak, sınıf mücadelesinin ve nesnel koşulların, burjuvaziye başka
silahlar edinmesini gerekliliğini de göstermiş ve bunlardan en önde
geleni, işçi sınıfından yana görünüp, işçi sınıfı hareketini
dizginlemek olarak kendini göstermesidir. Başka bir ifadeyle, işçi
sınıfı hareketini, belirli sınırlar içine kilitlemek biçiminde kendini
göstermesidir. Bu gün hâlâ devam eden bu dinamik, burjuvazinin,
tekellerin pek bir sevdiği ve daha 12 Eylül öncesinden, CHP üzerinden
burjuvaziye teslim edilen DİSK eliyle sürdürülmektedir.
15-16 Haziran ertesinde, o güne kadar DİSKi ve işçi sınıfının sendikal
hareketini yok etmek için yasa çıkarmaya çalışanlar, Disk'e katılarak
DİSK i burjuvazinin kuyruğuna takmaya çalışmışlar ve bu çabalarında
başarılı olarak, DİSKi CHP üzerinden burjuvaziye teslim etmişlerdir.
İşçi sınıfı,12 Eylülü, burjuvaziye teslim edilmiş bir DİSK ile
karşılamıştır.
Bu tarihsel gerçekliği,15-16 Haziranın 41.yıldönümünde, işçi
sınıfından kilometrelerce uzağa kaçtıkları için, varlığından bihaber
olmakta ve işçi sınıfından umudunu kesmekte direnenlere ithaf
ediyorum.
Saygılarımla
Fikret Uzun
16 HAZİRAN 2011

13 Haziran 2011 Pazartesi

SAHTE KOMÜNİSTLERİN KUYRUĞUNA TAKILANLARA TARİHİ DERS


SAHTE KOMÜNİSTLERİN KUYRUĞUNA TAKILANLARA TARİHİ DERS
Merhaba arkadaşlar, kayıkçı kavgası devam ederken başladığım yorumum sırasında bu kavga hızını kaybetmemiş, o nedenle kısa kesiyor ve yorumumu asıyorum. Buradaki hâkim kılınmaya çalışılan tartışmalara bakarsak, zaferi kendini hakiki TKP olarak lanse edenlerin ve hem de sanki SİP-TKP yi yenerek kazandığını sanırız.
Evet, tartışmalara bakarsanız, zaferi, GELENEKTEN GELECEĞE TKP yi yükselttiklerine inandırmaya çalışanlar kazanmıştır ve zil takıp oynamak gerekir, işçi sınıfının ve emekçi halkların da onlarla birlikte horon tepmesi gerekir. Tek politikası, TKP den kalan kadroları, daha çok da TKP artıklarını ve belki birbirini bile 40 kişiyi birbirine çarptırarak, Barzanilerin, onların üzerinden İsrail’in ve ABD nin kuyruğuna takmak, dolayısıyla ve dolaylı olarak, AKP nin yeni 12 Eylül anayasasını "ileri demokrasi" illüzyonunu sürdürerek değiştirmesi ve böylece hem ağırlaştırılmış faşist ve hem de iyiden iyiye gericileştirilmiş bir yeni Osmanlı diktatörlüğünün konuşlandırılmasının tamamlanması çabalarının onaylayıcısı yapmak olan bu zat ı muhteremlerin, SİP-TKP den aşağı kalır yanı olmadığı halde ve üstelik SİP-TKP de, kendileri de aynı birbirini bilen 40 kişi misli olduğu halde, asıl düşmanın adresini şaşırtıp, Türkiye’nin başına gelenlerin tek sorumlusu ve yaklaşan faşist, Osmanik diktatörlüğün yegâne müsebbibi gibi gösterilmesi ve bu minvalde kayıkçı kavgası ile zevahiri kurtarmak için sağa sola sataşılması fazlasıyla manidardır. Bunun görülmemesi ise çok daha manidardır.
Bu, tıpkı CHP nin AKP den rol çalarak oylarını artıracağı ve AKP yi gerileteceği hatta iktidara geleceği yanılsamasına hapsolmak gibidir. Kılıçdaroğlu her ne kadar balkondan özeleştiri niyetine, başarılarının resmini çizen bir konuşma ile durumu kurtaracağını zannetse de, rol çalarak bu işlerin yürümeyeceği apaçık görülmüştür ve ama daha önemlisi, bunun bilinçli olarak yapıldığı teyit edilmiştir. İşte kendini TKP sanan bir kaç ( birbirini bilen 40 kişiden olan) kişinin, dinime küfreden bari Müslüman olsa dedirtecek misli, ( yine aynı 40 kişinin içinde olan) SİP-TKP ye çakma türü saldırması da aynıdır.
SİP-TKP nin seçim politikası olarak 500 bin namuslu insanı seçim aracılığı ile tespit etmeye çalışması nasıl ki, bir komünist vizyon taşıyan partiye uymaz ise, var olduğunu iddia ettiği ve en iyisi olduğunu iddia ettiği bir TKP dinamiğinin, bütün politikasını Kürt sorununun peşine takılmak üzerine kurması da uymaz. Bu, dediğim gibi,40 kişinin dinamiğidir.

Asıl düşman kimdir, kime karşı mücadele ediyorsunuz, ettiniz?
Seçimlere bir yandan boykot yaklaşımı ile yaklaşırken, diğer yandan Kürt bağımsız adayları desteklemeyi temel politika yapıp TKP olmaya hak kazandığınızı kanıtlamaya çalışmaktan başka hangi icraatınız var. Nabiye likidatörlük yüklemekten öte başka bir mahkûmiyet yüklü eleştiriniz var mı? Olmaz. Çünkü o da birbirini bilen 40 kişidendir ve tahterevalli misli oynamaktasınız.
Sözün özü, artık ahmaklık ile sahtekârlık arasındaki sınır kalkmıştır ve bu gün asıl düşman dururken, olmayan, en azından egemen olmayan, bir düşmanla üstelik de gölge savaşı yapmayı öne çıkartmak ahmaklıktan ötedir. Sahtekârlık en doğru tanımıdır. Siz kayıkçı kavgasına devam edin, sizi tutmayayım ama bir hatırlatma yapayım, SİP-TKP nin 500 bin namuslu insan araması ve bunu da seçimi fırsat bilip yapması ama burada da vurgulandığı gibi, bu namuslu insanlara ulaşamaması, vaktiyle ve hem de iktidarı aldığı halde, sarayının tepesine namuslu bir yönetici aranıyor yazan pankart asan Köylü liderini hatırlattı.
Ama diğer yandan ve belki de daha da önemlisi, tarihin öznesi olarak sınıftan vazgeçip, insanı öne çıkartan hümanist gönüller gibi, SİP-TKP nin de, bir adım ileri çıkıp, Kundera’yı haklı çıkarmak istercesine, insanın daha gelişmişini arayıp, tarihin öznesi olarak öne çıkartma mücadelesi vermesi, sonra da böyle insan profiline ulaşmanın mümkün olmadığını öne çıkartmış olması, seçim sonuçları ile birleşince ve "ben daha hakiki TKP yim" misli feryadı figan eyleyen TKP artıklarının dedikleri ile birlikte okununca ortada Bizans oyunlarını bile gölgede bırakan bir ali cengiz oyununun oynandığını anlamak hiç de zor değildir.
Şimdi gençler, bu memlekette namuslu insan kalmamış misli feryat edecek ve SİP-TKP nin tam simetriğinde bir alana savrularak, öğütülmüş olacaktır. Ama bir de, öyle boy bos ile kalın bıyıkların yarattığı karizma ile komünist olunmayacağı konusunda da gençlerin kafası dank edecektir. Şimdi bu gençlere yeni alan gerek, başka yere kaçmamalı, hele ki doğru ve kendi inisiyatifini geliştireceği kendi alanına çekilmemelidir, işte kendini "hakiki TKP" olarak lanse edenler, bu yaklaşımla bu gençlere kucak açacaktır ve açmadan önce de kucaklarına aldıklarını nereye sürükleyeceklerini, yani Kürt gericilerinin, aşiretlerinin, din tüccarlarının ağızlarının suyunu akıttığı Yahudi-Kürt devletinin savaş neferi olmaya sürükleyeceğini işaret etmektedirler. Bu sahtekârlıklarını gizlemek için de, sahtekârlığın adresini SİP-TKP üzerinde bırakmaktadırlar.
20 yıl içersinde bu ülkede köklü hareketlerin yaşanacağına inanıyorum diyenlere yanıtım ise bu; devrime inancını yitirmiş olanlarca bir ütopya görünse de, gerçek tam olarak budur, bakacağız zaman gösterir.
Şimdi Emma Goldman'ı vitrin yaptığınıza göre, Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı” demese idi, bu gerçeklikten haberiniz bile olmayacaktı demek ki. Neyse, daha diyeceklerim bitmedi, Ahmet arkadaşımıza katıldığımı ifade ederek devam etmek istiyorum.
EVET, SİP-TKP Yİ ELEŞTİREREK, POLİTİK OLARAK MAHKÛM EDEREK, ASIL NOKTALARDAN KAÇIP,"ÇAKMA" YANİ "SAHTE" TKP ZEMİNİNDE HAKİKİ PARTİCİLİK OYUNU OYNAMAKTADIRLAR. Bunu da bir kayıkçı kavgası dinamiğine oturtmayı maharet belledikleri belli olmaktadır.
Bu kayıkçı kavgasına ne kadar kişi katılırsa o denli başarı kazanacaklarını başka ifadeyle o denli aferin alacaklarını bilmektedirler. Ama YANLIŞ İMALAT olan benim gibi eski komünistleri unutmuş görünmektedirler ve unutmasınlar, sahtekârlıklarını yüzlerine vurmak için hep burada, onların ensesinde olacağım.
TKP kim siz kim? Komünist olmak kim, siz kim? Siz önce bir sınıf partisinin asıl politikasının etnik temelli olmayacağını görün. (aslında nasıl göresiniz, kör olmaya mahkûmsunuz bir kere, çünkü sizin rolünüz budur, 40 kişi dinamiği içersinde ama yine de tarihe not düşmek için bunu vurgulamam gerekiyor.)
Sınıftan kaçıp, ulusal soruna takılı kalmak, sınıfı ulusal mücadelenin peşine takmak demektir. Hele bir de, bu bilinçli yanlışınızı örtülemek için, asıl düşman boylu boyunca önümüzde dururken, hiçbir egemen yapısı kalmamış olan Kemalizm’le gölge boksu yapmayı marifet saymanız var ki, ahmaklık değilse, çok fazlaca acemi bir sahtekârlığın izlerini yansıtmaktadır. Ama bu sahtekârlıkları kimse yemiyor. Ne var ki, yemese de, yine de bu kayıkçı kavgalarının ortaya çıkardığı kargaşanın yarattığı illüzyon, yeni 12 Eylül rejiminin konuşlanmasının önündeki engelleri engellemeye yaramaktadır.
Engeller mi? engeller,12 Eylül rejiminin tarihin gerisine doğru sürüklediği güçlerin, köleleşme sınırına sürüklediği emekçi kitlelerin, emek sürecinden doğan çelişkilerin keskinliği ile bütünleşme çabasıdır.
Burada 12 Eylül rejiminden yana olmayanlar, AKP eliyle yerleştirilen faşist dinci, Osmanik diktatörlüğe karşı kararlı mücadele eden, Türkiye’yi parça parça ABD nin önüne atmak isteyenleri deşifre etmek için çalışan ve birbirinden bağımsız olarak aynı noktaya püskürtülmüş olan toplumun değişik sınıf ve katmanlarından kitlelerdir öbeklenen.
Asıl düşmana karşı nesnel olarak konum alan ama öznel gücünün ihtiyacını sağlayamamış olan bu engellerdir. Bir komünist partisinin görevi, bütün bu güçleri 12 Eylül rejimine karşı, tarihin ilerleme çizgisi yönünde harekete geçirmek, güç halinde hamle yapmasına öncülük etmektir. Adı üstünde, komünist partisi, yani içinde komünistler olan parti, sosyalizm ülküsü ile uzaktan bile ilgisi kalmamış olan ve hiçbir zaman komünist olmadığı aşikâr olan geçmişten günümüze kalan artıkların partisi değildir komünist partisi. Kürtlerin ulusal kurtuluşu için mücadelesi sınıf mücadelesine bağlanarak, hem Kürt emekçi halkının ve hem de Türkiye’nin işçi sınıfının ve emekçi halklarının ancak kurtuluşa götürülebileceğini ve tarihin ilerleme çizgisi yönünde ivme kazanan bir güç yaratılacağını bilen ve gösteren kadroların partisidir komünist partisi.
Kürt emekçi halkının, ABD nin, AB nin ve işbirlikçi ağaların, dinci şeyhlerin, aşiret reislerinin ve ezen ulusun egemenleri ile yani 12 Eylül rejimi ile tekelleri ile ve elbette gerici, dinci, faşist Osmanlı cumhuriyeti özlemi içinde, tarikatlara dayanan AKP ile ve elbette güçlü, emperyal ve üniter bir devlet özlemine kilitli olan İsrail ile bağlı sahte UKKTH dinamiğine sürüklenmesini görmezden gelip, tepeden, yasalar yoluyla ve emperyalizmin gözetiminde kotarılmaya çalışılan Türkiye’yi parçalama çabalarını bir demokrasi, bir ileri hamle bir ulusal kurtuluş hamlesi gibi göstererek TKP liliğini kanıtlamaya çalışmak tam bir sahtekârlıktır.
Komünist partisi politik bir sınıf örgütüdür. O nedenle öncelikli ve kesintisiz görevi, Kürt ulusal hareketini, Kürt emekçilerini sınıf mücadelesine katarak, Kürt emekçilerinin ezen ulusun işçi sınıfı ve emekçileri ile birlikte kölelikten kurtulması yönünde mücadele verir. Kürt halkının ulusal kurtuluşu yönündeki mücadelesinin zafere ulaşması için ve işçi sınıfının mücadelesinin utku kazanması yönünde güç ve nitelik kazanması için öncelikle sınıf eksenli mücadeleyi yükseltir ve Kürt emekçilerini bu eksene çekmek için doğru politikalar izler. Ama Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halklarını Kürt sorunu nezdinde Amerika’nın yenidünya düzeninin koltuk değneği niyetine ayırmaya çalıştığı ve etnik sorun olarak lanse ettiği self gerekircilik kavramını kullanarak da içini iyiden iyiye boşalttığı, UKKTH savunuculuğu bahanesi ile bu sorunun üzerinden ABD nin kuyruğuna takmaz. Kürt ve Türk halkını ve bu bölgenin halklarını Türkiye’de de yükselen antiemperyalist dinamiğe bağlar.
Bütün bunları illa Lenin’den duymak mı gerekiyor? Öyleyse, Lenin’in ulusal sorun ile sınıfsal sorun hakkındaki tarihe düştüğü notlara bakın. Ama yine de aklın yolu birdir ve bu yolu bulmak için tarih bize büyük açıklık veriyor, Lenin’in söylediklerini teyit eden gerçeklikleri görmek için aklımızla bakmak ve aklımızdakilerle görmek yeterlidir.
ANTİEMPERYALİZMİ TAŞIMAYAN BİR ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİNİN VARACAĞI YER, EMPERYALİZMİN KUCAĞIDIR. ÜSTELİK EMPERYALİZMİN DİNSEL GERİCİLİĞİ BİR TEMEL POLİTİKA YAPTIĞI GÜNÜMÜZDE, GİDECEĞİ DİĞER YÖN HEM TARİHSEL GERİCİLİK VE HEM DE DİNSEL GERİCİLİKTİR.
Burada o nedenle gerici, dinci aşiret reisleri, şeyhleri devreye girmekte, kendine sosyalist rengi biçen kimi Kürt bağımsız adaylar, Nurculuklarını referans vermektedirler. Kürtlere bir kurtuluş kapısı değildir açılmak istenen, tam aksine kurtuluşlarına giden bütün yolları kapatan kapılarla çevirmektir asıl yapılmak istenen. Görmek istemediğiniz bellidir, öyleyse hâlâ sol memesinin altındaki cevahiri ile dost olan komünistlerin bakışlarına gölge etmeyin yeter. Siz neyi görmek istiyorsanız onu görün. Ama bilesiniz ki, tarih sizi yargılamaktan hiç vazgeçmeyecektir, sahtekârlığınız bunu bin kat daha artıracaktır. Çünkü artık ahmaklıkta diretmek, sahtekârlığın örtüsüdür. Fakat bu örtü işe yaramıyor.
Her şey emek süreci ile bağlıdır. Bu bağ her geçen gün kuvvetleniyor. Sizler ağababalarınızın ufkundaki esaretinizle ulus bağını öne çıkartsanız da, sınıf bağı hep belirleyici olmuştur ve olmaya devam ediyor. Yaratılan illüzyon, emekçi halkların AKP ye kucak açıyor görünmesi, sizi yanıltabilir ve hatta sevindirebilir ama akıl taşıyan ve sol memesinin altındaki cevahiri sönmemiş olan komünistleri şaşırtamıyor. Şaşırtamayacağını siz de biliyorsunuz. Sizin din tabanlı faşist feodal Osmanik diktatörlüğün ayak seslerini duyduğunuz halde, bunu geriletmek için kararlı bir güç biriktirmeye yönelik hiçbir icraat yapmadığınız ve bunu örtülemek için de SİP-TKP ye veryansın ederek zevahiri kurtarmak istediğinizi aklına sahip çıkanlar görüyor. Aklına sahip çıkmaktan kastım, aklı tutsak olmayanlara işaret etmek içindir. Sizin hepinizin (sizinle bulaşık olan ve hâlâ ahmaklıkta diretenleri de ayırmıyorum artık) elinizi hep aynı yer tutuyor. Bunu “bir birini bilen 40 kişi” dinamiği olarak adlandırdım. Yerinde olduğunu görmek için çok turnusol yaratıldı. En başta sizler, kendini en kral TKP olarak lanse eden, hakiki komünistler olarak şişiren sahte politik kabadayılar yaratıyor bu turnusolü.
Politika bir güç biriktirme ve düşman belirleme sanatıdır. Ama siz güç biriktirme ve düşmanı belirleme bir yana, hâlâ sahte düşmanlarla ve güçleri marjinalleştirerek, güç birikiminin sağlanacağı alanlardan kenara çekerek, yeni 12 Eylül rejimine muhalefet adı altında, yeni 12 Eylül rejiminin koltuk değneği yapmaya çalışıyorsunuz.
NATO gelmiş Türkiye’nin göbeğine çöreklenmiş ve oradan komşu ülkelerin emekçi halklarına karanlık bir geleceğin örülmesi için planlar, projeler yapıyor ve Ortadoğu’yu bir kan gölüne çevirmeye yönelik operasyon el faaliyetleri örgütlüyor, bunu da “demokrasi” adına yapıyorken, siz bunu görmezden gelip, Kemalizm kahrolsun nutukları atarsanız, Kemalizm’in yönetimi bizzat teslim ettiği dinci akımlar ABD nin yanında NATO nun da desteğini alarak iyiden iyiye palazlanır ama bu topraklar ve üzerinde yaşayan emekçi halklar iyiden iyiye köleleştirilir.
Asıl düşman hâlâ ABD –AB emperyalizmidir ve onunla entegrasyonunu güçlendirmiş tekellerdir ve onun yerleştirdiği 12 Eylül faşist rejimidir. Ve elbette bu dinamiğin merkezinde AKP vardır ve yine elbette Kemalizm'den kalan ne varsa, yüksek Kemalist kadrolarca ve “yeni”leştirilen CHP ile AKP nin politikalarına ve yeni 12eylül dinci feodal faşist diktatoryasına bağlanmaya devam edilmektedir.
Son derece işçi düşmanı, emekçi düşmanı, aydınlık düşmanı politikalarla ve arkasındaki güçlerle mücadele etmek dururken, sahte düşman yaratmak, çok değerli bir arkadaşımın deyimiyle, düşmanın adresini şaşırtmak, asıl düşmanın elini kuvvetlendirmektir. Bu dediklerim, dediklerimin gerçekliğin yansıması olduğunu görmemek için gözlerini kapayanlara davul zurnanın azlığı mislidir ama gerçeklerin peşinden koşanlara ise, sivrisineğin sesi misli çıksa da sesim, çok uzaklardan duyulan saz sesi gibi gelecek ve Ahmet arkadaşın işaret ettiği gibi, önemli olanın nicel, amorf yığınlaşma olmadığını, nitelikli azınlıkların, kitleleri bu nitelikle kucaklamasının asıl önem taşıyan olduğunu görecek, duyumsayacaktır.
TKP nin bu topraklarda, işçi sınıfının ve emekçi halkların gerçek düşmana karşı yükselteceği mücadelesinin ateşleri içinden, son derece nitelik içerilmiş kadrolarca fışkıracağını, bu gerçekliklere dayanarak söylüyor ve sivrisinek kadar cılız çıkan sesimin, en ücra köşelere kadar yankılandığına inanıyorum, görülmektedir diyorum.
Çünkü ben tarihe not düşüyorum, açın bakın, yıllar önce dediklerim, bu gün yeniden paylaşıma düşüyor ve önemli turnusolleri gözler önüne seriyor. Şimdi bazı aklı önde ama kendisinde olmadan gidenler “sen neymişsin be abi" türküsüne sarılacaklardır ama önemli değil. Önemli olan, nesnel olandır ve bu nesnelliğin sürekli üzerini örtmeye çalışanlara karşı, nesnelliği inadına yüzeye çıkarmak, gözlerin ta içine sokmaktır. Ben bunu yapıyorum ve tarih sayfaları beni pek sevmiştir, her zaman sayfalar açıktır.
Yeni nesil, gerçeği arayan nesil, aklı tutsak olmayan, kurtulmuş olan nesil ve bir zamanlar yoldaşlık yaptığım, sol memesinin altındaki cevahiri sönmemiş nesil, tarih sayfaları fosilleşmeden, henüz açıkken dediklerime kulak verecek, eksik bıraktıklarımı tamamlayacak, yanlışlarımı düzeltecektir. İlerleme böyle olur, nitelikli güç birikimi böyle olur. TKP ye giden yok, nicelikten değil, nitelikten ve böyle geçmektedir. Kendilerin ille de "hakiki" komünist diye belletmek isteyenlere son olarak, hadi oradan burjuva trenini pek sevmiş, sahte komünistler diyorum ve yaldızlarını döktüğüm için öfkelenmelerinin boşa çaba olduğunu tekrarlıyorum. Gideceğiniz yer, eninde sonunda emperyalist kapitalizmin işaret ettiği alanlar olacaktır ve şimdiden bunun tedrisatından geçtiğiniz görülmektedir diyorum. Hakaret mi ediyorum, eğer eşyaya gerçek niteliği ile seslenmek, eşyanın tabiatından ileri gelmiyorsa, evet bu bir hakarettir ama dediklerim sizin tabiatınızı yansıtıyorsa, boşa hakaret telakki etmek için çabalamayın, dediklerimde hakaret yoktur.
Fikret Uzun
13 Haziran 2011

8 Haziran 2011 Çarşamba

80 KUŞAĞI VE KUNDERA

80 KUŞAĞI VE KUNDERA

“Sakın, ülkenize ve vatanınıza aitsiniz safsatalarına inanmayın yaşamı başka yerlerde arayın. Sizin kimliğinizi oluşturan isminiz, milletiniz, ırkınız ya da dininiz olamaz ..! " diyor Milan Kundera ve bunu pek bir hoş bulup alkış tutanlara sesleniyorum.
Ne müthiş bir yazar ama değil mi? “Son zamanlara kadar bok lafının basında “b..” olarak geçmesinin ahlaki kaygılarla hiç alakası yoktur. Bokun ahlaksızlık olduğunu öne süremeyiz herhalde, değil mi? Bok'a karşı çıkma bir metafizik karşı çıkmadır. Her gün yaptığımız dışkılama işi, yaradılışın kabul edilmezliğinin günbegün kanıtlanması demektir. Ya/ya da: Ya bok kabul edilebilir bir şeydir (bu durumda banyonun kapısını kilitlemeyelim) ya da edilmeyecek bir biçimde yaratılmışız demektir.” M.Kundera-Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Yukarıdaki kaba ifadeler için, ifadeler bana ait olmasa da özür dilerim. Bu ifadeler de, Milan Kundera'ya aittir. Ve başka ifadeleri de var. Kundera, sosyalist hareketi, büyük yürüyüş diyor ama kendi deyimiyle, bok sıfatına koyuyor. Kundera,12 Eylül rejiminin, can simidi gibi sarıldığı ve ithal ettiği en bozucu yazarlardan biridir. Onu model yaparak, edebiyatın da, sanatın da içine etmiştir.
Milan Kundera'nın kendisinin de, dediklerinin de model olamayacak kadar iğrenç ve insana dair iyi olan, iyiye dair doğru olan hiçbir şeyi ifade etmediğini vurgulamak isterim. Ve hep ifade ettiğim bir şey var ki, o da ne ırkı, ne dini, ne de milleti öne çıkaran bir ifadedir, ama bu olguların hem tarihselliğini ve hem de bir gerçeklik olarak var olduğunu da yadsıyamayız, öne çıkarmamız gereken sınıftır.
İnsan ise bu günün konusu değildir, bu günün konusu, insanı insanlıktan çıkaran kapitalizme karşı en kararlı mücadele edecek olan işçi sınıfıdır. Yani sınıf savaşıdır ve sınıf kinidir öne çıkarmamız gereken. Kunderalar, hem bu gerçeği örtmekte, hem de insanı bozarak merkeze koymanın edebiyatını yapmaktadır. İnsanı yüceltmez, aksine batırır, bok misli gösterir. Bu edebiyat değildir, roman değildir. O nedenle Kundera'da örnek alınacak, model yapılacak ve hatta vitrine konulacak hiç bir şey yoktur. Onun deyimiyle o,Kundera, bir ‘bok’ mislidir. "kitsch" sözcüğünü kullanıyor, uygundur.
Ancak eklemem gerek, bu dediklerimden de insanı yadsıdığım anlamı çıkmasın. Elbette insan önemlidir. Ve işçi sınıfının üyeleri de birer insandır. Ama bir sabancı da insandır, koç da insandır. Ve Kundera'ya göre insanın hası bunlardır. Büyük yürüyüş içinde olanlar yani onlara karşı mücadele edenler insan bile olsa Kundera'ya göre ‘bok’mislidir. Diğer yandan vatan olgusundan, ülke olgusundan kaçış da aynı yaklaşımın içindedir. Kökü taa Jan Jak Rousso'ya giden, dünya yurttaşlığı yaklaşımına dayanır. Böylece emekçi halkların üzerinde yaşadığı toprak emperyalist kapitalistlere teslim edilirken çok işe yarar. Dahası ekonomi çökertilerek emperyalist çok uluslu tekellerin eline geçirilirken çok işe yarar. Ve emperyalistlerin hâkim kıldığı bir dilin dayatılması kolaylaşır. Üniversiteler, resmi okullar, sinema, tiyatro, resim, sanatları, yazım sanatları hepsi tahrip edilirken işte bu yaklaşımdır kolaylaştıran. Böylece, var olan ulusların ve üyelerinin köleleştirilmesi, gerici sınıfın egemenliğinin kalıcılaştırılması kolaylaşır. Bunun sonucunu Hitlerin işgallerinde gördük. İşgal edilen ülkelerde ortaya atılan şu slogan unutulmasın, "HALK CEPHESİ OLACAĞINA HİTLER OLSUN" şimdi de " TÜRKİYE CUMHUİRİYETİ OLACAĞINA AMERİKA GELSİN" sloganı kulağa hoş getirilmek istenmektedir. Bu ancak Kundera'dan astığını o kısacık ifadede kendini bulur. O ifadede kendini bulanlarca kolaylaştırılır. Böylece savaşlar da uluslara bağlanır. İşin sınıfsal boyutu göz ardı edilir.
Dünya yurttaşlığı, Jan Jak Rousso'dan bu güne emperyalist milliyetçiliğin içinden kozmopolitizm olarak gelir. Moda tabirle, liberalin şirinleştirilmiş hali, Neo liberallerin pek bir sevdiği, vatan, ulus-devlet, ulusalcılık gibi olgu ve kavramlardan kaçışın teorisini öne çıkartmaları, bu kozmopolitizmle bağlıdır.
Hele sahte aydınların, sol gömlekli sahtekârların, bunu, kozmopolitizmi, bir dünya yurttaşlığı tonunda, proleter enternasyonalizminin yerine koymaları yok mu, evlere şenliktir. Buna inanan ve peşinden giden ahmak solculara ise ne demeli bilemiyorum. Her fırsatta ulusalcılığa salvo atışı yaparlarken, nasyonal sosyalizmin yani burjuva milliyetçiliğinin, kozmopolitizmin ikiz kardeşi olduğunu gözden uzak tutarlar. Hem işçi sınıfının özü bakımından ulusal bir niteliği olmadığını, öncüsü olduğu toplumsal devrimin de ulusal bir niteliği olmadığını göz ardı ederlerken, sınıf içeriğini yadsırlarken, insanı öne çıkartıp, sınıfı Milan Kundera gözlüğü ile "kitsch" yapmak oldukça trajikomiktir. Diğer yandan proletaryanın siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğunu anlamak dahi istemezler.
KOZMOPOLİTİZM; yukarda alıntılan ifadede de kendini gösteriyor, her emekçiyi bir dünya vatandaşı durumuna getirmek maskesi altında, KÖKÜNDEN KOPMUŞ, BİRİ ÖTEKİNİN YERİNİ TUTABİLEN, TEK BİÇİME SOKULMUŞ KÖLELERİ, YERİ-YURDU, ADI SANI BELİRSİZ, SAPKIN İNSAN GÖLGELERİNİN KABACA VE HAYÂSIZCA 'DÜNYA ÇAPINDA' SÖMÜRÜSÜNE YELTENMEKTİR.
Kundera bunun için göklere çıkarılmıştır ve 12 Eylül rejiminin bu günlere gelmek üzere yerleşmesinde önemli bir işlev yüklenmiştir. Şimdi dağ taş KABEM İNSAN, VATANIM DÜNYADIR deyyu çınlatılmak istenmektedir. Ancak gerçeğin çınlaması bir başka şeyi göstermekte, duyurmaktadır. Onu da ben her yere asmaktayım. Bir kez gözünü kulağını kapayana tamam anlaşılmadı diyorum. Bir kez daha asıyorum. Yine görmezden gelene aymazlık içinde diyorum. Bir daha ve yine görmemek ahmaklıktır. Ama hâlâ görmemek sahtekârlığa, köre ve sağıra mahkûm edilmişliğe işarettir diyorum. Eğer bu dediklerimin muhatabı değilseniz, bu dediklerimi bir hakaret, bir kabalık kabul etmeyiniz, dediklerimi anlamayı, Kundera'yı anlamakta yaşanan kolaycılığa da kaçmadan, enine boyuna eleştirerek deneyin diyorum.
Kundera dünya yurttaşlığı ile kurtulacağını emir buyuruyorlar ve bunu en çok 12 Eylül diktatoryası emir kabul ediyor ve bu emri görev hanelerine yazıp yerleştirmeye çalışmak için, kendilerine sahtekâr solculardan, sahteleştirilmiş solcu ve aydınlardan, devşirdiklerinden, ideolojik silah üretiyorlar.
Model Kundera’dır ve peşinden Ahmet Altan koşarak geliyor. Başkaları da var ve ben birçok kez isimleri ile tarihe not ettim.
Ve tekrar ediyorum, KOZMOPOLİTİZM, ŞİRİNLEŞTİRİLMİŞ ADIYLA, DÜNYA YURTTAŞLIĞI, ENTERNASYONALİZM DEĞİLDİR; ENTERNASYONALİZM İDEOLOJİSİ BİR İŞÇİ SINIFI İDEOLOJİSİDİR, KOZMOPOLİTİZMİN HEM PANZEHİRİDİR, HEM AMANSIZ DÜŞMANIDIR, İçinde burjuvaziye ve emperyalist kapitalizme kin var.
Söz gelimi enternasyonalizme bağlı işçiler, emekçiler, yurtsuz, vatansız tekellere karşı güçlü bir sınıf cephesini gerçekleştirerek, hem kendi yurtlarını ve emekçilerini kurtarmak için hem de, başka ülkelerdeki ezilen kardeşlerinin yurtlarını ve kendilerini kurtarmak için savaşırlar.
İşte kozmopolitizm bunun önündeki engeldir, proleter enternasyonalizmi suretine bürünerek, işçileri, emekçileri kandırıp, yersiz, yurtsuz, kimliksiz gölgeler haline getirip, köleleştirmenin adıdır. Emperyalist kapitalizminin milliyetçiliğin, işine geldiğinde kullandıkları diğer yüzüdür. O nedenle soyut bir şekilde, “enternasyonal ile kurtulur insanlık” demek yetmiyor. Bu dediklerimi ise vermiyor. Verseydi, hem Kundera'ya güzelleme yapıp, hem de enternasyonale vurgu yapmak olmazdı.
Demek ki neymiş, enternasyonalizmi, kozmopolitizmle, dünya yurttaşlığı ile özdeşleştirmek tam bir Bizans entrikası içindeki ideolojik şaşırtmadır ve bunun içinde, tekrar ediyorum, “işçilerin vatanı yoktur” lafzına can simidi gibi sarılmak da vardır.
Öyleyse, aklımızı başımıza devşirmenin zamanıdır, bu akıl bozucu, insan profilini emperyalizme uydurucu modellerden hızla uzaklaşalım, insana mı yaklaşacağız, onun için sınıf olgusuna biraz daha net bakalım ve insanın insan olarak fışkırabilmesinin garantisinin sınıf olduğunu görelim.
Fikret Uzun
8 Haziran 2011

6 Haziran 2011 Pazartesi

TÜRKİYENİN SEÇİM ÖNCESİ RESMİNE MARKSKÇI FIRÇA DARBELERİ

TÜRKİYENİN SEÇİM ÖNCESİ RESMİNE MARKSKÇI FIRÇA DARBELERİ

CHP’nin resmini çizenler yine de düşmanı net çizgilerle ortaya koymuyor. Gerçekliğe biraz Latife Tekin penceresinden bakılıyor gibi. Ne demek bu? Latife Tekin, gerçekliklerin üstünü örtmek için gözlerdeki kirpiklerin sağa veya sola doğru boynunu büktürür, kulakların birini diğerine küstürür, böylece ya gerçeklik yarım yamalak görülür ya da gerçeklik yerine yalanlar, kanadı kırık bir kuş misli yüreklere bastırılarak, gerçekliğin yerine konulan bir dinamik haline getirilir.

CHP elbette devlet partisidir ve bu günlere gelmemizde CHP’nin rolü, başka ifadeyle günahı pek çoktur. Ama şimdi mesele başkadır, CHP’nin de içinde ve bütünün büyük parçasını teşkil ederek bulunduğu resim ile yani günahlarını resmeden fotoğraf, daha çok soldan konuşan ama yüreğinde bu günlerin karanlığının hayalini taşıyan sahte sol gömlekli aktörler tarafından şirin gösterilmiş ve ne kadar solda yer alan politik örgüt varsa, çeşitli nedenler öne sürülerek ama daha çok demokrasinin bekası gereği denilerek, CHP’ye kol kanat germiş ve CHP’nin de içinde olduğu fotoğrafta, sosyalist hareketin yükselmesinin önündeki barikatları sağlamlaştırmak için var olan bütün güçler ki, devlet durumu içindeki güçlerdir, bunu, yani sosyalist hareketin yükselişini, CHP nin veya Kemalizm’in peşine takarak ortadan kaldırmayı bırak, engelleyemeyeceğini anladığı andan itibaren ve en yetkin akıl hocası olan emperyalist istihbarat örgütlerinin ideologları tarafından ortaya konulan tavsiyelere uyarak, ellerinde tuttukları Türkiye Cumhuriyeti yönetimini dinci akımlara teslim etmişler ve yönetimde pişmelerini, ustalaşmalarını sağlamak için de her türlü desteği vermişlerdir.

Şimdi yönetim CHP de değildir, Kemalistlerde de değildir, Laik güçlerde de değildir ki hiç birisi gerçek anlamda bulundukları konumlarını yükseltmeyi bırakalım, korumayı bile denememişlerdir. Şimdi ise, Bu güçlerin devir teslim ettiği TC yönetiminde bulunanların mumunun sönmeye başladığı, sosyalist hareketin yükselişi ve emek sürecinin yükselttiği çelişkilerin keskinliği önlenememekte, emperyalizmin çizdiği projelerin selameti sağlanamamaktadır. O nedenle iş başa düşmüştür ki "YENİ CHP" bunun adıdır. "YENİ CHP= AK-CHP" olmuştur ve AKP den rol çalmakta, mümkünse bütün rollerini üstlenmektedir. Bunu da iki yöne çevirdiği mesajlarla göstermektedir. Biri ABD ve AB dir, diğeri Fetullah Gülen hoca efendidir.

Bugün yeni inciler döken Bir CHP adayından öğreniyoruz ki, Bizim KILIÇDAROĞLU da peygamber soyundanmış ve umreye o da gitmekten pek çok huzur içinde imiş. Biliyoruz ki, çeşitli vesilelerle Erdoğan için de, en azından fısıltı halinde, peygamber soyundan geldiğini anımsatacak misli vaazlar verilmiştir.

Şimdi soru şudur, düşman kimdir. Kime karşı sınıf kini biriktiriyoruz. 12 Eylül rejiminin ağırlaştırılmış faşist karakteri, emekçi kitlelerin, aydınlıktan yana kitlelerin ve daha çok aydınlık üretmeye çalışan, karanlığa çare olacak şekilde ideolojik, teorik ve politik kurşun sıkan aydınların üzerine çökerken, elbette bunun üzerini örtmeye ve belki buna talip olmaya çalışan CHP üzerindeki yaldızı kaldıracağız ama asıl düşmanı ve karşısındaki güçleri de iyi ve doğru resmedeceğiz.

Bu, resmin bütününü göstermek demektir. Öteki ise, resmin bütününün bir ucundan, başka ucuna savrularak bütünden uzaklaşmak dolayısıyla aynı tuzaklara bir kez daha düşmek demektir. Öyleyse tamam, CHP de aynı yolun yolcusudur yani aynı tarikat dinamiğine sarılarak bizi öbür uçtan kuşatmaya çalışmaktadır. Güzel; peki bunun karşısında ne yapacağız, her tarafımız kuşatılmış diye teslim mi olacağız? Yoksa bu gerçekliği boylu boyunca resmedip, bu resmin içinden, bu tuzakları bertaraf edecek güçleri çekip alıp, daha da güçlendirecek miyiz? Başka ifadeyle aslolanın emek süreci olduğunu ve bu süreçte hâlâ baş aktörün, devrimci aktörün, işçi sınıfı olduğunu ve bu süreçte itici gücün sınıf kini olduğunu ve sınıf mücadelesinin, ezilen, sömürülen sınıf lehine güçlendirilmesi ve utkuya giden yolunun açılması için bir sığınağa, bir demokratik alana yani demokratik bir cumhuriyete ihtiyaç olduğunu, o nedenle de bulunduğumuz noktadan, her türlü haklı eleştiriler yanında, haklı ve gerekli kinin de muhatabı olan Laik Türkiye Cumhuriyeti ekseninden (özünde burjuva ve tekellerin düzeni olmaktan başka bir gerçeklik olmayan ve çelişkileri keskinleşmiş olsa da törpülenmiş olan bir karşıtlığın çatışmasının ifadesi olan eksen olsa da) daha geriye püskürtülmeye karşı direnmek yanında, bunu önlemek için hücuma geçmek yani bu noktada biriken güçleri daha ileriye yürütecek bir dinamikte birleşmek için çaba mı sarf edeceğiz?

Soru budur ve cevabı açık ve basittir. Bu cevabın etrafında ufkumuzu genişletmezsek, ne dersek diyelim beni affedin ama hepsi laf-ı güzaf olacaktır. Gerçeğin bütün resmini ve içindeki çare yaratacak gücü gösteremeyecektir.
KARŞITLARIN EMPATİSİ ÜZERİNE

Diğer bir sorun, sınıf kini olmazsa olmaz demeyeceğim, çünkü o bizim öznel niyetlerimizle oluşturulan bir öfkenin adı değildir. Bu, iki karşıt sınıfın arasındaki mücadelenin bu karşıtlıktaki niteliğinin ifadesidir ve bu, yani sınıf kini, emek sürecinin ortaya çıkardığı çelişkilerin keskinliği ile bağlıdır ve ancak bu çelişkilerin keskinliği ile şekillenir. İşte bu nedenledir ki, emperyalist kapitalizm, empati dinamiklerini kitlelerin kafasına kakar. Karşıt sınıfların birbiri ile empati kurmasına değer verir.

Daha ayrıntısına da değinmek mümkün, söz gelimi, birkaç gün önce bir paylaşıma eleştiri göndermiştim, orada ele alınan MEVLANACILIĞI yermiştim. Mevlanacılık, tam da bu empatiyi, tarikat dinamiği içinde yerleştirmeye çalışmanın adıdır. Mevlana bir gerçekliktir ama bu gün Mevlanacılığın ne olduğu da bir gerçekliktir. Aynı kategoride, toplumsal gelişmenin merkezine tarihin aktörü olarak insanı koyma girişimi de, tüm masum görüntüsüne karşın bir emperyalist ideolojik saldırının ürünüdür. İnsanı merkeze koyduğumuzda, bir TÜSİAD patronu ile bir işçi arasında ne fark kalır, ne de karşıtlık. Dolayısıyla sınıfsallık da ortadan kaldırılmış olur ki, bunun sonucu sınıf kini de ortadan kalkar. Ama bu gün, dara düşen sermayedar, ilk önce işçiyi sokağa atar ya da ücretlerini düşürür, o da olmazsa fabrikasını kapatır, başka yerde açar ve yeni baştan en ucuz ücretle çarkını döndürür. İşçisi ile hiç empati kurmaz. O da ben de insanız demez. Ama işçiden hep empati kurması beklenir ve bunun ucunda hep, sınıf barışı kurma çabaları vardır.

İşçisi ile patronu ile el ele bir cumhuriyet.

Ama bu gün, tekellerin bu el ele olma durumundan çok çok uzakta oldukları örtülenemiyor. Buna rağmen, hep bir empati, bir sınıftan kaçma, sınıf kinini yerme dinamiği öne çıkartılıyor. Oysa pratikte de görülüyor, örneğin BEKAERT işçileri işten tazminatsız atılan arkadaşlarını işe geri döndürmek için fabrikayı içerden işgal ettiler ve işçilerin işe dönmek isteyenleri işe alındı, diğerleri hakkı olan tazminatı yanında ekstradan tazminatla işten ayrıldı. Ama bunu kendi iradeleri ile yaptılar.

Demek ki, işçiler emekçi terimine hapsedilememiş. Patrona da empati kurmayı benimsememiştir. Onları fabrikaya kilitleyen, birlik halinde arkadaşları için direnmeye iten, sınıf kinidir ve belki bunun farkında olmayan işçiler de vardır aralarında, ama bu eylemin ve başarının harcında sınıf kini vardır. Bu kin sıradan bir öfke değildir.

İşte bu nedenle diyorum ki, olguları kavramlaştırmak ayrıdır, öznel terimlerle kavramların içini boşaltmak ayrıdır. Önce insan değil, önce sınıftır aslolan, ama bu insandan bir süre vazgeçtik, sonra ona döneceğiz demek değildir. İşte bu da bir kavramlaştırmadır. Bu kavramlaştırma ile ne ressam, ne de diğerleri kapitalistlerin kucağına terk edilmiyor. Ama örneğin, bir Eczacıbaşının insan olma olgusu ile bir işçinin insan olma olgusu bireysel olarak elbette aynı eksende tarif edilir ama kategori olarak yine de farklıdır ki bizim sözünü ettiğiz ise, toplumsal insandır. O nedenle, insanın insan olarak fışkıracağı kategoriye yükseltilmesi, ancak ve ancak sınıfların, devletin ve sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ile ortaya çıkacak olan toplumsal düzenin konusudur ve bu düzende demokrasi de olmayacaktır. İşte o zaman toplumun kendi kendini yönetişmesi söz konusu olacaktır. Ve aynı kategoride ve tarihsel süreçte, halklar da topyekûn kardeşleşecektir. Başka ifadeyle gönüllü, kerte kerte asimile olmuş olacaklardır.

Ama bunun için bir sürece ihtiyaç vardır ve bu süreçte öznellik de önemli oranda yer alsa da, asıl hâkim olan tarihsel, toplumsal nesnelliktir. Bu sürecin de, bu sürecin sınıfsız, devletsiz, demokrasisiz bir toplumsal ilerlemesinin ve de bu düzenin öznesi olan yeni insanın üretilmesinin garantisi için de, önce sınıf yani kendisini de bu süreçte ortadan kaldırmanın mekanizmasını geliştirecek olan işçi sınıfı olacaktır.

Yoksa kimsenin insanı yadsıdığı yoktur, aksine en gelişmiş insana ulaşmanın bilimsel yaklaşımını ortaya çıkarmanın ki, bu hala en bilimsel ve en ileri teoride ifadesini bulmuştur, kararlı çabası vardır. Tek yapılacak, en ileri teoride ifadesini bulan insanın yeni insan olarak fışkırmasının koşullarına giden tarihsel sürecin nesnelliğini, yüzeye çıkarıp, bu yöndeki tarihin akışını hızlandırmak için, bu süreçte, pratik zorlamaları teori katına çıkarmak zorunda kalmamak için, şimdiden, nesnellikle, tarihin nesnel ilerleme çizgisi ile örtüşen teoriye ağırlık vermek gerekmektedir. Sözünü ettiğim süreçte öznel yönün ağırlığının ifadesi bu kadardır.

Siyasal yapılanmalara karşı olmak da bir kavramlaştırmaya mecburdur. Evet, ben de bir süredir, siyasal bir örgüt dinamiğine karşıyım ama bunu genel anlamda, bu işi kavramlaştırıp, mutlaklaştırarak ortaya konulması gereken bir olgu olarak görmüyorum. Ben sadece içi boş, yani söz gelimi, komünistsiz komünist partisi olmaz diyorum. Ama bu demek değildir ki, politik bir örgüt olmayacak. Ama bu örgütün, ancak sınıf mücadelesinin içinden çıkacağını söylersek, bu çerçevede siyasal yapılanma konusunda olumsuz ya da çekinceli bakmayı anlarım.
Diğer bir sorun da, zorla ya da başka türlü, böyle bir mutlaklık yoktur. Yani ille de örgüt diyerek, örgütün içini dolduracak malzemenin o örgütün niteliği ile uyumlu biçimde var olmadığı bir koşulda örgütü zorlamak, öznelci yöntemle örgüt fetişizmi yaratmak doğru değildir. Bunu belirleyecek olan, yani zorlayacak olan, sınıfsal konum alışın ortaya çıkardığı şiddettir ki bazen bu şiddet, sadece ideolojik-politik olur. Yani zorun karşılığı, silah veya kolluk kuvvetleri olmayabilir. Keza Ekim devrimi sürerken, “bütün iktidar şûralara (Sovyetlere)” politik kararı alınana kadar, hükümet, burjuvazinin elinde idi ve ikili iktidar söz konusu idi. Ve Ekim devrimi, sanıldığının aksine, çok çok az kanlı olmuştur. Yani hükümetin icraatları, dışarıda bütün toplumsal dinamikleri saracak şekilde ve işçi -köylü ittifakına dayanarak, işçi sınıfının öncülüğünde ki sayıca az olduklarını hepimiz biliyoruz, kurulan şuralar tarafından hem denetleniyor ve hem de zaptı rapta alınıyordu. Bunun için, bazen hükümetin kendi düzenlediği mitinglerde ortaya konulan, politik yaklaşımlar yeterli oluyordu.
Bununla birlikte, evet, gelişmiş kapitalist ülkelerde, tam da sınıf kini ortadan kaldırıldığı ve Avrupa komünizmi hâkim kılındığı için, demokratik yolla, aşamalı olarak sosyalizme geçiş olacağı hemen herkese benimsetildiği için kitleler edilgendir. Üstelik holdingleşen, sendikalar, örümcek ağı misli işçileri sarmıştır ve büyük devletler, sömürdükleri dışarıdaki ülkelerden akan zenginliği, işçilerine dağıtarak onları pasifize etmektedir, artık bunda da zorlanmaktadırlar. Ama bizimki gibi ülkelerde, bu iş, en plebyen kesim tarafından, baldırı çıplak kesim tarafından yapılacak dersek, pek yanılmış olmayız.

Aslolan, emek sürecinin keskinleştirdiği sınıf çelişkisidir. Bu çelişkide, sınıf kini de vardır ve bizim öznel irademizden bağımsız olarak, bu çelişkinin içinden yükselir. Diğer yanıyla da, bu çelişkinin üzerinden yükselen sınıf mücadelesidir aslolan. Bu mücadeleyi yadsıdığımız zaman, ne denirse densin, küçük burjuva devrimciliği en masumane tutum olur, burjuva bakışının ise, tümüyle laboratuar ideolojileri ile yerleştirilmeye çalışılması, ancak bu şekilde başarılabilinir.

Şimdilerde ve epeydir, gözden düşürülmeye ve bilimsel sosyalizmin dışında gösterilmeye ve hatta insanlık dışı kabul ettirilmeye çalışılan ve uzaklaşılan proletarya diktatörlüğü ise, tarihsel bir kategoridir ve sınıfların ortadan kaldırılmasının, sınıf mücadelesine son vermek, kapitalist restorasyon tehdidinin ortadan kalkmasının garantisini sağlamak ve sınıfsız toplumu kurmak ve bu toplumun öznesi olan yeni insanın fışkırmasının koşullarını güvence altına almak için tarihsel olarak kaçınılmaz olan ve tümüyle nesnel olan bir tarihsel kategoridir. Bundan yan çizmek, sınıf bakışı açısından önemli bir turnusoldür. Ve Sovyet sosyalizminin kapitalist restorasyonu da, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizme geçişte reformizme savrulmak da, emperyalizmin yenidünyası hayallerine kendini fena kaptıranların, çeşit çeşit sosyalizm uydurabilmesi ve alıcı bulması da, bu olgudan ve nesnellikten yan çizmekle mümkündür.
İFADELERİMİ ŞEKİLLENDİREN VE ONA YÖN VEREN KAYNAK

İfadelerime yön veren kaynağa gelince, bu, tümüyle nesnelliğin yüzeye çıkardıklarını görmemi ve ifadelerimdeki yansımasını sağlayan, hala en ileri ve en bilimsel olma özelliğini koruyan teoridir. Marksizm-Leninizmdir.

Evet, daha önce de ifade ettiğim gibi, arkamda, geleceğin tarih sayfalarının enine boyuna değerlendirileceğine inandığım notlar bıraktığıma ve boynumda, Türkiye sosyalist hareketini, ulaşması gereken düzeye yükseltme sorumluluğundan başka bir şeyi bırakmadığıma olan inancımla sosyalist iktidar yürüyüşüne, içimizdeki veya yakınımızdaki arkadaşlarımızı aynı sorumluluğu yerine getirmek üzere çağırarak ve önüme çıkanlarla (engel koyanlarla demek istiyorum) kavga etmeye hazır olarak başladığımı tekrar ederek, benim ifadelerimi şekillendiren gerçekliğe bir kez daha vurgu yapmak ve ifadelerime yansıyan gerçekliğin üzerinden bir kez daha geçmek isterim.

İfadelerime yansıyan iddialarımda, sosyalizme olan inancımızın ve bu inancımızdaki kararlığımızın, geleceğe olan güvenimizin yansıması vardır.
Bu ifadelerimde sosyalizme olan inançta alçak gönüllü olunamayacağına olan bağlılığımızın yansıması vardır.
Bu ifadelerimde, burjuvaziye olan hıncımızın sınıf kinimizin yansıması vardır. Ve bu gün hâkim kılınmak istenen dinamik, bu yansımalara gözleri kapattırma dinamiğidir.
Kaynağını nesnelliğin yüzeye çıkmasını sağlayan bilimsel teorinin gücünden alan ifadelerimde, burjuvaziden ümidini kesmemiş olanların burjuva düzenini benimsetmesine duyduğumuz tiksintimiz vardır.
Bu ifadelerimde, bu kinden, bu tiksintiden vazgeçmenin, bu noktada alçak gönüllü olmanın, burjuvaziye teslim olmak demek olduğunun bilincini taşımamızın yansıması vardır.
Bu ifadelerim, sosyalist iktidar perspektifi taşıyor olduğumu yansıtmaktadır.
Bu ifadelerim, bilinç taşıyanı sosyalizm aşkına, sosyalizm aşkından yerinde duramayanı bilince kavuşturma sorumluluğumun ifadesidir.
Bu ifadelerimle kavgasız iktidar olmayacağına olan inancımızı işaret ediyorum.
Bu ifadelerimde, Ekim devrimine saygı duyanı, Sovyet sosyalizmine bağlı olanı, devrime ve iktidara inandırmak sorumluluğunu taşımamızın yansıması vardır.

Günümüzü ve Bu bağlamda CHP’yi tartışırken, Ekim devrimi nereden çıktı diyorsanız, aslında bir yerden çıkmadı, bizden çok önce tarihsel bir gerçeklik olarak yaşandı ve 70 yıl sonra da ortadan kalktı. Ve bu gerçeklikten birkaç nedenle söz etmek, elbette Türkiye’nin toplumsal gerçeklikleri ile de ilgilidir.

Bu gün, Türkiye’deki sorunlar ile bölgedeki ve dünyadaki sorunlar ve dahi Ekim devrimi gerçekliğindeki sorunlar ve hatta 1789 Fransız burjuva devrimi ve peşi sıra gelen bir dizi devrimler ve sonrasında, kısa bir işçi sınıfı iktidarı olan Paris Komünü üzerine dersler, ondan önce,1848 devrimleri, Meşrutiyet ve ulusal kurtuluş savaşı ile kurulan TC gerçekliğinde yatan sorunlar ve bu gün geldiğimiz TC gerçekliğinin simetriği olarak devam eden gerçekliğe yapışmış olan sorunlar, hepsi bir bütündür ve birbirleri ile çok yakın ilgileri vardır. En azından benim bakış açımdan böyledir.

TCNİN MİLİTARİZMİ

TC’yi bir bütün olarak ve sosyoekonomik ve politik-ekonomik bağlamından kopararak salt militarizme indirger ve orada çakılı kalırsak, CHP’yi çözümlerken ve de genel olarak çözüm üretirken çuvallarız.
Elbette TC’nin Militarizminin koyulaştığı, öne çıktığı dönemler olmuştur ama polis devleti olma olgusu da öne çıktığı zamanlar olmuştur ve daha yakın zamana kadar demokrasi gelmiş gibi gösterildiği de olmuştur. Ve şimdi ise, bir süredir en demokratik ve en özgürlükçü hükümet eliyle yönetildiği ve Militarist Kemalist kliğe kök söktürüldüğü yollu teoriler üretilirken, artık dağ taş AKP karşıtı olmuş ama AKP hiç karşıtı yokmuş gibi projelerine devam ediyor görünmektedir ve tam bu noktada devreye bir “YENİ CHP” çıkartılmıştır. Bu “yeni” CHP, CHP ye faşist diye çığıranların bile övgüsüne mazhar olmuştur. Peki, militarist devlet mi değişmiştir, militarist devlet, polis devleti ile mi bütünleşmiştir ya da başka bir şey mi olmuştur, mesela din temelli, faşist bir feodal (moderni tabii) devlet provaları mı yapılmaktadır, yeni rejim yoksa bu mudur?
Yani, mesele o kadar basit değil, karmaşık ve karmaşıklığı çözüp, somut tahlil yapmak ve basite indirgemeden çözüm üretmek istiyorsak, kavramları yerli yerine oturtmak ve öznel çabalarla kavram üretmemek gerekmektedir.
TC nedir sorusuna gelince, TC bir 12 Eylül rejimidir ve tekellerin düzenidir, hepsi bu, geçmişte TSK’nın bir kesiminin eliyle ve 27 Mayıs diye anılan müdahale ile Burjuva düzen sağlamlaştırılarak ve modernleştirilerek yerleştirilmiş ama bu yerleştirmenin ifadesi olan konjonktürde burjuvaziye de lazım gelen demokratik ve ekonomik reformlar yapılmış ve sol/sosyalist harekete de bu vesile ile bir demokratik alan, yani işçi sınıfı ile burjuva sınıfı olarak nitelediğimiz iki karşıt sınıfın bir birleri ile girişecekleri sınıf mücadelesinin alanı sağlanmış ve demokrasi güçleri ve sınıfsal güçlerin mücadelesi ile genişletilmiştir. Bu zamanda militarizm yoktur ve 12 Mart, bu alanda yükselen sosyalist hareketi geriletmek üzere gelmiş ve öncesinde, 27 Mayısla genişleyen demokratik alanı, yine aynı yolla bir halk devrimine çevirmeyi de içerecek şekilde genişletmeyi hedefleyen bir askeri müdahale girişimi olmuş, bastırılmış ve arkasından 12 Mart gelmiştir. Bu sol/sosyalist hareketi geriletememiş, tam tersine 27 Mayısın açtığı alanı sığınak olarak kullanan sol/sosyalist hareket iyice yükselmiş ve bunun üzerine 12 Eylül gelmiştir. Bu seyir de o kadar basit değildir, çünkü bir sürü mekanizmalar çalışarak, Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olması sağlanmış ama daha önemlisi 12 Eylül faşist darbesi, tam da emperyalizmin yenidünya düzenini gerçekleştirmek için düğmesine bastığı bir rüzgârın üzerine gelmiştir, içerde ise 24 Ocak kararları ile tekellerin düzeni için yol açılmaya çalışılmaktadır ve böylece, TSK’nın emir komuta zinciri yerli yerine oturtulduktan sonra, BAYRAK HAREKÂTI diye anılan 12 Eylül faşist darbesi gerçekleştirilmiştir. Ondan sonrası, Türkiye tarihinde görülmemiş bir ihanet furyası ile insanlar,kitlesel olarak dönüştürülmeye ve emperyalizmin yenidünya düzeni için gerekli formları taşıyan bireyler haline getirilmeye başlanmıştır.
Bu kronolojide CHP’nin dahli yok denemez. CHP her adımında vardır ve sonrasında da SODEP ile SHP ile devam ederken bile vardır ve 12 Eylül rejimi şimdi AKP’nin Hükümranlığı ile sürdürülmektedir ve CHP buna hep koltuk değneği olmuştur. Bu süreçte, DEV-YOL dan da, TKP’den de, sosyalist hareketin yükselen rüzgârı dibe inerken başka rüzgâra binmek için köprü kurma yarışında olanlar ve şimdi CHP’ye ve Kemalizm’e ateş püskürenler, SODEP’e, SHP’ye kapağı atmakta sakınca görmemişler, nice komünist, nice devrimci, ilerleyen zamanda CHP’nin danışmanlığına terfi ile devam etmişler ve aynıları olmasa da, benzerleri daha sonra ANAP’ın ve şimdilerde de AKP’nin akıl hocası olmuşlardır. Kürt coğrafyasındaki yükselen rüzgârın kanatlarına binmek için öne çıkanları da unutmayalım. Hepsi birden, devletin valisi ya da bürokratı veyahut da ataşesi, hükümet danışmanı değillerdir ama en az CHP kadar devlet durumu içindedirler.

Öyleyse, dediğim gibi hepsi bir bütündür ve önemli olan, asıl olan, çıkış yolunu bulmaktır. CHP çıkış yolu değildir, hepimizin bunu söylediğini varsaymakla birlikte, çıkış yolu gösteremeyince bu, havada kalmaktadır. Ama havada kalmasının çok önemli ve can alıcı bir soruna gebeliği vardır, çünkü çıkış yolu bulamazsak, AKP den kaçarken, CHP ye mahkûm olacağız ve devlet durumu içindeki CHP, devletin devamı neyi gerektiriyorsa, kaldığı yerden yürütmeye devam edecektir.

Bizim ise, acılarımızla avunma zamanını geride bırakıp, ezilmişliğimizin ve acılarımızın müsebbibi olanlara acı çektirme zamanında olduğumuzu ve bunda kin, inanç ve kararlılık olması gerektiğini dolayısıyla kavgasız iktidar olmayacağını, şiddetsiz ise kavganın kavgaya benzemeyeceğini görmek gerekmektedir.

Fikret Uzun

3 Haziran 2011