4 Aralık 2010 Cumartesi

DÜNYAYI YORUMLAMAK MI ZOR, DEĞİŞTİRMEK Mİ ZOR

Bundan 150 yıl önce, bundan da önceki filozofların dünyayı yorumlamakla yetinmiş olduğu, aslolanın ise, dünyayı değiştirmek olduğu söylenmiştir. Şimdi,21. yüzyılda ise, bizler, henüz dünyayı yorumlama konusunda yol kat edemediğimiz ya da geriye dönülen bir noktada düşünsel olarak debelendiğimiz halde hâlâ aslolanın hangisi olduğu üzerinde karar veremiyor ve adım atamıyoruz. Dahası bu önermenin bir bütünsellik taşıdığını bile düşünme gereği duymuyoruz. Dünyayı değiştirmek; çok güzel, kulağa hoş geliyor ve yüce bir yaklaşımın izleri var. Ama nasıl? Ve önce neyin değişmesi gerekiyor? Dünyayı doğru dürüst yorumlamadan dünya değişir mi? Yorumlamazsak değişmez mi? Değişmiyor mu? Dikkatle bakılırsa, ortadaki soyutluk kendini apaçık gösteriyor. Değerli dostlar, elbette aslolan dünyayı değiştirmektir ve kastedilen değişim bir altüst oluşun kotarılmasının işaretidir. Yoksa dünya zaten sürekli değişmekte, hatta değiştirme çabalarından bağımsız olarak, kendi tarihsel ilerleme çizgisindeki devinimle bile değişim geçirmektedir. Ama biz 21. yüzyılda bu değişimi bile tam ve bütünsel olarak, bir altüst yaratacak biçimdeki bir değişimi sağlamaya yarayacak bir sonuç çıkarabilecek şekilde yorumlamaktan uzağız. Başka ifadeyle, yorumu bir kenara bırakıp, aslolanı soyutlamanın peşinde koşuyoruz. Sözgelimi bu gün hâlâ bu güne kadarki insanlık tarihinin sınıf savaşları tarihi olduğu önermesini yinelemek zorunda kalmamız, bu zorunluluğu yürekten duysak bile, bu önermedeki derinliğe inemememiz, bu yorum kısmını bırakıp, aslolan değiştirmenin peşine takılmanın getirdiği bir sonuçtur. Başka bir ifadeyle, takılıp kaldığımız bir sonuçtur. Öyleyse öncelikle dünyanın, doğru yorumlanması, bu yorum üzerinden ne yönde bir değişim gerekiyorsa, o yönde değiştirilmesi gerekmez mi? Bunun için de, yorumlama ile değiştirmenin bir bütün olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Ve bu sözün işaret ettiği noktadaki ağırlığın, değiştirmeyle bağlı olduğunu unutmadan, yorumlamadan ayrı bir değiştirmeyi söz konusu etmemek gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.



Öyleyse, öncekilerin yaptığı gibi, sadece yorumlamakla yetinmek, dünyayı değiştirmeyeceği gibi, sadece değiştirmenin peşine takılmanın da değiştirmeye yetmeyeceğini görmek gerekir. Şimdi bu kısa ahkâm kesme denemesinden sonra, bu hatırlattıklarımı bir yere not ederek, tartışılan ama bir türlü etrafında dönmekten kurtulunamayan bütün kaleleri ile yerleşerek yaklaşan faşizm olgusuna dönelim.

Bu tehlikeye dair paylaşım için asılan ve en başta AKP ile bağlı olan olgunun, iki bölümü var.



Birincisi AKP nin ki, bu da bir olgudur ve kendisine etki eden diğer olgulardan bağımsız değildir ve AKP den söz ederken, diğer olgulardan ayırılmadığının artık algılanması gerekir, açık net ve fütursuzca yaptığı saldırıların dozajı ve önemi; ikincisi, bu saldırıların, açıkça ve fütursuzca ve de azgınca yapılmasına rağmen, görülemiyor olması, en azından gerçek boyutlarının farkına varılamıyor olmasıdır.

Sorun bu iki bölümdedir; sorusu da şudur, bu saldırılar nasıl püskürtülecek, püskürtmek için önce bu saldırıların üstündeki örtülerin kaldırılması ve bu saldırılardan zarar gördüğü için bir nebze farkında olanlar dışındaki kitleye de gösterilmesi gerekmiyor mu?

İşte bu noktada yorumlamak önem taşımaktadır ve henüz bu saldırıların varlığından haberdar olunulmayan bir durumda, bu saldırıların vahameti nasıl gösterilebilir, saldırıların karşısına bir güç nasıl, nereden konulabilinir? Sorusu şekillenmektedir.



Şimdi gelelim, yorumlamalara ki, bu yorumlamalar, tam da bu yorumlama-değiştirme bütünlüğünün ortasına takılmış olan yorumlamalardır, kimi arkadaşlarımız, “AKP nin demokrat olmadığını ama Türkiye’de faşizmin olduğunu da söyleyemeyeceğimizi “ifade ediyor. Bakılan yere bağlı olarak görülenlerle çıkarılan sonucun bu olması kaçınılmaz ama bu (doğru bir yorumlama olsa bile) dünyayı değiştirmeye yeter mi? Yani Nabi Yağcıgilleri, bu bakışı ifade eden arkadaşların deyimiyle geri zekâlılıktan kurtarıp, kitlelerin AKP nin gerçekte ne olduğunu görmesine yeter mi? Bence yetmez ve bence bu yorum da yanlıştır. Çünkü öncelikle AKP nin demokrat olup olmaması önemli değildir, AKP demokrat olsa ne olur, olmasa ne olur? Çünkü emperyalizm, 21. yüzyılda, tek bir kurşun bile atmadan, özellikle de demokratlığı yüce bir işmiş gibi gösteren ve bu misyonu yüklenenler eliyle ülkeleri ve halklarını teslim alabilmekte, dünyalarını değiştirebilmekte, dönüştürebilmektedir. Türkiye’de ise bu, kendini daha hızlı göstermektedir.

Diğer yandan, AKP, bir yanıyla dinci akımların temsilcisidir, diğer yanıyla da, tekellerin ve bu tekeller düzeninin entegre olduğu ve dünyayı kendine göre değiştirmeyi planlayan Emperyalist burjuvazinin temsilcisi ve bizzat AKP başkanının ifadesi ile bu bölgedeki Eş- Başkanlığını yürütmektedir. Bu bir; ikincisi, Türkiye’de, 12 Eylül ile birlikte gelen faşizm, bir yere gitmemiştir. Olduğu gibi durmakta ve daha sağlam bir şekilde, bütün kaleleri sağlamlaştırılarak, yerleştirilmektedir. Ve bu tehdit, sosyalist çözümler olmadan, sosyalist düzenlemelerin etkinliği gösterilmeden tümüyle ortadan kaldırılamaz, ancak geriletilebilir. Bunun için etkin bir demokratik mücadele gerekir. Bu mücadelenin sağlam ayağı ise işçilerdir. İşçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bununla birlikte bütün demokratik örgütlerin canlı ve ayakta olması gerekir. Fakat hepimizin gözünün içine kadar giren gerçeklik, bize işçilerin ve emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin çok cılız olduğunu ama sendikaların varlığının ve standart sendikal faaliyetlerin sürmesinin, STK biçiminde örgütlenen ama devletin birer sivil kanadı olduğu apaçık sırıtan örgütlerin, demokratik örgütlerin ayakta olmadığının, hatta cansız bir portre sergilediğinin üzerini örttüğünü göstermektedir.

Yani Türkiye’ye, 12 Eylül ile birlikte yerleştirilen faşizmi geriletmek için, bu güne kadar faşizmin kalelerini sarma olanağı hiç olmamıştır. Öyleyse, Faşizmin olmadığı şeklindeki yorum da gerçekçi değildir. Görülenlerin eksik yorumlanmasına dayanan bir sonuç yorumdur. Dolayısıyla bu yorum bizi, dünyayı değiştirme eyleminde yanlış noktadan başlamaya itecektir. Yani faşizme karşı “demokrasi” mücadelesine itecektir ki, Nabi Yağcıların da pompaladığı öteden beri budur. Bu yanılsama, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin, hem sadece faşizmi geriletmeye yaradığının, ortadan kaldıramayacağı gerçekliğinin üzerini örtmeye ve bu günkü noktada, bu geriletilmişliği yaşadığımız illüzyonunu yaratmaya neden olacak dolayısıyla bu geriletmeyi olanaklı kılacak yapıyı kuracak olan ayaklardan yoksun olunduğunu da görmemizi engelleyecektir.

Ayrıca, ortaya koyduğu kazancın faşizmi yok etmeyi sağlamak olmayacağı gerçekliğinin üzeri örtülmüş olurken, böylece sürekli bir demokrasi mücadelesi kısır döngüsü ile Faşizmi geriletmek yanında, tamamen ortadan kaldırmayı sağlayacak olan, sosyalist çözümlerin ve faşizmin bütün kalelerini kuşatacak sosyalist düzenlemelerin etkinliği üzerinde durulmamış olunacaktır.

Bunun anlamı şudur, faşizme karşı sosyalist iktidar mücadelesinin öne konulmasını ve ancak bu iktidar ile sağlanacak çözümlerin ve düzenlemelerin faşizmi yok edeceğini gösterecek bir politik mücadele dinamiğinin geliştirilmesinden vaz geçilecektir. Başka ifadeyle, bir illüzyon yaratacak olan demokrasi mücadelesi dinamiği ile hem faşizmin varlığının üzeri örtülecek ve hem de, sosyalist iktidar mücadelesinin üzerine boydan boya demokrasi şalı atılarak, sosyalist demokrasi unutturulacaktır. Bu da, hiçbir zaman gelmesine izin verilmeyecek olan demokrasiyi (burjuva demokrasisi ) amaç haline getirecek ve hiçbir zaman gelmeyecek olan burjuva demokrasisi için mücadeleye hapsolunarak, faşizmin bütün kaleleri ile hazır bir şekilde konuşlanması, hiçbir engelle karşılaşmadan tamamlanmış olacaktır. Böylece faşizme karşı kendini gösteren en küçük bir tehdit, demokrasi görüntüsü bozulmadan sönümlendirilerek bertaraf edilebilecektir. Bu da, faşizmin ki, sözünü ettiğimiz, İslama dayanarak yerleştirilen bir faşizmdir, seçim oyunları ile yani meşruiyet içersinde, mutlak bir çoğunluğa dayanmasa bile, iktidara geldiğini ve baskı gücünü, devlet mekanizmasını eline geçirdiğini görmemizi engelleyecektir.

Ve işte bu şekilde uzun yıllar AKP nin, 12 Eylül faşist rejimini, İslama dayanarak konuşlandırdığını ve AKP’nin temsilciliğinde, baskı gücünün ve devlet mekanizmasının, İslami faşizmin eline geçtiğini göremedik, görenlere ve gösterenlere inanmadık ve hâlâ inanmamakta direniyoruz. Bu, aynı zamanda, olanların, Liberalizmin ekonomik değişim ve dönüşümlerine uygun politik reformları olarak değerlendirilmesini getirmiş; bunun sonucu olarak da, İslami faşizmin baskı gücünü ve devlet mekanizmasını eline geçirmesini engelleyecek olan solun devrimci yığınsallaşmasının yükseltilmesi gerektiğine önem verilmemiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak da, referandum yoluyla, İslami faşizmin konuşlandırılmasının tamamlanması çabalarına yeteri kadar önem verilmemesi ve bu çabaların düzen içindeki yönetici sınıfların iktidar kavgası olarak görülmesi dolayısıyla işçi sınıfının, emekçi halkların çıkarlarından bağımsız olduğu çıkarsaması kolaylıkla hâkim kılınmıştır.

İşte bu, yorumlama ile değiştirme arasındaki uyumu düzenleyecek olan diyalektikten uzaklaşıldığında ortaya çıkacak sonuca somut bir örnektir.

Diğer yandan, kimilerinin dedikleri ise, hem bilgiden, hem de tarih bilincinden uzaktır. Ne diyorlar? Öncekiler, yani “ Kemalistler”, Alevilere ne verdi ki, AKP ne verecek diyerek, bu gün haklı olarak, bazı arkadaşlarımızın, “AKP nin Alevileri buldozer gibi ezdiği, ezenin faşizm olduğu” sözüne itiraz ediyor. AKP yi işin içinden sıyırıyor ve aklamaya çalışıyor. Hem de, AKP nin, Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet mekanizmasının devamlılığı içersinde, en başta Kemalist yüksek kadroların, yüksek komutanlığın eliyle ve devlet mekanizmasının diğer bütün araçları ile birlikte, elbirliği ile hazırlandığının üstünü örterek ve de AKP nin devletin baskı gücünü ve devlet mekanizmasını yine aynı dinamik içersinde ele geçirerek, İslamik bir sivil faşist diktatörlüğün konuşlandırılmasını tamamlamak üzere olduğunu gözlerden uzak tutarak aklamaya çalışıyor.

Bilgi eksikliği şudur, evet Dersim’de bir katliam olmuş olabilir ama bu gün, AKP nin yandaşı olduğunu gizlemeyen, bunun için emperyalist ideolojik ve parasal fonlardan beslenen Açık toplum örgütlenmesinin içinde olduğu aşikâr olan Birikimci Murat Belgelerin ve aynı çizgideki İletişim yayınlarının bile inkâr etmediği gibi, bu katliam, Alevilere yönelik olarak gerçekleştirilen bir saldırının ifadesi değildir. Doğrudur, yanlıştır ya da, haklıdır, haksızdır, o ayrı ama biraz tarih bilgisi olan görebilir ki, buradaki gerçeklik, bu katliamın ya da, Dersimlilere yapılan saldırının, yeni kurulan burjuva cumhuriyetin üniter yapısının, ulus-devlet yapısının ya da merkezi otoritenin yerleştirilmesi, dolayısıyla feodal yapının yıkılması dinamiklerinde ortaya çıkan bir çatışmanın ürünü olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu sorunu, Alevi-Sünni merkezli bir eksene taşımanın ve bunun üzerinden, Kemalizme karşı olan dinamikleri canlandırmanın ama öte yandan, Alevileri, bu kışkırtma üzerinden AKP nin kuyruğuna takmaya ya da AKP nin politikaları karşısında pasif konuma getirmeye çalışmanın bir emperyalist ideolojik saldırı dinamiği içersinde olduğunu görmek de gerekmektedir. Dolayısıyla bu çabalar başarılı olmayınca, Alevilere bir nevi haçlı seferi başlatan AKP nin, bu yöndeki politikalarını haklı ve olumlu göstermenin, bu haksızlığa ve olumsuzluğa dikkat çekenlere itiraz etmenin iler tutar bir yanı olmadığını da görmek gerekir.

Öte yandan bu gerçekliğe dikkat çekmeyi, Kemalistlik ile komünistliği karıştırmak olarak nitelemek, son derece tehlikeli körlüklere davetiye çıkarmaktır. Örnek mi istiyoruz, son referandum seçme saçma yalanlarında kendini gösterdiği gibi, yüksek yargının “dedeler” den emir aldığının ortaya atılarak, Alevilerin üzerinin çizildiği ve hedef gösterildiği gerçekliği yeteri kadar örnek teşkil edebilir. Diğer ayrıntılar ise isteyen herkesin görebileceği mesafededir.

Başka bir yaklaşım da, belki kökü eskiye dayanıyor olabilir ama yine de sorunu çözmeye yaramayan bir yaklaşımdır; yani dünyayı değiştirmeye yaramayan yorumlamadır. o da; kimilerinin, belirleyici olanın “kemalizm denilen vebadan arınmak…” olduğu şeklindeki ifadesidir. Böyle olunca, bir tarafta baskı gücünü ve devlet mekanizmasını tümüyle ele geçirerek, İslami bir sivil faşist diktatörlüğün konuşlandırılmasını ( hem de burjuva devletin devamlılığı içinde yer alan bütün yönetici sınıfların el birliği ile hazırlanıp, güçlendirilerek) tamamlama noktasına gelen AKP ye karşı biriken güçlerin, diğer tarafta yine aynı AKP ye ve arkasındaki, yanındaki güçlere karşı bir güç olarak biriken ve kendisine ihanet ettiğinin farkına vardığı yüksek Kemalist kadrolara da tepkili hale gelen Kemalist potansiyel ile faşizmi geriletecek bir eksende birleşmesinin önü kesilirken, AKP ye ve politikalarına dolayısıyla emperyalist politikalara ve elbette tekellerin düzenine ve de AKP nin konuşlandırmasını tamamladığı faşist 12 Eylül rejimine karşı güçlenerek biriken ama sınıf ekseninden uzaklaşmış olan potansiyelin, faşizmin geriletilmesi yönünde biriken dinamikten saptırılıp, dinci akımlarca ve ABD-AB emperyalizmi tarafından, bütün işçi ve emekçi kitlelerin, elbette sol/sosyalist hareketin püskürtüldüğü gibi, püskürtülmüş olan Kemalizme karşı yönlendirmek başarılı olacaktır. Bu da, emperyalizmin, tekellerin ve bu çerçevede yerleştirilen İslami faşizmin başarısını kolaylıkla tamamlamasını getirecektir. Ve ben bunları ifade ettiğim için, bu ifadelerimin muhatabı olanlar, sadece benim boynuma Kemalistlik yaftası asmak ya da komünistliği Kemalistlikle karıştırdığım suçlaması yanında ulusalcılık yaftası asmak şeklindeki bildik demagojik silaha başvuracaklardır. Olabilir ama ne bunları dediğim için, ne de onlar bu yaftaları astığı için, gerçeklik bozulmadığı gibi, benim sosyalistliğime halel gelmeyecektir. Oysa burada da soru aynıdır, nasıl? Hangi güçlerle ve hangi yöne yönelerek, hangi hedefi vurarak ya da püskürterek dünyayı tarihin ilerleme çizgisi yönünde değiştirecek olan dinamikleri kurabileceğiz?

Ve yine görülüyor ki, doğru yorumlama olmazsa, dünyayı değiştirmek için hangi yönün doğru olduğuna karar vermek zor olduğu gibi, karar verilse de, değişim tarihin ilerleme çizgisi üzerinde olmayacaktır.

Son olarak, yine arkadaşlarım beni mazur görsün, son örneği de kendi ifadelerinden vermek istiyorum ki, şöyle diyorlar ; “Ne emekçi alevi halkı, ne ulusal ezgi altındaki Kürt halkı, liberal demokrasinin tekerleği olmayacaklardır. İşçi sınıfının öncülüğünde emekçi halklarımız mutlaka ama mutlaka sizi, baskı ve sömürü düzeninizi, kurtarmaya çalıştığınız kapitalizminizi alaşağı edecek, tarihin çöplüğüne atacaktır.” Evet, bu doğru ama artık şunu görmek gerekiyor; iktidarda olan, devletin baskı gücünü, mekanizmasını ele geçiren, liberal demokrasi de değildir, tırnak içindeki liberal demokrasi de değildir, hatta hiçbir zaman olmadı; bazı arkadaşların dediği gibi ( gerçi onlar da, liberallere olumlu bir ton veriyor ama bu ayrıdır, ayrılığı şurada; bu dinci akımların önünün açılması, güçlenmesi ve devlet erkini bütün mekanizması ile ele geçirmesi için en başta liberaller cengâverlik yapmıştır ve iktidardaki dinci akımların temsilcilerini zorla liberal olarak göstermiştir. Şimdi, bir liberal, başka bir liberale, ben senden daha liberalim, senin yaptığın liberalliğe sığmaz diyebilmektedir, “iktidarda olanlar, dinci-yobazların” temsilcileridir. Hal böyle olunca ve de, daha çok komünistler, faşist konuşlanmanın tamamlanmasına karşı biriken güçlerden ayırılmak için, ortaya konulan demagojik saldırı karşısındaki savunmaya geçme noktasına geriletilmiş ve bunun sonucu olarak, bazı arkadaşlar, Kemalizm konusunu, Kemalizmin "ne mutlu Türküm diyene" diyen milliyetçiliğin, gericiliğin timsali olmaya ve tüm düzen partilerinin beslendiği otlangaç olmaya indirgemekle, toplumsal dayanaklarını dikkate almamakla istemeden, bu eksende, AKP eliyle ve liberal kimlikle ve sahte sol gömlekle dolaşan devşirme solcuların yardımıyla konuşlandırılmaya çalışılan sivil İslami faşizme karşı biriken güçlerin, faşizm tarafından, yönetici sınıflar arasındaki çelişkinin düzlenmesini ve bu İslami faşizm çerçevesinde kurulacak olan konsensüsü kolaylaştıracak şekilde heba edilmesine kapı açmayı haklı gösterecek bir yaklaşımı savunmuş olmaktadır. Bu yaklaşım, işçi sınıfının öncülüğünü, Alevi emekçi halka da, Kürt halkına da uygularken, Kemalist dinamiklerin içindeki emekçilere dolayısıyla Faşizmi geriletecek olan eksende nesnel ve öznel olarak biriken bütün güçlere uygulamaktan kaçınmış olmamızı getirecektir. Kaldı ki, en başta ifade ettiğim gibi, işçi sınıfının bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün cılızlığı yanında, demokratik kitle örgütlerinin ayakta bile durmadığı, hatta cansız olduğu bir gerçeklik iken, bu öncülükten söz etmek de pek anlamlı değildir. Eğer anlamlı diyorsak, örneğin, Silivri’deki Özbek’in sendikası Türk metalin işçilerini ne yapacağız, DİSK in patronlaşmış sendikacılarının ve sendikalarının tabanındaki işçileri ve elbette Türk-İş in, Hak-iş in tabanındaki işçileri ne yapacağız. İşsizleri, emeklileri ne yapacağız, kadınları, gençleri ne yapacağız? İşçi sınıfının, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerindeki bu cılızlık durumunda, demokratik hareketlenmedeki cansızlığın had safhada olduğu bir durumda, Kemalizmin etkisindeki, CHP nin, hatta MHP nin ve hepimizin gördüğü gibi AKP nin ama daha çok dinci cemaat örgütlenmelerinin içindeki işçileri ve emekçileri nasıl işçi sınıfı öncülüğü temelinde birleştirebileceğiz?

Demek ki hiçbir şey o kadar basit değil ve henüz dünyayı değiştirebilecek dinamikleri oluşturabilecek bir açıklığa kavuşmuş değiliz. Ve işte bunun içindir ki, emperyalist ideolojik saldırı, en çok kozmopolitizm ve ulusal nihilizm noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve benim, bu noktaya çok öncesinden beri dikkat çektiğimi ve her seferinde de, işi Kemalistlikle suçlamaya kadar götürdüklerini ve bunu özellikle de, şimdi Anti-Kemalistliği liberalliğine şemsiye, AKP yandaşlığına örtü ve emperyalizm ajanlığını gizleme aracı olarak kullanan ama geçmişte aynı görev alanı içersinde sosyalist hareketi Kemalizmin peşine takmaya çalışan sahte sol gömleklilerin yapmakta olduğunu herkes görmektedir. Ve bir daha altını çizmeliyim ki, yine de, ne bu dikkat çektiklerimi çürütebilmişlerdir, ne de yaptıkları suçlamalar, astıkları yaftalar, benim ve benim gibi yaklaşanların sosyalistliğine halel getirmeye yetmiştir. Hiçbir zaman da yetmeyecektir. Çünkü ben de, benim dediklerim de çırılçıplak orta yerdedir, onların da ve onların dedikleri de. Ama onların çıplaklığının, Kralın çıplaklığı içinde olduğu artık açıklıkla görülmektedir.

Özetlersek, AKP deyince, AKP ye karşı olan dinamiklerde bile, AKP nin işine yarayacak yaklaşımların ön plana çıkmasının da, AKP yandaşlarının, AKP yi sol bir tonla kabul ettirmeye çalışanların, AKP yi savunma noktasından hareket ederek, AKP karşıtı dinamiklere saldırıyı, Kemalizm ile komünistlerin birbirine karışması temelinde sürdürmelerinin de pek şaşırtıcı olmadığı görülmektedir. Bu, yıllardır, en belirgin olarak 12 Eylül saldırından itibaren, emperyalist burjuvazinin, tekellerin ve 12 Eylül rejiminin ideolojik kuşatmasının sağlamlaşması çerçevesindeki ideolojik saldırı, hep Kemalizm karşıtlığı ekseninde yapılmıştır. Buna en çok Kemalist yüksek kadrolar ve yüksek komutanlık ön ayak olmuş, böylece çelişkiler sınıf çelişkisini örtecek ya da keskinliğini törpüleyecek şekilde, kemalizm karşıtlığına yönlendirilmiş, cemaat dinamikleri ile geriletilen akıllar ve yerleştirilen demokrasi illüzyonu ile kitleler, sınıfsal dinamiklerinden uzaklaştırılarak, oynanan oyunlara ve tepede cereyan eden, bir düzen içi iktidar kavgası gibi görünen çatışmaya seyirci konumuna getirilmiştir.

Böyle bir durumda sosyalist çözümler ve sosyalist düzenlemelerden söz etmek yersiz olmakla birlikte, bu çözümleri ve düzenlemeleri sağlayacak olanın sosyalist iktidar olacağı gerçekliğinden de uzaklaşmamak gerekir. Bunun için de, Türkiye'deki 12 Eylül faşizminin hiçbir yere gitmediğini, aksine bütün baskı gücünü ve devlet mekanizmasını ele geçirerek, kalıcı konuşlanmasını tamamlama noktasında olduğunu görmek; demokrasi illüzyonundan çıkmak, tekellerin ideolojik kuşatmasını yarmak ve sivil-İslamik-faşist diktatörlüğe karşı biriken bütün güçleri, faşizmi ortadan kaldırma perspektifi ile püskürtmek için doğru bir politik hatta yönlendirmek gerekmektedir.

Bu hat üzerinde ve bu hattaki sıcaklığın derecesi ile kitleler, sınıf eksenli bir kaynaşmanın momentine yaklaştırılmalıdır. Bu moment, sosyalist çözümleri ve düzenlemeleri sağlayacak olan sosyalist iktidar yürüyüşünün şekillenmesinin harcını oluşturacak moment olacaktır.

Bu momente yönelmiş güçleri, sen Kemalistsin, sen Özbek’in işçisisin, sen CHP nin, sen MHP nin tabanındasın diye ayırmak mümkün değildir. Adı üzerinde; sınıf ekseni ve sosyalist iktidar yürüyüşünün şekillendiği moment… Öyleyse bu ayrımı, bu momentteki şekillenmenin ve bu momente karşı gösterilen mukavemetin sıcaklığı belirleyecektir. Burada işin büyüğü ve hüner gerektiren tarafı, bu güçlerin ezici çoğunluğunu, işçi sınıfının ve emekçilerin hegemonyasındaki işçi sınıfı iktidarına, sosyalist iktidara taşıma hüneri gösterecek olan ideolojik-politik kadrolara kalmaktadır. Öyleyse, ideolojik netlik ve doğru yorumlama, bu işin temel çizgisidir ve ancak böyle işçi sınıfına, öncü olacağını emekçi kitlelere kanıtlayacak nitelik içerilebilinir. Gerisi ham hayal ve boş lafazanlıktan başka bir nitelik taşımayacaktır.
Dostlarımın alınmayacağını, eleştirel ifadelerimin, devrim çizgisindeki farklılıkları netleştirmeye yönelik olduğunu fark edeceğini ama katılmadığı ve yanlış bulduğu noktalarda eleştirilerini sakınmayacaklarını umarak söyleyeceklerimi burada bitiriyorum.

Fikret Uzun

21-09-2010

2 Aralık 2010 Perşembe

MARKSTA YURTSEVERLİK KAVRAMI ELEŞTİRİSİNE YANIT

Bugünler de YURTSEVERLİK kavramı dillerden düşmüyor” imiş; öyleki, birileri çıkıp, “yan yana gelmesi eşyanın doğasına aykırı olan iki kavramı, yan yana getirerek,” ‘Enternasyonalist olabilmek için, (önce F.U.)yurtsever olmak gerekir’ gibi Marksizm’e aykırı bir tezi, İkinci Enternasyonalin döneklerinin kulaklarını çınlatırcasına öne sürüyor” imiş. Bu nedenle de, daha önce YURTSEVERLİKLE ilgili yazılan bir yazıyla, bu öne sürülenleri çürütmeye ve mahkûm etmeye çalışacakmış.

Bu iddiada bulunan eleştirici, 7–8 sayfa tutan ULUSAL SORUN, ENTERNASYONALİZM, YURTSEVERLİK VE ANTİEMPERYALİZM başlıklı bir yazıda, gözüne kestirdiği küçük bir ifadeyi eleştiri vitrinine koyarak, 2.Enternasyonal döneklerinin kulaklarını çınlatırcasına( bu nasıl olacaksa) Marks’a aykırı bir tezi öne sürdüğümü dolayısıyla 2. enternasyonal dönekleri ile aynı kefeye konulmam gerektiğini kanıtlamak için Marksın, 18. Brumaire yapıtındaki çok küçük bir tümceden hareketle Yurtseverliğin nemenem kötü bir şey olduğunu anlatmaya koyulmuş.
O bölüme geleceğim, ancak önce, Marks’ın,18. Brumaire Çalısmasının ne anlama geldiği üzerine birkaç şey söylemekte yarar görüyorum.
Marksın,18.Brumaire Çalısmasının, 1848 devrimi ile ilgili çözümlemeleri kapsadığını herkes bilir. Engelsin deyişiyle, Marksın,1848den itibaren, devrim dönemini o an için sona erdiren Louis Bonapartın Ocak 1851 hükümet darbesine kadar olan dönemin Fransız tarihini yeniden incelediği bir çalışmadır 18. Brumaire. Ve öncesinde Fransa’da sınıf mücadeleleri çalışması var.

Marks, bu çalışmasının önsözünde, “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel bir gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama hükümet darbesinin tarihsel yapısı, kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına dönüşüyor. Böylece, sözde objektif tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.” Diyerek, bu çalışmanın özünü ortaya koyup, şöyle devam ediyor; “Son olarak, bu yapıtın, bugün, özellikle Almanya'da pek çok kullanılan sezarcılık teriminin artık bir yana atılmasına katkıda bulunacağını umuyorum. Bu sezarcılık deyimi ile yapılan yüzeysel tarihsel örneksemede, işin özü, yani eski Roma'da, sınıf savaşımı yalnız ayrıcalıklı bir azınlığın içinde, varlıklı özgür yurttaşlar ile yoksul özgür yurttaşlar arasında geçerken, halkın büyük üretici kitlesinin çarpışanlara kısaca basit bir basamak meydana getirdiği unutuluyor. Sismondi'nin, ünlü ‘Roma proletaryası, toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor’, sözü unutuluyor.”

Bu çalışmada, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” Diyen Marks, “Tarihin ölülerine okunan bu dualar incelendiğinde, hemen, çok göze çarpan bir fark ortaya çıkar. Camille Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Napolyon, birinci Fransız Devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da, Romalı kılığında ve Roma'ya özgü cafcaflı sözler kullanarak, kendi çağlarının ödevini, yani modern burjuva toplumunun meydana çıkması ve kurulması işini yerine getirdiler. Birinciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve bu kurumlar üzerinde biten feodal bağları kopardılarsa, o, Napoléon da, Fransa'nın içinde, bundan böyle artık özgür rekabetin geliştirilmesini, küçük toprak mülkiyetinin işletilmesini ve ulusun özgür kılınmış sınaî üretici güçlerinin kullanılmasını sağlayacak koşulları yaratırken, dışarda her yerde, Fransa'daki burjuva toplumuna Avrupa kıtası üzerinde gerekli olan çevreyi yaratmak için zorunlu olduğu ölçüde feodal kurumları sildi süpürdü.” Diye devam ediyor.
Yeterince açık, Marksın, Fransa’da sınıf mücadeleleri ve 18.Brumaire çalışmasında Yurtseverliğin Lanetlendiğinin ve enternasyonalizm ile taban tabana zıt olduğunun gösterildiği bir işaret yok. Marksın,18. Brumaire çalışmasında görünen işaretlerden, onun daha sonra geliştireceği genel sisteminin politik iskeletini ortaya koyduğunu anlamak mümkün.
Buna açıklıkla dikkat çeken Engels,18.Brumaire’e yazdığı önsözde şöyle diyor,” …buna eklenecek başka bir özellik daha vardır. Şöyle ki, ister siyasal, ister dinsel, felsefi, ya da tamamen başka ideolojik bir alanda yürütülmüş olsun, bütün tarihsel savaşımların, aslında, toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak, bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesi ile bu gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx bulmuştur. Enerjinin dönüşümü yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa, Marks’a, burada da, II. Fransız Cumhuriyetinin tarihini kavramada bir anahtar hizmeti görmüştür. Ve işte, bu tarih, Marks’ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marks’ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.”
Marks, Fransa’da sınıf mücadelesi çalışmasında ki, bu çalışma da,18.Brumaire çalışması ile aynı özü taşır,” (1848) Haziran olaylarında, mülkiyetin korunması ve kredinin eski haline getirilmesi için, hiç kimse, Paris küçük burjuvazisinden, daha bağnazca savaşmamışlardır. Dükkâncı, müşteri akışını yeniden tesis etmek için barikata karşı yürümüştü. Ve barikatlar devrilip, işçiler ezilince, mağaza koruyucuları zafer sarhoşluğu içinde dükkânlarına doğru kendilerini attıkları zaman, dükkânlarının önünün bir mülkiyet kurtarıcısı ve göz korkutucu mektupları kendilerine uzatan bir resmi kredi memuru tarafından kesildiğini gördüler.” Dedikten sonra, alaycı bir tonda,” Mülkiyetin korunması! Ama oturdukları evler, korudukları dükkân kendi mülkleri değildi diyerek, küçük burjuvaların, işçileri yenerek, kendilerini, karşı koymaksızın alacaklıların ellerine teslim etmiş olduklarını” anlatıyordu.

Lenin ise, bu çalışma için,”1848'den 1851'e kadar Fransa'daki devrimci olayların somut tahliline dayanarak yazılmış olan bu yapıt, Marksist yapıtların en önemlilerinden birisidir. Bu yapıtında Marks, tarihsel materyalizmin bütün temel öğretilerini -sınıf savaşımı ve proleter devrimi, devlet ve proletarya diktatörlüğü teorilerini- daha da geliştirmektedir. Özellikle önemli olan nokta, Marks'ın, proletaryanın burjuva devletine karşı takınacağı tutum konusunda ulaştığı sonuçtur. “ diyor.
1848 devrimi ve Napolyon’un hükümet darbesine kadar geçen tarih dilimi Marks için, daha sonraki siyasal önermelerini geliştirmesi açısından bir laboratuar özelliği taşıyor. Devrimin sürekliliği olgusunda, proletarya diktatörlüğüne kadar ve hatta yeteneğine göre çalışıp, ihtiyacına göre alma ilkesini hep bu laboratuardan çıkarıyor. Yani bu çalışmanın ağırlık merkezi, Yurtseverlik ile mülkiyet ilişkisi arasındaki korelâsyon değildir.

Bunları hatırlattıktan sonra, ilgili bölüme yani yurtseverlik lafzının geçtiği bölüme gelebiliriz;

Hemen belirtmeliyim ki, Marksın, 18.Brumaire çalışmasında,"yurtseverlik mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimidir” şeklinde, Yurtseverliği tahlile yönelik genel teorik bir bakışı yansıtan ifadesi yoktur.
Bu konudaki ifadesi aşağıdaki gibidir ki, buradan eleştiricinin çıkarsaması ve Yurtseverlik üzerine inci dökmesi için yeterli ve gerekli malzeme yoktur.

Marks, çalışmasında bir dizi Napolyonvari fikirlerden söz ettikten sonra ve bu fikirlerin temel olanının ordunun üstünlüğü olduğuna ve ordunun da, küçük köylülerin onur sorunu olduğuna dikkat çektikten ve ordunun, dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları milliyet biçimini yüceltirken, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken, küçük köylülerin kahramanlarına dönüştüklerine vurgu yaptıktan sonra, eleştirici arkadaşın bilerek ya da bilmeyerek eksik, dolayısıyla çarpıtarak, alıntıladığı aşağıdaki ifadeyi kullanıyor. İfade şöyledir ve öncesindeki ifadelerle birlikte ele alınmazsa, üzerine istenilen öznel anlamları yüklemek oldukça kolay olan bir ifadedir. Şöyle; “Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri, imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu ve yurtseverlik, mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi.”

İfade burada bitmiyor, devamı açıklığı tamamlıyor; “Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak zorunda olduğu düşmanlar, artık kazaklar değil, haciz memuru ve tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte'ın Napoléon'un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı, şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi avlamaktan ibarettir ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek, dayak yiyecek.
Görüldüğü gibi bütün "idées napoléonienne", henüz gelişmemiş ve henüz gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin can çekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir.”

Marks, bunları diyor ve eleştirici arkadaşın, yurtseverlik üzerine kendisini tanık göstererek içini doldurmaya çalıştığı tezini dayanaksız bırakmış oluyor.

Diğer yandan, yurtseverlik üzerine yaptığım çalışmada, Marksizm’e aykırı bir tezi ortaya koyduğumu iddia eden eleştirici arkadaşın, iddialarına dayanak olacak ifadeler değil, aksine, dayanaksız iddialarını kabul ettirmek için, zorlama bir eleştiri içine girdiğini peşin peşin gösteren ifadeler mevcuttur. Şöyle diyorum; ”…Kapitalist toplum koşullarındaki küçük çapta özel mülkiyet ise, yurtseverlik anlayışının ekonomik dayanağını oluşturmaktadır. Dış pazarla hiçbir bağlantısı olmayan küçük burjuvazi, tekelci burjuvaziye oranla daha yurtsever eğilimlidir. Küçük burjuva yurtseverliği kısıtlı ve dar görüşlüdür. Küçük burjuvazi, ülkesinin çıkarını salt bağımsızlıkta görür, ülkenin geleceğini dünya devrim sürecinin gelişme yönelimleri ile ve hedefleri ile bağdaştırmaz.” Bu ifadede, Yurtseverliğe, eleştiricinin yüklemeye çalıştığı aşırı tonu ve yüceltmeyi vermediğim apaçık görülmektedir.
Daha başka ifadelerim de var ki, bu ifadelerde de, eleştiriciyi haklı çıkaracak işaretler yoktur ama yurtseverliğe sınıfsal bir bakış açısıyla ve uluslar arası işçi sınıfının çıkarları temelinde bakıldığını, eleştiricinin eleştirisindeki Yurtseverlik çözümlemesinin, zorlama ve nesnellikten de, sınıfsal bakıştan da uzak bir soyutlama olduğunu göstermesi yanında, yurtseverliği sosyalist mücadelenin merkezine koymadığımı ama yurtseverliğin bir veba mikrobu misli ele alınması gerekmediğini de göstermektedir. Dediğim şudur; “Kapitalizm, üretici güçlerin gelişimine engel olmaya başladığı zaman, toplumun çıkarlarıyla çatışma noktasına gelmiştir. Üretim araçlarındaki özel mülkiyet ve tekellerin siyasi egemenliği, hem toplumsal hem de, ulusal açıdan uzlaşmaz karşıtlıkların belirmesine yol açar. Ulusal baskının, milliyetçiliğin ve kozmopolitizmin temelinde yatan nedenler işte bunlardır.”
Devamla “Açıkça görüldüğü gibi, işçi sınıfının içinde bulunduğu ekonomik durum, onun özgürlüğe kavuşması için gerekli koşullar ve onun sınıfsal düşmanları ulusal değil, uluslararası bir karaktere sahiptir. Bu nedenle işçi sınıfı ülkesinin gelişme yönelim ve hedeflerini, dünya sosyalist devriminin başarılarına bağlı olarak ele alır. Öyleyse, küçük burjuva yurtseverlik anlayışının sürdüğü kapitalist toplumda, tümüyle öznel etmene (ideolojik çalışma) bağlı olarak verilen yurtseverlik ve enternasyonalizm eğitimi yeni tip bir yurtseverlik anlayışı kazandırmaktadır. İşte komünistlerin, sosyalistlerin yurtseverlik anlayışını bu temelde ele almak gerekir.
Bu nedenle yurtseverlik, enternasyonalizmle çelişmediği gibi, onu tamamlamaya yöneliktir. Daha da açıkçası bu temeldeki yurtseverlik anlayışı, bin yıldır kendi kendine evrilen küçük burjuva yurtseverlik anlayışını emperyalizmin, tekellerin milliyetçiliğinin, kozmopolitizminin peşine takılmasını önleyerek, emperyalizme karşı sosyalist devrim mücadelesinde uluslararası işçi sınıfı hareketine yakınlaştırır. “ şeklindeki ifadelerimle de, Yurtseverliğin enternasyonalizmle bağını ortaya koyan gerçekliğin işaretlerini vermeye başlıyorum. Daha açığı, küçük burjuva anlayışını olumsuzlayarak, onun emperyalizmin çıkarlarının peşinde sürüklenmesinin önüne geçilmesinin öneminden ve gereğinden ve de bunun, emperyalizme karşı küçük burjuva reformist mücadeleden ayırıp, uluslar arası işçi sınıfının sosyalizm için emperyalizme karşı verdiği mücadeleye yakınlaştıracağından, daha doğrusu bunun, politik mücadele açısından öneminden söz etmiş oluyorum. Buradan da, yurtseverliğin bir teorik çerçevesi olmadığı, tümüyle politik ve pratik bir çerçeve içinde ele alınması gerektiği öne çıkartılmış oluyor. Yaptığım budur. Buradan da, sosyalist iktidar mücadelesini, yurtseverlik temeline oturtmadığım açıkça görülmektedir.
Diğer, ifadelerimde de, eleştiricinin eleştirisini haklı çıkaracak nitelemeler yoktur. İşte bir tane daha; “Enternasyonalizmle bağlı yurtseverlik, uluslararası işçi sınıfının temel çıkarlarını ve son hedefini yani komünizmin dünya çapında muzaffer kılınmasını gözetir. Komünistler, yurtseverliğe enternasyonalizm eğitimi çerçevesinde yaklaşmalıdırlar. Bu eğitimin temel hedefi, geniş halk kitlelerine, kendi ülkelerinin, kendi uluslarının dünya kurtuluş hareketi içindeki yerini ve rolünü göstermek, kendi ülke ve uluslarının uluslararası işlevinin içeriğini tanıtmak ve onları bu işlevi yerine getirmek üzere toplamaktır.” Diyorum. Burada da, Yurtseverliği, sosyalist mücadelenin merkezine koymadığım çok açıktır.
Bununla kalmıyorum ve “Burjuva milliyetçiliğine karşı, enternasyonalist mücadele, ulusal düzeydeki süreçler ile toplumsal süreçler arasındaki bağımlılığın kavranması temelinde yürütülmelidir. Halkların, kendi yurtseverliklerinin, emperyalizme karşı savaş temelinde ve birbirinin dayanışmasını sağlamaları gerektiğini anlamalarının pekiştirilmesi yönünde yürütülmesi gerekmektedir.
Sözünü ettiğimiz antiemperyalist mücadele, emperyalist ülkelerdeki küçük burjuva demokratik muhalefeti değildir. Bu muhalefetin özünün gerici ve reformcu olduğu açıktır. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin, emperyalizme karşı sosyalist devrim mücadelesini bu küçük burjuva reformcu muhalefetle karıştırmak ciddi bir yanlıştır. Kautsky’nin en önemli anti-Marksist çıkışı da buradadır. “ diyerek Yurtseverlik ile antiemperyalist mücadelenin bağını enternasyonalist çerçeveden ele aldığımı ve bunun bir sınıfsal bakışın ürünü olduğunu gösteriyorum.
“Yurtseverlik, tümüyle politik bir yaklaşım biçimidir. Bunu milliyetçi ideoloji ile karıştırmak demek, emperyalizmin kozmopolitizm ve ulusal nihilizm çabaları şeklinde bir at gözlüğü daha edinmek demektir. Takdir edilmelidir ve hiç kimsenin öznel olarak ciddiye alıp almaması önemli değildir ki, yurtseverlik nesnel bir olgudur. At gözlüğünden vazgeçilemediği için görülemeyen, yurtseverlik köşeye sıkıştırılmaya çalışılırken, her çeşit milliyetçiliğin açığa çıkartılmaya ve biriktirilmeye çalışıldığıdır. Bu oyunun yönetmeni de, yapımcısı da tekellerdir. Ve yurtseverlerin, Kürt halkı ile kardeşliği ön plana çıkartırken, yurtseverliğe vurgu yapmasının ne demek olduğunu da sanırım at gözlüğü nedeniyle göremiyoruz.” Bu ifadeler de bana aittir ve daha başka ne söyleyeyim dedirtecek türden açıklık taşıyan ifadelerdir.

Ayrıca, 1969 yılında toplanan komünist ve işçi partilerinin uluslararası danışma toplantısının sonunda kabul edilen ‘Emperyalizme Karşı Savaşımda Görevler’ başlıklı karar ile ,“Her komünist partisi, eylemleri açısından kendi işçi sınıfına ve halkına ve aynı zamanda uluslararası işçi sınıfına karşı sorumludur. Her komünist partisinin ulusal ve uluslararası sorumlulukları, ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Marksist-Leninistler, hem yurtsever, hem de enternasyonalisttir; hem ulusal dar kafalılığı, hem de ulusal çıkarların önemsenmemesini, küçümsenmesini ve hegemonya çabalarını reddederler." Şeklinde ortaya konulan önermede ifade edilenler de yeterince açıktır.

Diğer taraftan, bir yandan işçilerin vatanı yoktur şiarına sıkı sıkı sarılınırken, diğer yandan Diyarbakır vatanına sarılmak misli, bir taraftan Yurtseverliği veba mikrobu misli lanetleyip, Yurtseverlikten söz etmeyi günahların, dönekliklerin en büyüğü saymak, diğer taraftan Kürtler üzerinden yurtseverliğe sıkı sıkıya sarılmak, iki yüzlülük değil ise, emperyalizmin ideolojik saldırısı ile uyumlu bir ideolojik şaşırtma içinde olunduğunun göstergesidir.

Ezen ulusun emekçilerini, Yurtseverliğe karşı Ulusal nihilizmin ve kozmopolitizmin kapanına kıstırmak için, haçlı seferine kışkırtmak da, ezilen ulusun emekçilerinin yurtseverliklerini kabartmak da emperyalizmin dinamiğidir.
Ve ayrıca bu şiarın yani işçilerin vatanı yoktur önermesinin, tek başına ele alınmasının sakıncalarını Lenin daha 100 yıl önce anlatmıştır. İkna olunmazsa manifestoya bakmak yeterlidir. Marks ve Engels’in manifestodaki söylemi iki parçalı bir bütündür. Ve Lenin her fırsatta başka yerlerde de işçi sınıfının uluslararası hareketinin ikili karakterine vurgu yapmaktadır. İşçi sınıfının temel görevi ulusal kendi kaderini tayin hakkını savunmak değildir, onun temel görevi, işçi sınıfının uluslararası hareketinin güçlenmesi için mücadele etmektir.

Adı üstünde ,“sorun” ki, hala sorun olarak devam etmektedir, ulusal sorun, Marksizm-Leninizm’in, en fazla kafa karıştırdığı halde, en fazla ihmal edilmiş alanlarından birisi olmaya devam etmektedir. Eleştiricinin eleştirisindeki zorlamayı da, bu alanın yeterince bilgi ile derlenilememiş ve bu ihmalin üstesinden gelinememiş olmasına bağlıyorum.

Ama bir önceki eleştirisinde, barış içinde bir arada yaşama politikalarının Lenin’e dayandığını ama Lenin’in yaklaşımının, Hruşov’la birlikte Sovyet sosyalizminin genel teorik yaklaşımı içine sokulan barış içinde bir arada yaşama politikası ile tümüyle farklı olduğunu vurgulayarak bu gerçekliği dile getirdiğim halde, Lenin’i sınıf uzlaşmacısı yaptığımı vaaz ederek kendisinin daha fazla Leninci olduğunu kanıtlamaya çalışan eleştiricinin bilgisizliği, bu kadar değil, Lenin’in açıklıkla ve önemle üzerinde durduğu Marksizmin kurucularının Manifestodaki “işçilerin vatanı yoktur” önermesine o da takılı kalmış. Oysa bu önerme, iki parçalı bir önerme olup, bir birinden kopuk ele alınmasının son derece yanlış olduğunu Lenin,100 yıl önce ortaya koymuştur. Bunu da anlattım ve bunu böyle anlattığım için de, 2.enternasyonalin döneklerine benzetilmesem de, hala moda olan, ulusalcı yaftasını yedim.
Lenin, yüz yıl önce manifestodaki, şimdiki sosyal-şovenistlerin pek bir meraklı olduğu “işçilerin vatanı yoktur” önermesinin, devamındaki önermeden ayrılmasının” son derece hatalı olduğuna” vurgu yaparak,” bu iki önermenin gerçek anlamının burjuva milliyetçiliğini reddeden proletaryanın, emekçileri kendisi ile birlikte anti-kapitalist mücadele içinde sürüklemesi ve ulusu sosyalizme götürebilmesi bakımından, proletaryanın ulus içinde öncü sınıf durumuna yükselmesinin zorunlu olduğuna “ dikkat çekerek.“ proletaryanın ancak bu anlamda ulusal olduğunu ve onun sınıf çıkarlarının ancak bu sınırlar içinde tüm ulusun çıkarları ile bağdaştığını” söylemektedir.
Oportünistler, her iki önerme arasındaki bağıntıyı koparırlar ve her birine milliyetçi bir sapma kazandırmaya çalışarak, "emekçilerin ülkesi yoktur" önermesini mutlaklaştırırlar. Diğer eğilim ise sağda kendini gösterir ve "proletaryanın kendisinin ulusu oluşturması" önermesini mutlaklaştırır. Her iki eğilim de, özünde milliyetçi bir sapma olduğu ve gideceği yer eninde sonunda burjuvazinin kampı olduğu halde, sosyal şovenistler bunu kendi oportünist tutumlarını gizleme aracı olarak kullanmaya çalışırlar.
Sosyal-şovenistler kitleleri kandırmak ve emperyalizmin kozmopolitizminin ve ulusal nihilizminin peşine takmak için manifestodaki bu önermeye sıkça başvurmaktadırlar. Egemen emperyalist güçlerin, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında tutabilmek için, diğer halkların emekçilerini ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya çalışmak için kullandığı kozmopolitizm silahının sömürülmekte olan ulusların direncinin kırılması yönünde kullanılması ve emperyalist egemenliğin pekiştirilmesi için, ulusal devlet fikrine sarılmanın anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek üzere çırpınan Emperyalizmin ideologlarının, bilim adamlarının, politikacılarının yanında yer alırlar.
Kozmopolitizm ve ulusal nihilizmin, tekellerin hizmetinde olan emperyalist bir ulusal ideoloji olduğunu kitlelerden gizlemeye çalışırlar. Bu şekilde, komünist partilerinin pozitif temel görevinin, halkların, ulusların değil, her milliyetin proletaryasının kendi kaderini tayinini geliştirme görevi olması gerekliliğini yok sayıp, ulusların kendi kaderini tayin özgürlüğü için mücadeleyi koşulsuz kabul etmenin, her 'ulusal kendi kaderini tayin talebini' desteklemekle yükümlediği anlamını taşıdığını kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa Lenin’in, burada da söyledikleri gayet açıktır. “biz, küçük milletler için, her ne pahasına olursa olsun devlet istemiyoruz." Evet, Lenin, böyle diyor.
Söz Lenin’den açılmışken, Lenin^’in ifadeleriyle birkaç noktaya daha dikkat çekmek yararlı olacaktır.
Evet, ulusların ne çeşitten olursa olsun ezilmelerine karşı mücadele etmeden sosyalist olunmayacağını Lenin,100 yıl önce söylemiştir. Lenin’in işaret ettiği gibi, Kürt sosyalistleri, devrimci demokratları, Türkiye’deki komünistlerden, varsa partilerinden, kendi kaderlerini tayin hakkını yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve savunmalarını istemelidir ve Türkiye’de sosyalistler, komünistler bu hakkı savunmuyorsa şovenisttir.
Ancak yine Lenin’in söylediği gibi, bu hakkı savunmak, hiçbir zaman küçük küçük devletlerin kurulmasını teşvik etmek değildir. Yani bölgede var olan devletlerin parçalanmasına yönelik teşvik edici bir yanı olmamalıdır. Aksine, ezilen ulusun daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel, ekonomik gelişmeye daha elverişli olan büyük devletlerin ve büyük devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamalıdır.
Ve yine Lenin’in 100 yıl önce işaret ettiği gibi, Kürt ulusunun sosyalistleri, devrimci-demokratları, hem Türkiye’nin, hem de Kürtlerin ezilen sömürülen işçi ve emekçilerinin (örgütlenme dâhil),tam bir birliği için mücadele etmelidir.
Ve yine 100 yıl önce ve yine Lenin’in işaret ettiği gibi, Kürtlerin Türkiye’den yasalar yoluyla (daha önce Rusya’da savunulan sözde kültürel özerklik misali) ayrılması fikri, gerici bir fikirdir.
Bu noktada bir parantez açıp, içine, bir soru yerleştirerek asıl konuya devam etmek istiyorum. Gelişmesinin başında, uluslar ve sınıflar, gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, ne için devlete ihtiyaç duymuştur? Ve parantezi kapatıyorum.
Eleştirici arkadaş, bilinçli bir çarpıtma içinde değilse, bilgisizliği nedeniyle Marksın,1848 devrimi ile ilgili çözümlemeleri kapsadığı ve onun daha sonra geliştireceği genel sisteminin politik iskeletini ortaya koyduğu 18.Brumaire çalışmasında, Yurtseverlik üzerine ifade ettiği tek bir cümleden sorunu çözdüğünü düşündüğünü, ya da böyle düşündürtmeye çalıştığını belirtmek istiyorum.
Ama aynı zamanda soruna yönelik bir çözümleme ile eleştiri geliştirmediği de görülüyor. Amaç sadece, yurtseverlik kavram ve olgusu üzerine söz söylendiği için, bu sözün sahibini 2.enternasyonal şovenistleri ile özdeşleştirmek ve bu günkü sosyal-şovenistlerin ali cengiz oyunları misli ideolojik saldırılarına malzeme yaratmak olunca, zorlamanın, sözleri eğip bükmenin sınırı olmuyor.

Eleştiricinin, bir doğrudan bin yanlış üretmek gibi bir hüneri olduğunun da ifadesi olan cümle şöyle başlıyor; “İnsanın en temel ilişkisi, maddi yaşamla girdiği ilişkidir. Bu ilişki, aynı zamanda insanın bilincini de belirler.
Maddi yaşamda ki olaylar ve olgular, zihne akarak, bilinçte yer alır onu etkiler.
İşte insanlarda ki mülkiyet duygusunun nedeni budur.
Ve maddi yaşamdaki insana aykırı faaliyetler sonucu ortaya çıkmıştır. (eleştirici mülkiyet duygusundan söz ediyor.)İçin de bulunulan toplumdaki tüm insana aykırı faaliyetler gibi, özel mülkiyet temelinde gelişen bir toplumsal ilişki olan yurtseverli de, zihne akarak, bilinçte yer alır.”
Ne güzel, toplumu tekil bir sınıfa indirdik ve bütün toplumsal sınıf ve katmanların bilincini aynı yönde geliştirdik. Peki, sınıf bilincine ne oldu? Marks’ın, “insanların bilincini belirleyen, onların toplumsal varlıklarıdır” derken anlatmak istediğine ne oldu? Üretim ilişkisi ile üretici güçler arasındaki ilişkiye ne oldu? Harcanan emekle bunun ürettiği değerler arasındaki bireysel ilişkiyi ortadan kaldırmaya ne oldu? Kapitalizm’de, her yerde kabul gören, kapitalistlerle kavga halinde olan sendikaların duvarlarını da süsleyen, “emek en yüce değerdir” sözüne ne oldu? Bu yurtseverlik, maddi yaşamda özel mülkiyet dürtüsü çok gelişmiş olan küçük burjuvazinin zihnine akan bir şey olmasın sakın! Bu da nesnel bir olgu değil midir? Eğer bu zihne akan yurtseverlik, işçilerin maddi yaşamla girdiği ilişkinin sonucu onun da zihnine akıyorsa, burada nesnel bir durum söz konusu değil midir? Bu bir nesnellik taşıyorsa, zihinlere akan şeyi nasıl durduracağız? O zaman işçilerin sınıf bilincinden ve giderek politik bilincinden söz etmenin ne anlamı kalır? Eleştiricimiz, amaçladığı şeyi yerine getirecek ya yani ağzıma yurtseverlik lafzını aldığım için, biber sürmek misli döneklik sürecek ya; işte bu nedenle olsa gerek, Eleştirisinin sınırlarını aşarak, sapla samanı birbirine karıştırmayı maharet saymış.
Bu karışıklıkla da, çözümü patlatıyor; “Mülkiyet duygusunun ve buna bağlı türevlerinin ortadan kalkması, çok uzun bir tarihsel dönemi içerecektir.” Demeyi ihmal etmemekle birlikte, daha başlangıçta bu türevlere savaş açılmasının bir devrimci görev olduğunu mutlaklaştırarak önümüze koyuyor; “mülkiyet duygusu, insana aykırı faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan, insana aykırı faaliyetleri ortadan kaldırmayı amaç edinmiş Devrimciler için sahiplenilmemesi, karşı çıkılması gereken bir burjuva kavramdır.”diyor.
Buradan hareketle işçi sınıfının devrimci mücadelesini ilginç bir zemine oturtuyor;
“İşçi Sınıfının devrimci mücadelesi, tersine dönmüş dünyada ki, tersine dönmüş ilişkilerin, insana aykırı faaliyetlerin tersini yaratmaya yöneliktir.” Bu nasıl bir, İşçi sınıfının devrimci mücadelesini( sosyalist iktidar mücadelesini) ifade eden anlatımdır? Sormak gerek, acaba önce dünya mı tersine dönmüş, yoksa ilişkiler mi tersine dönmüş! Bu nasıl bir bakıştır ki, hem sözde işçi sınıfı adına Yurtseverliği ve küçük burjuva eğilimleri mahkûm ediyoruz ama hem de, sınıfsal bir pencereden çok farklı bir yerden bakarak lafız üretiyoruz? Bu da yetmiyor, ortada, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ( buna neden sosyalist iktidar mücadelesi demiyor, kendi deyimiyle maddeyi aslı ile bilince neden akıtmıyor, o da ayrı tabii) Yurtseverlik temeline oturtulması gerektiğini anlatan ifadeler varmış gibi,”O nedenle İşçi Sınıfının devrimci mücadelesi, insana aykırı faaliyetlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kavramlar temeline oturtulamaz.
Bu mücadele insana aykırı faaliyetin bir sonucu olarak ortaya çıkan mülkiyet temelinde bu mülkiyet temelinde şekillenen yurtseverlik üzerine de kurulamaz.” Diyor.
Bu ifadelerin neresinden tutup, neresini düzeltmek gerektiği konusundaki karmaşıklığı okuyucuya bırakıyorum. Ancak şunu belirtmekte yarar görüyorum ki, eleştiricinin penceresinden baktığımızda, acemi bir anarşistin hezeyanla sıraladığı laf ebeliklerinden başka bir şey görülmüyor.
Bu laf ebeliklerine karşı tek soru yeter. Aynı pencereden bakarak diyebiliriz ki, DEVLET ‘de, “tersine dönmüş dünyada, tersine dönmüş ilişkilerin insana aykırı faaliyeti sonucu ortaya çıkmıştır ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi bu aykırı faaliyeti de ortadan kaldırmaktır.” Öyleyse, soru şudur, işçi sınıfı, devrimci mücadelesi ile gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, eski devlet mekanizmasını parçalayıp yerine kendi devlet mekanizmasını neden koyuyor? Aynı soruyu yukarıda da sormuştum.“gelişmesinin başında uluslar ve sınıflar, gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, ne için devlete ihtiyaç duymuştur?”
Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden birisi dil bağıdır. Bunu herkes biliyor. Ve ortak Fransız dilini yaratanın, Fransız devriminin geliştirdiği devlet olduğunu da biliyor. Öte yandan Ulusun kendisi de bir bağdır. Ancak, Marksa göre, kapitalizm insanlar arasında bir başka bağ oluşturuyor; sermayenin kontrolünde insanlar, aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin bir birlerine bağlı olduğunu düşünmeye başlıyor ve aynı emek sürecinin birbirine bağlı parçaları olmak, her gün benzer işi yapmak, birbirine benzeşmek, diğer bağları geri plana itme gücü taşıyor. Yani Marks, gelişmenin insanı, üretimle ilgili olan dışında, bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını düşünüyordu. İşte bu, sınıf bilincine bağlı olan sınıf bağıdır.
Ama birinci dünya savaşı patlak verdiğinde, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının davranışları, büyük bir uluslar arası piyasanın oluşmuş olmasına karşın, işçi sınıfının önderlerinin ve işçi sınıfının çok büyük bir kısmının, çok dar bir grup hariç, ulus bağından kurtulamadığını göstermiştir. Yani gelişmiş kapitalist dünyanın işçileri, üretim süreçlerinden doğan bağ yerine ulus bağında takılı kaldılar ve bir birleri ile savaştılar. Bu üzerinde düşünülmesi gereken, üstelik de hala düşünülmesi gereken geçmişte kalan bir gerçekliktir. Hal böyle iken, bu gerçeklik üzerine düşüncesinde tek bir kıvılcım bile taşımayanların, şimdi Yurtseverlik üzerinden felsefe yapması da düşündürücüdür.
Diğer taraftan, ulus bağının gelişmesinde en önemli etken pazarın gelişmesi ve ona koşut olarak dilin gelişmesidir. Böylece dil ortaklaşarak, ulus bağı kuvvetleniyor.
Çözümlemeyi sömürge dinamiği çerçevesinde ele alırsak, ulus bağının güçlenmesinde önemli katkısı olan dilin gelişmesine sömürgecinin engel koyması söz konusu olmadığı görülürken; çözümleme, toprak katma, ilhak ya da işgal çerçevesinde sürdürülecek olursa, temel politikanın, her ne pahasına olursa olsun, ulus bağının doğmasını önlemek olduğunu görürüz. Yani dili yasaklamak ama dili yasaklanan ulusun zenginlerinin ekonomik özgürlüklerine ve yönetime katılma özgürlüklerine hak tanımak esas oluyor.
Burada önemli bir durum ortaya çıkmaktadır. Marksın öngörüsüne göre, Üretim sürecinde yan yana olunduğu halde, ulus bağının geri plana atılmasının gerçekleşememiş olması ve gelişmiş kapitalist ülkedeki işçilerin Nasyonalist davranmaları, bir dünya düzeni kurma projesinin ifadesi olan enternasyonalizmin etkisini yitirdiğinin göstergesidir. Başka ifadeyle ki, bu ifade daha tam ifadedir, dünya düzeni kurma projesinden uzaklaşıldığında, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfının, enternasyonalist davranmalarını beklemek, nesnelliğe gözlerimizi kapamak oluyor. Ancak bu, işçi sınıfının enternasyonalist olma özelliğini ortadan kaldırmıyor.
Böylece, laf ebeliğine mahkum ya da memur edilmiş olanların düşünmek bile aklına gelmediği, bu laf ebeliklerine tav olmayı devrimcilikten sayanların ise, düşünse bile içinden çıkamadığı, birinci savaştaki önderleri dâhil, neredeyse gelişmiş kapitalist ülkelerin işçilerinin tamamının nasyonalist davranmalarını açıklayan cevabı da ortaya koymuş oluyorum. Mutlaklaştırmıyorum, bu güne kadar düşünülmeyenin düşünülmesi için kapı aralıyorum.
Demiştim; ulusal sorun, hala adı üstünde, sorun diye. Ve hala en fazla ihmal edilen alanlardan biri olduğunu da dedim. Üzerinde en çok laf ebeliği yapılan bir sorun olduğunu da şimdi söylüyorum.
Buradan hareketle sosyalizmin diğer tüm bağların üzerinde olan bir bağ olduğunun da, zihinlere akması için kapı açmak istiyorum. Öyleyse, Sovyet sosyalizminin çözülmesi, sosyalist dünyada insanları birbirine yaklaştıran bu bağın gücünün azalmasına dolayısıyla yerini başka bağların almasına yol açtığını da, görülemese bile, düşünmek gerekiyor. Bu da, ulus ve ulusal sorun konusunda, laf ebeliklerinin peşine takılmaktan vazgeçip, sorunu sorun olmaktan çıkaracak şekilde düşünce üretmek ama bunun için de, Sovyet sosyalizminin çözülüşü ile bu sorun konusunda önümüze düşen zengin deneyimleri iyi değerlendirmek gerekiyor. Bir tanesini ben söyledim, bir taraftan güçlü bir ulusçuluk akımı güçlendirilirken, diğer taraftan ulus-devlet dinamiğinden kaçış körükleniyor. Bu da, emperyalizmin milliyetçiliğinin ikili karakterine denk geliyor, işine geldiğinde milliyetçiliğe, işine geldiğinde kozmopolitizme prim veriyor. Buna da, laf ebesi sahte sol gömlekliler, felsefe yaparak katkıda bulunuyor. Hala ihmal edilmeye devam eden ve teorikleştirme çabalarının kendi özgül yapısı gereği zayıf kalan ulusal sorun ise, 21.YY. Marksizmi çerçevesinde Marksizm-Leninizmin üzerine, belki de en önemli tuğlalardan birini koymak üzere çözülmek için ortada duruyor.
Öyleyse, aklına özgürce hâkim olan herkesin, kimin kendi ulusunun başka ulusları ezmesine göz yumduğunu, kimin gerçekte bu zulme, sömürüye, talan ve köleleştirmeye karşı çıktığını, kimin gerçekten hem yurtsever ve hem de gerçek enternasyonalist olduğunu, kimin yurtseverliği milliyetçiliğe batırıp, 2.enternasyonalciliği hortlattığını, kimin işçi sınıfının sınıf çıkarların nereye kadar ulusun çıkarları ile bağdaştığını, nereden itibaren bittiğini göz ardı etmediğini, kimin bunu göz ardı ederek bir taraftan, işçi sınıfının tüm ulusa öncülük yapmasının önüne geçerken, diğer taraftan işçi sınıfını tümüyle ulusal bir çerçeveye sürüklediğini, kimin Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekten Marksist-Leninist temelde savunduğunu, kimin bu kılıf altında, emperyalizmin sömürü, talan ve köleleştirme alanlarını artırma ve pekiştirme çabalarına hizmet ettiğini; kısaca kimin sosyal-şovenist, kimin hem gerçek bir yurtsever ve hem de gerçek bir enternasyonalist olduğunu görmek için bu bölgede ve dünyada olan biteni dikkatle izlemesi gerekmektedir.
Fikret Uzun
02-Aralık–2010