30 Nisan 2011 Cumartesi

SAVAŞ, BARIŞ VE 1 MAYIS M.S. 2011

SAVAŞ, BARIŞ VE 1 MAYIS
M.S. 2011

Savaş üzerine, belki de an kapsamlı, hatta birçok savaş teorisyenine, Stratejistine ilham kaynağı olan çalışmanın, Carl Von Clausewitz tarafından ortaya konmuş olduğunu hemen hemen herkes bilir.

Clausewitz’in savaş üzerine söyledikleri birkaç ciltte toplanmakla birlikte, neredeyse, savaş üzerine ortaya koyduğu edebi çalışmasının tamamının, en küçük özet sonucunun yansıması olan şu sözü ise, herkesin ezberindedir. “Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.”

Ve istisnasız, bu sözü ezbere dillendiren herkesin, bu sözün özünden oldukça uzak bir yaklaşımla, hem savaşa, hem barışa dair kendi sınıfsal bakışı çerçevesinde kelam ettiği de ortadadır.

Demek ki, savaşın özü, savaşın kendisinin de bir politika olmasındadır. Buradan hareketle, savaş politikanın bittiğinin ifadesi olmamakla birlikte, Barış politikasının bittiği noktanın ifadesi de değildir.

Öyleyse, savaş politikanın devamıdır ama bu devamlılık içersinde kendine özgü politikalarla yüklü olan bir durumdur.

Demek ki, savaş veya barış olgusu, birbirinin karşıtlığı soyutlaması ile çözümlenecek veya sağlanacak veyahut ta ortadan kaldırılacak bir durumun ifadesi değildir.

Clausewitz’in, ilk baskısı 1832 de yazılan “Savaş Üzerine” adlı eseri ile Marks ve Engels,1850’den sonra ilgilenmişlerdir. Ancak ilgilenmeye başladıktan sonra, her ikisinde de, yazara ve kitabına karşı ilgi artmıştır. Ancak bu ilgi, başlangıçta ılımlı bir beğeni düzeyini aşmamıştır. Bu anlamda, Engels ve Lenin, Clausewitz’i daha yakından incelemişler ve Lenin, Clausewitz’in, “en derin askeri yazarlardan biri olduğunu, en büyük, en ilgi çekici savaş tarihçisi ve filozoflarından biri olduğunu, temel düşüncelerinin bugün (o gün) tartışmasız her düşünürün ortak malı olduğunu” ifade edecek ve bu görüşünü sık sık tekrarlayacaktır.

Lenin, Kautskyci çoğunluk ile Lenin’in öncülük ettiği devrimci enternasyonalciler arasındaki ideolojik -politik mücadelenin açığa çıktığı ve dünya savaşının emperyalist karakterini ortaya koyan manifestonun kabul edilerek, savaş harcamalarına oy veren, burjuva hükümetlerine katılan “sosyalistler”i kınandığı Zimmerwald sosyalist konferansına giderken yazdığı “Savaş ve Sosyalizm” başlıklı broşürde, Clausewitz’in, “Savaş, Politikanın Başka Araçlarla ( Yani şiddet araçları ile) Devamıdır sözünü bir başlık olarak ele almış ve bu sözü kanıtlanması gerekmeyen bir söz olarak kabul ettiğini ifade ederek, bu aksiyomun, Marksistlerin, daima her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak görüldüğünü vurgulamıştır.

Ve Lenin, bu broşürde, “Rusya’nın da içinde olduğu emperyalist savaşı kastederek, bu görüşü ( Clausewitz’in aksiyomunu), şimdiki savaşa uygulayın; göreceksiniz ki, yıllar yılı, neredeyse 50 yıldır, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya’nın hükümetleriyle, yönetici sınıfları, sömürgeleri yağmalama, yabancı uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını gütmüşlerdir.” dedikten sonra, “Bu günkü savaşta izlenen politikanın da, aynen böyle bir politika olduğunu” ifade eder. Ve “özellikle Rusya’nın ve Avusturya’nın politikalarının, barışta da, savaşta da, ulusları özgürlüğe kavuşturmak değil, aksine köleleştirmek olduğuna” vurgu yapar.

Yani Lenin, birinci emperyalist savaşın “Büyük” ulusların ve bunların önde gelen sınıflarının politikasını sürdürmek için girişilen bir savaş olduğunu ve bu nedenle “Anayurt Savunması”nın bir bahane olduğunu ve tarihi gerçeklerle zıt düştüğünü görmenin kolay olduğunu ve bu bahanenin üstüne oturarak, savaş harcamalarına onay veren ve burjuva hükümetlere katılan sosyal-şovenistlerin sınıfsal yapısına dikkat çekerek, bu fikrin, savaş sırasında sınıf mücadelesini bir kenara atmaya ve savaş borçlarını kabullenmeye yol açtığını vurgularken, Clausewitz’in bu aksiyomunu temel almıştır.

Daha kolay anlaşılması ve bu güne ışık veren bir kapı açması açısından, Sosyal şovenistlerin sınıfsal yapısına ve pratikteki sonucunun ne anlama geldiğine, yine Lenin’in ifadeleriyle dikkat çekmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum; Lenin, “anayurt savunması” bahanesi ile uygulamada sosyal şovenistlerin, proletaryaya düşman bir burjuva politikası izlediğini; çünkü bunların yabancı istilacılara karşı savaşmak anlamında bir “anayurt savunması” nı değil, ”büyük” devletlere, şunun ya da bunun sömürgelerini yağma etmek ve öteki ulusları ezmek “hakkını” savunduklarını ve böylece sosyal şovenistlerin proletaryaya karşı burjuvazinin yanında yer almış olduklarını” ortaya koymuştur.

Lenin’in, özü itibarı ile “aslında kendi ( ya da her) emperyalist burjuvazisinin çıkarlarını, ayrıcalıklarını, soygununu ve zulmünü savunmak demek olduğu” şeklinde ifade ettiği Sosyal şovenizm,yine Leninin ifadesi ile bu anlamda, pratikte “bütün sosyalist inançlara ve “büyük” devletlerin emperyalist politikalarının bir sonucu olarak “kapitalistlerin çıkarları” ve “hanedanların ihtirasları” için çıkartılan savaşın, halkın çıkarları yönünden haklı gösterilmesine imkân olmadığını belirten Basle Uluslar arası Sosyalist Kongresinin kararına ihanet etmek demektir,”

Savaş ve Sosyalizm broşüründe,“Her kim ki,” diyerek başlayıp ,“burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marks’ın tutumunu; Marks’ın gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken ‘işçilerin anayurdu yoktur’ sözünü unutarak, Marks’a atıfta bulunursa, Marks’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş yerine burjuva görüş açısını koymuş olur” diyerek bitiren Lenin, savaşa karşı sınıfsal bakmamanın, Tarihsel Materyalist yaklaşımdan uzaklaşmanın götüreceği yeri ve bu gidilen yeri haklı göstermek için, Marks’a atıfta bulunarak onu rezilce tahrif etmenin, tamı tamına burjuva görüş açısını korumuş olmak olduğunu göstermiş olmaktadır.

Buraya kadar hatırlattıklarımla, böylece, şimdiki, emperyalizmin Kozmopolitizmi ile beslenen sosyal şovenistlerin, Lenin’in mahkûm ettiği “anayurt savunması” bahanesinin üstüne oturarak, burjuvaziye katılan sosyal şovenistlerin ruhunu canlı tutmakla beraber, genel olarak ve emperyalist politikalar gereği, onların simetriğinde yer aldıklarını, bu anlamda, o gün uygulanması gereken “işçilerin vatanı yoktur” önermesine sıkı sıkıya sarılıp, emperyalizmin politikalarını işçi sınıfı içinde yaymaya çalışarak, tıpkı eskileri gibi, burjuvaziye katılmış olduklarını belirterek, Clausewitz’in aksiyom niteliğindeki , “savaşın, politikanın başka araçlarla devam etmesi” şeklindeki sözünün, daima her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olması ve Marks’ın da, Engels’in de, Lenin’in de görüş açısını yansıtması yönündeki gerçekliğin içeriğini, bu günden bakıldığında görülenlerin yansımasına da dikkat çekerek, doldurmuş oluyorum.

Öyleyse, savaşa sınıfsal ve tarihsel bakışı kavramamızın ve savaş ile barış arasındaki tarihsel ve diyalektik bağı anlamamızın kolaylaşması açısından epey ilerlediğimiz bir noktadan devam ettiğimizi kabul edebiliriz.


Savaşın sınıfsal yapısını kavramak, savaşa karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinden ayrı olmayacağını kavramış olmakla özdeştir. Böylece, sosyalistlerin, savaşa karşı, burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklı bir tutum ile yaklaşmalarındaki gereklilik ve gerçeklik yanında, sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını anlamaları ve Lenin’in ifadesi ile sivil savaşların, mesela ezilen sınıfın ezene; kölenin köle sahiplerine; serflerin toprak ağalarına; ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici karakterini ve gerekliliğini anlamaları ve tamamen kabul etmeleri kolaylaşır. Bununla birlikte, her savaşın ayrı ayrı, Marks’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihi bir incelemesinin yapılması gerektiğini kavraması da kolaylaşır.

Böylece, bu günden bakıldığında, sosyalistler, emperyalizmin, yaşadığımız coğrafyada ve bu coğrafyanın yer aldığı geniş topraklarda sürdürmeye çalıştığı ve emekçi halklara ideolojik saldırı dâhil, her türlü şiddet araçları ile kabul ettirmeye çalıştığı politikaların ne anlama geldiğini ve bunun karşısında nasıl bir tutum alınması gerektiğini anlamakta zorlanmazlar.

Bunun sonucu olarak, geçmişte “anayurt savunması” bahanesinin üzerine oturarak, emperyalist burjuvazinin savaş olarak sürdürdüğü, ezilen, sömürülen sınıflara, halklara karşı saldırısının ifadesi olan politikalarına bağlanıp, proleterlere karşı burjuvaziye katılarak savaşan sosyal şovenistlerin oportünizmini anlamanın kolaylaşması yanında, bu günkü sosyal şovenistlerin, hangi bahanenin üzerine oturarak, işçi sınıfına ve ezilen emekçi halklara karşı emperyalist politikaları savunup, burjuvaziye katılmalarındaki oportünizmi kavramak da kolaylaşmış olmaktadır.

Bu günkü sosyal şovenistlerin, şovenizminin kodlarının, emperyalizmin milliyetçiliğinin bir diğer yüzü olan Kozmopolitizminin içinde olduğunu görmek ve oportünistliklerinin bu momentten beslendiğini kavramak savaşın taşıdığı sınıfsal kodları kavramakla eşdeğerdedir ama savaşın sınıfsal kodları kavranmadan, bu gerçekliğin kavranılması mümkün olmaz.

Demek ki, savaş, emperyalist kapitalizm açısından, kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarını korumasının ve genişletmesinin ifadesi olarak, ideolojik saldırıyı da içeren şiddet araçları ile devam eden, ezdiği, sömürdüğü, köleleştirdiği sınıflara, halklara karşı yürüttüğü politikalarının devamlılığının ifadesi ise, barış da, emperyalist burjuvaziye, kapitalizme karşı, ezilenlerin, sömürenlerin, emekçi halkların yürüttüğü sınıf mücadelesinin, aynı anlama gelmek üzere ve ideolojik mücadele de dâhil olmak üzere, diğer şiddet araçlarının kullanımını da kapsayan mücadelesinin devamlılığından ayrı olarak, her türlü sınıfsal bağlamından koparılarak ele alınan savaşın karşısına konulacak bir araç değildir.

Barıştan yana duygu, kitlelerin, savaşın gerici karakterine karşı kızgınlığının ve bu karakterin bilincine varmalarının ifadesidir. Bu anlamda, bu duygudan sınıf savaşı doğrultusunda yararlanmak, sosyalistlerin görevi olduğu kadar, politik hünerlerini kullanabilmelerinin ifadesidir. Dolayısıyla, kitlelerin barış duygusunu yansıttığı her harekete, gösteriye, protestoya katılmak da sosyalistlerin görevidir ve politik hünerlerini kullanmalarındaki gelişme ve kitlelere içerme açısından önemlidir.
Ancak, devrimci bir harekete kalkışmadan, egemen sınıfa karşı mücadele edilmeden barışın mümkün olacağını söyleyerek ya da bu anlama gelecek tutumlar alarak emekçi halkları kandırmamak gerekmektedir. Lenin’in ifadesiyle, “devamlı ve demokratik barış isteyen herkes, burjuvazinin hükümetlerine ve burjuvazinin kendisine karşı bir sınıfsal savaştan yana olmak zorundadır”
Bunun dışındaki her barış yaklaşımı, devrimci bir hareketin ve sınıf mücadelesinin önüne engel koymaktan, uygulamada ezilen, sömürülen sınıfların barıştan yana duygularının egemen sınıf tarafından sömürülmesine ve egemen sınıf ile empati kurulmasına yardım etmekten başka bir işe yaramaz.
Barış yaklaşımı sınıfsal özünden uzaklaştırılırsa, müthiş bir şaşırtmaca ile emperyalist savaşın karşısındaki bütün dinamikleri, yani bizzat kapitalizmin kendisinin yarattığı dinamikleri; işçi sınıfının, emekçi halkların sömürüye, ezgiye ve köleleştirilmeye karşı mücadelesini, ulusal kurtuluşları için mücadele edenlerin haklı mücadelesini, ülkesindeki emperyalist işgale karşı direnenleri, Hatta ve hatta zenginlerin malında mülkünde gözü olan mülksüzleri, açlığa, sefalete mahkûm olmuş kitleleri, barışın önünde engelmiş gibi gösteren, soymakla doymayan, sömürmekle doymayan, bütün dünya halklarını köle yapmak isteyen, bunun için işgallerden, ilhaklardan, boyunduruk altına almaktan geri durmayan, türlü entrikalarla devletlerin içindeki ayrılıkları körükleyen, devletlerin bağımsızlığını bozan, bölen, parçalayan, kendine bağımlı kılan ve bunun için ortaçağ karanlığından medet uman emperyalist kapitalizmin ve onun işbirlikçilerinin, tekellerin, oligarkların oyununa gelinir ve sınıf mücadelesinin taşıdığı antagonist çelişkilerin keskinleşmesinden doğacak olan enerjinin sönümlenmesi, bu çelişkileri, barış mücadelesi adı altında yürütülen sınıf kardeşliği çabalarının peşine takmak demektir. Demek ki, dünyayı gerçek barışa götürmek için, barışın önündeki tek engel olan emperyalist kapitalizmin, Yeni Dünya Düzeni adındaki gerçek emperyalist savaşına karşı durmak öncelikli bir görevdir. Bununla birlikte, bu karşı duruşun, emperyalist kapitalizmi tarih sahnesinden silmek üzere yürütülen sınıf mücadelesi dinamiklerinden ve bu dinamiklerin taşıdığı devamlılıktan ayrılmaması gerekmektedir. Bu da, emperyalist kapitalizmi tarih sahnesinden silmeden gerçekleştirilmesi mümkün olmayan barışın, bu amacı gerçekleştirmek üzere yürütülen sınıf mücadelesinin devamlılığı içindeki bir politik araç olduğunu kabul etmeden barış mücadelesinin başarıya ulaşamayacağının bilincine varmak demektir. Ve nihayet asıl yapılması gerekenin, barış duygusu içinde, bunun kaynağına, bu kaynaktaki gericiliğe karşı kitlelerde biriken tepkiyi, sınıf mücadelesi dinamiklerine bağlamak, bu anlamda barış için mücadeleyi, sınıf mücadelesinin dinamiği haline getirmek olduğunu kavramak gerekmektedir.
İşte bu sınıfsallık içersinde, barış mücadelesini, devrimci hareketin ayağa kalkmasının, egemen sınıfın her anlamdaki hegemonyasını kırmanın bir aracı olarak değerlendirip, bir talepname pasifistliğinde değil, savaşa karşı olan bütün dinamiklerin, savaşın asıl kaynağına karşı ve sınıfsal bir dinamikle birleştirilmesini, kardeşliğini ve mücadele gücünü açığa çıkaracak şekilde yürütmek gerekmektedir.
1 Mayıs da, işçi sınıfının, kapitalistlere karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinin devamlılığı içersindeki ve politik yönünü tayin eden sınıfsal zemini içersindeki politika araçlarından biridir. Öyleyse, bu gün,1 Mayısın bir bayram havasında kutlanmasını gerektiren koşullar yoktur.
Bu gün 1 Mayısın, soymakla doymayan, sömürmekle doymayan, bütün dünya halklarını köle yapmak isteyen, bunun için işgallerden, ilhaklardan, boyunduruk altına almaktan geri durmayan, türlü entrikalarla devletlerin içindeki ayrılıkları körükleyen, devletlerin bağımsızlığını bozan, bölen, parçalayan, kendine bağımlı kılan ve bunun için ortaçağ karanlığından medet uman emperyalist kapitalizmin ve onun işbirlikçilerinin, tekellerin, oligarkların, dünya çapındaki ideolojik, politik ve askersel saldırılarına karşı, işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin ve mücadele dinamiğinin yükseltilmesinin bir aracı olması gerektiği ve kitlelerin önüne bu içerikte sloganlar konması gerektiği apaçık ortada iken,1 Mayıs’ı, Taksim’de kutluyor olmayı bir zaferin kazanılması olarak sunarak, işçi sınıfını, burjuvazi ile kardeş yapmanın ayini misli, bayram havasında kutlamayı öne çıkartmak, emperyalist kapitalizmin, işçi sınıfına ve emekçi halklara tarihin gerisinde bir kölelik düzenini dayatmak için, her türlü şiddeti içeren politikaları karşısında, işçi sınıfının ve emekçi halkların emperyalizme duyduğu ve günden güne artan öfkesini azaltmak yanında, sınıfsal özünü de ortadan kaldırarak, kitleleri, hoş, insancıl ve düzenli bir kapitalizm hayaline kapılmaya itmek ve böylece, kapitalizme karşı nesnel olarak keskinleşen, sınıfsal mücadelenin motoru olan çelişkilerin sönümlendirilmesine ön ayak olmak demektir.
Bu da, 1 Mayısın özündeki, devrimci hareketin yükselmesine, sınıf mücadelesi dinamiğinin güçlenmesine yarayacak olan sınıfsal dinamiğin boşaltılarak,1 Mayısı, tarihsel ve sınıfsal özünden uzaklaştırarak, sınıf barışının sağlanması çerçevesinde, burjuvazinin hizmetine sunulması demektir.
Böylece emperyalist burjuvazinin, Yeni Dünya Düzeni adı altında, Küreselleşme adı altında, uluslar arası işçi sınıfına ve dünyanın emekçi halklarına dayattığı köleleştirici ve dünyaya yıkım getirecek olan politikalarının insanlığın yararına olduğunu kitlelere kabul ettirmesi kolaylaşır.
Bu da, işçi sınıfının, emekçi halkların enternasyonalist birliği ve kardeşliği yönündeki ideolojik mücadeleyi sekteye uğratır, hatta kitlelerin gözünde anlamsızlaştırır.
Öyleyse barış mücadelesi de, 1Mayıs, işçi sınıfının enternasyonalist birlik, mücadele ve dayanışma günü de, sınıf mücadelesinin dinamiklerinden olup, bu zeminden uzaklaştırılırsa, sadece ve sadece egemen sınıfın elini güçlendirecek ve onun ideolojik saldırılarını kolaylaştırmaya yarayacaktır. Kapitalistler, böylece işçi sınıfını ve emekçi halkları kendi silahları ile daha kolay teslim alacaktır.
1789 Fransız burjuva devrimi sonrasında süren savaş, Fransız devriminin devamı ve aynı yönde sürdürülen bir savaştı. Bu savaş, o tarihte devrimci bir sınıf tarafından veriliyordu ve bu savaşı yürüten devrimci sınıf, burjuvazi, Fransız Monarşisinin kökünü kazımak ve devrimci mücadelesini sürdürmek amacıyla, ittifak halindeki kralcı bir Avrupa’ya karşı ayaklanmıştı.
Fransa’daki, o günkü savaş, bir devrim yapan, cumhuriyeti kuran, Fransız kapitalistleri ile toprak sahipleri ile olan hesabını o güne kadar rastlanmayan bir enerji ile gören devrimci bir sınıfın politikasının devamıydı. Aynı devrimci sınıf, aynı politikanın devamı olarak ittifak halindeki mutlakıyetçi bir Avrupa’ya karşı devrimci bir savaş veriyordu.
Şimdi ise, önümüzde belli başlı iki grup, iki kapitalist devletler topluluğu var. Önümüzde bütün dünyanın en büyük kapitalist güçleri var. İngiltere, Fransa, Amerika ve Almanya; bu devletler yıllar yılı, dünya hâkimiyetini ve küçük ulusları tâbi hale getirmeyi ve bütün dünyayı etki ağları içine düşürecek şekilde banka sermayelerini üç katına, on katına çıkarmayı amaç edinen, devamlı bir ekonomik rekabet politikası izlediler. İngiltere ve Almanya’nın izledikleri politika işte aslında budur. Bu gerçeği aklımızdan çıkardık mı, bu savaşın sebeplerini asla anlayamayız ve bizi kandırmak için pusuda bekleyen burjuva propagandacılarının tuzağına düşeriz.
Bu sözlere yansıyan gerçeklik, pek yabancı gelmedi değil mi, kapitalistlerin ideologlarının propaganda ettiği gibi, uluslar barış içinde yaşarken, aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle dövüşmeye başladıkları, dövüş bitince de, tekrar barıştıkları masalının yalan olduğunu bütün çıplaklığı ile gösteriyor değil mi?
Bu gerçekliğe,100 yıl önce Lenin dikkat çekmiştir ama ondan önce yani bu günden 180 yıl önce, Clausewitz’in, bir savaşın, bir devletin, bir devlet sisteminin, bir sınıfın daha önce izlediği politikası ile ilgi kurulmadan izah edilemeyeceğini vurgulayarak dikkat çekmiş olması ama bu gerçekliğin üzerinden hâlâ ve özellikle de sol geçinenlerin, atlamaya devam etmesi çok ilginçtir.
Evet, bu sözlerdeki gerçekliğe, akıl taşıyan herkesin aşina olduğuna inanmamak için bir neden yoktur. Çünkü günümüz gerçekliği de, tam da böyle bir fotoğraf vermektedir. Ama ne yazık ki, bu fotoğrafa ısrarla gözler kapatılmakta, emperyalist ABD nin ve AB nin, laboratuarlarında hazırladığı illüzyonizmle bezenmiş fotoğrafa teslim olunmaktadır.
ABD emperyalizminin, yanına AB emperyalizmini de alarak, dünyanın hâkimi olma sıfatını kalıcılaştırmak ve bir dünya devleti yaratmak, dünyanın ezici çoğunluğunu köleleştirmek üzere ortaya koyduğu Yeni Dünya Düzeni projesi ve diğer adıyla Küreselleşme projesi, öteden beri uyguladığı dünya hâkimiyeti için ve küçük ulusları tâbi hale getirmek ve tüm dünyayı etki ağlarına düşürmek için banka sermayelerini devasa bir şekilde artırmayı amaç edinen, devamlı bir ekonomik rekabet politikasının devamı değilse nedir? Bu devamlılık içersinde, bir süredir ve hala, kendi topraklarından çok çok uzakta, başka küçük ulusların topraklarında bir savaş sürdürmüyor mu?
Bu devamlılık içersinde bir yerlerde, örneğin, Kürt coğrafyasında, Türkiye’ye karşı sınıfsal yanı da ağır basan bir savaşa karşı, Türkiye’nin yönetici sınıflarından ve hükümetlerinden yana politikalar izlerken, bu gün, Kürtlerin kaderini tayin hakkını tanıyormuş gibi yaparak, Kürtlerden yana politika izlemesi ve Türk hükümetini bu yönde hareket etmeye mecbur etmeye çalışması ve bu yönde toplumsal bir kabul yaratmaya, olmazsa, tam tersi politikalarla, karşıtlıkları körükleyip, çatışmalı bir dinamikle, Kürt coğrafyasındaki, öteden beri dünya hâkimiyeti için ve halkları köleleştirmek için yani emperyalist çıkarları için sürdürdüğü politikalarından ayrı olmayan projesini yani BOP projesini mutlaka gerçekleştirmeye çalışması bir devamlılık arz etmiyor mu?
Öyleyse, Kürt coğrafyasında ve Irak’da, Afganistan’da, şimdi de, Libya’da ve de eli kulağında olan Suriye’de sürdürdüğü psikolojik, ideolojik ve askeri savaşın haklı bir savaş, halklara mutluluk getirecek bir savaş olduğunu dolayısıyla, Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki, üstelik de hali hazırda bir şekilde kendine tâbi olan ülkeleri, parçalayıp daha da küçük uluslar halinde dizayn etmeye çalışmasını, zaten “işçilerin vatanı yoktur” yaklaşımı ile haklı kabul etmek doğru mudur? Bu politikalarının, tümüyle eskiden beri izlediği politikaların devamı olduğunu ve gerçekte ABD emperyalizminin dünya hâkimiyetini ve daha da küçültülmüş ulusları kendine tâbi kılmayı ve halkları köleleştirmeyi, sömürüsünü katmerleştirmeyi hedef aldığını dolayısıyla Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ile zerre kadar ilgisi olmadığı gibi, ortada Kürtlerin bu kaderini eline alması bir yana, bu hakkı tanımayı dahi düşünmediğini görmek o kadar zor mu?
Buradan hareketle, bu bölgedeki ve Türkiye’deki ve de Türkiye’nin Kürtleri üzerindeki emperyalist oyunlara karşı durmadan, barış sağlanabilir mi? Bu anlamda, ABD ve AB emperyalizmine karşı çıkılmadan, kapitalizme karşı ve enternasyonalist mücadele verilmiş olabilir mi?
Öyleyse, 1 Mayıs’ta, işçilerin enternasyonalist birlik, mücadele ve dayanışma gününde, ABD emperyalizmine, onun yerli işbirlikçileri olan tekellere ve tekellerin rejimi olan 12 Eylül rejimine ve elbette bu rejimin ağırlaştırılmış olanının ifadesi olan yeni rejimine ve elbette bu rejimin seçilmiş hükümetine karşı, Kürt halkı ile Türk halkının kardeşliğine hançer sokan, Kürt ağa ve beylerinin, Kürt halkının ensesinde boza pişirmek üzere tımar edilmesine karşı, işçi sınıfının mücadelesini etnik kimlik ve inançlar çerçevesinde bölmeye çalışmalarına karşı işçi sınıfının enternasyonalist birliğini, işçi sınıfının karşısındaki, işçileri, emekçileri yıllardır yoksullaştırarak sömüren ve köleleştirmeye çalışan egemen sınıfa karşı ve onun seçilmiş politik örgütüne yani AKP ye karşı mücadeleyi öne çıkartmadıktan sonra,1 Mayısın içerdiği mücadele ruhunu, işçi sınıfına, emekçi halklara yansıtmak mümkün olmaz.
Sonuç olarak, sınıfsal olarak bakılmazsa, ne savaşın özü kavranır, ne Barışın ne de 1 Mayısın, içerdiği sınıfsal öz kavranır. Dolayısıyla, Kürt coğrafyasında olanların ve emperyalizmin öteden beri uyguladığı ve şimdi kendi topraklarına çok uzakta bir savaşla sürdürmeye çalıştığı politikaları anlamamak bir yana, bu politikaların peşine takılmayanları, Kürtlerin kaderini tayin hakkına ihanet etmekle suçlamak sol bakış olarak gösterilir. Ama gerçek anlamda sınıfsal bakıyorsak, bu coğrafyada süren emperyalist savaşın tarafı olmanın ne Kürt halkına ve varsa devrimci-demokratlarına, ne de Türkiye’nin sosyalist hareketine yararı olacağını görmemek mümkün değildir.
Öyleyse, 1 Mayıs 2011 de, hem de Taksim’de, bu gerçeklikler ışığında, işçi sınıfının hafızasına kavuşmasının, sınıfsal düzlemdeki birliğinin sağlanmasında daha fazla kararlı ve atılgan olmasının, fabrikalara sümük gibi yapışan dinci akımların edilgenlik tohumlarının sökülüp atılmasının ve sınıf kininin yerleştirilmesinin, emperyalizmin, en küçük birimde dahi sermayeyi enternasyonalize ettiği bu günkü koşullarda, işçilerin enternasyonalizm ideolojisi yönünde daha fazla ve daha hızlı bilinçlendirilmesinin ve işçilerin, satılmış, soroslara bulanmış sendikalarının, sermayenin değirmenine su taşıyan dinamiğine karşı, kendi gizil güçlerinden, sınıfsal güçlerinden aldıkları gücün farkına varmasının ve bu bölgede, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelenin, emekçi halkların birlik ve kardeşlik temelinde emperyalist politikalara ve ABD emperyalizmine karşı biriktirdiği öfkesinin ortaya koyduğu gericiliğe, diktatörlüğe ve ABD emperyalizmine karşı mücadele dinamiğinden ayrı olmadığının ama bu mücadelenin peşine takılarak, ne halkların, ne de işçi sınıfının kurtuluşunun gerçekleştirilebileceği bilincinin hızla yükseltilmesinin ilk yıldönümü kutlaması olması temennisi ile bitiriyorum.
Bitirirken, bu yıl da, emperyalist burjuvazinin her türlü şaşırtmacalı ideolojik saldırısı koşullarında, ideolojik hegemonyasının sürdüğü koşullarda ve solun içersindeki emperyalizme hizmet eden her türlü sahtekârlığın sol sayılmaya devam edildiği koşullarda, daha da önemlisi, “ölmüşüz de habarımız yokmuş” dedirtecek misli karanlığın taşıyıcılındaki bir rejim değişikliği koşullarında kutlanan 1 Mayıs’ın, bana hatırlattıkları ve hatırlatmak istediğim gerçeklikleri, bu 1 Mayısa dair yazının konusu olarak paylaşmaktan onur duyduğumu belirtmek istiyorum.
Fikret Uzun
30 Nisan-2011

25 Nisan 2011 Pazartesi

“DU BAKALIM NE OLCEK”

“DU BAKALIM NE OLCEK”
Hocam sen bu haberi taşıyınca ne geldi aklıma biliyor musun, hani öznel idealizmin taşıyıcısı bizim düşüncelerimizin, tasarımlarımızın, fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığını tanıtlamaya çalışan Berkeley vardı. Eğer Berkeley olsaydı,"hayır Urla'da Amerikan askeri yok, o sizin düşüncenizde tasarladığınız bir şey" derdi. O öyle derdi demesine de, o, tarihte ve çok uzak bir tarihte kaldığı halde, bu gün, onun dediklerini çağrıştıran biçimde “ne alakası var, Amerikan askerinin Urla'da ne işi var, uydurmayın yollu konuşmaktadırlar." Bu maddi gerçekliğin, insanın düşüncesine bile girmemesi için ellerinden geleni yaparlarken, insanların düşüncelerine başka şeyler sokmak, mesela insanlar onca olumsuzluk yaşarken, çile çekerken, korku içinde titrerken, Türkiye’de "ileri demokrasi" olduğunu onların düşüncelerine sokmak mümkün olmaktadır. Türkiye’nin insanı maalesef, burnunun dibindeki, Urla’daki 4bin Amerikan askerini bile göremeyecek denli, illüzyon içine hapsedilmiştir. Daha bu gerçekliğin varlığını bile bir düşünce yanılsaması olarak görmeleri sağlanan Urla halkı, bu Coniler ne yapar, ne eder, oraya neden konuşlandırılmıştır, bunu düşünmesi mümkün değildir.
Şimdi desem ki, “ABD Türkiye’yi Yugoslavya’da olduğu gibi parçalama sürecine girmiştir, şimdi her yerde Conileri görmek mümkün olacaktır” birinden bir sille, bir tokat, bir mermi yiyene kadar, “hadi canım sen de, böyle bir maddi varlık yok, her şey sizin beyninizde” diye karşılık vereceklerdir. Evet,“her yerde Coni var” şarkısını söyletecekler ve tam da Conilere yatkın, bir takım geçmişten kalan ama artık egemen olan tarikatların gölgesinde, ne de güzel olacaktır bu şarkıyı çığırmak.
Dünyada, dört beş sene önceki bir araştırma neticesinde ortaya konulan gerçekliğe göre, 3 milyardan fazla insan en kötü biçimde beslenmektedir. Yani beslenememektedir. Bir milyardan fazla insan, Tıpkı Orhan Kemal’in romanındaki teneke mahallesi gibi, derme çatma evlerde yaşamaktadır. İnsanların yarısı ise, günde 2 dolara çalışmaktadır.
Bir milyardan fazla insanın temiz suyu yokken, iki milyar kişi elektrikten mahrumdur. Ne televizyon izlemekte, ne de bir haber dinlemektedir.
Sağlık hizmetleri ise, 3 milyar insana çok uzaktadır. Hiç ulaşmıyor. Ya da ulaşana kadar insanların hastalığı geri dönüşsüz ilerlemiş oluyor.
Yoksulluk, savaş, AİDS gibi hastalıklar nedeniyle bir milyar çocuk ve dünya nüfusunun hemen hemen yarısı aşırı yoksunluk içinde yaşıyor. Zengin ülkeler mi, onlarda dahi artık milyonlar açlık sınırında yaşıyor. Sadece ABD de 12 milyon ailenin gıda güvenliği yok.
Sanayi devrimi olduğundan ve toplumsal ilerleme adına sevinildiğinden bu yana, her halde 200 yıldan fazla geçmiştir. O zamandan beri insanlar acı içinde ve sürekli olarak daha fazla insanlıktan çıkıyor. ABD gibi emperyalist ülkeler ama daha çok ve en azgın biçimde ABD, bu insanların tamamını köle yapmanın planlarını yaparken, yakın zamana kadar, ölmeyecek kadar yapılan yardımları bile kesmişler, azaltmışlardır.
Ama bütün bu olanlar, bizi Berkeley’e götürüyor. Bu olanlar maddi olgular değil, bunları biz beynimizde tasarlıyoruz o nedenle de beynimizde dahi tasarlanmasını önlemek için emperyalistler, gözümüze perde geriyor. Lalelerin renk cümbüşünü, bilmem hangi artistin donunu ekrana taşıyıp, aynı artistin ne kadar iyiliksever olduğunu ve lale cümbüşleri ile insanların mutluluğuna bir nebze katkı sağlandığını vesaire vesaireyi önümüze, dev akranlarla asıyorlar. Bundan mahrum olanlar zaten topyekûn karanlık içindedir.
ABD,”ölsünler, kalan sağlar bana yeter” diyor, “tohumuna para mı verdim” diyor. İşte bu durum çerçevesinde dünya Urla’dadır, ama Urla dünyayı değil, burnunun ucundakini bile göremiyor. Göstermek isteyenler ise, toplama kamplarına sürülüyor. Ve hocam, dediğiniz gibi, herkes,"Allah sonumuzu hayır etsin, bakalım daha neler göreceğiz " misli mırıldanarak korkularını bastırıyor.
Fazla değil, bir ay kadar oluyor, sadece Aydınlık gazetesi afişe etti, İstanbul’da burnumuzun dibinde, CIA karargâh kurmuş ve yıllardır da faaliyet halinde Türkiye’nin altını oymaktadır. Bundan kimse söz etmedi, eden Aydınlık olduğu için de, kimse ne kulaklarını, ne gözlerini açtı. “Du bakalım ne olcek” demek daha kolay çünkü. Hele bir de afişe eden Aydınlıksa, bekleyeceğiz, konu elbette memleketin yıkımı için oynanan oyunları örten medyaya da düşecektir, o zaman başlarız konuşmaya. Oysa o zaman, mezenformasyon dinamiği devreye girmiştir. Artık bayatlamış bir gerçekliktir ve özellikle bu gerçekliğin içindekiler, bu gerçekliği afişe etmek isterler. Çünkü arkasından başka oyunlar gelecektir ve hazırlık o yöndedir, afişe ettikleri ile meşgul ederlerken, yeni oyun hazırlanır.
Urla gerçekliğine bu pencereden kimse bakmaz. Tıpkı MOSSAD kitabını, bizzat MOSSAD ın kendisi yazdığı ve yaydığı halde çıkarılan fırtına gibidir. Şimdi korkularımıza bir yenisi eklendi. Artık ABD içimizde karargâh kuruyor. Nerede? Urla’da… Ne için? Türk halkını Libyalı isyancıları püskürtmeye çalışan Libya hükümetinin saldırılarından mı, PK nın veya Barzani’nin peşmergelerinin olası bir deniz çıkartmasından mı koruyacak. Hayır, bin kere hayır. Sadece ve sadece Türkiye’nin fay hattı kırılırken, nasıl bir enerji çıkacağını, bu enerji ile Türkiye’nin başına çöreklenmiş olan eş başkanlarının nasıl baş edeceğini kestiremedikleri için, direkt müdahaleye hazırlanıyorlar. Ayrıca, bu yıkım sırasında ortaya çıkacak olan hengâmede, normal şartlarda kontrol ettiği rakiplerinin de rol çalmasını önlemek için önceden konum alıyorlar
Dünyanın nabzı da, çilesi de merkez üs olarak bu bölgededir. Bu bölge, ABD’nin ve AB’nin bir anlamda, emperyalist yenidünyaları için atlama tahtasından öte, beslenme ve tımar sahasıdır. Buradan beslenip, buradan tımar olacaklar ve sonra başka semiz yerlere ve de baş belası yerlere akın edeceklerdir. Uslu olmayan rakiplerini ancak bu şekilde dize getirebilirler. Önce petrolü ele geçirsinler, su havzalarını, madenleri ele geçirsinler, Marks’ın ilkel birikim diye nitelediği gibi, herhangi bir ekonomik faaliyete gereksinim kalmadan devasa zenginliklere el koysunlar, ondan sonrası kolay.
Ama gene Berkeley aklıma geliyor, biz hepimiz yanılsama içindeyiz tabii, Ortadoğu’da ne zenginliği, ne petrolü, bunlar bizim beynimizin tasarımı. Amerika demokrasi getiriyor! Baksana adamlar, sivil halka ateş ediyor. Nükleer silah biriktiriyor, imal ediyor. Amerika da olmasa ne olcek halimiz! Oysa İsrail’in nükleer gücü, Filistin’de sivillere misket bombası atması da bir düşünsel tasarım, öyle bir şey yok. İsrail nasıl böyle bir şey yapar! Onlara Almanlar neler yaptılar, onlar bu acıları yaşamış insanlar, yaparlar mı böyle şey.
Ah hocam ah, beş kuruş verdiniz konuşturdunuz, bin lira verseniz susmaz şimdi bu adam. Neyse Ama yok aklıma geliyor işte, daha düne kadar Ufuk Uras'ın engin bilgileri, görüşleri taşınırdı buralara, paylaşırlar, beğendi yaparlar, eleştirenlere ise tek cevap vermezlerdi. “Biz sadece dediklerini ilginç bulduk burada paylaştık” demeyi de ihmal etmezlerdi. Şimdi, Ufuk gitti yeni aktörler devreye girdi. Ufuk'u aday bile yapmadılar. En son şovu bile para etmedi. Hatta Obama'yı mecliste ayakta alkışladığı halde.
Başkaları da var taşınan, hâlâ taşınıyor. Mesela Ertuğrul Özkök, BDP adaylarını VETO depremi çıktığında zehir zemberek yazı yazdı. Kimileri için Ertuğrul belki de solcu olmuştu, en kral Kürt sever olmuştu. Aslında Barzani aşkını dillendiriyordu ve gürlemesinin hangi diyarlardan estiğini herkes biliyordu. Başka esenlerle birlikte, başka şeyler de oldu ve YSK sehven yaptığı vetoyu geri aldı. Ama ileri demokrasi hızla ilerliyor ve aslında ilerleyen Barzani kuvvetleridir. Arkasında ise İsrail ve Amerika var. Tüsiadlı Boyner bile şalvar giyip, nevroz ateşi çiğnemeye aday oldu. Yeter ki Barzani amcaları alan açsın. Türkiye’nin "demokratik "anayasası için, anayasanın üzerinde tepine tepine şov yaptılar. Yeter ki kârlarına halel gelmesin. Yeter ki, Emperyalizmle bütünleşmeleri için onları da dansa kabul etsinler.
Dahası var, neredeyse, 10 yıldır BOPtan söz ederim hatta BİP i ile birlikte. Ortaçağa gidiyoruz derim. Ben mi keşfettim, keşfedenler sağ olsun ama hemen hemen eş zamanlıdır, kimse itibar etmedi, hele bana, ben kimim ki, Aydemir Güler’ler varken, Çulhaoğlu’lar varken, Ufuk hocamız varken, benim dediklerim nedir ki. AKP 12 Eylülün icadıdır, devlet eliyle sahneye sürülmüştür dedim. Herkes, komplo teorisi dedi. Cumhuriyeti yıkacaklar, yıkarlarsa yerine Kapitalizm bile değil, ortaçağ karanlığı koyacaklar dedim, ulusalcı dediler. Hatta Kerinçsiz bandocusu bile dediler. Ergenekon’u derinleştirelim diye imza topladılar, Ağar’ı, Çiller’i örnek gösterdim, derine inemezler, çünkü dertleri derindekiler değil dedim. Arkalarını döndüler. Şimdi Silivri yetmiyor, Auschwitz misli genişliyor, dikenli teller geriliyor. Ortada zanlıya tebliğ edilen suç yok, adamlar suçum ne diye feryat ediyor, delil mi, varsa da başkalarının suçlarını işaret ediyor onu da avukatlara bile söylemiyorlar ama korku jeneratörü çalışmaya devam ediyor. Şimdi 4 bin Coninin Urla'da ne işi var diye soruyorlar ama ortada cevap da yok.
Du bakalım ne olacak.
Ben de bir susayım da, du bakalım ne olcek!
Türkiye’de sağlam denilebilecek, az da olsa karanlığın önünde bir duvar olabilecek iki yapı kalmış, öyle görünüyor. Biri TTB diğeri TÜMOB. Ama onlarınki de nereye kadar. Sendikalar, başta DİSK tamamen teslim olmuş. İstisnalar hariç. Ama görünen köy kılavuz ister mi, hâlâ istiyor. İşte ödüllerini alanlar ortada en başta DİSK in emekli başkanı Çelebi. Malulen emekli olmadı, milletvekili olarak emekli oldu. Bunlar maddi olgular değil. Beynimizde üretiyoruz. Çelebi hazretleri DİSK i aldığında, DİSK daha çocuktu, onu büyüttü de, büyüttü, şimdi dev dalgalarla sermayeye kök söktüren bir sınıf sendikası yaptı. Ve ödülünü aldı, CHP, 12 Eylülün yerleşmesi, AKP nin bu yerleştirmeyi başarması için çırpınan, “SSGSS yi geçirtmeyiz” deyip, “aaa VAY DEYYUSLAR geçirmişler” deyip, ardından, “görürsünüz siz, intikamımızı 1 Mayısta Taksimi 500 bin işçi ile zapt edip alacağız “ diyen, sonra orada da “aa Bu Taksim yolları taştan değilmiş, tuzaklar dolu imiş, işçilerimi telef ettirmem” diyerek, kim bilir belki de Nakliyat işin başkanı, şimdi DİSK yönetiminde, sendikacıya fırça bile atmıştır, “neden işçilerimi biber gazına maruz bırakıyorsun” diye. Devamında Muhtemelen, “Nasıl olsa bir gün zamanı gelince Taksim’e gireriz, Biber gazına ne gerek var”dedi ve dediği de oldu; bir yıl sonra Taksim’in olmayan kapıları açıldı yine kükredi “söke söke aldık” dedi. Ve ne yazık ki, buna inanmaya hazır ne kadar insan varmış.
Sonunda CHP kollarını açtı, bir işçi milletvekili daha solcu CHP de vitrin yaptı, görüntüyü bozmamak lazım değil mi. Üstelik kimse, bunların ağa babalarının vakti zamanında, DİSK in DİSK olduğu zamanda, onu Genel İşe kucak açarak, öncesinde sosyalist sendikacıları tasfiye ederek, sendika birleştirme oyunlarıyla devrimci sendikaları DİSK içinde eriterek, CHP üzerinden burjuvaziye teslim ettiklerini dudak ucuyla bile telaffuz etmiyor. DİSK fetişizmi, Kemal Türkler fetişizmi gırla gidiyor. Kim bunlar değil mi, Bin kez deşifre ettim gene söyleyeyim. Şimdi Fethullahçı olan, Nabi Yağcıdır. Başkaları da var elbet, Nabi ile aynı kumaştan olanlara bakın kim olduklarını siz de bulursunuz.
Konuyu dağıtmadım umarım. Evet, gerçekler, nesnel gerçekler, bu topraklarda birilerinin, söyledikleri ile bal damlatıyormuşçasına vitrin yapılan, birilerinin sahtekârca oyunları ile şaşırtmacalı söylemleri ile hep, beynimizde üretilen şeyler olarak gösterildi. Beyinlerinde tasarımladıkları, laboratuarlarda harmanladıkları düşünceleri, yaklaşımları ise, nesnel gerçekliğin yansıması olarak gösterdiler.
Ama buna hazır olunmasa idi gösteremezlerdi.
Hâlâ Altan familyasının yüzlerine tükürülmüyorsa, Hâlâ Nabi yağcılar tükürük denizine bulanmıyorsa, hâlâ Cengiz Çandar’lar, Oral Çalışlar, Roniler, Uraslar daha başka o mayadan diğerleri, insan yüzüne çıkabiliyor, dedikleri ile birçok insanın kafasını meşgul edebiliyorsa, nesnel gerçekliklerin üzerinin örtülmesi tabii ki sürebilir. Örtünün üzerini biraz açmaya çalışanların bile ulusalcı yaftası ile damgalandığı, o damgayı taşıyanlardan gelen hiçbir kelamın kayda değer bulunmadığı bir coğrafyada, şimdi Coniler Türkiye’yi basmış diye feryat edip, bunun kıymeti harbiyesine de bir cevap bulamayanlar, eğer gerçekten bir hassasiyet içinde iseler, iyi düşünmelidirler.
Cevap, nesnel gerçeğin bizzat kendisindedir. Durup bakıp, ne olacağını beklemek, pazarcı Memet amcanın bile uzağındadır artık, o bile aklının bir köşesinde bu gâvurun dölleri, bu ülkeyi yavaş yavaş işgal ediyorlar şeklindeki düşüncelerini saklamaktadır. “Du bakalım” diyene kadar onlara, sakladıkları düşüncelerini serbest bırakmaları için, Conilerin neden burada olduklarını enine boyuna anlatmak lazım. “Du bakalım Memet amca elbet belli olacak ne için geldikleri” demekle olmuyor. Belli olduğunda, bu gün Urla, yarın Seferihisar, öbür gün Yalova ki Yalova'da da konuşlanmaktadırlar ve daha başka bir gün, Kocaeli, yani neresi Liman ya da sahil ya da stratejik kara sularının görüş alanında oraya tezgâh kuracaklar.
Irak’tan çektiklerini Amerika’ya götürmüyorlar. Gene Irak’ta ama Türkiye topraklarından zıplamak üzere yerleştiriyorlar. Daha Kuzey Irak projesi bitmedi. Ama artık iki toplumlu federe devletin ilanına az kaldı. Basılmayan kitaba bile yüzlerce polis gönderip, zaptı rapta alanlar, daha düne kadar Kürtlere bok yediren, işkencelerde aklını yitirten, İtirafçı yapan, Jitemci yapan, bakan yapan, meclise sokan, koskoca TSK nın bile yüksek komutanlıklarının içine dalıp, suçlu bellediklerini alıp içeri tıkan TC, Kürtlerin sivil itaatsizlikleri ile kalkışıyormuş gibi yapmaları ile baş edemiyor ve anında, YSK ya ayar veriyorsa, demek ki, bizim aklımıza yansıyanlar, gerçekte olanlar değil, bir yanılsamanın görünümü, öyle mi?
Asıl gerçek orta yerde, üstte, tepede, yasalar ile iki toplumlu federe Türkiye kurulmuş bile. O nedenle, BDP ne diyor, “bize söz versinler, demokratik anayasa yapacaklarına, seçime bile girmeyiz” Demek ki, egemenlerin verdiği söz yetiyor Kürtlere öyle mi? Boykot derken de aynı mantık güdülmedi mi? Aynı illüzyonist oyun oynanmadı mı? İşte hepsi, BDP nin işareti ile ama gerçekte Barzanilerin işareti ile Kürt coğrafyasında kalkışma tiyatrosu oynanması, YSK nın “eksik belgeleri tamamlarlarsa işi çözeriz” demesi, Abdullah Gül’ün “çözün şu işi” demesi, Tayyip’in sessiz kalması ve sonuçta veto yiyenlerin vetolarının geri çekilmesi, hepsi senkronize bir oyunun ayrı ayrı parçalarıdır.
Amerika burada konuşlanmayacak da ne yapacak. En kritik zaman, alacakaranlık kuşağı gibi. Sağa bak TC, sola bak Tayyip cumhuriyeti. Ortada Barzani'nin hâlihazırdaki devleti ve ona katılmak için bayramlıklarını giymeye hazırlanan Türkiye’nin Kürtleri ama içinde halktan kimsenin olmadığı, Tüsiadla birlikte ateş atlayan, ip atlayan, Tarikatlarla ittifak kuran, Kürt halkının temsilcisi gibi davranan, ağalar, beyler, işbirlikçi Kürt burjuvaları, Kemal Burkaylar, Şerafettin Elçiler yani Barzani aşiretinin, Susurluk cengâveri olan Bucakların olduğu bir ihanet şebekesi, Türkiye’deki gerici-dinci-faşist bir feodal cumhuriyete Kürt halkını da, Türkiye emekçilerini de razı olmaya zorluyor, razı olmayanları Kürt düşmanı, ulusalcı, milliyetçi hatta faşist diye damgalıyorlar.
Hal böyle iken, hâlâ “du bakiyim ne olacak”, gerçekten ölmüşüz de habarımız yokmuş dedirtecek cinsten ama artık Yaşar Kemaller bunu da yazmıyor, yani ölmüşüz de habarımız yok dedirtecek misli önümüzde duran gerçeklikleri resmetmek yerine,”du bakalım ne olacak” diyerek, arzuhalini yazdırmak için aydın arayan, aklı tutuk kitleleri eli boş, aklı boş ama tasası daha da bol bir şekilde bir çığ misli yaklaşan faşizmin pençelerine bırakıyor.
Benden bu kadar, okuyan var mı onu da bilmiyorum ama elimi korkak alıştırmadığım için, hele düşüncelerimi aktarma konusunda hiç cimri olmadığım için aklıma ne geldiyse yazdım ve aklımdakiler gördüklerimdir. Aklımla gördüklerimdir. Görülmeyenleri mi görüyorum, elbette hayır, herkesin görebileceklerini görüyorum, yani benim aklım da herkes kadar ama işte yıllardır, gördüklerimi aktarıyorum, şimdi birçok kişi aktarıyor ve benden söz etmiyor, başka ve daha önceden aktaranlar var onlardan da söz edilmiyor.
Öyleyse biz görülmeyenleri değil, görülmek istenmeyenleri görüyoruz. Bunu dillendiriyoruz ve hala sen ben bizim oğlan kalıyorsak, dediklerimize, uzun cümlelere yansıttığımız için uzun bulunup itibar edilmiyorsa, demek ki genel olarak işçiler ve emekçi yoksul kitleler haricinde görmek istememe dinamiği gönüllü olarak bütün toplumu kaplamış durumdadır. Bunu kıracak olan da, gerçekten göremeyen kitlelere görülmek istenmeyenleri ama bizim aklımızla gördüklerimizi ve aklımızla anlaşılır kıldıklarımızı yani kitlelerin düşüncelerine yansıyan ama korkudan ve ideolojik saldırının hegemonyasına hapis olduklarından aklında sakladıkları düşünceleri açığa çıkaracak arzuhalleri ortaya bir yere asmamız gerekiyor. Ama öyle bir adım ileri, iki adım geri attıktan sonra değil, adımlarımız ilerde iken mesela Coniler Türkiye’nin en güzide ama bir o kadar da stratejik yerlerini mekân tutmadan önce asmamız gerekiyor. Bunun için de Berkeleyvari hareket etmeyelim ama Berkeley’leri de unutmayalım ve en ileri en bilimsel teori için kollarımızı sıvayalım. Conileri geldikleri yere geri gönderecek olan, bu en ileri, en bilimsel teori ile onların neden burada olduklarını ve bunda ne kötülük olduğunu yansıtan nesnel gerçekliği, anlayacakları bir dille ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Hemen ikna olacaklarını beklemeyin. “Hadi oradan size göre ölmüşüz de habarımız yokmuş” demek olacaktır ilk tepkileri. Ama o resmedilen nesnel gerçeklikle yüz yüze geldiklerinde, arzuhallerine sımsıkı sarılacaklar ve sizi dinleyeceklerdir. Motomot değilse de, bu böyle olmuştur, gene böyle olacaktır.
Hele ki bu bilgi kirliği varken, bu illüzyon varken, bu at izi ile it izinin alt alta, üst üste oluşu varken, bu ihanet çemberi varken, bu korku jeneratörü varken, belki uzun bir süre yüz yüze geldiklerini de görmekten kaçacaklardır ama midesinin terbiyesi, mideden gelen ses, onurları da olduğunu, onurlarını bir kez kaybettiklerinde mideden gelen sesin de para etmeyeceğini anlamalarını sağlayacak ve nereye gideceklerine net karar vereceklerdir.
Yeter mi hocam, ne yapalım, dedim ya konuşmaya başlayınca susturmak kolay olmuyor. Çünkü bu toprakların yaşam ağacının dalında o kadar yeşillik var ve bu yeşillik o kadar erguvaniye çevriliyor ki. Birileri yeşili yeşil, erguvaniyi erguvani olarak göstermelidir. Yeşilin üzerini örtenlerin hepsini olmasa da, bu dinamiği mutlaka göstermelidir. Utanacak olanlar varsa belki utanır, belki erguvanilerin değil de, hayatın yeşilinin peşine takılır.
Bize gelince, biz “du bakalım ne olcek ondan sonra diyeceğimizi deriz” demiyoruz. Ne görüyorsak, durmadan dile getiriyoruz. Yanlış mı, yanlışsa, bir dahakine daha dikkatli bakarız, daha net görürüz ama hiç bir zaman, “du bakalım ne olacak, hele bir pirimiz ne diyecek” diyerek beklemiyoruz.
Beklemek gerilemek demektir. İki adım değil, daha fazlasıdır geri giden, sonra tek tek adımlarla gerilediğimiz yere dönmek zordur. Dönebilsek de, orası bir kere tutulmuştur. O nedenle, bulunduğumuz yeri, yanımızda başka kim varsa, bizden bağımsız kimler püskürtüldü ise, onlarla birlikte tutmak ama daha çok ileri yürümek gerekmektedir.
Kimse kimseyi takip etmeden, kimse kimsenin içinde erimeden, önce geriletildiğimiz noktayı geri almak için ilerlemeliyiz.
Sonra, eminim bizimle daha ileriye, başladığımız yerden daha fazlası gelecektir. Daha ilerisi mi, hep söylüyoruz, sosyalist iktidar ama oraya giderken, kaybedilenler içinde kapitalizme ait görevler de olabilir, o görevler bu yürüyüşte, sosyalist iktidar yürüyüşünden ayrılmadan, aynı hat üzerinde yürürken çözülecek, yanımızda o görevleri bizimle birlikte yürümekten ayrılmadan tamamlayacaklar çok olacaktır.
Öyleyse akıllı olalım, sosyalist iktidarın önündeki engeli iyi belleyelim, sosyalist hareketle birlikte püskürtülen güçler, sosyalist iktidar yürüyüşünün engeli olamaz, sosyalist iktidar yürüyüşünü yapanlar akıllı olursa, bu yürüyüşü güçlendirecek bir güç olurlar, ama mekanik bir bağımsızlık türküsü ile bizimle birlikte asıl düşmanın püskürttüğü güçlerin birikmişliğini elimizin tersi ile iter, hatta asıl düşman olarak onları bellersek, biz iktidara yürürken, önümüzde engel olarak duranların, arkamızda bıraktığımız o güçleri de arkamızdan taarruza geçirmeleri zor olmaz.
Öyleyse akıl gerekiyor hem de en ileri teori ile en bilimsel teori ile donanmış bir akıl. Bu akıllarla ancak en ileri teoriyi, en akıllı politikayı hayata geçirir, kitlelere,”işte bu bizim hikâyemiz, bizim arzu halimiz” dedirtebiliriz.
Yeteeer dediğinizi duyar gibiyim ve bitiriyorum. Hatta bitirdim. Bol güneşli pazarlar diliyorum. Yeşil yeşil düşüncelerle hayaller büyütmenizi diliyorum. Simonu, Fourieri, Oweni hatırlamanızı diliyorum. Onlar, Sosyalizmin ayak sesleri bile yokken sosyalizmi düşündüler. Demek ki onlar daha derini görüyormuş. Ama malum çok derindedir, o nedenle bazı yerlerini göremediler. Sosyalizm projelerini patronlara sundular, kurdukları fabrikaları bu deney için batırdılar. Ama artık sosyalizm kendini fiziksel olarak da gösterdi. Hayallerimiz yeşil yeşil olmalı. Yaşamın yeşil ağacındaki yeşil gibi. Goethe’nin sözünü ettiği yeşil gibi. Hayalimiz böyle olunca, teorilerimiz de gri kalmayacak, bu yeşile çalacaktır. Duyduğumuz sesler, siz duymuyorsanız, bu günden sonra siz de duyacaksınız, buna eminim, çünkü çare, çaresizliğin kardeşidir, birlikte dolaşırlar ama çare hep, çaresizliği gördüğü yerde ortaya çıkar. Yeter ki biz de çareyi görelim, onun elinden tutalım. Çare biziz, öncelikle, görünmeyen ama boylu boyunca, yeşil, yeşil önümüzde yatan çareyi, çaresizliğe karşı ortaya çıkaran teoridir. Teori erguvani renkte değil de, yaşamın rengi ile, yaşamın yansıttığı yeşil rengin içindeki çarenin resmi ile yüklü ise, işte o zaman çaresiz kalacak olan çaresizliğin kendisi olacaktır.
Biz çaresiz değiliz, çare önümüzdedir, sadece elimize almaya korkuyoruz. Çaresizliğimiz bu nedenle büyüyor. Çareye el uzatalım, onu çok uzaklarda aramayalım, çaresizliğin içine bakalım. Oradadır, çaresizliği yenmek için elini tutmamızı bekliyor. “Bekleyin geliyorum” demeden, “buradayım, elimi tutun” diyor. Tutalım çarenin elinden. Verelim çareyi emekçi kitlelerin eline.
Bu gün hayalimize yerleştireceğimiz, olmayan bir şey değildir, derinlerde de değildir. Öyleyse hayalimizin geniş olmaması ve hayalimizle nesnel yaşamdaki çareyi büyütmemek için bir neden yoktur. Aklımız bize ait ise, görmeye muktedir isek, görmemekten malul değilsek, bilime inanıyorsak ve rehberimiz en bilimsel, en ileri teori ise, hayalimizin gerçek olmaması için hiçbir neden yoktur. Çünkü hayalimiz nesneldir, nesnel gerçekliğin yansımasıdır, sadece üzerinde bir sis bulutu var ya da çok derinlere gömülmüş, oradan sesleniyor. Teori ile ama en ileri teori ile sis bulutunu da dağıtmak mümkün, derinleri kazıp içindekileri yüzeye çıkarmak da mümkün.

Fikret Uzun
24.Nisan 2011

22 Nisan 2011 Cuma

LENİN BUGÜN DOĞDU BİR KIVILCIM MİSLİ İNSANLIĞIN YÜREĞİNE

LENİN BUGÜN DOĞDU BİR KIVILCIM MİSLİ İNSANLIĞIN YÜREĞİNE

Lenin'in dedesi bir köle idi. ancak babası, tüm yoksulluğa rağmen kendisini yetiştirmiş ve iyi bir eğitimci olmuştur. Annesi ise, bir doktor kızıdır ve öğrenimini okula gitmeden evde görmüş, bir kaç batı dili öğrenmiş, geniş bir edebiyat bilgisi ile müziğe karşı sevgisi onun iradeli ve sağlam karakterli yapısını geliştirmişti. Ulyanov ailesi, Lenin’in ve diğer 5 kardeşlerinin, çok yönlü bir öğrenim görmeleri ve halkın ihtiyaçlarını karşılayacak yetenekte çalışkan, dürüst, alçak gönüllü ve hassas kişiler olarak yetişmelerini sağlamaya çalıştılar. Dolayısıyla Ulyanov ailesinin bütün çocuklarının devrimci olması bir rastlantı değildir. Çok okuması ile ve beş yaşında iken okumayı öğrenmesi ile anılan Lenin’in ağabeyi Aleksandr’ın Lenin üzerinde etkisi büyük olmuştur ve Aleksandr, Çara karşı bir suikast hazırlığına katıldığı gerekçesiyle 1887 de tutuklandığında ve idam edildiğinde Lenin 17 yaşında idi ve bundan çok sarsıldı. Aleksandr, çarın işkencecilerine direnmiş, suçu kabul etmemiş idi ama mahkemede, suçu üzerine alıp, diğer yoldaşlarını kurtarmak istemiş, ama hep beraber idama gitmişlerdi. Tıpkı buradaki, idam sehpalarını tekmeleyen yiğit gençler gibi. Ve Lenin" Biz bu yoldan gitmeyeceğiz" diyerek Çarlığa karşı savaşını başlatmıştı. Ve ilk öğrenci eyleminde,1887 nin aralık ayıdır, tutuklanmış, kendisini götüren polisle yaptığı konuşma tarih sayfalarına geçmiştir. Lenin’e polis memuru,"niçin isyan ediyorsunuz delikanlı, karşınızdaki duvarı görmüyor musunuz?" diye sorduğunda, Lenin’in yanıtı," duvar ama çürük bir duvar, bir dokunuşta yerle bir olacak " dediğinde 17 yaşında idi ve Çarlığa karşı devrimci savaşımı fiilen başlamıştı. Şimdi okumaktan sıkılan, okumuşlar diye bellediklerinin dudaklarından döküle ve çoğu yalan, yanlış kelamların peşinden gitmeyi devrimcilikten sayan gençlerin Lenin’in hayat hikâyesini okumaları ve Lenin olarak tarihe geçmesinin tesadüf olmadığını görüp ders çıkarmaları gereklidir. Lenin, Lenin olurken, şimdiki gençler gibi esinlendiği, bilgilerinden yararlandığı kişiler olmuştur elbet ama bilgilerinin kaynağını bunlarla sınırlamamış, kendisi Marks ve Engelsin yapıtlarını, tek bir harf bile kaçırmadan derinlemesine incelemiş ve bununla birlikte ilk elden öğrenmek için başta Almanca olmak üzere yabancı diller öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. Ve aynı yıllarda, Komünist Manifestoyu, Almanca baskısından, Rusça’ya çeviriyordu. Böylece kendine özgü devrimci enerji ve inanmışlığı ile Marksist öğretinin propaganda alanını genişletiyor yani Öğretmeni sayılan Plehanov’un anlattıkları ya da propagandaları ile kendini sınırlamıyordu. Daha sonra, Narodniklerle ve Plehanov’la da ideolojik olarak mücadeleye tutuştuğunu hepimiz biliyoruz. Lenin bunları yaparken yani devrimci Marksist yola girerken, abisinin idam edilmesinin etkisi de olabilir ama bu etki sadece, en doğru yolu bulmasında itici bir etmen olmuştur sadece. Bu olay, Lenin’i intikam duygusuna değil, sınıf kinini en doğru bir şekilde kullanmanın teorisini düşünmeye itmiştir sadece, biz böyle yapmayacağız derken, ağabeyi Aleksandr’ın yiğitliğini yadsımıyor, ama bundan ders çıkarıyordu. Çıkardığı dersler bir döneme damgasını vurmuş ve sosyalizmin 70 yıllık fiziksel yaşanmışlığını dünyaya göstermiştir. Şimdi, insanlık, ezilen, sömürülen emekçi halklar, Sosyalizmin yaşanmışlığı ile yürüyorlar. Ve Lenin’in 17 yaşından itibaren çıkardığı dersleri, bu derslerden çıkardığı sonuçları teorilendirmesi yanında, bunun fiziksel sonuçlarını da dosta düşmana göstermesi, gençlerin bir kez daha üzerinde durmaları ve kendi aklı ve gözleri ile okuduklarından ders çıkarmaları ve kendilerine özgü bir şekilde devrimci savaş yoluna girme cesaretini göstermeleri gerektiğinin derslerini taşımaktadır.
Yani etraflarında ille bir devrimci arayıp, onun peşinden gitmek, onun okuduklarından söylediklerini ezberlemekten ve hatta çokça, buna bile gerek görmeyip, kendilerini devrimci ve okumuş bellediklerinin dediği yoldan gitmekle sınırlamaktan kurtarmaları gerekmektedir. Lenin gösterdi ki, aslında gösteren yaşamın yeşil ağacının dallarından sarkan nesnel gerçekliklerdir, Lenin sadece bunu, kimsenin göremediği bir zamanda görerek teorilendirmiş ve yaşamın nesnel akışının nereye varacağını Marksizm’in kurucularının dediklerini çok net anlayarak formüle etmiştir,teori olmadan devrim olmazdı ve öyle de oldu. Üstelik Lenin devrimci teoriye, Marks’ın çok net ve oldukça anlaşılır biçimde formüle ettikleri değişim, Revolüsyon, devrim düşüncesine, Bir iradi varlığı,devrimciyi sokarak, bununla birlikte işçi sınıfına bilincin,fabrikada olması nedeniyle kendiliğinden gelmeyeceğinin ifadesi olarak, onlara dışarıdan bilinç vermeyi formüle etmiş ve öğrencileri,aydınları işçilerin arasına göndermişti.
Şimdi yaşadığımız dünyada görüyoruz ki, işçi sınıfı, emekçiler, hatta onlara bilinci götürecek olan aydınlar, öğrenciler teoriden özellikle uzaklaştırılmak, teorisiz örgütlerin içine hapsedilmek istenmektedir. Fabrikalardan Marksist teoriyi, işçi sınıfının zihnini açacak teoriyi uzaklaştırıp, fabrikalara dini, tarikatları, hurafeleri sokmaya çalışmaktadırlar. İşte bu nedenle bu gün, gençlerin önünde duran, öğrencilerin, aydınların, Marksist olma konusunda iddialı olanların önünde duran görev, en ileri teoriyi işçilerin, emekçi halkların önüne koymak için, akıl gözleriyle, Marksizm-Leninizm’in sayfalarını didik, didik etmeleri ve yaşamın yeşil ağacından sarkan nesnelliği, derinlerden çekip almalı, işçilerin, emekçilerin önüne boylu boyunca koymalıdırlar. Böylece, en ileri teori can bulacak, en ileri devrim için tarihi hızlandıracaktır. Öyleyse gençler, Lenin’in gökten mesih misli inmesini beklemeden, kendileri yeni Leninler olma cesaretini göstermelidirler. Lenin’in hayat hikâyesini öğrenerek başlayabilirler.
Burada görecekleri, Lenin’in Marksizm’den aldıklarının temel devrimci eksen olarak, sınıf savaşı-sosyalist devrim ve Proletarya Diktatörlüğü öğretisi olduğunu ve devrimci teoriyi geliştirirken bu eksenden hiç ayrılmadığını göreceklerdir. Ve devrimci bir sınıf partisine ne kadar çok önem verdiğini, bunun için özel olarak ve birilerinin kurmasını beklemeden çabaladığını ama bunun için uğraşırken, taşıdığı en birincil perspektifin, elbette diğerlerinin önüne mutlak olarak koymadığı ve diğerlerinin işleyişini duraksatmadan öne çıkardığı, teori olduğunu dolayısıyla ideolojik mücadeleye birincil önem verdiğini göreceklerdir.
İşte bu nedenle parti fikri ile birlikte, ISKRA’yı yani devrimci bir yayın organı fikrini öne çıkarmış ve ilk önce bunu kurmuş ve Marksist öğretiyi, Rusya’nın günlük hayatının sorunlarıyla emekçi kitlelerin ihtiyaçlarıyla bağlayarak Marksizm’i, işçilere yakın ve anlaşılır kılmayı tasarlıyordu.
Şimdi, her taşın altından, teorisiz parti karikatürleri çıkmakta, emekçilerin günlük çıkarlarının peşine takılmış, Marksist teoriden çok uzak hele sınıf mücadelesi-sosyalist devrim-proletarya diktatörlüğü öğretisinin zihin açıcı perspektifine dudak ucuyla yakınlık kuran, pıtırak misli parti girişimcileri türemiş ve gençleri bu hapishanelere davet etmek için her türlü hokkabazlığı yapmaktadırlar.
Teorisiz devrim olmaz, devrim teorisiz ilerletilemez, ilerletilen devrimin sosyalizmi kurması da teoriye ihtiyaç duyar. Teori ise, toplumun nesnel gerçeğinin bir yansımasıdır. Yani teori, nesnel gerçeklik ile denklik taşıyan fikirlerin bütünüdür. Ancak böyle, insanlar maddi yaşama değiştirici, dönüştürücü yönde hükmedebilirler. Aksi takdirde, insanın doğa ve toplum karşısındaki nesnel güçsüzlüğü sürgit devam eder ve bunun öznel yansıması olan tanrı fikrinin esiri olmaya devam ederler. İşte emperyalizmin Yeni Dünyasında hayal ettiği düzenin harcı bu olacaktır. Ama kapitalizmin ürettiği çelişkiler o kadar güçlü ki, bu bile para etmiyor. Etmeyecek.
Bu gün Lenin’i hatırlayanlara, Lenin’i dudak ucunda anmaktan kurtarıp, emekçi halkların, işçi sınıfının, sosyalistlerin, komünistlerin, devrimcilerin umutlarına asacak mesafeye taşıyan, zalimlerin, vadesi dolmuş bezirgânların korkulu rüyası olmasının devam ettiğini gösteren mesafeye taşıyanlara şükranlarımla.
Fikret Uzun
22.nisan 2011

19 Nisan 2011 Salı

EMPERYALİZMİN KOZMOPOLİTİZM İDEOLOJİSİNE, KÖLELEŞTİRİLMEK İSTENEN HALKLARIN KANMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR.

EMPERYALİZMİN KOZMOPOLİTİZM İDEOLOJİSİNE KÖLELEŞTİRİLMEK İSTENEN HALKLARIN KANMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR.

Emperyalizmin ki ABD-AB den söz ediyoruz, bu coğrafyada güçlü ve emperyal bir ulus-devlet yaratmaya çalışırken, bunu da Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı üzerinden yaparken Kürt milliyetçiliğini dominant hale getirmesi, kimi ahmak solcuların ezilen ulus milliyetçiliğini meşru kılmaya çalışmak şeklindeki asistanlıkları ile bunu sol içinde de haklılık yüklenen bir zeminde yaygınlaştırması, ama öte yandan, ulus-devlet yapılarını bölüp parçalamak ve kurmaya çalıştığı ulus-devletin gücü ile daha kolay ve kalıcı olarak köleleştirilen halk hapishanelerine döndürmek çabalarının merkezine kozmopolitizmi yerleştirmesi tesadüf değildir.
Ama ahmak solcuların, bir taraftan, ağaların, beylerin, gerici-dinci bezirgânların, işbirlikçi burjuvaların, burjuva -demokratik bile olmayan, tümüyle emperyalistlerle işbirliği içindeki, ezen ulus egemenleri ile ortaklık içindeki ve ezen ulus egemenlerinin son çaresi olarak gerici-dinci, faşist bir derebeylik rejimini ki 12 Eylül rejiminin en son durağıdır, konuşlandırmasında koltuk değnekliği yapmayı politika sayan; Kürtleri gerici-dinci ve emperyalizmin direkt sömürüsüne maruz bırakacak olan; İsrail’in daha büyük ve daha güçlü ve de daha zengin bir devlete sahip olması için, Kürt yoksul emekçi halkının iyiden iyiye köleleştirildiği bir düzene mahkûm edecek olan çabaları, Lenin’den kilometrelerce uzaklaştıkları ve Lenin’i sopalı bir diktatör göstermeyi politika saydıkları halde, Lenin’i kaynak göstererek UKKTH hakkına dair, nutuklar atıp, “demokratik Türkiye” ,”demokratik anayasa “ lafzı ile göklere çıkartırken, diğer yandan, Türkiye’nin ulus devlet yapısının bozulmasından, burjuva cumhuriyetin çökertilerek, feodal, dinci bir yeni Osmanlı cumhuriyetinin yerleştirilmesinden ileri demokrasi çıkartmaları akla zarar değilse, bir yerlerine mutlaka yarar var demektir ve yararın kaynağının YDD için, dünyada ne kadar aşağılık insan müsveddesi, hain, dönek, burjuva ajanı varsa harekete geçiren emperyalizmin yabancı halkları da sömürerek tepelediği dolarları olduğunu söylemek zor olmasa gerektir.
Oysa Türkiye’de, Türkiye cumhuriyetinin çözülmesi ile ortaya ne demokratik bir burjuva cumhuriyeti çıkacaktır, ne de sosyalist cumhuriyet kurulmuş olacaktır. Tam tersine, demokratik cumhuriyetten çoktan uzaklaşıldığı bir tekelci düzenin, sosyalist cumhuriyete açık kalan tek bir kapı bile bırakmayacağı, gerici--dinci-faşist bir feodal diktatörlük ile Türkiye toprakları parça pinçik olacak, emperyalist tekellerin, emperyalist düzeneğin, bu parçalanmışlığın yanı başında kurulan BİP inin ve ABD-AB emperyalizminin, bu parçalanmışlık içindeki halkları köleleştirici çabalarının garantörlüğünü sağlayacak olan ucuz jandarmalığının yerleştirilmesi gerçekleşmiş olacaktır.
BİP ile ifadesini bulan Kürt devleti ise, başlı başına, Kürt yoksul emekçi halkının karabasanının adı olacaktır.
Arap dünyasının, Afrikalı yoksul halkların ve hatta Ermenilerin ise en korkulu rüyası, en köseleleştirici, en sömürgeleştirici ve hatta kendi topraklarında esir yapan emperyal deccalı olacaktır.
Beklenen Mesih de kendilerinden olduğu için, Deccalı yenmek o kadar kolay olmayacak ama kölelik, sömürge olmak, 21. yüzyılın doğasına aykırı olacağı için, hani bir iki gün önce, Erzurum’da, öfkelenen dindarların gözü ne kur’an, ne din, ne iman gördü ve havada Kur’anı-Kerimler uçuştu, yerlerde parçalandı ya, işte o misli, Köleleştirilmek istenen halklar, sizin Deccalinize de, Mesihinize de diyerek kükreyip, Siyonizm’e bodoslama dalacaktır.
Ama ne yazık, geride çekilen onca acı, onca kayıp ve onca gerilik kalacak, insanoğlunun bu bölgede ilerlemesi için hayli fazla uğraşmak gerekecektir.
Tarihin mantığı insanoğlunun önüne siyasal durumu belirleyenin, ekonomik durum olduğunu gösteren sayfaları defalarca koydu ama her koyuşunda, emperyalizmin ideologları ve satın aldıkları, devşirdikleri aydınlar, sahte solcular hep üzerini örttü, emperyalist kapitalizmin çürümüşlüğüne rağmen yaşamını sürdürmesi için, ölmüş ata kırbaç vurmak misli, kapitalizme methiyeler düzüldü, kapitalizmi yamayarak ayakta tutmaya türlü kılıflar ama en çok demokrasi kılıfı uyduruldu.
İşte bu bölgede, emperyalizmin oyunlarının bir ucunda, siyasal durumunu, yani emperyalizmin, köleleştirici, daha fazla sömürüye dayanan ve yok edici egemenliğini ayakta tutmak için yerleştirmeye çalıştığı, daha çok bölmeye, parçalamaya ve köleleştirmeye ve de dinselleştirmeye dolayısıyla hepsini birden taşıyacak siyasal yapıyı kalıcı kılmak üzere, feodalleştirmeye yönelik olan YENİ DÜNYA DÜZENİnin yerleştirilmesi için BOP-BİP projesi varken, diğer ucunda, kapitalist toplumun ekonomik düzeninin tarihsel olarak misyonunu tamamlamış olmasına rağmen ayakta durması, yaşaması için, dayattığı siyasal durumun ekonomik durumun belirleyeni olduğunu ikna edici, ideolojik saldırıları vardır.
Oysa ekonomik durum, ezelden beri, siyasal durumun belirleyenidir ve kapitalizmin dayandığı, daha doğrusu artık dayanamadığı, ekonomik durum kapitalizmin dibini bizzat kendisi süpürmekte ve sadece bu süprüntülerin yığdığı molozların ortadan kaldırılıp, alan temizliği yapılarak, kapitalizmi ait olduğu yere gönderecek ve dünyayı insanlığın fışkıracağı bir alana açacak olan öznel etmenlere iş kalmaktadır. ( * ) EK
İşte bu nedenle, emperyalist kapitalizm, bir taraftan kendi laboratuar ideologlarını seferber edip insanların aklını bozarken, diğer taraftan sol içinden devşirdiği sahtekârlarla, halk düşmanı azap zebanileri ile solun aklını bozmaya ve emperyalizmin dayattığı siyasal durumun yerleşmesine yarayacak ne kadar sis bombası misli ideolojik saldırı aracı varsa kullanmaları için, devasa çıkarlar sağlayarak onlara alan açmaktadır.
Bu alanda tekellerin ideolojik silahı olarak solun içine akıl bozucu bombalar atan bu sahtekârların, bombalarından birisi "işçilerin vatanı yoktur" şeklindeki son derece somut ama tarihsel olarak tam gerçeğin ifadesi olmayan, başka ifade ile bu günkü koşullarda karşılığı olmayan bir açılımı pompalayan ideolojik şaşırtma bombasıdır.
Bir diğeri ise, "Kâbelerini insan, vatanlarını dünya" yaparak, Emperyalizmin YDD ile tüm insanlığa,"dünya vatandaşı" olma şansının kapılarını açtığını propaganda eden ideolojik şaşırtma bombalarıdır.
Hepsi, emperyalist YDD nin, bölgedeki projelerinden akan menfaatlerin biraz daha fazlalıkla paylaşılması yönünde ağızlarından akan suların yalanmasını resmetmektedir.
Bu fotoğraf açık ve netlikle sırıtırken, arka planındaki fonda, gericiliğin, dinselliğin ve diktatörlüğün renkleri apaçık görülürken, demokrasiden, insan haklarından, hümanizmden, barıştan söz ederek ve bu sözleri, dünyanın neredeyse tamamını köleleştirmeye ve bunun için dünyanın büyük kısmını çöle döndürmeyi göze alan emperyalist tekellere bir talepname misli yönelterek zevahiri kurtarmak mümkün olmadığı gibi, emperyalizmin dünyayı bir yıkımın eşiğine götürme çabalarını cesaretlendirmektedir.
Öyleyse, uzun zamandır, cılız da olsa yükselen ya barbarlık, ya sosyalizm derken ne demek istendiği üzerinde ve bu gün, ekonomik durumun, hangi siyasal durumu dayattığının kodları üzerinde adam gibi düşünmek ve bütün ahmaklığa yatan solcuların, gerçekte birer sahtekâr olduğu bilinci ile onları emperyalist tekellerin safına koyarak, onların her türlüsünden kopmak gerekmektedir.
Bu gün, bu günkü ekonomik durumun belirlediği ve işaret ettiği, siyasal durumun kodları, henüz dünya çapında olmasa da, bölgesel sosyalist iktidarları işaret etmektedir.
Ancak, sosyalist iktidarların siyasal üst yapısı, nesnel olarak vardır ama siyasal alt yapısı, özneleri, örgütsel dayanakları henüz tam olarak ve maddi olarak mevcut değildir.
Bu ifadeden anlaşılması gereken, temel yapıdaki çelişkilerin toplumsal üstyapıya politik olarak yansımasının ifadesidir. Ama sosyalist üretim ilişkilerinin toplumsal üst yapıya yansıyan olgunluğunun ifadesi değildir. Diğer yandan, bu ifadeden anlaşılması gereken, mevcut ekonomik alt yapıya egemen olan sınıfın, üst yapıya hâkim olan kendi politik egemenliğini de kuracağını yani toplumsal üst yapıya da egemen olacağının yadsınamayacağıdır.
Yani, temel yapıdaki, üretim ilişkilerinin nesnelliğin yansıttığı çelişkiler, bu günkü sosyoekonomik yapının özgül öğesi olan üst yapıdaki siyasal egemenliğe ve hareketliliğe yansısa da, temel yapıdan hâkim olan sınıfın, üst yapıda da siyasal olarak hâkim olmasını engelleyemeyeceği yadsınamaz.
Ancak yine de, toplumun sosyoekonomik yapısının özgül öğesi olan ve toplumdaki üretim ilişkilerinin tümünün ifadesi olan ekonomik yapının yani toplumun temel yapısının üzerinden yükselen üst yapı, temel yapının yani toplumun ekonomik yapısının savunulmasından, korunmasından ve geliştirilmesinden ibaret olan bir işleve sahip olarak, ekonomide egemen rol oynayan siyasal güce, üst yapıda da ideolojik ve politik egemenliği tam olarak her zaman sağlayamaz.
Ayrıca, üstyapı sadece ideolojik bir güç değildir, üretim ilişkilerinin topluma yansıttığı fikirleri, bu fikirlerin örgütlendiği politik, hukuksal bütün kuruluşları kapsayan bir yapıdır.
Örneğin, devlet politik bir üst yapı kurumu olup, ekonomik yapının üst yapıya yansıttığı çelişkileri, toplumu, ordu, polis, mahkemeler ve tutuk evleri gibi denetim altında tutan maddi etkenlerle bastırır ve temel yapının, ekonomik ilişkilerin, üst yapıya politik olarak egemen olan sınıfın egemenliğinin önüne geçecek şekilde, ya da egemen olacak şekilde yansımasını engeller.
Öyleyse, temel yapı ile üst yapı arasında, temel yapı birincil olsa bile, diyalektik bir ilişki mevcut olup, bu ilişki, üst yapı ile temel yapı arasındaki ilişkide nesnel bir denkliğin ifadesi olsa da, egemen sınıfın üst yapıya egemen kıldığı politik ve ideolojik egemenlik araçları ile üstyapı, temel yapıyı, tüm nesnel çelişkilerine rağmen etkileyebilir.
Bunun anlamı, temel yapıdan yansıyan çelişkilerin, üst yapıyı temel yapının gelişmesini hızlandıracak biçimde etkilemesinin önüne, üst yapıya egemen olan sınıfın, politik ve ideolojik araçlar ile geçebileceğidir.

Öyleyse, temel yapıdaki nesnel çelişkilerin, üst yapıya yansımasında devrimci politik ve ideolojik öznenin ve onun örgütsel dinamiğinin, temel yapı ile denklik taşımayan üst yapıdaki politik yapının ideolojik ve politik hegemonyasını yıkabilecek denli hâkim olması, nesnel olarak gelişimini sürdürebilmesi için değişmeyi içeren ekonomik temel yapıdan yükselen çelişkilerin, üst yapıdaki yansımasına denk düşen politik üst yapısı ile üst yapıya egemen olan sınıfın üst yapıdaki egemenliğini de yıkabilecektir.
Bunun için, toplumsal üst yapıyı, ekonomik yapının, temel yapının nesnel gelişimine yol verecek biçimde, çoğunluğa dayanarak, ideolojik ve politik yönden donanımlı bir azınlık ile egemen sınıfın ideolojik ve politik araçlarının denetleyici etkisinden kurtarmak ve böylece ekonomik ilişkilerin nesnel gelişimini körükleyici etki yaratan bir üst yapıyı egemen kılmak yani temel yapının nesnel gelişimi ile denklik taşıyan sosyalist iktidarın politik hegemonyasını kurmak.
O nedenle, sosyalist iktidara giden yolda, sosyalist iktidarın çözmesi için beklenemeyecek denli sorunların birikmişliği söz konusudur ve bu sorunlar mevcut siyasal yapı içersinde ama mevcut siyasal yapının hegemonyası kırılarak çözülecek ve çözülürken de, sosyalist iktidara daha fazla yakınlaşılacak, öznelerinin ve maddi dayanaklarının açığa çıkması kolaylaşacaktır.
Ondan sonrası, ekonomik durumun belirlemelerine rağmen, siyasal yapısını dayatanların egemenliği ile ekonomik durumun nesnel olarak insanlığın önüne koyduğu siyasal durumu insanların anlaması için, tümüyle bu yöndeki ideolojik-politik hegemonyalarını dayatanların egemenliği yer değiştirecektir.
Böylece, insanoğlunun gelişimi de yönünü bulacak, tarihin ilerleme çizgisindeki gerçek düzlemine yerleşecektir.
Sosyalist iktidarları yakınlaştıracak ve dünyayı kaplamak üzere sıçratacak olan acil dönüşümleri sağlayacak olan, iktidar perspektifli, ezilen, sömürülen ve artık gerçek anlamda insan olmak isteyen kitlelere dayanan egemenliğin ideolojik-politik hegemonyası olacaktır.
Hamaset mi yapıyorum, bana göre cevabı hayır olan bir sorudur. Ama yine de zaman gösterecek diyorum.
Ve ekliyorum, teorisiz devrim yoktur.
En ileri devrim ise, en ileri teorinin üzerinden yükselecektir.
Şimdi bunun eşiğindeyiz.
Tek eksiğimiz, bu ileri teorinin ve bu ileri teoriyi taşıyacak, en ileri devrimin motor gücü yapacak öznelerin açığa çıkmasıdır.
İleri teori ve ileri devrim mi, demokrasi peşinde koşmak değildir, aksine demokrasi adı altında, insanlığın ilerlemesinin önüne dikenli teller geren elleri kırmak ve insanlık tarihinden silmektir. Bu aynı zamanda demokrasiyi de gömmek, insanlığın fışkırması için bütün kapakları açmak demektir.
Demokrasi mi, eninde sonunda en az iki zıt sınıfın ve bu sınıfların birbirine olan zıtlığının ve bu zıtlığın yansıması olan çatışmanın ifadesidir. Ancak sosyalist iktidarın taşıdığı demokrasi onların demokrasilerinden bin kat insanlık yüklü, bin kat demokratiktir ama yine de dünyaya demokrasi değil, insanı insan olarak fışkırtan demokrasisiz bir düzen, düzensizlik gibi görünen ama son derece düzenli bir düzen yakışır.
Bunun için onların dikenli tellerinin ifadesi olan demokrasilerine karşı, sosyalist iktidarın demokrasisini ama ondan önce bunu gerçekleştirecek olan devrimci tutumun ifadesi olan, bu dikenli telleri geren ellere karşı, sınıf kinimizi yansıtan çelikten dikenlerin kullanılması ile başlamalıyız.
Hâlâ hamaset mi görüyorsunuz, öyleyse, hem sınıf kininiz sönümlenmiş ya da ferini kaybetmiş, hem de iktidar perspektifinden mahrum yaşıyorsunuz demektir.
Sınıf kini en ileri devrimin motoru ise, iktidar perspektifi, sosyalist iktidarı yakınlaştırmanın motorudur. İkisi bir arada, dikenli telleri gerenlere karşı kullanılacak olan en önemli motor güç, çelikten oklarımızdır.
Emperyalistlerin Yeni Dünya Düzenine karşı, dünyanın en ileri devrimi, tüm çaresizliğin içinden, çare olarak geliyorum diye seslenmekte, toprağın akarken çıkardığı ve gökyüzünü kaplayan kelebeklerin çiçek taşırken çıkarttıkları sesleri işaret etmektedir.
Görmek için bakmak yetmiyor mu, öyleyse biraz daha sınıf kini, biraz daha iktidar perspektifi gerekiyor.
Zor mu, zor olan, zor diyerek kaçılandır. Zor olanı kolay yapmak, sınıf kinini ve iktidar perspektifini rehber edinmekle mümkündür.
Rehber edinince, yakınlaşacağından, bünyemizi kaplayacağından kuşku duymamak gerekmektedir.
Gün işçilerin vatanı olmadığını haykıracak gün değildir ama bunun gerçekliğini dünya âleme gösterecek günleri yakınlaştıracak olan en ileri devrim için en ileri teoriye koşma günüdür.
Koştukça sosyalist iktidarın ne kadar yakın olduğunu ve koştukça, önümüze, her bir turnusol sayacağımız, ne kadar çok dikenli tel gerileceğini ama hiç birinin bizim çelikten dikenlerimizle baş edemeyeceğini, sınıf kinimizi ve iktidar perspektifimizi delip geçemeyeceklerini, engelleyemeyeceklerini göreceğimizden kuşkumuz olmamalıdır.
Gün en ileri devrim için, en ileri teoriye koşma günü ise, ne duruyoruz ki, neyi bekliyoruz ki, diye kendimize sormakla başlayalım mı?
Eminim cevabı bulmak o kadar zor olmayacak ve bu gün değilse, yarın yarın değilse ondan sonraki gün bu cevap bulunacak ve 12 Hazirana kadar cevaba ulaşanlar büyüyecek, çoğalacak, nicelikleri ile nitelikleri kaynaşacak,12 Haziranda dikenli tellerine güvenerek, aydınlığı delip geçeceğini zanneden karanlığa dur diyen öznelerini ama daha çok en ileri teorinin gücünü gören ve en ileri devrimi üzerine yerleştiren öznelerini tarih sahnesine çıkaracak, tarihin dönemeç noktalarındaki yerlerine yerleştirecektir.
( * ) EK-
Bu EK ile Marks’ın, Ekonomi Politiğin Eleştirine Katkı’nın önsözündeki tarihsel maddeciliğin temel önermelerinin ve ilkelerinin klasik bir formülasyonunu yansıtan ifadesini paylaşarak ifadelerimi tamamlayıcı dayanakları da sunmak istiyorum. Ve bu uzun aktarımım ile tarihsellik ilkesinin sıkı bir biçimde gözetilmesinin yani toplumun sürekli gelişme halindeki bir dinamik olarak ele alınmasının önemini, daha başka ifadeyle tarihin, son tahlilde, üretim tarzlarının gelişimi tarafından koşullanan yasal düzenliliklere tâbi bir süreç olarak ele alınması gerektiğini gösteren maddeci görüşün önemini daha bir açıklıkla kavranacağına ve ifadelerimin temel yönünün bu olduğunun daha net anlaşılacağına inanıyorum.
“İnsanlar, yaşamlarının toplumsal üretiminde, maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişim basamağına denk gelen, belirli, yani zorunlu ve iradelerinden bağımsız üretim ilişkileri kurarlar. Bu ilişkilerin bütünü toplumun ekonomik yapısını, üzerinde hukuksal ve politik bir üstyapının yükseldiği ve kendisini belirli toplumsal bilinç biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temel yapıyı oluştururlar. Maddi yaşamın üretilme tarzı, genel olarak toplumsal ve zihinsel yaşam sürecini koşullandırır.
İnsanların varlığını belirleyen, onların bilinci değil, tam tersine, onların bilincini belirleyen, onların toplumsal varlığıdır.
Toplumdaki maddi üretim güçleri, gelişimlerinin bir basamağında, mevcut üretim ilişkileriyle, ya da bunların yalnızca hukuksal bir ifadesi olan, o zamana kadar içinde hareket ede geldikleri, mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşerler; üretim ilişkilerinin ( mülkiyet ilişkileri) gelişiminin biçimleri olmaktan çıkan bu ilişkiler, üretim güçlerinin ayak bağı durumuna gelirler. Derken bir toplumsal devrim dönemi başlar. Ekonomik temel yapının değişmesiyle birlikte, koskocaman üst yapının tümü, (temel yapıdan) daha yavaş ya da daha hızlı dönüşüme uğrar.
Bu değişimleri incelerken, her zaman ekonomik üretim koşullarındaki maddi değişmeye bağlı olan doğa bilimine özgü bir kesinlikle saptanabilen temeldeki dönüşüm ile ideolojik biçimleri bir birinden ayırt etmek gerekir.
Yani, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında, o dönemin bilinç durumuna bakarak yargıya varmak olanağı azdır. Daha çok maddi yaşamın çelişkilerinden, toplumsal üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çatışmadan hareketle açıklanmalıdır.
Herhangi sosyoekonomik yapı, üretim güçleri tümüyle gelişmeden yani, o sosyo ekonomik yapı, üretim güçlerini kendi bünyesine sığdırabildiği sürece asla çökmez. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri nin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında olgunlaşmadan, yeni, daha yüksek üretim ilişkileri, eskisinin yerini alamaz.
Bu yüzden insanlar, ancak çözebildikleri sorunları kendilerine konu edinirler.Çünkü yakından bakıldığında daima görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme götürecek maddi koşulların daha önce var oldukları veya hiç değilse oluşma sürecine girdikleri durumlarda ortaya çıkar.
Kaba çizgilerle Asya tipi, ilk çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, sosyoekonomik yapıların ilerleme yönündeki dönemleri olarak adlandırılabilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin uzlaşmaz son biçimidir; uzlaşmazlık, bireysel uzlaşmazlık anlamında değil, bireyin toplumda var oluş koşullarından doğan uzlaşmazlık anlamındadır. Fakat burjuva toplumunun bağrında gelişen üretim güçleri, aynı zamanda bu uzlaşmazlığın çözümünü de getiren maddi koşulları sağlar. Öyleyse bu sosyoekonomik yapıyla birlikte, insan toplumunun tarih öncesi dönemi son bulmuş olacaktır.”
Demek ki, sosyoekonomik yapının, yani mevcut üretim tarzı temeli üzerinde özgül yasalara göre işleyen ve gelişen, bütünsel bir toplumsal sistemin, ekonomik iskeletini, tarihsel bakımdan sınırları belli üretim ilişkileri oluşturur.
İdeolojik ilişkiler ile ekonomik ilişkiler toplumsal ilişkilerin bütününü verir. Ancak, ideolojik ilişkiler, insan faaliyeti olarak, maddi ürünlerin üretilmesi süreci içinde doğan üretim ilişkileri olan ekonomik ilişkilerin üzerinde yükselen bir üst yapıyı oluştururlar. Ekonomik ilişkiler, toplumsal bilinçten bağımsız bir şekilde var olmakla ideolojik ilişkilere göre birincil durumdadırlar.
Politik, hukuksal ve ahlaksal ilişkilerin bir ifadesi olan ve ancak toplumsal bilinç yoluyla bir ön geçişten sonra doğmuş olan ideolojik ilişkiler, ekonomik ilişkilerden türeyen ve ikincil olan üstyapı ilişkileridir.
Üst yapısal biçimlerin içeriğini de belirleyen ekonomik üretim güçlerinin bir biçimi olan belli bir toplumdaki üretim ilişkilerinin tümü, toplumun temel yapısı olan ekonomik yapısını verir.
Toplumsal fikirler, heyecanlar, duygular yani ideoloji ve toplumsal psikoloji ile devleti, mahkemeleri, din kurumları gibi çeşitli örgüt ve kuruluşları ve ideolojik ilişkileri ( ki başlı başına üst yapısal ilişkilerdir) kapsayan üst yapı, mevcut ekonomik temel yapı üzerinde yükselir. Yani üst yapı, temel yapı tarafından belirlenir.
Demek ki her sosyoekonomik yapının bir temel yapısı ve bu temel yapıya denk düşen bir üst yapısı vardır. Öyleyse, temel yapı da, üst yapı da tarihseldir ve bu tarihsellik içinde bir özgüllüğe sahiptir.
Fikret Uzun
19-Nisan–2011

13 Nisan 2011 Çarşamba

TARİH ÇALIŞMASI ANI DERLEMESİ MİDİR YOKSA GEÇMİŞE BAKARAK YARINI ANLAMANIN ARACI MIDIR? ÖYLEYSE BU GÜNÜ İYİ ANLAMADAN TARİH ÇALIŞMASI OLUR MU?

TARİH ÇALIŞMASI ANI DERLEMESİ MİDİR YOKSA GEÇMİŞE BAKARAK YARINI ANLAMANIN ARACI MIDIR? ÖYLEYSE BU GÜNÜ İYİ ANLAMADAN TARİH ÇALIŞMASI OLUR MU?

Peki, Zülfikar beyin önerisine katılalım, yeni bir başlangıç olsun, bu grubu güncel politikanın alanı olmaktan kurtaralım. Haberal haberi güncel politikadan sayılıyorsa da onu da arada idare edelim. Ama burada neyin güncel politikaya girdiğini neyin girmediğini, sınırın nerede başlayıp, nerede bittiğini kim belirleyecek onu da sormayı ihmal etmeyelim. Tüzükte bunu belirleyecek bir madde yok. Ben üşenmedim tek tek inceledim ve görmek için bakmak gerek diyorum.

Ayrıca, Haberal konusunda titizlenenlerin, bu türlü her konuda titizlenmeleri gerekmez mi diye de sormayı ihmal etmeyelim.

Öte yandan, güncel politika mı diyorsunuz, bu konuda yerli yerinde bir yaklaşım bulalım. Bana göre güncel politika, halkın güncel çıkarlarını rehber almaktan başka bir şey değildir ve burada Zülfikar'ın güncel politikadan kastının bu olmadığı açıktır. Buradan hareketle örneğin, kimi güncel gelişmeler ile ilgili, imza kampanyalarını buraya taşımak güncel politikadır ve üstelik halkın çıkarlarını rehber aldığını söyleyemeyiz. En azından, görecelik taşır.

Halkın tarihsel ve vazgeçilmez çıkarları, çıkarların kalıcısıdır ve özüdür, rehber budur. Bu da, tarih çalışmasından ayrı değildir. Örnek olsun, Kürtlerin güncel çıkarlarının burada işlenmesi ve bir ön görüş yaratılmaya çalışılması, güncel politikadır. Öyleyse, yani güncel politika bu alanın ilgi alanında değilse, bu da, grubun ilgi alanında olmamalıdır. Önemli olan Kürtlerin tarihsel ve öz çıkarlarıdır.
Demek ki tarihsel ve öz çıkarları savunmak, komünistlerin görevidir ve tarih çalışmasının ayrılmaz bir parçasıdır.

Yine örnek olsun, burada da sıkça telaffuz edildi, Öcalan ABD’nin ajanıdır ya da Mit ile ilişkilidir denildi. Ama aynı telaffuzun içinde, Apo’nun önderi olarak konuşulduğu örgütünün terör örgütü olduğu da yer alıyordu. Ama bazıları buna şiddetle ve fanatik biçimde karşı çıkıyordu. Hatta bu konudaki görüşlere dayatma yapmak için kesin bir cevap bekleyen sorular ortaya atıyorlardı. Şimdi Öcalan ile Hükümet çevrelerinden yetkililerce,MİT ten görevlilerce görüşmeler yapıldığı basında yer alırken ve zaman zaman yalanlamak için söylense de, bu gerçekliği itiraf eder mahiyette hükümet çevrelerinden beyanatlar olduğu halde iken, Apo’nun ABD ve MİT ile ilişkisinin telaffuzu aniden ortadan kalkıyor ve Apo ile ve örgütü ile ilgili hem sessizlik hâkim oluyor ve hem de, bu cenahta pragmatik yaklaşımları politika belleyen Apo ve onunla bağlantılı gösterilen legal ve parlamenter örgütü BDP üzerine yer yer güzellemeler içine giriliyor ki, en son "1920 TKP imzalı bir bildiri ile bunu net olarak görüyoruz. Bu yeni kurulmuş, daha doğrusu kendini Komünist Parti sanan örgüt, daha önce de, BDP nin kuyruğuna takılarak referandumda, "hayır" propagandası yapmıştı. Son beyanatı da bununla uyumludur. Şimdi Apo ve dağdaki önderi olduğu örgütü ateşkes ilan etmiş ve bir ara kaldıracağım yollu açıklama dağdan inse de, BDP nin haykırışları ile bu açıklama yapılmamış gibi yapılmış ve seçimlere kadar ateşkese devam etmeye defacto devam edilmektedir. Öyleyse bir bütünsel uyum var. AKP nin seçimlerde tek parti olarak çıkması, BDP nin nezdinde, Kürt ağa ve beylerinin ama en çok da, Barzani’nin çıkarlarına uygundur. Ne Kürt halkının ne de, Türkiye’nin emekçi halklarının çıkarlarına uygundur. Üstelik bu uyumun tarihsel bir geçmişi vardır ki, ABD -İsrail ortaklığının, Kürt cephesinde, bu gün olanların ifadesinde kendini gösteren gelişmelerin mimarı ve baş aktörü olma görevini, Barzani ve Talabani’ye taksim etmiş olması ile açıklamak yerindedir. Bunun güncel pratik görünümü, Barzanilere, nur topu gibi, zenginlik fışkırtan bir ABD çok uluslu şirketi misli devlet hediye edilmesi çabasıdır. Kılıf ise, Kürtlerin kaderini tayin etme hakkıdır. Dolayısıyla Barzanilerin gerici, feodal ve ABD-AB emperyalizminin güdümünde ve Türkiye’nin tekellerinin, ama daha çok da, yeni ve birden zenginleşerek, holdingleşen tekellerinin işbirliğinde ve elbette emperyalizmin gözetiminde ortaya çıkacak olan Kürt devleti için, UKKTH kılıfı temelinde sosyalistlerin, komünistlerin seferber olması, hem de insanlık görevi cilası da unutulmadan dayatılması sosyalistlikten, komünistlikten sayılmaktadır.
Oysa komünistlerin izlediği politika, halkın güncel çıkarlarının peşine takılarak yürütülen bir politika demek olan, güncel politikayı rehber almamalıdır. Bu çerçevedeki güncel politik yaklaşımlar, kalıcı değildir. Ama Kürt halkının ve Türkiye’nin bütün emekçi halklarının tarihsel çıkarları kalıcıdır ve bu,bu günden bakılarak,net ve gerçekçi bir biçimde ele alınırsa,bu günün tarihsellik içeren politikalarının rehberine ulaşılması mümkün olacaktır.

Öyleyse, adına 1920 TKP diyerek yeraltından ve daha çok interneti kullanarak, hatta Facebook gibi paylaşım sitelerinden medet umarak verilen beyanatlardaki uyum ikilidir ve bunu görebilmek için, hem TKP nin, Kürtlerin tarihsel çıkarları doğrultusundaki yaklaşımının ve hem de Kürtlerin tarihsel çıkarlarının üzerinde bilgi ve düşünce sahibi olmak gerekir. Bunun da pratikteki anlamı, emekçi halkların tarihsel çıkarları rehber alınmaz da, güncel çıkarlarının peşine takılınırsa, son tahlilde, hem tarihsel gerçeklikler yok sayılmış olur ve hem de bu günkü politikaların, tarihsel çıkarlarla uyumu bozulur dolayısıyla güncel çıkarların kuyrukçuluğuna savrulunur demektir.

Yani 1920 TKP adı ile sahneye çıkmaya mı çalışıyor yoksa sahnedekilerin aklını mı bozmaya çalışıyor, her ne ise, adı geçen parti, hem referandumda ve hem de şimdi parlamentodan medet ummaya dönüş yaparak, BDP nin bağımsız adaylarının seçilmesine omuz vermeyi işaret etmesi, Barzanilere verilmeye çalışılan hükümranlığın etrafa saçtığı politikalarla uyumludur.

Bu da şu demektir ki, epeydir, dilimin döndüğünce dikkat çekmekteyim, tarihsel çıkarları rehber edinmeden ortaya konulan politikaların yanlışlığına dikkat çekerek, tarih çalışmasına ancak katkıda bulunulur ve güncel politika yapılmış olunmaz.
Bir örnekle daha tamamlarsak, TİP in, ki birincisinden söz ediyorum, 12 Martı gördüğü tarihte, devrimci demokratlar, ilerici bir asker-sivil zinde kuvvetlerin bekleyişi içinde idi. TİP, "faşizme hayır" kampanyası başlattı ama tek başına kaldı ve önleme gücünün olmadığı bilinciyle, kampanyasını başlattığı gerçekliğe kendisinin de inanmamayı tercih ettiği bu süreçte, "Kürtler vardır" dedi, politik olarak öne geçti, tarihsel olarak da önemli bir gerçekliği savunduğu için, Kürtlerle bağlı bir tarihsel çıkara çomak sokmuş oldu.
O tarihte Kürtler, Kürt olduğunu düşünmeye bile korkuyordu. Kürt aydınlarının o tarihteki yaklaşımlarına ve ürettiklerine bakarsanız Kürt kimliğini gizlemeseler bile, Kürt olduklarını telaffuz etmekten ne kadar uzak olduklarını görürsünüz.
Sonuçta, hem 12 Mart geldi, TİP i doğruladı, Zinde kuvvet bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı ve TİP kapatıldı, Sonra bir daha TİP eski, cılız da olsa var olan gücünü koruyamadı. Sonra da, tam illegale çekilmişken, TKP ile legal bir birleşmenin ittifakına girdi, böylece tamamen bitti.

Bu gün bu gerçeklikleri, TİP in TKP ile legal bir partide, TBKP de, birleşmesine kadar değinmek tarih çalışmasının içinde ve güncel politika yapmaktan sayılmıyor ama TBKP ye gelindiğindeki gerçeklikler bağlamında ele almak ise, hem güncel politikadan sayılıyor ve hem de tarih çalışmasının dışında kabul ediliyor. Böyle bir sakat anlayış tarih çalışmasının nesnel yapısını elbette bozacaktır ve bu, gruptaki tarih çalışması dinamiğinin sessiz kalmasının, tek nedeni değil ama önemli belirleyenidir.
Bu arada, Zülfikar beyin üzerinde durduğu ve gündemde tutmak istediği, grubun işlevi açısından, hem de uzun zamandır, gruptaki tarih çalışmasının çok sağlıklı işlemediği bilinmeyen bir denklem değil, aksine apaçık ortada, hatta bitkisel hayat misli çarpıyor grup üyelerinin, buradaki sessizliği.

Bunun, grubun işleyişinin nasıl sağlığına kavuşturulacağı sorununun, tarih çalışmasının güncel politikadan ayrılmayacağı gerçeğinden hareketle değerlendirilmesi gerektiğini önererek geçmek istiyorum, öneri hakkımı kullanmak tüzük kuralına aykırı mı bilemem ama Zülfikar bey önerebiliyorsa, ben de önerebilirim diye düşünüyorum.
Zülfikar Bey, yeni bir yapılanmaya gitmenin mesajını veriyor. Bu ne demek, buradaki yapılanmanın temel kıstası zaten tüzükte belli değil mi. Bundan ayrı bir yapılanmadan mı söz ediliyor. Üstelik bu yapılamazsa, gidişatın kötü olacağını ifade ediyor. Nedir Zülfikar beyi bu kadar kötümser olmaya iten? TKP tarihinin üzerinde, bu grupta ve TUSTAV kurumda, bir eksik çalışmanın ya da cansız bir çalışmanın varlığından duyulan kaygının yansıması mı söz konusu olan? Yoksa TKP tarihinin hala düzlenemediğinden ve bu düzleme çabasına hala karşı çıkan gruplardan ve bu gruplara nihai olarak çeki düzen vermek gerektiğinden mi söz ediyor Zülfikar Bey?

Oysa Zülfikar Bey," Herkes, doğru veya yanlış argümanlarla veya bilgilerle TKP üzerinde kalem oynatmak, görüş belirtmek, hatta eleştirmek hakkına sahiptir." diyor. Ama bu dedikleri, Oğuzhan Müftüoğlunun TKP ile ilgili, bir işkence seansında önüne konulan bir bildiriden hareketle eleştirilerinin haklı ve yerinde olduğunu savunmasını kuvvetlendirmek üzere sarf ettiği sözlerdir ve diğer yandan, TKP tarihi ile ilgili ortaya konan başka eleştirilere karşı çıktığını hatırlarsak, demek ki Zülfikar beyin tasasının, TKP tarihinin düzlenmesinin gecikmiş olmasına ilişkin olduğu sonucuna varabiliyoruz.

Bu, Zülfikar beyin tasası, grubun resmi yaklaşımı olarak kabul görürse, bu yönde dinamik hızlanacak ve TKP tarihine, bir dönemi ayrı tutarak, salvo ateşi serbest olacak. Bu konuda uzmanlar hazır bekliyor ve bunun işaretlerini de veriyorlar.

Mesela Bilal Şen, İ.Bilenin ve dolayısıyla o tarihten itibaren dışında kaldığı TKP nin, müzmin muhalifidir ki, kişisel bir çaba içinde olduğu apaçık ortadadır. Söylediklerinin TKP bağlamında, komünist hareketin tarihsel çıkarları ile bağı olmadığı, aksine kendisinin kişisel nefretinin dışa vurumu olduğu açıkça görülmektedir. Bilal Bey, pusudadır ve sonraki salvolarının işaretlerini belli edecek atışları şimdiden yapmaktadır.

Zülfikar’ın aynı cümlesindeki bir başka satırda dediklerinden, sadece TKP nin tarihe intikal ettirilmesindeki program aksamasından yakındığını anlamak mümkün. Şöyle diyor," ...TKP butun eleştirilerin üzerinde ilahi bir guc, asla dokunulamaz bir orgut deðildir. Bir siyasi tarikat veya sect ise hic değildir. O da, her örgüt gibi toplumsal işlevini yerine getirdi veya getiremedi ve tarihe intikal etti. Doğal olarak birçok yazının konusu olacaktır."

Bununla kalmıyor, beni teyit etmeye devam ediyor, " Hoşa gidilmeyen her yazı ve yazarı için kampanyalar açılırsa, bir sure sonra kimse TKP hakkında yazı yazamaz duruma gelir." diyor.
Bunun anlamı,"bırakın herkes yalan yanlış, kendi sübjektif penceresinden TKP tarihi hakkında aklına geleni yazsın, böylece TKP nin ne menem bir örgüt olduğu ortaya çıksın ve tarihe bir an önce gömülsün." demektir. Ve " Herhalde istenen bu olmasa gerek." diyerek yani "kimsenin TKP hakkında eleştiri yapmamasını istemeyiz değil mi" demek isteyerek, bu istenenin, artık TKP nin tarihe gömülmesini hızlandırma çabası olması gerektiği yollu işaret veriyor.

Zülfikar'ın bu engin ufkunun yansıması olan teorik yaklaşımında, yani TKP eleştirisinde, TKP nin tarihinin TBKP ye uzanan ve TBKP yi de içeren döneminin ve bu dönemin aktörlerinin yeri yok elbette ve yalnızca bu çerçevede TKP eleştirisi muteber değil ona göre. Bu, aynı zamanda, Grupta resmi hale getirilmek istenen bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım Grubun sessizliğindeki en önemli belirleyendir. Bu da, Zülfikar beyin, saçını başını yolsa da, aklında yeşerttiği resmi yaklaşıma ulaşmasının mümkün olmayacağını gösteriyor. Kimse, Zülfikar beyin yaklaşımının peşine takılmak istemiyor, sessizlik bu yaklaşımın kuyruğuna takılmanın ifadesi değildir. Bunu görmemek için kör olmak gerekiyor.

Cümlesinin son satırında ise, Zülfikar bey, TKP ye biraz cilalı güzelleme yaparak, bu tasasının üzerini örtmeye çalışıyor. Sözde her şey TKP nin mücadeleci tarihinin unutulmamasıdır. " Aksine, cok kişinin TKP üzerinde yazi yazmasini teşvik etmek gerekir ki, konu guncelligini yitirmesin, tarihi mücadelesi unutulmasin." diyerek, tıpkı Pasternak’ın, DR Jivagosunda, Çarlık dönemine övgü olmasa da, yeni rejimden bir gömlek daha iyi olduğunu resmetme çabasını, hem örtülemek ama daha çok, Sovyet sansüründen geçmek için, en sonunda Sovyet rejimine övgü içeren bir kaç cümle sarf etmesi misli hareket ettiği açıkça sırıtıyor.

İşaret ettiği eleştiri modeli, Zülfikar’ın, başkasının dilinden de olsa ortaya attığı eleştiriler, TKP ile ilgili olumsuz resimleri öne çıkartan eleştiriler olunca - ki gündeme taşıdığı, Oğuzhan Müftüoğlu’nun, daha önce dediğim gibi, tümüyle kendi örgütünün içine hitap eden ve örgütüne ve elbette kendi icraatlarına güzelleme içerikli yazdığı anılarının bir yerinde, kitabının içeriğindeki hedefi ile uyumlu olarak, TKP yi olumsuzdan öte bir sınırda eleştirmesi ve bu çerçevede tartışmayı kışkırtması, bunun açık kanıtıdır - TKP nin tarihindeki mücadele dinamiği sıfırlanmış oluyor.

Bu, hepimizin içinde olduğu komünist hareketin, eğrisi ile doğrusu ile taşıdığı mücadele ruhunun belleklerden silinme çabası değilse nedir.

Ve bu yaklaşım, komünist hareketin tarihi içersindeki komünistlerin özveri ile mücadele etmelerini yok saymaktan başka bir şey değildir. Çünkü TKP tarihinin mücadele dinamiğini sıfırlayacak şekilde eleştiri dinamiğini harmanlamak, öznelerinin özverili mücadelesini, bu uğurda hayatlarını kaybetmesini, zindanlara düşmesini, sakat kalmasını, sağlığından olmasını ve hala TKP ve komünist harekete inancın ruhunu taşımasını hiçe saymak, üzerinden atlamak ve üstüne üstlük, TKP tarihinin bir dönemini kapsayan, özellikle de en tepedeki yönetici organları bu eleştirel dinamiğin dışında tutmak ama TKP nin bütün olumsuz portresini, sözünü ettiğim sıradan ama TKP nin mücadelesinin özünü taşıyan öznelerinin üzerine serpiştirmek, böylece TKP nin dolayısıyla komünist hareketin, mücadele dinamiğini, TKP eleştirisi ile boyanmış bir olumsuzluk portresi ile kapatmak ama TKP yi bir olumsuzluklar bütünü olarak tarihe göndermek. İşte Zülfikar'ın cinliğine içerilmiş yaklaşım budur ve bu yaklaşımın, resmi bir yaklaşım olması için, gruptaki engellerden kurtulmak gerekmektedir.

Ancak böyle bir birini bilen 40 kişinin huzuru nihai olarak sağlanmış olacaktır. TKP tarihi bahane, TKP tarihinin üzerine oturmak şahane derken ne kadar haklı olduğumu Zülfikar beyin çabaları pek açık bir şekilde göstermektedir. Göremeyenlere de ben göstermiş oluyorum.

Zülfikar beyin deyimiyle,"aman Oğuzhan Müftüoğlu'nu ve onun gibileri rahat bırakın ki rahat rahat TKP yi eleştirebilsin, TKP nin nasıl bir olumsuzluk abidesi olduğunu ve TKP ile birlikte İ.Bilen’in, ama o tarihte İ.Bilen ile aynı ekipte ve Bilene güzelleme yapmayı bir politika olarak kullanan yöneticileri bundan ayrı tutarak, her şeyin sorumlusu olduğu kafalara serbestçe kakılsın ve genç nesiller, TKP ile birlikte İ. Bilen’in ne kadar melanet bir örgüt olduğunu ve İ. Bilen’in, bu günlere gelmemizin yegâne müsebbibi olduğunu anlasın." Zülfikar beyin beklediği budur.
Bilal Şenin ise, söyledikleri karşısında açık ve net ifadelerle ortaya koyduğum eleştiriye cevap vermekten kaçınırken, aynı şarkıyı tekrarlayıp, TKP nin Kominternin bir seksiyonu olduğundan hareketle, icraatlarından mesul tutulamayacağını vaaz etmesi ama Kominternin ömrünün, Sovyet sosyalizminin tarihinin kısa bir dönemini kapsadığından söz etmeyerek bunu vurgulaması ve TKP nin SBKP nin uydusu olduğunu öne çıkartması ama bu resmin dışında kalan tarihsel gerçekler ile bu gerçeklere damgasını vuran aktörleri,Bilal Şen'in de, TKP tarihinin olumsuzluk resminden vareste tutması, Zülfikar’ın çabaları ile uyumludur.

Kaldı ki, Fransız Komünist Partisi, daha Komintern yaşarken, Komintern ilke ve politikalarına zıt politikaları benimsemiş ve yani Kominternin bir seksiyonu olmamış, özellikle Avrupa da kendini gösteren bir bağımsız komünist harekete öncülük eden teorileri, Dünya Komünist hareketine kakmış olmakla birlikte, Fransa da iki dönem Sosyalistlerle ortak olarak iktidara gelmesine rağmen, Avrupa Komünizminin teorisini pratiğe geçirmemiş, aksine, Tekelleri kuşatarak, sosyalist iktidara barışçıl yolla geçeceğine, bu teorisini çoktan unutmuş ve Tekellerin koltuk değneği olmuştur.

Öyleyse, Türkiye’deki bu güne gelinen yoldaki politik olumsuzlukların ne tamamı ne de bir kısmı sadece TKP ye, TKP derken bu dinamik içinde mücadele eden bütün öznelerini kastediyorum, mal edilecek olumsuzluklar değildir. Bu olumsuzluklar, bütünsel olarak Türkiye sosyalist hareketinin toyluktan kurtulamamasının ve bunun sonucu olarak da, sürekli olarak bir araya gelme dinamiğinin fetişleştirilmesi ile sol birlik peşinde koşulurken, solun parçalanmasının artırılması dinamiğini görememesinin, daha doğrusu, toplanarak birliğin ve politik gücün sağlanamayacağı, aksine, ayrışarak politik birliğin ve gücün sağlanacağı gerçeğini ve bunun için de, ideolojik birliğin önemli olduğu gerçeğini görememesinin ifadesidir. İdeolojik ayrılıkların birliğinden ancak bölünmenin çoğalması dinamiği fışkırır ki, böyle olduğunu hepimiz gördük ama hala aynı eksikli bakışta direndiğimizi de görmekteyiz.

Bunun da nedeni, bu gerçekliğin içinde, bu görülememeyi manipüle eden başka bir gerçekliğin var olmasıdır ki, bu gerçeklik, olumsuzlukların belirleyeni olmasa da, egemen güçlerin Nesnel olan ile baş etmek üzere ortaya koyduğu ve zamana yaydığı manipülasyon ağırlıklı politikalarının yol almasını kolaylaştırıcı politikaları, sosyalist hareketin genel teorisine uygun gibi göstererek, sosyalist harekete dayatması ve bunu yapmak için de hem yetki ve hem de olanak sahibi olması söz konusu olan, kimi bilinçli, kimi sığlığı ile malul aktörlerin çabalarının ifadesidir.

İşte bu gün bulunduğumuz noktaya gelmemizin nedenlerinin içinde,belki en önemli neden budur ve bunun net olarak görülebilmesinin sağlanması,ancak ve ancak tarihsel gerçeklikleri irdelerken,tarihe bu günden bakmanın kolaylığına,bu güne tarihten bakma zorluğunu aşacak şekilde,bu günün fotoğrafını da eklemekle mümkündür.

Bu günün fotoğrafında ise, bozuk bir sosyalizm alanında, mesela "özgürlükçü sosyalizm", "demokratik sosyalizm" daha pratik anlatımla "barışçıl geçiş" ,dolayısıyla barışçıl geçiliyorsa, "barışçıl" yani "Proletaryanın Burjuvazi ile paylaştığı bir iktidarı" mutlaklaştıran bir yaklaşım vardır.

Bu yaklaşımın üzerinden yükselecek veya yol alacak bir sosyalist hareket ise, elbette ya bir duvara toslayacaktır - ki o duvar devrim kapısının sadece tekellerin arka bahçesine açılan kapısının açık, diğer bütün kapılarının kapalı olduğu bir duvardır - ya da durulması mümkün olmayan bir uçurumun kenarında yanlış yolda olunduğunun farkına varacak ama iş işten geçmiş olacaktır.

Öyleyse Zülfikar beyin gönlünde yatan TKP eleştirisinde, bu yöndeki ütopyanın yansımasını görmek zor olmasa gerektir.

Yoksa TKP den, Türkiye Komünist Hareketinden çoktan kopmuş olanların, TKP nin tarihi ile ne ilgisi olabilir? Başka bir ifadeyle TKP nin tarihine ilgileri devam ediyorsa, bunun nedeni nedir?

Diyelim ki, TKP tarihi, belleklerden silmeye çalışılmıyor, ilgi bu noktada değildir, öyleyse, TKP tarihinden "demokratik" ya da "özgürlükçü " yani proletaryanın, iktidarı burjuvazi ile paylaştığı bir "katılımcı sosyalizm" mi çıkarmak istemektedirler? O zaman ,"bunun neresi sosyalizm ?" diyecek kimse bırakmamak için midir, bunca TKP düşmanlığı misli eleştirinin canlı tutulması?

Demek ki, bugünden geçmişe doğru dürüst bakamazsak, doğru dürüst bir kavramlaştırma yapamayız. Dolayısıyla yarını anlamaya çalışmayı başaramayız. İşte tarih çalışması budur. Geçmişe bugünden bakıp geçmişten çıkarılan kavramla yarını anlamanın ipuçlarını çıkarmak şeklindeki tarih çalışması, tarihi en önemli ve en güçlü bir silah haline getirir. Dolayısıyla bu, tarihi anlamak için, bu günü çok iyi anlamayı zorunlu hale getiriyor demektir. Bu günün fotoğrafı, insanlarımızı daha çok insanlıktan çıkarmayı, daha çok ilkelleştirmeyi, kısacası insan öncesi bir hale getirmeyi resmediyor. Bu nedenle fotoğrafın yerleştiği arka plandaki renk, daha fazla din ve daha fazla din bozuculuğunu yansıtıyor.

Böylece, tekeller düzeninin tamamen ve geri dönüşsüz yerleşmesi için, insan öncesi insanlara ihtiyaç olduğunun resmini yönetici sınıflara kabul ettirmek kolaylaşıyor.
Ancak bu fotoğraf üzerinde çalışanlar, tarihin, bütün toplumların içten patlamalı bir volkan olduğunu anlattığını, solda olup anlamayanlardan bin kat fazla anladığı için, bu patlamanın fotoğrafa yansımaması için, özellikle sol içinde olanların anlamamasından yararlanıyor, anlamamayı bir dinamik olarak yerleştiriyor.

Ama patlamayı engelleyemeyeceğini de bildiği için, Osmanlı medeni yasası misli bir yaklaşımla sıkışarak genişlemesine meydan vermeden, patlamanın kontrollü olarak gerçekleşmesine olanak sağlıyor ve bu yönde kontrolünü asiste etmeleri için soldaki anlamayanlara müthiş olanaklar sağlıyor.

Hepsinin izleri tarihte var ve günümüze taşınıyor. Görmek için, bugünü çok iyi anlamak, anladıktan sonra geçmişe bakıp onu doğu yönde kavramlaştırmak gerekiyor ve böylece yarına, geçmişin bu güne taşınan ve hala egemen kılınmak istenen izlerinin taşınmasına izin vermemenin teorisine ulaşmak mümkün olabiliyor.
İşte tarih çalışmasının kıymeti harbiyesi buradadır ve temcit pilavı gibi, Güncel Politikanın tarih çalışmasına aykırı olduğundan söz ederken, kendi ölçülerine göre, halkın güncel çıkarlarının peşine takılmaktan kaçınmayanların, diğer yandan emekçi halkların tarihsel ve öz çıkarlarını bu günden bakarak tarih çalışmasına yansıtmayı, güncel politika sayması, tarih çalışmasındaki gerçek kıymeti harbiyenin, dolayısıyla bu günü anlamanın tarih çalışmasındaki öneminin üzerini örtmeyi sağlıyor.

Bu yaklaşımın üzerine bazıları bilinçli olarak atlıyor, bazılarımız ise, sessizliği bu yaklaşıma onay olarak görme kolaylığı ile bu yaklaşımın eğrisi doğrusu üzerinde düşünme zahmetine katlanmayı gereksiz sayıyor. Her iki durumda da, geçmişe doğru dürüst bakmak mümkün olmuyor. Zamanla da, geçmişe bakmak, her ne şekilde olursa olsun, gereksiz olarak görülmeye başlanıyor.

İşte,Grubun otopsisini bu son ifadelerime gelene kadar yeterince ortaya koyamamış olsam bile,bu son cümle net olarak ortaya koymaya yetiyor. Zaten otopsinin, uzun zaman alan bir çabanın sonucunda ortaya çıkan küçük bir işaret, bir iz değil midir aradığı?
Vücudun devrilmesinin, varlığını başka bir biçimde, mesela bir bakteri, bir solucan misli sürdürmek üzere, sonlandırmasının nedeni olan ipucuna ulaşmak için yapılan otopsi, ölü vücudun canlı olarak varlığını sürdürdüğü geçmişinde taşıdığı ama ölümüne neden olan izlere ulaşmak için yapılmaz mı?

İşte ben de, Zülfikar beyi kırmamak adına ama yine Zülfikar'ın önerilerine uyarak, serbestçe yansıttığım düşüncelerimin ışığında, grubun bu günkü ve epeyden beri var olan TKP tarihi çerçevesindeki sessizlik dinamiğinin otopsisini yapmış oluyorum ki, aynı zamanda Komünistlerin tarih çalışmasının nasıl olması gerektiğine, bu otopsiyi de kanıt olarak ele alıp, dikkat çekmiş oluyorum.

Özetin özeti gerekiyor mu, öyleyse, kısaca buraya kadar söylediklerimizi toparlamak gerekirse, bu günü anlamak için, bu günün tarihsel gerçekliği üzerine kafa patlatmak bir yana, dünün bu gün varlığını koruyan aktörlerine değinmek de bir yana, dünün bu güne en yakın noktasına ve o noktadaki aktörlerin sorumluluklarına, eksiklik ya da yanlışlıkları yanında, bilinçli ya da sığlıklarının yansıması olan tarihin hızına ters icraatlarına değinmenin, tarih çalışmasına aykırı bir yaklaşım olmadığının altını çizerek özetimizin özetini, açtığımız paranteze yerleştirmeye devam edelim. Ve çıkardığımız sonuçlardan birini, Bugünü anlamadan tarihe bakmak, buzlu camdan geçmişin fotoğrafına bakmak gibidir, şeklindeki tespitimizi, özetimizin, özetine ekleyelim. Yani, bugün, tarihteki yerlerine baktığımız aktörlerin, hangi noktaya bastığını anlamadan, geçmişe bakıp, geçmişte hangi noktaya bastıklarını anlamak mümkün değildir.

Öyleyse, geçmişe bugünden bakarken, bu günü çok iyi anlamayı, bu bakışa rehber edinmezsek, bu gün hangi noktada olurlarsa olsunlar, geçmişte öne çıkan aktörler, hep geçmişin fotoğrafını verecektir ve o fotoğrafla, yarını anlamamızın önünde en büyük engel olacaklardır.

Yukarda da dile getirdim, Baştan beri ve hala Sosyalist hareketin yükselişinin önündeki en büyük engel olan bu aktörlerin TKP nin dolayısıyla komünist hareketin tarihi ile ne ilgileri olabilir sorusunu sorarak cevabı üzerinde düşünmek gerektiğini burada da tekrar etmeyi yerinde buluyorum ve kendi bulduğum ve gösterdiğim cevabı paylaşarak parantezi kapatmak istiyorum. Cevap çok basittir ve elbette solu, soldan uzaklaştırmanın, düşüncelerini sola kapattırmanın en iyi yolu, tarih bilincini belleklerden silmek olduğu için ilgilenmiyorlarsa, başka ne için ilgileniyorlar sorusunun içindedir. Bunu örtülemek için de, TKP tarihinden, şapkadan tavşan çıkarmak misli, "demokratik",ya da "özgürlükçü" yani, burjuvazi ile ortak bir iktidarı içeren "sosyalizm"i çıkarmak istiyorlar. Bunun hala kapitalizm olduğunu onlar da biliyor ama ancak sosyalizmden uzaklaştıklarını gizleyerek, solun içinde bellek silmeye devam edebilirler ve bu bir; boyunlarına asılan bir mahkûmiyettir. İki; bellekleri silmeleri ise, TKP tarihiyle ilgilenmeleri ile mümkündür. V e mümkünse, TKP tarihini vesayet altında tutmaları daha kolaylaştırıcıdır.

Özetin özeti budur ve yeni bir başlangıç mı gerekiyor, bu dediklerimin de değerlendirilmesi, başlangıcın başlangıcı olarak hepimizi ilerletecektir.

Öyleyse başlangıcın başlangıcına, Nabi Yağcı’nın, bu gruba dayatılmak istenen," hem Sovyetlerdeki ve hem de TKP deki tarih diye ortaya konulan şeylerin hepsinin resmi tarihtir" şeklindeki yaklaşımının, şimdi TKP tarihini düzlemenin ifadesi olan, başka bir resmi tarihi egemen kılmak isteyen - ki bu resmi tarih, Nabi Yağcı'nın mihmandarlığındaki, gerçekte sosyalist hareketin önünü kesici, herkese tepeden bakıp akıl veren ama en çok da AKP ye akıl veren bir yaklaşımın ifadesidir - yaklaşımla yer değiştirmesi çabalarından kurtulmayı koymakla başlayabiliriz.

Nabi yağcı, türleri olan Cengiz Çandarlar, Oğuzhan Müftüoğlular ve Ertuğrul Kürkçüler ve diğerleri gibi,12 Eylül öncesi yükselişi tartışılmaz sosyalist dalganın üzerine binenlerdendir. Dalga epeydir iniktir ve Daha önce bu dalgaya binenlerin kimisi, inmiş olan bu dalga ile birlikte inmişlerdir. Kimisi ise, başka dalgaya binmişlerdir. Nabi Yağcı bana göre, daha önce yani yükselişte bindiği dalgaya binmişken de, bu gün binmiş olduğu başka dalganın üzerinde değil ama içinde idi. Şimdi üzerine çıkmaya çalışıyor. Ama bir türlü, içinden çıkıp, üzerine sıçrayamıyor.

Nabi Yağcı'nın, " Türkiye’de bunca antikomünist propaganda yapılırken, komünist partisine yasal olarak kurulma imkânı verilmezken, bir komünist partisi eğer yasal değilse, bana göre bir tarafa yaslanacaktı. Dünya politikası hakkında analiz yapabilmesi için doğal olarak yasal parti olması, enstitülerinin harıl harıl çalışıyor ve araştırmalar yapıyor olması lazım ki, kendisi özgün bir şeyler yapabilsin. Bu olmadığına göre ne olacaktı? O zaman Sovyetler Birliğinin dünya politikasına dâhil olacaktın, dünya politikasıyla ilgili analizlerini alacaktın." şeklindeki Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakattaki sözleri yeterince açık değil mi ve bunu tarih çalışması içinde dile getirmenin nasıl bir aykırı durumu vardır?

Nabi Yağcı, bunları ifade ederken, bir adım öncesindeki, Leninci parti anlayışından ve Lenin’in yolundan yürümekten söz etmiş olmasını ve bunu topladığı kongrenin belgelerine yansıtmış olmasını unutmuş görünüyordu. Ama daha önemlisi ki bu unutkanlığının sonucu olsa gerek, Lenin’in bütün analizlerini, hep yeraltında iken, komünist parti yasak iken yaptığını yani harıl harıl çalışacak enstitülerin olmadığı bir zamanda yaptığını, bunları yaparken Lenin’in ya sürgünde ya da hapiste olduğunu unutmuş olmasıdır. Biz şimdi bunu tarih çalışmasının içine almayıp, güncel politika olarak mı göreceğiz.

Bu ifadeleri ile açıkça, TKP nin dolayısıyla TKP nin politik bürosunun ve elbette genel sekreterinin, analiz yapmayı yani düşünmeyi bıraktığının, dünya politikası hakkındaki tahlilleri Sovyetler Birliğinden ithal ettiklerinin itirafı değil midir.

Ama Türkiye’nin komünistleri,12 Eylül rejiminin ağır baskıları altında ve genel sekreterlerinin bu dâhiyane düşüncelerini bilmeden, analizler yapmaya ve 12 Eylül rejimine karşı mücadelesi için politikalar geliştirmeye çalışırken, Nabi Yağcı ve takımı, bütün analizleri Sovyetler Birliğine yükleyip, düşünmeyi paydos etmiş ve Avrupa’nın göbeğinde ki dünya politikasına daha yakındır, Türkiye’deki sosyalist hareketin 12 Eylül rejiminin baskısına karşı nasıl direneceğini ve nasıl bir çıkış yolu bulacağını düşünmeden, rejimin baskısından uzak, Avrupa diyarlarında acaba ne yapmıştır, kimse merak etmez mi? Şimdi de ve epeydir, analizleri değilse de, demokrasiyi Avrupa’dan beklemesinin kıymeti harbiyesini kimse dikkate değer bulmaz mı?

TKP tarihinin sadece Komintern tarihi ile sınırlı olduğunu düşünenler, Komintern tasfiye olduktan sonra analiz yapmayı, Sovyetler Birliğine havale edip, düşünmeyi askıya alanların kolaycılığı ile ilerlenebileceğini hala mı düşünürler. Düşünmeyi ve analiz yapmayı, komünist partisinin yasal çalışma koşullarının varlığına bağlamaları nedeniyle mi, TBKP projesi geliştirilmiştir de, "TBKP gitti, düşünme ve analiz yapma tamamen gitti" olmuştur. Yoksa uzun zamandır düşünmeyi tatil eden TKP kurmayları, düşünmeyi mi unutmuşlardı da, onca zahmete katlanarak, zindanda yatmayı göze alarak ele aldıkları TBKP nin kapatılması karşısında mülayim bir yaklaşım sergilemişlerdir? Yoksa düşünen ve analiz yapan bir sosyalist düzenin de kalmamasıyla, TKP kurmayı olan Zülfü Dicleli'lnin deyişiyle sosyalizmin de kalmadığına mı, dolayısıyla sosyalizm için düşünmeye gerek kalmadığına mı karar vermişlerdir?

Bu karar, onların tekeline aldıkları bir mutlaklık mıdır ki, TKP üzerindeki vesayetleri ile birlikte ve bunun gücüyle herkese bu kararı dayatmaktadırlar. Sosyalizmden umudunu kestilerse onların sorunu değil midir? Öyleyse, bunu sosyalizmden umudunu kesmemiş olanların da sorunu yapmaya çalışmaları kabul edilebilir mi? Bu sorular, bir komünist hareketin tarihinin aydınlatılması çalışmasını ilgilendirmez mi?

Dahası, Nabi Yağcı ve etkisinde olan TKP lilerin, demokrasi aşkı ile Demirel'in ve Ecevit'in siyasi yasaklarının kalkmasından demokrasi çıkacağı yollu kampanyaların yürütücüsü olmaları, bu gün AKP nin anayasasının "demokratik”liğini, TÜSİAD ın da dâhil olduğu bir kampanya misli propaganda çalışmasına yerleştirmeleri ile senkronize değil midir? Öyleyse, bunları tarih çalışmasının gündeminden çıkarırsak, geriye ne kalacak? Elbette Zülfikar beylerin gönlünde yatan İ.Bilenin, ondan sonrasına ve onunla birlikte olanlara sirayet etmeyen günahlar kalacaktır.

Ayrıca, SHP, CHP den daha mı az düzen partisidir de, TKP den kalan kadrolar, SHP bünyesinde milletvekilliği ve belediye meclisi ya da başkanlığı peşinde koşmuşlardır? Ve şimdi, AKP, onlardan çok daha az düzen partisi midir ki, AKP ye sol ton vermek için bütün hünerlerini göstermektedirler? Öyleyse, geçmişle bu gün arasında, adı hep önde dolaşan bu aktörlerin icraatlarında bir senkronizasyon yok mudur?

Diğer yandan, dün komünist partisi yasal çalışma imkânına sahip değilse, düşünmek ve analiz yapmak mümkün olmuyorsa, bu gün, Sovyetler Birliğinin ve komünist partisinin olmadığı bir zamanda, bunu söyleyen aktörler nasıl düşünebiliyor, ne için düşünüyor? Yani dün tatil ettikleri düşünceyi, yeniden ne için ele alıveriyorlar ve düşünceleri, dağları deviren düşünceler olarak kabul ettirilmeye çalışılıyor?

Peki, DİSKe paraşütle ve sözleşmeli yönetici olarak, siyaseten sendikaya koopte edilen kadrolardan kimsenin haberi var mıdır? Burada tarih çalışması diye diye, burası güncel politika alanı değildir diye diye helak olanlar, bu kadroların, DİSK’i TİP'li ve TSİP'li kadrolardan temizleyip, CHP üzerinden burjuvaziye teslim etmelerinden ve bu görevi kimden aldıklarından haberi var mıdır?

Tamam, İ Bilen, günahların baş taşıyıcısı olsun, ama bu kadroları haliyle DİSK e İ. Bilen koopte etmiştir; Öyleyse, İ.Bilen günahların baş taşıyıcısı ise, taşıyamadıkları günahların taşıyıcıları da, bu, DİSK te tarihe geçen TKP kadroları değil midir? Peki, kimdir bunlar? Bu aktörlerin icraatları tarih çalışmasını hiç ilgilendirmez mi? Bu icraatlar, Oğuzhan Müftüoğlu'nun anılarına malzeme yaptığı TKP bildirisinden daha mı az eleştiri hak etmektedir?

Hepimiz hatırlarız, bir gece şenlik misli toplantı halinde iken, toplantının veya şenliğin ortasından aniden, "Aziz Nesin Sen nesin" sloganı bütün salonu kaplamıştı. Ne anlama geldiğini bile bilmeyenler yükseltilen slogana eşlik ediyordu. Kimdir ve hangi nedendir bu sloganı attıran? Aziz Nesin'in, Büyük Grev hakkında yazdığı kısa öyküsü müdür? Neden ve kimler bu öyküden rahatsız olmuş ve gerekçesini ortaya koymadan, böyle bir sloganı hepimize seslendirtmiştir?

Dahası da var, Aziz Nesin'in ölümünden sonra ise, aynı aktörler, Aziz Nesinin arkasından, sanki Aziz Nesin ölünce melek misli göklere uçmuş gibi,"biz sana vurgunuz" şarkısını çığırıyorlardı. Bu mudur komünistlerin politikası? Kimlerdir bu aktörler ve neden eleştiri oklarından uzaktırlar da, bu okların tam karşısına İ.Bileni yerleştirme konusunda bir konsensüsün sessizliği ve bu sessizliği artırma gayreti vardır?

Evet, bir başlangıç yapalım ama başlangıç, TKP nin tarihini düzlemeye, belleklerden silmeye kapı açıcı bir başlangıç olmasın, başka ifadeyle bu kapıları kapalı tutmak ve sadece TKP tarihinin aydınlatılmasına yol açacak kapıları açık tutmak için direnenlere yeni bir tasfiye kapısı açacak çabalardan uzak olsun.

Olmazsa ne olur? Olmazsa ortaya konulanın TKP tarihi olmadığını, gelecek kuşakların görmesi zor olmayacağı gibi, TKP tarihinin belleklerden silinemeyeceği gerçeğini göstermekten başka bir işlevi olmayacak ve TKP tarihini belleklerden kazımak isteyen aktörlerin tarih sayfalarına belgeli olarak kazındığı bir gerçekliğin de beraberinde taşındığı bir tarih çalışmasının izleri, boylu boyunca gelecek kuşakların önünde duracaktır.


Fikret Uzun

11 Nisan 2011