28 Haziran 2010 Pazartesi

TARİHİN KARA LEKELERİNE

Nabi Yağcı ölmüş atı kırbaçlamakla memur edildiğini sanan bir seçilmiş görevli tekelci burjuva ajanıdır. Onun bakmayın söylediklerine, o söyledikleri tekeller tarafından kendisine indirilmiş vahiyler mislidir. Şimdi TÜSİAD derken, farklı konuşur, daha önce TÜSİAD derken, BOYNERİN YENİ DEMOKRASİ HAREKETİNİ konuşur. dün özellikle DİSK’teki uzmanlığı ve TKP’nin gücü ile, DİSK’teki, TİPli, TSİPli sendikaları ve sendikacıları tasfiye ederek, DİSKi ve genel olarak, TKP hareketini CHP üzerinden Kemalistlerin kuyruğuna takmaya çalışmakla Vedat Nedim Törleri aratmazken, şimdi aynı görevi, TBKP ile yarattığı tövbekar ama kendilerine "özgür komünist" diyen müritlerinin yardımı ile Sosyalist hareketten arta kalanları AKP nin kuyruğuna takarak icra etmekte ve bu sefer, ne kadar çok bu kuyruğa takarsa o kadar prim yapacağını bildiği için, kırbaç üstüne kırbaç yıpratmaktadır. Her müridine bir kırbaç şaklattırmaktadır. Yakında AKP kapısına dayanıp, o kadar hizmet ettim artık bir vekillik hediye edin derse şaşırmamalısınız ki, olacağına bakmak lazım:)) ve Nabi gelmiş geçmiş burjuva ajanslar içinde en eğitimlisi ama en çapsızıdır, Aydan Bulutgil bile politik eğitimini Cavlı Çulfaz’dan almışken, o envai çeşit akademilerde eğitim almıştır ama tekeller onu hâlâ tam olarak ve politik olarak adam yerine koymamaktadır. 141-142’nin kaldırılması için kapı kapı dolaştığı, mektuplar yazdığı zaman zaten bu maddeler işlevini yitirmiş yerine başkaları geçirilmişti. Ama Nabi tam bir peygamber edasıyla
(artık tekellerin mi, yoksa müritlerinin mi peygamberidir siz karar verin) tekellerden aldığı vahiy gereği, bu maddelerin yanına 163. maddeyi de demokrasi gereği olarak koymuştur. O zaman da behey Nabi, hadi işlevini yitirse de, 141-142 nihayetinde faşizmin sosyalist harekete koyduğu barajın ifadesidir kalkmasında yarar vardır, zarar yoktur demiştim. Tabii o zaman teknoloji bu kadar gelişkin değildi. Yani bu maddeler ilerlemenin önünde engeldir ama 163. madde dinci akımların örgütlenmesinin (yani tarikatların, şu yakınlarda Rusya’da yasaklanan Nurcuların, bir zamanlar yurt dışına kaçmak zorunda kalan ama şimdi nerdeyse halife olma hazırlığı yapan Fetullah Gülen tarikatının) önündeki engeldir demiştim. Ama dinlememişti tabii. Fakat bu önemli değil, önemli olan Nabi bu tiyatroyu oynarken, cezaevinde de tiyatro oynuyordu, hani şu göklere çıkarılan, ama birçok gerçek anlamda ölümüne yatan devrimciyi Korsakof hastalığının pençesine düşüren ölüm orucu tiyatrosundan söz ediyorum. O tarihlerde, gazete arşivlerini karıştıran görecektir, Diyarbakır zindanları ( şimdilerde birçok bu tiyatrolarda payı olan iki yüzlü sahte solcunun, tövbekâr komünistin müze olmasını istediği zindan) Kürt devrimci demokratları ile doluydu ve sivil halka insan dışkısı yediriliyor ama Türkiye’de demokrasiye geçildiğinden dem vuruluyordu. İşte tam bu sıradadır Nabi’nin tiyatrosu. Tabii akabinde demokrasi aşkına Avrupa parlamentosuna görünüm vermek üzere Nabi özgürlüğüne kavuşmuş ama 141 -142 bir süre daha kaldırılmamıştı ki, zindanlar bu maddeden yatan siyasi mahkumlarla, tutuklularla doluydu. O nedenle anti parantez, Nabi’yi Kürtler hiçbir zaman ciddiye almamışlardır. Akıl taşıyanlar zaten almıyorlar. Geriye onu peygamber zanneden ve peşinden giderlerse kendilerine de nur yağacağını zanneden, 163. maddenin kaldırılmasının yüzü suyu hürmetine, en kral tarikattan taltif bekleyen müritleri kalmıştır ki, onların sayısı da her geçen gün azalıyor. Çünkü Nabi’nin elinde kırbacından başka bir şey kalmamıştır. O da atın öldüğü anlaşıldıktan sonra işe yaramayacaktır. Kalan müritleri de, ellerindeki Nabi’nin verdiği kırbaçlarıyla kala kalacaktır. Atilay Nabi ne yapıyor diye sorular sıralamış. Onları yapmasına ne gerek var. Daha ne yapsın, hiç çaktırmadan ki, birçok kişi hâlâ o kongrede takılıdır, Mustafa Suphi tezleri cilası ile o kongreyi meşru tutmaktadır, tıpkı, Kruçev’in, Gorbaçov’un yaptığı gibi, yolumuz Marks’ın, Lenin’in yoludur diye diye TKP’yi sıvılaştırmış, kalan komünistleri TBKP ye kilitlemek istemiş, kilidi kırıp kaçanları, TUSTAV a hapsetmeye çalışmış, biz şimdi ne yapacağız diyenleri, ÖDEP’e göndermiş, yanında kalan çok az kişiyi de, günde beş vakit AKP nin, ondan önce Özal’ın, zaman zaman Demirel’in, bazen de SHP nin mescitlerinde duaya götürmüş, hepsinin beynini yemiş ve şimdi emekli olmayı beklemektedir. Daha ne yapsın sevgili Atilay, belki sevgili Abidin’in kanser olması, hatta İsmet abimin kalp krizi geçirip aramızdan ayrılması bile onun bu işçi sınıfı içindeki en sinsi, sosyalist hareketi tasfiye etme çabaları nedeniyledir. Baş edemediler çünkü bu kadar çapsız bir adamın peşinden, çaplı zannedilen bir çok insan evladının gitmesini çözemediler. Halbuki ben ne zamandan beri söylüyorum, Nabiler, her biri birer AZAP ZEBANİSİdir. Hani Osmanlı da, ganimeti önce kapmak üzere ve yalnızca bu ganimetle motive olarak öncü olarak düşman bahçesine saldıran elleri palalı zebaniler vardı, ama ortada ganimet olmadığını ve olsa da pek kolayca ulaşılamayacağını anlayınca gerisin geri kaçarlar ve Osmanlının süvarileri ile karşı karşıya gelirlerdi. İşte o misli zebanidir Nabiler. Ama ne yazık ki, onları o ganimetin peşine, onun genel sekreterliğinden bir şey uman ve İ.Bilen yerine artık ona KUTLU yoldaş çok yaşa diyen parti üyeleri göndermemişti, şimdi türlü tiyatrolarla Nabi’nin boşluğunu doldurmaya hazırlanan suç ortakları idi gönderenler ve onunla birlikte önden gidenler. O nedenle, Nabiler bu suç ortakları ile, geri kaçarken, onların ne menem insanlar olduklarını bilmeden, TKP’nin liderleri diye güvenerek peşlerinden gidenleri kılıçtan geçirmişlerdir.


Sorun ona; ama soramazsınız, müritler soru soramaz, o bir taraftan kendine yakın kadroları (şimdi hepsi müritleridir) kaçırırken, hatta parti okullarına topluca gönderirken, şimdi yüce gökün kollarına uçan Çağatay Günel’e tam da mayıs öncesi TKP operasyonunun başlayacağı enformasyonunun alındığını Aydan Bulutgil açıklamışken, partinin gizli belgelerini, mikro filmleri filan neden emanet etmiştir. Ve hadi emanet etti, Çağatay Günel de, belki karısından filan ayrılamadı kaçamadı, neden o belgeleri polise kaptırmak üzere zulada bekletti. Çağatay Günel, Şeyda Talu’nun ağabeyi, Erdal Talu’nun da kayın biraderidir ve partide MKya GİDEN BASAMAKLARI hızla ve aniden, kendisinin bile şaşırdığı, şekilde tırmanan ve sevinçten ve şaşkınlıktan yaşadığı heyecanını, boğazda bütün MK KOOPTÖRLERİNİN KATILDIĞI BİR YEMEKLE YATIŞTIRAN birisidir. Poliste anlattıkları ise, Fakir Baykurt’un acıklı öykülerinde parçaladığı edebiyatı bile sollayacak mislidir. Daha düne kadar, yani ZÜLFÜ DİCLELİ’NİN komünistleri azarlayarak, SOSYALİZM MOSYALİZM BİTTİ dediği TBKP sempozyumunda, konuşmaları ve Nabi’ye en yakın arkadaşından gelen ( Rasim Öz) zehir zemberek eleştirileri şaşkınlıkla dinleyip, biz bunları bilmiyorduk derken, birden bire ne oldu da Nabi severliğiniz başladı. Bu Nabi severliğiniz nedeniyle bir aile skandalına neden olacak kadar kendini küçültenlerin sahte komünist gömleklerinin önünde eğilmeye başladınız. Bunu bir düşünmelisiniz sevgili Atilay. Nabi YAĞCI, DÜN NEREYE BASIYOR İDİYSE, BU GÜN AYNI YERE BASMAKTADIR. ONUN BUGÜN BASTIĞI YERİN NERESİ OLDUĞUNU GÖREMEYEN KALMAMIŞTIR. KALSA KALSA SİZİN GİBİ BİRKAÇ MÜRİT VE KAFAYI YEMİŞ BİR KAÇ AHMAK DIŞINDA, NABİ’NİN PEYGAMBERLİĞİNDEN VE ONA MÜRİTLİK ETMEKTEN PRİM BEKLEYEN AYNI MAYADAN OLAN SAHTEKÂRLARDIR.
O nedenle ben tekellere, emperyalist burjuvaziye karşı sınıfsal kinimi sınıf mücadelesinin ve burjuva ideolojisi ile mücadelenin gereği olarak canlı tutarken, bu gün Nabi gibi, tekellerin ve emperyalist burjuvaziyi benimsetmeye çalışan sahte komünist gömlekli, devşirme solculardan tiksinti duyduğumu üstüne basa basa söylüyorum ve ek olarak da onun peşinden bir mürit misli gidenlere de zavallılar olarak bakıyorum.
Ve Nabiler, tekellerin emrindeki ve gözetimindeki, kırbaçlayarak canlandırmaya çalıştıkları ölü attan çok daha ölü birer çapsız ideolojik silahtır diyorum. Bu ideolojik silahların artık cephanesi kalmadığını tekeller de görmüştür ve yerlerine yenileri geçsin diye mülakat almaya başlamıştır. İşte bu nedenle şimdilerde 1973’e kilitlenmiş, o zaman üretilen program ve tüzüğe gönderme yaparak, Nabi’nin boşluğunu doldurmaya soyunanlara direkt sesleniş ifadesi olan İÇİNDE KOMÜNİST OLMAYAN KOMÜNİST PARTİSİ OLMAZ, ÖYLE OLACAKSA, PARTİSİZ KOMÜNİST OLMAK YERİNDEDİR sözünü ÖZDEYİŞ olarak tarihe not düştüm.
Ve evet, bırakalım Nabileri de, işimize bakalım, çünkü artık Nabiler ölmüş at mislidir. Bu saatten sonra ölmüş ata tekme atanlar da pek inandırıcı olmaz. Ama Nabi gibilerin, işçi sınıfı içindeki, emekçi halklar içindeki oportünist oyunlarını deşifre etmekten, boşa çıkarmaktan vazgeçmeyeceğimizi de herkes bilmeli. Bir taraftan Nabi ile neden uğraşıyorsunuz, onun ne olduğu belli derken, Nabi’nin dediklerini peygamber kelamı misli sağa sola saçanlar da kendilerini kurnaz zannetmemelidir. Artık kimsenin bu oyunları yiyecek sabrı da, akıl tutulması da kalmadı. Kalanların sayısı bellidir, İzmit’te AKP panelinde AKP’lileri bile toplayamayan birkaç mürit ile SAKARYA da kalabalık görünsün diye kim var, kim yok toplayıp da ummadıkları yerden sıkıştıran sorular gelince ULUSALCI bunlar suçlaması ile birkaç kişiyi zaptı rapta alacağını zannedip, soru soranların onlarca olduğunu ve nerdeyse salonun üçte birini boşalttığını görünce, şaşkınlıktan paneli de kapatan, ama hakkını yememek lazım ki, daha fazla AKP’Lİ toplamışlardır, birkaç “özgür komünist” . Hepsi bu. Ve behey müritler, size ne oluyor, Nabi AKP nin siyaset akademisinde, işçi sınıfına ve emekçilere bu toprakları zindan etmek için kurulmuş, komünizmle mücadele örgütlerinin ardılları ve en tepelere tırmanmış kadrolarına sol ton vererek prim üstüne prim yaparken, sizlere ne oluyor, siz de AKP’den medet bekliyorsunuz. Onun için mi, Nabi’nin dağıttığı kırbaçları ölmüş ata sallayıp duruyorsunuz. Artık tekellerin nezdinde Nabi’nin son kullanım tarihi dolmuştur. İyisi mi, kırbaçları Nabi’ye iade edin, köşenize çekilip, onurunuzla torunlarınıza “bir zamanlar kartaldık” hikâyeleri anlatmaya hazırlanın. Hemen olmaz tabii bunun için biraz Kemal Tahir okumanız gerekebilir.
Nabi’nin boşluğunu doldurmak için hazırlık yapan "TKP YAŞIYOR SAVAŞIYOR" cularla, ittifak halinde TBKP güzellemesine soyunmuştu ama kayaya toslamış gibi, tasını tarağını topladı gitti. Ama olan olmuştu, Nabi’ye Likidatör diyenler, bunun için midir bilinmez ama ona fikir değiştirdiği için saygı duyduklarını bu vesileyle ifşa etmiş bulunmaktadırlar. Ben bu ifşaatların dudaklarına asılı durduğunu çok önce ortaya koymuştum.

Aklı kendine ait arkadaşlara verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dileyerek ama onların anlayış göstereceğine inanarak bitiriyorum. Saygıyı hak eden herkese saygılarımla.

Fikret Uzun
28.6.2010

25 Haziran 2010 Cuma

GÜN, TARİHİN İLERLEME ÇİZGİSİNİ SOSYALİZME DOĞRU HIZLANDIRMA GÜNÜDÜR

Yazılarımdan biriyle ilgili olarak görüş bildiren arkadaşım, görüşünü şöyle dile getiriyordu, "Tarihin geriye götürülmesi önündeki tek engel ordu, konusu ve geriye gidişin engellenip oradan sıçrama yapılması konusu biraz kafamı karıştırdı." Açık yüreklilikle dile getirdiği bu noktada haklı olabilir. Ama konuya mutlak bir teori bazında bakmayıp, bugünün pratiğinin zorladığı bir nesnellik olarak ele alırsak, ne demek istediğimden ziyade, ne dediğim çok daha net anlaşılacaktır.
Buradan, başka bir yere ulaşmak da mümkündür, bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi var ve nesnel olarak da, genel teorik yaklaşım olarak da, belirleyiciliği tartışılmaz. Ama bu belirleyicilik, tüm nesnelliğine rağmen, görülemiyorsa ve bu görülememe durumunda temel etmen, ideolojik saldırı ise, üstelik diğer tüm çelişkileri bu çelişkiye bağlamak yerine, bu çelişkilerin, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmek için kullanılan bir dinamik oluşturulmuşsa, bu noktadaki dinamiği kırmak için ideolojik mücadeleyi sertleştirmek gerekecektir. Ama yine de sorun bitmiyor. Bu ideolojik mücadelenin önünü tıkayan ve tümden kapatmak isteyen başka bir dinamik var; o da, toplumun edilgen hale getirilmesi ve bu nedenle, bunun dışında kalanlara uygulanan ideolojik ve psikolojik kuşatma harekâtının daha sert ve sinsi oluşu nedeniyle, ideolojik mücadeleyi sürdürecek alanın darlığı ve kuşatılmışlığı söz konusudur.
İşte bu alanın açılması için, bütün çelişkileri emek-sermaye çelişkisine bağlarken başvuracağımız yöntem, ideolojik mücadelemizin sivri ucunda duran tarafın alanını daraltmak ama bizim hareket alanımızı genişletmek için, nesnel olarak onun alanında bulunmayan güçleri ondan yalıtlamayı gerektirmekte, bizim alanımızı genişletebilecek olanları bizim alanımıza çekmemizi gerektirmektedir.
Bu zor görünse de, bizim elimizde, düşüncemizde diyalektik bir mantık olduğu sürece bu zor olanı hem kolaylaştırıp ve hem de güç haline getirmemiz mümkündür. İşte ben buna politika sanatı diyorum ve hatırlatmam gerekirse bunun ideolojik mücadele zemininden yükseleceğine dikkat çekiyorum ve elbette nesnel olanla bağlı bir teoriyi de içermesi gerektiğine hep vurgu yapıyorum.
İşte ordu meselesini bu temelde ele almak gerekmekte ve ordunun burada oturtulacak yerini belirleyenin mutlak bir teori değil, pratiğin dayattığı zorlamanın ortaya çıkardığı teorik yaklaşım temelinde ve elbette nesnellikten kopuk olmayan bir gerçeklik içinde, meydana geldiğini görmek gerekmektedir.
Daha açmak gerekirse, kapitalist bir rejimde, hele ki tekelci düzenin hâkim olduğu ve hiçbir nesnel tabanı olmamasına rağmen, kendine taban yaratmanın dinamiğine de sahip bir rejim koşullarında, elbette ordu tekellerin, tekelci düzenin ve bizim ülkemize has olarak da, emperyalizmin, daha çok ABD emperyalizmin alanında yer alacaktır.
Ama buna rağmen, birçok ülkede zamanında sosyalist devrimler ordu ile kotarılmıştır. Yani sadece Rusya’da çarın ordusunun cephede savaşanlarıyla, küçük burjuva unsurları da taşıyan alt kesimlerdeki yönetici rütbelerin çarın yüksek komutanlığına karşı çıkması değildir tek örnek.
Ama burada sözü edilen orduyla sosyalist devrim yapmak değildir, orduyu devrimci mücadelede, bu mücadeleyi bastıracak güç olarak serbest bırakıp, öteki alanın içine hiçbir kitle baskısı almadan (hem kendi tabanından, hem de halktan) rahatlıkla geçmesine daha geniş kapı açmamaktır. Aksine o kapıyı kapamak için var güçle çalışmaktır. İşte politik hüner budur. İşte diğer çelişkilerin asıl belirleyici olan çelişki ile bağı bu noktadadır.

Özetlersek, yazının bütününde yapılan vurgu, kapitalist dünyanın hem daha çok zenginliğin üzerinde oturmak, hem de krizlerine her daim çare bulmak için, gelişen ve değişen koşullarda işçi ve emekçi kitlelerin hem daha çok sömürülmesi, hem de bu sömürüye daha çok sessiz kalması ve bunun için emperyalist kapitalizmin kuracağı, ya da kurduğu dinamiğedir. Bu elbette, kapitalizmin yerini sağlamlaştırdığından beri dayandığı ama bu denli başvurmak zorunda kalmadığı bir dinamiktir. Şimdi başat olarak başvurması gereken bir dinamiktir. O da, dini bütün yaşama uygulamak, edilgen bir sömürülen kitlesi oluşturmak, bütün sorunların çözümünün cennete ya da cehenneme endekslenmesini hem kafalara kakmak ve hem de bunu ekonomik yapının üzerinde hukuksal olarak yerleştirerek yapmaktır.
İşte bize yansıyan da aynı dinamiktir ve ordu eliyle bu dinamik yerleştirilmiştir ama yine de nesnel koşulların onlara dayattığı zorlama ile orduyu tasfiye etmeleri ya da kendi alanına aldıklarını artık ilan etmeleri gerekmektedir. Burada nesnel pratiğin dayattığı zorlama, ordunun bu dinamikte karşı durma zorunluluğu, bu dinamiğin hepsini kendi dayandığı ideolojiye dayandırarak yarattığı içindir.
İşte politikanın hüneri bu noktadadır. Ordunun zorunlu olarak dayandığı Kemalistler ve ulusalcılar bu dinamikte ordu ile tekelci düzenin kendi dinamiği arasında bir köprü değil bir engel durumundadır. Oysa Kemalistler de, ulusalcılar da özünde bu düzenin alanındadır. Öyleyse onları hem orduya sahip çıkmaya ve onun öbür alana geçmesini ilan etmesini engellemeye ve hem de, pek de ayrı olmadıkları alanda hareket eden iktidar ile çatışmaya iten nesnellik nedir diye sormak gerekmektedir.

O da, emperyalist kapitalizmin hâkim güçlerinin dünyayı ve elbette bu bölgeyi tarihin gerisine götürme dinamiğidir diye cevap vermek mümkündür. İşte politikamızı böyle ilerletiyor, devrimci mücadelede tekelci düzenin içindeki diğer çelişkileri bu noktalardan, emek -sermaye çelişkisine bağlamaya çalışıyoruz.
Ve tabii burada başka ve önemli bir diğer etmen de, bu Kemalist ve ulusalcı olarak bir alan yaratmış olanların, bu yarattıkları alanın zorlamasıyla da, muzdarip olduklarını göz ardı etmemek gerekmektedir.
Öte yandan, sınıf çelişkisinin, emek sürecinin belirleyiciliğine rağmen, işçi ve emekçilerin hafıza kaybı içinde olması, tümüyle olmasa da ezici olarak bu edilgenlik dinamiğine hapsolmuş olması, bu çelişkinin keskinliğini ve belirleyiciliğini örtmekte ve haliyle sınıf mücadelesinin keskinleşmesi gereken nesnel bir alanda sessizlik hâkim olmaktadır. Bunda sendikal örgütlenmenin yapısının da payı fazladır. Öyleyse, bu çelişkinin ve sınıf savaşımının keskinleşmesi için bu noktalardaki çelişkileri ve bu çelişkiler üzerinden gelişen güçleri sınıf hattına yönlendirmek, bu güçleri karşı tarafa terk etmemekle mümkündür. Yine demiştim ki, nihayetinde onları temsilen var olanlar, aynı zamanda tekelci düzenin alanında olduğunun da farkındadırlar. Dolayısıyla, bizim işimiz bu güç potansiyelinin tepe noktalarındaki temsilcilerle değildir, onlarla masaya oturmak da değildir, ama onların bu mevziiyi bırakmaması için, tabanlarının yanında olmak gerekmektedir. Bu da ideolojik saldırının yarattığı kuşatmayı yarabilmemize olanak sağlayacak ve bu güçleri diğer alanın daralmasında seferber etmeye, belirleyici olan çelişkinin keskinleştireceği sınıf hattında biriktirmeye kanal açacaktır. Kolay mıdır? Elbette hayır. Zor mudur, politikanın hünerine bağlı olarak kolaylaşabilir.
Geçelim diğer kafa karıştıran noktaya… Arkadaşımız iletisinde; "Geçmişteki toplumsal ilerleme, UDD veya şimdiki sip tkp nin, ya Osmanlı ya cumhuriyet demesi meselesini çağrıştırdı. Oysa Marksistlerin yapması gereken iş başka diye düşünüyorum." diyor.
Bunu iki ayrı temelde ele almak istiyorum. Birincisi, bugün ya cumhuriyet, ya da yeni Osmanlı yaklaşımı ile UDD yaklaşımı ilkede aynı olmakla birlikte, hem teoride, hem de pratikte aynı değildir. İkincisi, SİP-TKP nin böyle yaklaşım göstermesi nesnel olan yönünde pragmatizm yaparak, bu nesnellikten yükselecek gücü atıl bir şekilde SİP-TKP nin alanına hapsetmek içindir.
Konuyu böyle koyduktan sonra teoride ve pratikte neden aynı olmadığına bakalım; toplumsal ilerleme ve UDD nin ortaya atıldığı süreç ile bugünkü süreç aynı değildir. O günkü nesnellik, toplumsal ilerlemeyi, UDD yi değil, sosyalist iktidar mücadelesini işaret ediyordu. Detayına girmek istemiyorum çeşitli yazılarla bu konuyu derinlemesine dillendirdim. Ve hepimizin dağarcığında o sürece dair hafızamızı zorlarsak bu dile getirdiklerimi doğrulayacak gelişmeler saklıdır. Ama şunu söyleyebilirim, daha önce de söyledim, o zaman karşıt sınıflar arasında bir yenişememe durumu mertebesinde demokrasi ve aynı oranda da iç savaş vardı. İşte tam bu süreçte 2, dünya savaşı koşullarından kalan faşizme karşı cephe mücadelesi dinamiği ile ve proletarya diktatörlüğüne daha sıkı sarılınacağına, ondan kaçışın baş göstermesiyle aşamalı geçiş, yani demokrasi ile düzenin kuşatılması ve oradan barışçı olarak sosyalizme geçiş dinamiğine kayış baş gösterdi. Bu dinamik benim zaman zaman vurgu yaptığım "aniden" dinamiğiyle de bağlı olarak gelişti.
Bu yenişememe derecesinde süren sınıf savaşının, o derecedeki iç savaşın, burjuvazinin lehine çözülmesini ve bazen de devrim kapısından döndürme dinamiği diye sözünü ettiğim dinamiği de hareketlendirdi ve başka birçok etmenle birlikte ve daha çok da, nesnel durumu atlayarak geliştirilen teorilerle, işçi sınıfı ve emekçilerin barışma eğilimi körüklenmiş oldu.
12 Eylülle beraber de, lider gibi görünenlerin kimilerinin teslim olmak için sıraya girmesi, kimilerinin bu darbenin faşistlere de yönelik olduğunu, hatta Kemalist olduğunu zannetmesi ile kenara çekilmesi, özellikle TKP nin tepesinde olan kadroların, kiminin bilinçli, kimilerinin sığ olmasından işçi ve emekçi kitleleri şaşırtması, beklemeye alması sonucu, 12 Eylül rejimi zorsuz, zahmetsiz yerleşti. Buna rağmen kanlı olmaktan vazgeçmedi. Hiçbir direnişle karşılaşmadığı halde, apar topar darağaçları kurması, özellikle Kürtlere yönelik ağır baskı ve işkenceler, rejimin uzun süre kalmak üzere yerleştiğini ve bunun için de korkuyu sürekli kılmaya çalıştığını gösteriyordu. Ve dahi, gelir gelmez dini alanın genişlemesi için ne gerekiyorsa yaptı.
İşte bu nedenle, bugün cumhuriyetle, yeni Osmanlı karşıtlığında tarafsız olunamaması, dünün UDD si ile taban tabana zıtlık taşımaktadır.
Ama burada çözüm, tarafsız olmamak için cumhuriyetçilere teslim olup, 1789 Fransız ihtilalinde işçilerin burjuvazinin devrimciliğinin şemsiyesi altında savaşması gibi, onların emrinde ve yöneliminde savaşmak da değildir; yeni Osmanlıcılık da özünde bir kapitalizmdir diyerek, bu hatta yani tarihin gerisine dönme hattında cumhuriyeti savunma noktasındaki ordunun, demokrasi önünde bir engel olduğu noktasından iktidarı desteklemek, en azından ona engel teşkil etmemek de yanlıştır.
İşte belki bir üçüncü yol gibi görünen, sosyalistlerin bağımsızlığından milim sapmadan, bu noktadaki güçlerin tümünü, tarihin ilerleme çizgisini, geriye çevirme dinamiğine karşı seferber etmek, cesaretlendirmek ve en önemlisi asıl çelişkiye bağlamaktır.
İşte, Kemalistlerle birlikte ve onlardan bağımsız olarak, sosyalistlerin komünistlerin geriletildiği nokta tam da burasıdır ve burada, SİP-TKP nin de yararlanmak ve kendi dinamiğine hapsetmek istediği nesnellik ve bu nesnelliğin üzerine basan güçler yanında, ilerici, sosyalist, komünist, devrimci demokrat güçler de vardır. Tarihin bir cilvesi diyelim, şimdi Kemalistlerle, ulusalcılarla komünistler aynı noktaya basmakta ama birbirinin alanına girmemektedir. Ama eninde sonunda girmeleri nesnellik gereğidir. İşte bu nedenle, bu nesnelliğin de üstünü örtmek için uzun yıllar, sosyalistlerin, komünistlerin Kemalistlerle, ulusalcılarla aynı noktaya bastıklarını görmelerini engellemek yanında, bu bastıkları yerdeki güçleri, süreci ileriye ilerletecek olan komünistlerden, diğerlerini yalıtlamak üzere ayırmak için, sözde ulusalcılara, Kemalistlere karşı bir dinamik ortaya konulmuştur. Yerine de, tümüyle tekelci düzenin ihtiyacı olan ve onun sınırlarında ve de hiç gelmeyecek olan bir burjuva demokrasisini koymuşlardır. Bu tümüyle, emperyalist ideoloji ve teori laboratuarları nın bildik saldırı ve şaşırtma yöntemlerinin uygulanması sürecidir. Bunun en önemli aktörleri, devşirme solcular ve önceden görevlendirilmiş, çift inançlı burjuva kadrolardır.
Diğer taraftan, çok doğru söyleyerek arkadaşımız, "Oysa Marksistlerin yapması gereken iş başka diye düşünüyorum. İşçi sınıfı ve bağlaşıklarında bir potansiyel var, bu potansiyeli kapitalizmin krizi harekete geçirmez, tersine işini kaybetmek istemeyenler yarı ücrete çalışmaya razı olur, yavşarlar, işini kaybedenlerde şoven ve dinci akımlara kolayca kapılırlar. Burada sınıf partisi gereklidir, sendikalar, meslek kuruluşları bu işi üstlenemezler. " diyor ki, Marksist-Leninistlerin yapması gereken başka şey işte tam da bu noktada durmaktadır.
Emek sürecinin belirleyiciliğinin üstünden atlamadan, bütün çelişkileri emek-sermaye çelişkisine bağlamak, işini kaybetmek istemeyenlere de, işini kaybedip de artık her şeyin bittiğini sanarak savrulanlara da cesaret vermek, onları sermayenin alanına gitmekten kurtarmak için, bastığımız yerdeki güçleri, kendi gücümüzü iyi hesabederek değerlendirip, işçi ve emekçileri, işsizleri, yoksul halkı nasıl tekelci düzenin alanından kurtarmak gerekiyorsa, onları da aynı öyle, o alandan uzaklaştırmak ve sosyalist iktidarın yürüyüşünün kapısını açacak bir sınıf hattına, bağlamak gerekmektedir. Zor mu? Elbette zor. Ama zor diye, kolay yol gibi görünen ve tekellerin bahçelerinde piknik yapmak demek olan demokrasi mücadelesini kutsamak burjuvaziye teslim olmanın en kolay yoludur.
Ve elbette bütün bunların ötesinde ama bunlardan ayrı olmayan, bu topraklara bağımsız, ayakları yere sağlam basan bir işçi sınıfı partisi gerekmektedir. Ama işte bu gereksinimin yerine gelmesi salt istemekle olmuyor. Bu da, nesnel durumla çok yakından ilintili ve yine nesnel olarak, böyle bir partinin güçleri varlığını göstermese de yok demek değildir. Eksik olan başka diğer nesnelliklerin örtülenmesi gibi, bu nesnelliğin de kendini göstermesini engelleyen dinamiklerin hareket halinde olmasıdır.
Ama daha önemlisi, işçi sınıfının partisi olmadığı için bütün sorunların çözümünü, onun var olmasına bağlayıp, beklemek ve bu yöndeki nesnelliği iyi okumak yerine, üzerinden atlayarak, öznel kurgularla sosyalist, komünist kadroları parti fikrinin peşine takmak, parti kurma peşinde diğer bütün sorunların üzerinden atlamaktır.
Bunun pratik tezahürü şu olacaktır ki, geçmiş deneyimler de, bugünün canlı pratiğinde yaşadıklarımız da onu göstermektedir. Yani komünist parti kurup, içinde komünistler olmazsa o parti komünist olmaz. O parti olsa olsa tekellerin ihtiyacı olan demokrasi illuzyonundaki bir gül bahçesi öznesidir. Ve komünist partiyi, işçi sınıfının bağımsız, politik örgütü olarak kuracak olanlar gerçekten komünist olup, o partiyi gerçekten politika sanatının hüneri ile yönetebilecek olanlardır.
Onlar varsa, işçi sınıfı partisini kurabilecek bir nesnelliğin su yüzüne çıkmasında yeterli olamıyorlarsa, parti yoksa süreci yönetmeleri mümkün değil mi? Bunun için ille tepeden birilerinin emir gibi politik yönermeler mi göndermesi gerekiyor. Ayrıca, hem işçi ve emekçiler, hem sosyalistler ve komünistler kendi aralarında ve içinde henüz bir güven köprüsü kurabilmiş değiller ve en önemlisi de, henüz böyle bir partiyi gerçekten sınıfsal temelde isteyenlerle, tekellerin gül bahçesine yöneltmek için isteyenler de tam netleşmemiştir. Ve belki bugün böyle bir parti kurulmuş olsa, içinde komünist yoksa olsa da yönetenleri politik olarak hüner taşımıyorsa, ideolojik bir netliği sağlamamışsa ve günümüzün nesnelliğini içeren somut teoriler üretilemezse, sessizlik bugünden farklı olamaz ve belki daha da fazlalaşır diye düşünüyorum.
Öyleyse, parti fikri hoş ama içine koyacak komünistler henüz ortada yoksa (hepsi ayrı telden çalıyorsa da yoklar demektir.) partinin içi de, fikri de boş olacaktır. Bu boşluk da burjuvaziye yarayacaktır.
Bundan sakın parti fikrine de, partinin kendisine de karşı olduğum çıkmasın. Aksine belki en çok istediğim odur. Ben nesnelliğe işaret etmeye çalışıyorum. Ve ideolojik netlik, ayrışma ve yetkinleşme sağlanmadan bir komünist partinin yükselmesi nesnelliği bozar. Komünist partinin oluşumunda aritmetiğin önemi yoktur. Tümüyle ideolojik, teorik ve politik bir bütünlüğü kadrolarıyla yetkinleştiren canlı organizmadır. Onu hiçbir dış etmen nesnelliğin gerçekliğinden soyutlayamaz. Ve nesnellikle birlikte yükselmesi kuvvetle mümkündür. O nedenle bir kez daha işaret ediyorum ki, nesnelliğe iyi bakalım. Göremiyorsak, eksikliği kendimizde aramayalım, henüz kendini göstermiyor demektir. Ve partiyi beklemeden üzerimize düşeni yapalım. Parti olsaydı da zaten partiyi gerçekten isteyenlerle olacaktı.
Sevgi ve saygılarımla 19.11.2009
Fikret Uzun

HEDEF VE KÖPRÜ

Sn. Altan ve soru sorma dinamiğinin önemine inanan arkadaşlar, öncelikle ilginiz için teşekkür ederim. İlgi bir adım ise, sorular üretmek, dolayısıyla var olan cevapları ortaya çıkarmak en önemli adımdır. Şimdi adımlar bu yöndedir ve bu sevindiricidir. Bu güne kadar hepimizi soru sormaktan uzaklaştırdılar. Hazır, paket cevaplarla, sorularımızın önünü kestiler. Soru olmayınca, cevapları da yok saydırdılar. Oysa sorulardan uzaklaştırmak demek, var olan cevapların görülmesini engellemek demek idi. Cevap yoksa iş de yapılmıyor, en azından doğru iş yapmak mümkün olmuyor. Eylem demek istiyorum. Eylemin nasıl, kimlerle birlikte, kimleri karşıya alarak yapılacağı cevaplarda gizlidir. Bu da doğru soruları sormakla açığa çıkarılabilir. Dolayısıyla asıl teşekkür sorularınızadır ve teşekkür borcumu da bu kısa giriş ile ödemeye başlıyorum.
Tespitinize gelince, yanlış olduğunu belirtmek zorundayım. Neredeyse 12 Eylülden itibaren, ülkemizin gidişatına soldan müdahalede bulunmaya çalışan sınıf partisi, sosyalist, komünist, devrimci bir parti ya da, örgütten söz edemiyoruz. Elbette devrimci işler yapılmıştır ama bu sol bir müdahale olmaktan uzaktır ki, şöyle de ifade edebiliriz, özellikle 12 Eylül öncesi,70 li yıllar, sosyalist iktidara en yakın olunduğu bir zaman kesitini ihtiva ederken, soldan müdahale ettiğini zannedenlerin ve bizim zannettiklerimizin, müdahaleden öteye, sosyalist iktidar hedefini uzaklaştırmakla meşgul olduğunu görüyoruz. Yani hemen hepsi, düzene tampon görevi( bilerek ya da bilmeden) ile malul olarak, hep demokrasi aşaması ile oyalanmışlardır. Kitleleri ama daha çok bizleri oyalamışlardır demek istiyorum. Dün olanlarla olan bu idi ve bu gün, bağımsız siyasal sınıf partisinin olmaması, bu müdahalenin basamaklarında veya düzleminde böyle bir hareketin konuşlanmadığı, konuşlanmayacağı anlamını taşımaz. Bu hareketin sol müdahale ekseninde yürüyor olması ille de, bağımsız siyasi sınıf partisinin, ya da devrimci bir örgütün var olması ile bağlı değildir. Yani o yoksa bu hareket de yok demek değildir, var olamaz demek de yanlıştır. Türkiye’de, sosyalist bir iktidarı kuracak ve koruyacak güçte ve kapasitede siyasal bir örgütlenmenin olmadığı da açıktır. Tabelalı da, tabelasız da yoktur. Varsa da, yok örgütlerdir. Dünkü sosyalistlerin büyük çoğunluğu(dünden başlayarak), demokrasiyi, dün 163 ün kalkmasına indirgerken, bu gün, türban özgürlüğüne indirgemektedir. Böylece, irticaya köprü kurdular ve irticaya iltica ettiler. Dolayısıyla demokrasiyi, irticaa özgürlüğe indirgemeyi en büyük solculuk saydılar. Bu nedenle o eskiden aklımızda kalan antifaşist mücadelenin, faşizme karşı demokrasi mücadelesi anlamını taşıma özelliğini ortadan kaldırdılar. Şimdi faşizme karşı, komünizmle mücadele derneklerinin, ilim yayma cemiyetlerinin, ardılları ve devamı olan dinamiklerle hareket edilir oldu.
Faşizm düzenin kuyruğunu bırakmamaktır, faşizm düzeni geriye çekmektir. Faşizm ilerlemenin önünde duvardır, işkencedir, zulümdür, kandır, ölümdür. Faşizm gericiliktir. Faşizm artık irticadır. Ve dünden kalan, irticaa iltica eden sosyalistlere göre (sahte sosyalistler demek yerindedir), faşizm irticaa da karşı olan ilericiliktir. İlericilik ise, onlara göre, laisizmdir, laisizme indirgemişlerdir demek istiyorum. Laisizmi ise Kemalizm’le özdeşleştirdiler. Dahası, ilericilik- laisizm-kemalizm-statükoculuk-sosyalistlik-komünistlik-ulusalcılık-yurtseverlik –milliyetçilik bütün olarak faşizm çuvalına dolduruldu. Çuvalın içinden hangisini seçersen o ve hepsi birden faşizm oldu. Demokrasi mücadelesini bu çerçeveye yerleştirince de, kitleleri faşizmi yerleştirmek için mücadeleye çağırmak demek olan demokrasi mücadelesine çağırmak en ateşli devrimcilik oldu. Sovyet sosyalizmi yıkılırken de aynı şeytani oyun bu yıkımın en önemli parçası oldu. Bu şeytan işidir ve şeytana şapka çıkarttırır. Diğer yandan, bu çerçeve, Türkiye’de demokrasinin, yani bu hedefin, çoktan nesnel olarak aşıldığının, sosyalist iktidarın uzak görünürlüğüne rağmen, nesnel olarak yakın bir hedef olduğunun ve asıl sorunun öznel olanın bu nesnelikten uzak olduğunun görülmesini engelliyor. Demokrasinin, bundan çoktan vazgeçmiş burjuvazinin sorunlarını da, işçi sınıfı ve emekçi halkın sorunlarını da çözemeyeceğini bildiği ve demokrasiye gönülle ve iştiraken izin vermeyeceği gerçeğinin üzerini örtüyor. Burjuvazi çözümü geriye dönmekte ararken, devşirdikleriyle bu yönelişini ilericilik olarak, ilericiliği ise faşizm olarak göstermeye çalışıyor. Daha doğrusu, bütün günahları ilericilik ekseninde toplanacak olanlara yükleyerek, bu ekseni atıl hale, geriye götüren burjuvazinin eksenini hücum haline getiriyor.
İlericilik ekseni, katı, mutlak, kesin hatları olan bir eksen değildir. Bu eksen geriye sürükleyen burjuvazinin en çaresiz ve o kadar da saldırgan ve bir o kadar da, gericiliğe meyletmiş, kendisinin ürettiği bütün kuralları rafa kaldırmaya çalışan ve bu dinamiğe bütün burjuvaziyi (küçük burjuvalar dahil) bağlamış olan kesimine karşı mücadeleyi bilinçle ve sosyalist iktidar hedefi ile yapanlar yanında, salt, kapitalizmin özüne dokunmadan, burjuva demokratik ve çağdaş bir cumhuriyet için mücadele edenler ve dahi, Türkiye’yi AB-D emperyalizmine bağımlılığından çekip alıp, kendi ayakları üzerinde ve eşit bağlaşıklıklar temelinde bölgede bağımsız bir emperyal devlet olması emelleri taşıyarak mücadele edenler de vardır. Bu paradoks gibi görünen eksen dizilişinin örgütsel ve öznel bir yanı yoktur, en azından nesnelliği ve tarihselliği yanında, esamesi okunmaz. Bu eksende, bu ayrı kuvvetler, birbirinden bağımsız olarak yer almışlar, başka ifadesiyle bu eksene kadar tarihin gerisine döndürmeye çalışan burjuvazinin sürüklemesine ayak diremektedirler. Bu ayak direme şimdiye kadar türlü oyunlarla hep ya savunma dinamiğine ya da tarafsızlık dinamiğine hapsedilmiştir. Tarafsızlığa hapsedilenler, sosyalistler ve komünistler olup, Kemalistlerin ihaneti ile yüz yüze olduklarının farkına varan sol Kemalistler olmuştur. İhanet içindekiler zaten geriye dönüş dinamiğinde yer almakta ve baştan beri bu temelde hareket etmektedirler. Diğerleri ise, daha geriye doğru püskürtülmemek için savunmada olanlardır. Her iki durumda da hücum yoktur ve tek başlarına hücum ise, başarı şansını taşımamaktadır. İşte burada sosyalistlerin, komünistlerin hüneri, bu eksendekilerin tabanının bilinçlerini, bir bütün olarak yakınlaştırmak, ortaklaştırmak ve nesnel olarak çaresizliği ifade eden, burjuvazinin yöneldiği çaresine yani geri gidişine dur demek, bunun için savunmadan ve tarafsızlıktan çıkıp, hücum dinamiğine geçmek, durdurduktan sonra ise, ekseni, yine yeniden burjuvaziye (demokrasi adı altında) teslim etmeden ki, tarihte örneği vardır, işçi sınıfının ve emekçi halkların hegemonyasında ilerletmenin dinamiğini örme noktasında kendini göstermelidir. Bunun için de, bu eksende birbirinden bağımsız olarak en ileriye gitmek, mevcut düzeni korumak, başkaldırı dinamiğiyle içindeki ihanetle mücadele etmek, en azından daha fazla geriye püskürtülmemek üzere yer alan güçlere, ikiyüzlülüğe girmeden, net, somut hedefler, nesnel ve öznel olarak çıkarlarına uygun hedefler yani tarihsel, zamanlı ve nesnel hedefler göstermek, bu hünerin temelini teşkil etmektedir. Sosyalistlerin, komünistlerin hedefi sosyalist iktidardır ve sosyalistler, komünistler enternasyonalisttir. Bu gün gericilik de, faşizm de, tekeller de, düzeni de enternasyonalisttir, öyleyse gericilikle ve faşizmle, tekellerle ve düzeni ile dolayısıyla emperyalizmle, somutlarsak, ABD ve AB emperyalizmi ile mücadele etmek enternasyonalist mücadeledir. Öyleyse, faşizme, gericiliğe ABD ve AB emperyalizmine, onunla bütünleşmiş düzeyde işbirliği içinde olan tekellere, bu tekellerin düzenine karşı mücadele dinamiği içinde olanlarla sosyalistlerin, komünistlerin, en azından bu temelde, öznel birlikteliği de nesnellik taşımaktadır. Bu eksende tarihsel, nesnel ve zamanlı olarak ve birbirinden bağımsız olarak bir arada bulunan güçlerin, bu nesnellikten de, öznel bir dinamiğe yönelmenin gerekliliğinden de, bihaber olmaları bu nesnelliği bozmuyor ama öznel dinamiklerin önünü kesiyor. Tekellerin ve onların ideolojik silahları olan devşirme solcuların, aydınların ideolojik saldırısı tam da bu noktadadır. Yukarda değindiğim gibi, bu eksendeki güçlerin, tarafsızlık ve savunma dinamiği ile püskürtüldükleri yere kendi kendilerini hapsetmeleri için akıl bozucu, ideolojik, psikolojik saldırı mekanizması geliştirmektedirler. Bu eksende yer alan güçlerin politik yaklaşımları ve yönelimleri farklı farklıdır ve sosyalist iktidar ile ilgilenmedikleri yanında, sosyalizme karşı bir tutum da geliştirmemektedirler. En azından, püskürtüldükleri noktada. Daha sonraki tutumları farklı olabilir, hatta kesin farklı olur diyerek, bu nesnelliği öznel olarak daha ileriye ve hücum dinamiğine götürmekten ama bunu yaparken, işçi sınıfının ve emekçi halkların hegemonyasını güçlendirmekten kaçınmak, tarihsel olarak da, politik yaklaşım olarak da yanlıştır. İdeolojinin önemi farklıdır ama politika bambaşkadır. Ve bu hegemonya temelinde, püskürtülen bu noktadaki güçleri ileriye doğru hücuma geçirmenin öznel dinamiğini yaratmak, sadece sosyalistlerin, komünistlerin değil, bu eksendeki tüm güçlerin ayrı ayrı ideolojik yapılanmasına ters değildir. Bir “mubahlık” anlayışı da taşımaz. Bu, bir politik hünerin ifadesidir ve bu hüner sosyalist iktidara yürüyen yolda sürekli olarak uygulanmalıdır. Bu aynı zamanda, demokrasi mücadelesinin sosyalist iktidar yürüyüşü içersinde kotarılmasını ama kazanımlarını önce de, sonrada burjuvaziye teslim etmeden korumayı ve ilerletmeyi, sosyalist iktidar ile bağlamayı ifade eder. Burada dikkat edilmesi gereken, sosyalist iktidar mücadelesinin demokrasi mücadelesini de içerdiği gerçeğini atlamamaktır. Ama bu gerçeklikte, bu mücadeledeki hegemon güç, burjuvazi değil, ya da hegemonya burjuvaziye değil, işçi sınıfı ve emekçi halklara ait olmalıdır. Ve bu yürüyüş hattı, düz bir hat olamaz, içinde kırılmalar, savrulmalar, ayrılmalar ve hatta ihanetler de olacaktır. Bunlarla baş etmek için politik hüner gerekiyor ve bu hünerin vazgeçilmez, ufuk açıcı, yetenek geliştirici sınıfsal politik bilincin harcı olan ideolojik donanımdır. Ancak böyle bu eksenin yüzeyinde olan bitene bakarak, derinindekiler ve derinindeki nesnellik görülerek, bu temelde geliştirilecek soldan öznel müdahalenin kapsamı, hüner gerektiren dinamiği geliştirilebilir. Bunun farkında olmayan öznellik neyleyebilir ki, nasıl müdahale edebilir ki, hangi güçlerle birlikte müdahale edebilir ki?
Buradan bir tez de çıkartmak mümkündür, o da şu; bu eksende, birbirinden bağımsız olarak, daha fazla geriye püskürtülmemek için ayak direyen güçler, ileriye doğru bir öznel müdahaleye karşı aynı şekilde ayak diremeyeceklerdir. Öyleyse, sosyalist iktidar hedefini şimdiden ortaya koymak, bu hedefe sonuna kadar yürüyecek olan tarihsel ve nesnel güçleri, hem hafızasına kavuşturacak, hem hegemonyasını artıracak, hem de, sosyalizmin cazibesine kavuşmasının önünü açacaktır. Bu şu demektir, geriye doğru püskürtülmeye kesinkes ayak direyenler, ileriye doğru aynı şekilde ayak diremeyecekleri için, sosyalist iktidar hedefine yaklaşacaklar ve sosyalist iktidar yürüyüşünün tabanı nitel ve nicel olarak genişleyecektir. Bütün bunlar için ise, “önce politik özne” şeklindeki mekanik yaklaşımla, bir kurtarıcı bekleme moduna girmek, yukarda sözünü ettiğim hünerin içinde değildir. Hüner, hem bu yürüyüştekileri en az kayıpla hedefe götürmenin dinamiğini örerken, bu dinamiği örgütsel bir mekanizmanın mihmandarlığına bağlamak için, bu mekanizmanın dişlilerini birbirine bağlayarak çalışmasını sağlayan, hem de bu mekanizma eliyle işçi sınıfının politik hegemonyasını diğer tüm güçlere kabul ettiren ideolojik netlikle donanmış canlı öznelerdedir. Bağımsız politik mekanizma da bu canlı öznelerden oluşmakta değil midir?
Cephe önerilerine gelince, geçmişte bu cephelerden, bu topraklar ve bu toprakların devrimci-demokratları, sosyalistleri, komünistleri ve elbette halkları az çekmedi, sonunda az hayal kırıklığı yaşamadı ve az bulaşıklığa bulanmadı. Bu ifadem mecazidir ama o kadar da gerçeklik taşır. THKP-Ordusu veya Cephesi, UDC, MDD, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Halk Cephesi vesaire, hepsi ama daha çok Milliyetçi Cephe… Her iki eksendeki cephe de, eninde sonunda, bir madalyonun iki yüzü idi ve öyle olduğu şimdi daha net görünmektedir. Yanlış anlaşılmalara karşı açıklaması anlamında çözümlemesi bendedir ama bu gerçeklik taşıyan mecazi ifademin tartışılması gerekmektedir. MC, ilerlemekle kurtulamayacağını düşünen düzenin geriye yönelmesini, ilerlemenin önüne set çekmesini ifade etmekte iken, diğerleri düzeni demokratikleştirerek sosyalizme varılacağından hareketle öncelikle düzen sınırlarında bir mücadeleyi ifade ediyordu. Son tahlilde ikisinin de sosyalist iktidar köprüsüne dinamit olduğunu söylemek, en azından tarihe bu günden baktığımızda bunu cesurca söylemek yerinde görünmektedir. Ancak, yukarda çizdiğim çerçeveye bir resim gibi yerleştirdiğim eksen ve üzerindekileri bir cephe olarak kabul edeceksek, buna itirazım yoktur ama bu cephenin hedefi demokrasi olup, onu tamamladıktan sonra burjuvazinin eline verip, ondan sonra başka bir köprü, sosyalist iktidar köprüsü örülecekse, bunun eskisinden farkı olmayacaktır. Öyleyse Cephe var, Cephe var. Ve cepheyi, geriye yönelen burjuvaziye karşı demokrasi hedefi ile sınırlandırmak ayrı bir cephedir, bu hedefi, sosyalist iktidar hedefi içinde ele alıp, sınırı netleştirmek başka bir cephenin ifadesidir. Bu cephe, sosyalist iktidara giden yoldaki bütün ara istasyonları, o ara istasyonlara sapmadan, sosyalist iktidar yürüyüşüne bağlayacak olan cephedir. Bu cephe, son tahlilde, aynı madalyonun her iki yüzünü de işçi sınıfının politik hegemonyası yönünde ve sosyalist iktidarla güvence altına alınmış bir demokrasiyle disipline etmeyi ifade eder. Sonrasını, önceki ifadelerimde dile getirmiş durumdayım. Ve bu cephe, nesnel ile öznel olanı bütünleştiren, nesnel çıkarlar ile öznel çıkarları yakınlaştıran ve sosyalist iktidar mücadelesinin hem tabanını, hem de gücünü geliştiren bir dinamik olacaktır.
Bu cephe, sınıfsal bir politik hünerle donanımlı olacaktır. Olmalıdır demek istiyorum. Başka ifadeyle ve belki eski dille ama yeniyi anlatan bir ifadeyle; “eski köye yeni adet ” yaklaşımına yakınlaşıp, ” aynı tas aynı hamam” aşkımızdan uzaklaşarak ve geriye düşmemek için ayak diremenin yetmediğinden hareketle ilerlemenin ve bunun için hücum halinde bir dinamik edinmenin ifadesi olmalıdır. Bu şekilde örülecek köprü, ilerlenecek hedef, bu dinamik üzerinden şekillenecektir. İzin verirseniz bir başka ifadeyle cephe üzerine görüşlerimi bitirmek istiyorum, o da şu; bu cephede sosyalist iktidarın nesnel nitel ve nicel güçleri, daha geriye püskürtülmemek için, diğer güçlerin peşine takılmadan: ama bu güçlerin güç olma niteliğini yadsımadan, daha fazla geriye püskürtülmelerini önlemede güçlerine güç katmanın ve bu gücün adı olmanın ifadesi olmalıdır.
Ancak bu cephe dinamiğinde, henüz kitleleri göremiyoruz. Onlar adına iş takibi yapar misli ortada görünen aktörlerin telaşla koşuşturması var sadece. Kimi, hedeften haberdar ama köprü kuramıyor, kimi, hedefi bilmeden ve önemsemeden, köprü kuralım diye tutturmuş. Dolayısıyla kurmaya çalıştıkları köprüde kitlelerin varlığı ve yokluğu ile ilgilenmiyorlar. Diğer yandan kitleler bu eksende var. Nesnel olarak var. Ve telaşla hedeften uzak koşturanların, bu telaşı bırakıp, artık nereye koşacaklarına karar vermeleri ve kitlelerin farkında olmadığı bu nesnelliği yüzeye çıkararak, kurulacak köprüye asıl onları dahil etmelidirler. Yani hedefi bilenler, köprü kurmasını öğrenmeli, hedefi bilmeyenler, köprü kurmadan önce hedefi bilince çıkartmalıdır. Bilince çıkartılmayan hedef, kitlelere somut hedef olarak gösterilemez. Öyleyse göstermek için, önce görmek gerekiyor; görmek içinse, görmeyi öğrenmek gerekiyor. Çünkü görülecek olanlar, gözümüzün önünde ama derindedir. Yüzeye çıkartılmayı bekliyor.
Öyleyse ben kimseyi bir örgüte ya da partiye veyahutta bir cepheye davet etmiyorum, ya da böyle bir olgu var da, kendimi davet ettirmeye çalışmıyorum, ben bu yok olguya işaret ederken, yok olgunun aslında nesnel olarak var olduğunu, tek yapılması gerekenin parçaların bir araya getirilerek işler bir mekanizma yaratmak olduğunu, bunun da “armut piş ağzıma düş” yaklaşımıyla ya da bütün sorunların çözümünü böyle bir mekanizmanın varlığına bağlayıp, bu mekanizmayı bekleme modunda hareket etmenin yanlışlığına, beklemeden ama bu gerekliliği yadsımadan, bu gerekliliği hem göstermek ve hem de hâkim kılmak için hüner geliştirmek gerektiğine işaret ediyorum. Gerisi hüner sahibi olanlara ve hüner edinmek isteyenlerin görev ve sorumluluğundadır. İşaretim bu sorumluluk bilinci içindedir.
Bir parantez açıp, bir sınıfın gücünün bireylerin nitel ve nicel gücünden meydana geldiğinden hareketle, bunun matematiksel bir toplamı ifade etmediğini belirtmek istiyorum. Bu güç bireylerin gücünden bağımsız değildir ve nitelikli birey, başka ifadeyle donanımlı birey, sınıfının nitel gücünü de ifade etmektedir ki, niteliksiz nicelikler her an dağılmaya hazır nicelikler olduğu kadar, niceliğin niteliğinin gelişmesinin, bütün kitleyi nitel hale getirmek ve bu hale gelene kadar beklemek demek olmadığını da ifade etmeyi önemli buluyorum. İşçi sınıfının kendi iktidarını kurarken eksik bir nicelik taşıması elbette sorun teşkil edecektir ama nitel olarak eksikli olması, sorunun en büyüğü ve işçi sınıfının iktidarı alma mücadelesinde sorunların çözümüne baştan köstek olacak bir etmendir. Ve bu matematiksel eksiklik anlamındaki nicel yetersizliği, nitelik sıçramasıyla dengeleyecek olan ama yine de ucu matematiksel niceliği artırma yönünde olmayan, işçi sınıfının ideolojik, politik örgütsel bütünlüğündeki niteliktir. Bu sorunun çözümü de, hem nesnel olarak ve hem de hâlâ tarihsel olarak, nitelikli proletaryanın, nitelikli hegemonyasıdır. Bu hegemonyadan, hegemonyayı hedeflerken de, hegemonyayı elde ettikten sonra da, bir milim sapmak ya da uzaklaşmak, en matematiksel niceliklerin gücünü sıfıra indirir, başka sınıfın gücüne eklemlendirir. Bu gün Avrupa Komünistlerinin durumu budur. Avrupa komünizmi, tekellere ve tekelci düzenlere stepnedir ve hangi nesnel gerçeklik ve zorunluluktan kaçtığını hepimiz biliyoruz.
Sanırım arkadaşların sorduğu sorulara cevap, tespitlerine eleştirel yaklaşım geliştirmiş ve tartışmayı en bağımsız ve demokratik kanalına yerleştirmiş durumdayım. Tartışmaya bu temelde devam edebilirsek, düşünsel zenginliğin, bu anlamda düşüncelerimizin nesnellikle uyumunun sağlanması daha kolaylaşacaktır ve öncelikler zinciri içersinde, yönelimlerimizi ve beklentilerimizi somut bir içerikle donatmamız ve sıralamamız mümkün olabilecektir.
Bitirirken, işaretim, köprünün ve hedefin etrafında telaşla koşuşturanlaradır, köprüyü de, hedefi de örtülemek isteyenlerle ilgilenmiyorum, aslında ilgileniyorum ama burada değil. İlgim ise, onların iç yüzünü deşifre etmek içindir. Burada, nereye koştuklarını bilmeden “hadi gelin koşalım” diyenlere, kendi düşüncelerimi aktarıyor ve tartışmaya açıyorum. Bu anlamda tekrar etmeme izin verin, kimseyi bir örgüte ya da örgüt kurmaya davet etmiyorum, kendimi de davet ettirme çabasında değilim ve dile getirdiğim ifadelerimde, ne bir propaganda, ne de ajitasyon izi vardır, aksine en cesur ifadelerle tartışmaya açık ve risk taşıyan düşüncelerimi tartışmaya açıyorum. Ve biliyorum ki, eksiğim vardır, fazlam yoktur, doğrularım yanında varsa yanlışlık ve eksiklikler de bana ait olup, bir bütün olarak düzeltilmeyi ve geliştirilmeyi bekliyor. Asıl ilerletici olan zenginlik budur, bunun dışındaki “farklılıkları zenginlik” saymayı kabul etmiyorum ve bunun da tartışılmasında yarar görüyorum.
Böylece cümlelerimi epey uzatarak ve sorulan sorularla var olan cevapları açığa çıkarmama vesile olan arkadaşlarıma teşekkür borcumu da ödeyerek söyleyeceklerimi bitirmiş oluyorum. Amacım öznellik yüklü teoriler üreterek “teorisyen” sıfatı yüklenmek değildir, filozofluk hiç değildir, politik bir öncülük misyonu yüklenmek de değildir, sadece nesnel olanda, Sn. Evin Hocanın deyimiyle hayatın yeşil ağacında gördüklerimi derli toplu ifadelerle göstermeye çalışmaktır. Yanlış görmüş olabilirim, yanlış ifade kullanarak doğru gördüğüm halde yanlış aktarmış da olabilirim ama tümüyle doğru da olabilirim. Tartışamazsak, hangisi gerçeklik taşıyor bilemeyiz. O nedenle, hepimiz maddi yaşamdan elde ettiğimiz düşüncelerimizi cesurca ortaya koymalıyız ve eleştirilirse, gücenmemek yanında, hemen geri adım atmamalıyız ve geri adım atmanın doğrudan vazgeçmek olduğunu da düşünmemeliyiz, geri adımı her zaman doğru yönünde atmalıyız. Ancak o zaman geri adım ilerleten bir işlev taşır. Tartışmaları zenginleştirir. Tartışmada kazanan tarafın olmaması burjuva nesnelliğidir. Çünkü her iki tarafın da, tartışmayı kazanması veya kaybetmesinde menfaat kaybı söz konusudur. Dolayısıyla dostlar arasında ideolojik, politik tartışmalarda, geri adım atmak bir kayıp değildir. Sınıfsal karşıtlığın önünde geri adım atmak ise ayrıdır ve konumuz o değildir. Ama şu kadarını ifade etmek isterim ki, bu temelde geri adım atmak, ideolojik netliğin orantısına göre, güç toplamak üzere ya da pratiğin dayatmasını aşmak üzere bir manevrayı da, bir sapmayı, o anlamda oportünizmi de ifade edebilir. Bunun çerçevesini belirleyecek olan, politik hünerdir. Ve dile getirdiklerimin anlaşılması, üzerinde detayla tartışılması ve geri adım attıracak denli inatçı olunması tümüyle sınıfsal bakış çerçevesinde mümkündür.
En son cümle olarak, nesnelliğin sosyalist iktidarın sinyalini verdiğini ve dün olduğu denli, bu gün de faşizme karşı burjuva demokrasisini değil, sosyalist iktidar mücadelesini işaret ettiğini, eksikliğin bu nesnelliğe karşın, bunu görmek ve göstermek için öznel bir hünere sahip olunmaması ve bu hünerin eksikliğindeki bir telaşlı çabanın ilerletmekten ve güç toplamaktan uzak olunması ve bunun farkında olunmamasıdır.
Saygılarımla 9.4.2010
Fikret Uzun

ANAYASACI KOMÜNİSTLER

Komünistlikten, "özgür komünist"liğe, "özgür komünist”likten, anayasacı komünistliğe giden yol pek de uzun değilmiş. Bu yolu şekillendiren ve bu günkü noktasına getiren koşullar her ne olursa olsun, yolun başındaki duruş ile bugünü ihtiva eden yolun sonundaki duruşun, zıt gibi görünmesine aldanmamak gerekiyor. Yüzeyde görünenler aldatıcıdır ama derine bakmasını bilenler göreceklerdir ki, bu yolun başındaki duruş ne ise, bu günkü duruş da aynı çizgiyi gösteriyor. Dün bunu görememek, bu gün de görülemeyeceğinin garantisi değildir, aksine, dün Komünist görünüp, Kemalizm’in, o anlamda resmi ideolojinin yani burjuva ideolojisinin sosyalist hareket içindeki ve hatta tepesindeki aktörleri, şimdi bu günkü resmi ideolojinin, tekelci burjuvazinin ve onun ayrılmaz bütünleyicisi olan emperyalizmin ideolojik hegemonyasını yerleştirmek için, bu günkü şartlarda tekellere, emperyalizme ne gerekiyorsa (ağırlıklı olarak anti-Kemalizm gerektiği görülmektedir) o doğrultuda görev yapmak için, dünkü çift inançlılığını koruyarak, bu gün komünist, hem de "özgür komünist" görünmeyi ihmal etmeden, AKP yi demokratik bir zemine, karşısında olan bütün ideolojik, politik yaklaşımları ise, tam tersi bir çizgiye, faşist diktatorya çizgisine yerleştirmeyi kabul ettirmek için sol içinde çalışan aktörleri konumundadırlar.
Dün hangi noktada iseler, bu gün de aynı noktada olduklarının açıklıkla görüldüğüne inanıyorum. Ama dediğim gibi, bu açıklığa bakmazsak, gözlerimizi hep karanlığa bakma alışkanlığından kurtaramazsak, görmek gerekeni değil, gösterilmek isteneni görebiliriz; karanlığa bakıldığında, ancak bize gösterilmek istenenleri görebiliriz ki, bu da illüzyondan başka bir şey değildir. Bu illüzyonu yırtmak, ancak ve ancak bilimsel bakarak, ideolojik netlikle, teorik olarak ve elbette sınıfsal bakarak mümkündür. İllüzyon yırtıldığında, karanlık ta dağılacaktır, ardındaki görünmeyen açıklık da bütün çıplaklığı ile görülecektir.
Dünün, komünist gömleklileri, şimdinin "özgür komünistleri", eğer anayasacı komünist gömleği giydilerse, yolun başından itibaren, nesnel gerçekliği karanlıkla örtme çabalarına devam ediyorlar demektir. Bu dinamiğin, önemli oranda taban bulması ise, daha yolun başından itibaren örgütlü bir çabanın mevcudiyetini göstermektedir. Bu çabalara yataklık olgusunu, Ekim devriminin kapitalist dünyaya yaydığı korkunun tezahürü olarak, bu korkunun pratik olarak baş gösterdiği andan itibaren, komünist hareketi içinden eritme ve kendine bağlama politikalarının sinsiliğinde aramak gerekir. Sadece, TKPnin en tepesine oturmuş olan Vedat Nedim Tör'ün, küçük bir fiske niteliğindeki, komünistlere saldırı ihtimalini görerek, gönüllü bir şekilde, kendisini ve dava arkadaşlarını polise teslim etmesi ve burjuvazinin gündeminde hiç de komünist avı olmadığı halde, birçok komünist yanında, aydınların da aylarca zindana düşmesinde ve komünist hareketin dağılması yanında, güvensizlik tohumlarının ekilmesinde ve elbette daha da önemlisi, komünist hareketi resmi ideolojiye yakınlaştırmada etken olması, sonunda da asıl yerine yani Kemalizm’in ideolojik düzlemine ricat etmesi, onunla birlikte başka TKP kadrolarının da Kemalist ideolojiyi yaymak ve komünist hareketin önüne koymak, komünist hareketi, Kemalist ideolojinin sınıfsal yaklaşımıyla bulandırmak ve kuyruğuna takmak için örgütlü bir çaba içine girmesi bile, bu sinsiliğin döl yatağını ve bu günlere gelirken nasıl büyüdüğünü, nasıl örgütlü hale geldiğini göstermeye yeter. Bu olgu, çift inançlılığı, emperyalizmin bir savunma mekanizması olarak görmemize işaret etmektedir ve bu güne kadar bu sinsiliğin devam ettiğini görmemizin, bu mekanizmayı tersine, emperyalizmin kendisine çevirmenin mekanizmasını ortaya çıkaracağı açıktır. Benim yaptığım da bundan ibaret olup, gördüklerimi göstermekten başkaca yaptığım bir şey olduğu söylenemez.
Bu girişi neden yaptım; bu giriş, benim de içinde olduğum bir hareketten arta kalan kimi eski TKP li komünist, daha sonra TBKPli komünist ve hemen akabinde "özgür komünist",sonra da hepsini çöpe atıp, Liberal komünist, ardından da (herhalde yolun sonunda olduklarını hissetmelerinin tezahürü olsa gerek) AKP nin anayasa manevrasına destek vermeyi üzerlerine vazife edinen ANAYASACI "KOMÜNİST" ler olarak canhıraş bir çaba içine girmelerindeki kodlara dikkat çekmeyi kendime vazife addettiğim içindir. Bunu, sadece tarihe not düşmek için, gelecek kuşaklara, Türkiye’nin komünistlerinin komünist olduktan itibaren, artık komünist öleceklerini, istisnai durumların bunu etkilemeyeceğini, ama komünistlikten, hem de komünist gözükmeyi ihmal etmeden, vazgeçmenin özel bir çabanın, bir görevin yansımasının, bu görevle adeta beşik kertmesi yapılmış olmasının, son tahlilde aslına dönmesinin yansıması olduğunu ve hiçbiri zaman komünist olmadıklarını (olamadıklarını değil) bu gün olmazsa yarın görmeleri için, komünist kalanların, sorumluluklarını yerine getirdiğini ve getirmesi gerektiğini göstermek için yapıyorum. Başkaca bir tetikleyen, teşvik eden etmen yoktur. Tek etmen, bir kere komünist olanların, komünistlikten vazgeçmelerinin, istisnai durumlar hariç, mümkün olmadığını gösterecek olan tarihsel sorumluluk bilincidir. Bu bilinçten uzaklaşmamış olanların, bu bilinci hep diğer yüzüne asıp, gerçek yüzündeki karanlığı saklayanlardan çok daha fazla ve çok daha yürekli olduğunu ve de yürekliliğinde nesnelliğe olan inancı olduğunu göstermek, bu tarihsel sorumluluğu bu bilinçten uzaklaşmamış olanlara hatırlatmak içindir.
"halklarımızın talebi bu baskici cagdisi anayasadan kurtulmaktir. " ,"Ulkede yasayan tum insanlarin, etnik ve kulturel ayrim yapilmaksizin temel hak ve ozgurluklerin, sosyal adaletin kurulmasinin onunu acan bir anayasa hepimizin istemidir.Asker ve Yargi vesayetinden kurtulmus,sivil demokratik bir anayasa hepimizin en onemli ozlemi ve talebidir.Bu nedenle en genis cevrelerle birlikte hareket etmenin demokrasiyi kazanmada da onemini biliyorum. Ancak; 1.AKP nin yukarida saydigim ozellikleri tasiyan kapsayicilikta olmadigini goruyorum. 2. Demokrasinin olmazsa olmaz kosulu katilımcilik anlayisindan uzak oldugudur. 3. Bu anlayisin ozgurlukcu esitlikci ve demokratik bir anayasnin ileride onunu kesebilecegi kaygisini tasiyorum.",
"Elbette simdilik bu degisikliklerin bile gundeme gelmesinin yeterli olduguda dusunebilir. Ama ben, Ben Yaptim Oldu anlayisini icime sindiremiyorum............... soyledigi gibi, Nabi lerin(N.Yağcı) geldigi donemde Refah Partisiyle BİRLİKTE,ORTAK isler yaptik.Bir davet icin ,..........ile Kocaeli R.P.ziyaret edip sohbet ettik.A.Dilipak' i fuar Adimllar temsilciliginde soylesi icin konuk ettik .Ayrica yine 141,142 ve 163. maddelerin ceza yasasindan cikarilmasi icin Turkiye genelinde bu muhafazakar veya liberal islamcilarla ortak toplantilar yapildigini iyi animsiyorum O nedenle anayasa degisikligini iceren toplantiyi onerdim.YİNE israrla soyluyorum.Bu toplanti mutlaka yapilmalidir. Hatemiler veya Hilal Kaplan katilsin ben kenardan izliyeyim."
Bu ifadeler, iyi niyetli bir kaygının ifadesi gibi görünse de, özünde, bu ifadelerin sahibinin, eski bir komünist olarak, hem de " özgür komünist" olmakla övünen bir komünist olarak, sınıfsal bakıştan, komünist duruştan ne kadar uzak olduğunu göstermeye yeter ama asıl konu bu değil, bu iyi niyetli kaygının yansıması gibi görünen ifadelerden, başka bir eski Komünistin, vazife çıkarması ve şimdi artık "özgür komünistlerin" yeni misyonunun AKPye cesaret vermek için destek olmak olduğunun örgütlü bir hal alması çabalarıdır.
Bu çabaya çağrı niteliğindeki aşağıdaki ifadeler ise, tarihsel bir itirafname gibidir, şöyle diyor itirafname de; "ortada bir kavga var ve bizler bu kavganin bir tarafiyiz. Ya olani biteni kenarda durup izleyecegiz. .. Ya da vesayet rejiminin duvarindan bir tugla daha cekilmesi icin AKP' ye cesaret verecegiz..." bu "özgür komünist", ANAYASACI KOMÜNİST liğine mantıksal kılıfını kavga üzerine ki, politik terminolojide bu kavga sınıf kavgasıdır, yerleştiriyor ve bu kavgadaki taraflılığın AKP yandaşlığı olması gerektiğini ve bunun da AKP nin de üstünde bir politik yaklaşımın gereği olduğunu, hatta sınıfsal olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Yani şimdi komünistlerin tarihsel görevi, bu "özgür komünist"e göre, AKP nin anayasa değişikliğini ne yapıp edip gerçekleştirmesi için, onu cesaretlendirmekten ibarettir. Komünistlerin başka bir görevi de, seçeneği de yoktur. Tabii komünistler, böylece AKP yi, egemen sınıfın yani tekelci burjuvazinin karşısında ve elbette bunun sonucu olarak da, emekçi sınıfların yanında görmeliler, dolayısıyla AKP nin yanında olmasalar da,(cesaret vermek için destek vermek yanında olmaktan sayılmıyor) egemen sınıflara karşı mücadelesinde onu emekçi sınıflar adına desteklemek bütün komünistlerin görevi sayılıyor. Aksine hareket edenler ise, komünistlikle ilgileri olmadığı gibi, en barbar gericilerdir, faşistlerdir. Buna her halde arkamızdan gelen kuşaklar üzülerek gülmek zorunda kalacaklardır. Ama sevinmeliler, çünkü bu yaklaşımlar, komünist olduktan sonra vazgeçmenin tezahürü değildir, hiçbir zaman komünist olmayanların, komünist hareket içinde şebekevari bir örgütlenme ile yığınsallaşmasının ve peşinden gelmeyenleri ya kılıçtan geçirmiş olmalarının, ya da burjuvaziye teslim etmiş olmalarının açığa çıkmasının tezahürüdür ki, artık tarihte bu tip çift inançlılık için hiç kimsenin döllenme yatakları bulamayacağının tarihsel koşullarında yaşıyoruz. Bizim kuşak bunu henüz göremese de, bizden sonrakiler, bütün çıplaklığı ile göreceklerdir.
En baştaki iyi niyetli gibi görünen ama sınıfsal bakıştan kilometrelerce uzak bir bakışla ifade edilen kaygılardan kendine vazife edinmiş bir başka "özgür komünist", AKP nin cesaretlenmesi için verdikleri desteği demokrasi ile bağlarken, bakın demokrasiye bakışını nasıl itiraf ediyor ki, bu bakış çok eskidir, komünistçe bakış olmaması bir yana, asgari sınıf bilinci taşıyanların bile bakamayacağı bir körlüğü ifade ediyor. Şöyle; "Biz farkli kesimlerden insanlari bir araya getirerek, demokrasi kulturunun olusumuna, karsilikli önyargilarin kirilmasina ve suren demokrasi mucadelesine katki yapiyoruz." diyor. Bu yaklaşım, her gün 24 saat demokrasiden söz edenlerin, gerçekte demokrasiye dair elle tutulur bir ipucu bile vermedikleri ama kendilerinden önceki demokrasi teorisyenlerinin, demokrasiyi bir moda yaklaşımı içersinde, bir kültürler toplamına indirgedikleri yaklaşımı ile uyumludur ki, bu yaklaşım burjuvazinin bile yaklaşmadığı ama şimdi eskimiş "özgür komünistlerin" cesaretlendirici yaklaşımı ile biçilmiş kaftan bularak yaklaştığı bir örtü vazifesi görmektedir. Yani, demokrasinin bir devlet durumu olduğu (ki bu, Marks tan beri böyle ifade edilir) ve diktatörlükle arasında çok ince bir çizgi olduğu böylece kolaylıkla örtülenecek, Çingene kültürü ile Ermeni kültürünün ve yanında çevre kültürünün, vesaire kültürlerin bir araya toplanmasını, dinler arası diyalog, kültürler arası diyalog, sınıflar arası diyalog vesaire diyalog dinamikleri ile demokrasi olarak göstermek kolaylaşacaktır.
Başka bir "özgür komünist" ise "Adı geçen isimler" i, isabetli ama yeterli bulmuyor, "ancak gelirlerse Fehmi Koru veya Ali Bayramoğlu gibi isimler de düşünülebilir. Ayrıca Murat Belge de olabilir."diyerek, cesaretlendirici desteğin çapını genişletmek gerektiğine vurguyu ihmal etmiyor.
Türkiye Komünist Partisine katılırken, onun bir komünist parti olduğuna inancım tamdı. Komünist olmanın onuru ise, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek denli anlamlı idi. TKP üyesi olmak, bu onuru kazanmış olmak demekti. Bu düşüncelerle ve inançla TKP üyesi olarak Türkiye’de sosyalist bir devrim için, işçi sınıfının iktidarı kazanması için mücadele ettiğime inanarak, bulunduğum örgütlerde, şimdi çapsızlığını netlikle görebildiğim kişilerin buyurduğu görevleri, öncesinde eleştirdiğim, sorguladığım, hatta yer yer yanlışlığını savunup ayak dirediğim halde sonuçta "parti kararıdır" diye, harfiyen yerine getirdim. Katılmadığım ve anlamadığım, bir komünist partisine ve onun politik yönlendirmesine uymadığını düşündüğüm çok konu vardı ve bu tavrım neticesinde, bulunduğum yerden parti kararı ile sürgüne gittim. Sürgüne gittiğimi, sürgün yerinde beni bekleyen parti görevlisinden öğrendim. Bu partili yoldaş, önyargılarını anlatmak, bana "burası geldiğin yere benzemez" demek ve muhtemelen bunları anlatmaya cesaret toplamak için, ya da efkârına ortak etmek için, bir meyhanede randevu vermişti. Ama sürgünde olduğumu bu randevuda anlatmadı. Oradan başka bir yere de sürgüne gitmedim, aksine Bulgaristan’daki dünya komünist gençlik toplantısına gönderilmem kararı alındı. Beni sürgünde bekleyen partili yoldaşın itirafı bu zamandadır. Her karara karşı çıkan, olur olmaz her şeyi eleştiren biri imişim ve beni adam ettirmek için ona göndermişler. Sonunda adam olmuştum ve adamlığım komünist gençlik festivaline delege seçilerek tescillenmiş ti. Ancak bu tescil, artık kararları eleştirmekten vazgeçtiğim için değildi, bu yaklaşımının bulunduğum yere canlılık ve örgütlülük getirmesinin inkâr edilemeyecek denli görülmesindendi. Oraya yani Bulgaristan’daki festivale, gidemedim, ama 12 Eylül faşist darbesi ile bulunduğum yeri bırakarak ve bir üst görevle görevlendirilerek, başka bir yere geçtim. Burada çürük çarıklar, partiden istifa etmişler dâhil, kalan hemen hemen bütün TKP üyeleri bana bağlanmıştı. O zamana kadar ki parti sekreterim, sekreterliği ile görevlendirildiğim yeni yerdeki komitede yardımcım olmuş, bana sekreter olacak kişi, başka bir ilden, muhtemelen, okulunu bitirip adam olmuş bir yeni yetme mezun olarak, ithal edilmişti. Ayrıca, İGD kapsamında da, illegale geçmek söz konusu idi ve o alanda da, bir sekreter ithal edilmişti.( şimdi hepsi tarih olmuş, AKP nin kapılarında dolaşan birer projeci olarak kendilerini kurtarmakla maluldürler.) Sonra, 12 EYLÜL'ün demir eli tepemize bindi( kadife eldivenli deniyordu ve artık eldiveni parçalanmıştı)Böylece dışarıdaki TKP serüveni bitti ve zindanda bir serüven başladı. O serüveni de ( tümüyle ayrı bir pratik ve derslerle yüklüdür ve zamanı gelince yeni kuşaklara aktarılacağından kuşku duyulmamalıdır. ) geride bırakarak, zindan karanlığından, demir kapıların tangırtısından ve ranzaların küflü, dar ortamından gün yüzüne çıktık. Asıl serüven yeni başlıyordu ve başladı. Bu gün geriye baktığımızda, tükettiğimizi gördüğümüz yıllar, o günlerde çok uzak bir mesafede görünüyordu ama görüldüğü gibi, yıllar çok çabuk geçmiş, serüven ise hiç başlamamış gibi devam etmektedir. Serüven, yani asıl serüven, işçi sınıfının, emekçi halkların serüveni, şimdi başlayacak gibi görünüyor. Buraya kadar geçen zaman da ve hâlâ, her yerde paradoks vardı ve paradoks devam ediyor. Şöyle de denilebilir, ak ile kara bir kardeşlik kurmuş, akı kara, karayı ak belletmenin dinamiğinde, ya karaları ak görmenin, ya da karalara gömülmenin illüzyonist baskısı hâkim kılınmış, adına demokrasi denmiş, hatta yetmemiş, ileri demokrasi denilerek, illüzyonun bile kafasını karıştırmış bir hegemonyanın esaretine kalın zincirlerle bağlanmışız.
"İleri demokrasi" TKP nin 12 Eylül öncesi en önemli şiarlarından biriydi. Bunun anlamı şu idi, Türkiye’de sosyalizme giderken iki aşama var, birincisi "ileri demokrasi",ondan sonra sosyalist devrim. Sosyalizmin ilk aşaması ileri demokrasi olunca, elbette Türkiye’de bir ileri olmayan demokrasinin varlığı da söz konusu idi ve dolayısıyla, sosyalist görevler, demokrasiyi ilerletmek olarak öne geçmişti. O zaman göremediğimiz, şimdi ise açıklıkla görünen odur ki, sosyalist iktidarın önüne demokrasi mücadelesini koyanlar ve demokrasiyi ilerlettikten sonra sosyalizme varılacağını bize inandıranlar, bu gün yine demokrasi mücadelesini sosyalist iktidar mücadelesinin önüne koymakta ama bu kez, demokrasiyi bir devlet durumu olmaktan çıkarıp, bir kültürler toplamına indirmekte ve dolayısıyla sosyalizme geçiş perspektifinden de tümüyle vazgeçtiklerini ilan etmektedirler. Ama ne hikmetse, kendilerini hâlâ komünist, hem de " özgür komünist" belletmek için her türlü trajikomik yaklaşımı ihmal etmemektedirler. Ağlasak mı, gülsek mi, yoksa "özgür komünist"tir ne dese yeridir deyip geçsek mi? karar vermek oldukça zor görünüyor. Ama zor değil, zorluk bu eski ve "özgür komünistlerin" hiçbir zaman komünist olmadığını görememektedir. KOMÜNİST OLMANIN ZOR ZANAAT OLDUĞUNU VE BİR KERE BU ZANAATI ALDIKTAN SONRA BU ZANAATIN KÖRELMEYECEĞİNİ BİLMEK, KARAR VERMEDEKİ BÜTÜN ZORLUKLARI AŞAN BİR GÜÇ DEMEKTİR.
Bize demokrasinin diğer yüzünün diktatörlük olduğu daha o zamanlarda öğretilmişti. O zaman da biliyor ve anlıyorduk ki, demokrasi de, tıpkı diktatörlük türünden bir devlet durumunun yansıması idi. Demokrasi de, diktatörlük de bir devlet zorunun uygulanış biçimini ya da uygulanamayış biçimini anlatıyordu. Diktatörlükte bu zorun uygulanması doğrudan ve hızlı oluyordu. Demokraside ise bir yavaşlık söz konusu idi. Ama demokrasi de, diktatörlük de eninde sonunda bir kontrol mekanizması idi.
Diktatörlük ne kadar doğrudan ve hızlı bir kontrol sistemi yaratıyorsa, demokrasi, o kadar kademeliliği ve yavaşlığı ifade ediyordu.
Devlet otoritesi, bütçesiyle, vergilendirmesiyle, polisiyle, çok yavaş yürüyordu ve devlet otoritesindeki boşluklara göz yumuluyordu. Bu boşluğun devlet otoritesini zora sokacak genişlikte ve kontrol sisteminin dışında kalması durumunda, devlet otoritesi bu boşlukları, kendi legalitesini aşarak yani kendi koyduğu kurallar ve kontroller sisteminden vazgeçerek kapatır ve devlet mekanizmasını doğrudan ve hızla çalıştırır. İşte bu, devlet zorunun, demokrasi durumundan diktatörlük durumuna geçişidir.
12 Eylül öncesi( tabii bir gün öncesinden söz etmiyorum), 70 li yıllar, devlet otoritesindeki bu boşlukların, başka ifade ile demokratik genişlemenin yoğun olduğu bir zaman dilimini gösteriyordu ve hali hazırdaki devlet aygıtı, zor, bu boşlukları, kontrol etse bile, kapatmaya muktedir olamıyordu.
Türkiye’nin, bu en demokratik ama bir o kadar da çatışmalı zaman kesitinde, sosyal hareketliliğin, dernek kuruluşunun, partileşmenin, gösteri ve yürüyüşlerin, grevlerin, tiyatroların, konferansların, dergilerin, gazetelerin, kitapların, çevirilerin yaratıcı ürünlerin en çok olduğu bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin zoru, devlet otoritesi, bu demokratik genişlikle yenişemiyor ve otoritesini, her türlü karanlık hamlelerine rağmen, doğrudan ve hızla uygulayamıyordu.
Oysa Türkiye’de bir kalkınma hamlesi vardı ve ekonomik kalkınma, burjuva ekonomi politiğine göre, yavaşlığın ifadesi olan demokrasi ile bağdaşamazdı dolayısıyla ekonomik kalkınmanın uygulamaya konulması için, devlet zorunu bir plan dâhilinde hızlı ve doğrudan uygulamak gerekiyordu. Yavaşlığı nedeniyle ekonomik kalkınma programını frenleyen demokrasinin frenlenmesi, boşlukların kapatılması ve hızla ve de doğrudan devlet otoritesinin uygulanması gerekiyordu. 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kararlarının uygulanmasında, var olan demokratik genişlik engel idi ve bu engel, devlet otoritesini hızlı ve doğrudan işletmek üzere, 12 Eylülü getirdi ki,12 Eylülden sonraki yıllarda büyük kalkınma gözlenmiş ama tarihinin en kanlı, en acımasız diktatörlüğünü, hem de uzun ve hatta hâlâ sürerek, Türkiye’ye ye yerleştirmişti. Artık her yerde hız ve doğrudan müdahale vardı ve hâlâ var olmaya devam ediyor.
Bu, burjuva demokrasisinin, kendi legalitesinden vazgeçmesi yani burjuva hukuku çerçevesinde kendi koyduğu kurallarından vazgeçmesi yani kuvvetler ayrılığından vazgeçerek, hepsini tek elde toplaması demekti. Hız ve doğrudan zor uygulaması, ancak böyle mümkün oluyordu ve böyle olmaya devam etmektedir.
Bu aynı zamanda şunu da açıklıkla, dün olmasa da, bu gün gösteriyor; bu, kapitalizmin gelişmesine dayalı ilerleme yaklaşımının, dolayısıyla bu yaklaşım gereği sosyalist iktidarın önüne demokrasi seçeneğini koymanın, başka ifade ile demokratik genişlik sağlayarak ve sağlayana kadar sosyalist görevleri dondurmak suretiyle sosyalizme geçmenin, teorik olarak da, tarihsel olarak da, mümkün olamadığıydı. Ve görüldüğü gibi hâlâ olamıyor.
İki tarihsel örnek ve birbirine zıt örnek, ikisi de bunu doğrulamakta ve bu gün, ideolojik mücadelenin, burjuvazinin ideolojik saldırısının merkezinde bu iki örnekten çıkan doğrulanma vardır. Birinci örnek Lenin’den geliyor ve onun geçmişte demokrasiye nerdeyse kutsal bir ton veren yaklaşımından tümüyle koptuğu ve demokratik programların yerine, başka bir ifade ile iktidarın, burjuva demokratik görevleri tamamlaması ve bu aşamada ve ondan sonra proletaryanın sosyalist iktidara hazırlanması yerine, Lenin’in Nisan tezlerinde somutlaşan, sosyalist iktidar hedefini koymasındadır ve bu hedef gerçekleşmiştir. (70 yıl sonra yıkılması bu gerçekliği inkâr ettirmez, bu olsa olsa, artık bir SOL MARKSİZME, yani sağ kalıntılarından arınmış bir Marksizm’e ihtiyaç olduğunu gösterir.)
İkinci örnek, Sosyalizmi "demokratik genişletme" kategorisine indiren Fransız Komünistlerinin ,"kuşatma " programıdır. Bu programla (sosyalistlerin ve komünistlerin ortak programı) oluşturduğu ortak güç, iktidara gelecek, demokrasinin önünde engel olarak görülen büyük işlemeleri dağıtacak ve tekelleri kuşatarak, demokratik genişlemeyi sağlayacaklar, sonrada sosyalizme tere yağdan kıl çeker gibi geçeceklerdi. Fransa gibi kapitalizmin ileri bir gelişmişlik düzeyi taşıyan coğrafyasında, komünistler ve sosyalistler bir araya geliyor, ortak bir programla güç yaratıyor ve iktidara -hem de kısa sürede iki kez-geliyorlar ama bir türlü sosyalizme geçmedikleri gibi, hatta tekelleri de kuşatmadıkları gibi, programlarını da unutup, tekellere stepne oluyorlar.
Başka örnekler de var, özü aynıdır, demokratik programlara aşırı bir gereklilik yükleyen yani aşamalı devrim teorilerine sıkı sıkıya sarılan ama her fırsatta bunun sosyalist devrim için gerekli olduğunu, asıl amacın sosyalizm olduğunu vurgulayan, bunun için çeşitli teoriler ve politikalar üreten parti ve örgütler Türkiye’de de kendini gösterdi.
TKP-TBKP bunlardan biridir. TİP ile birleşip, TBKP olmadan önce TKP’nin programını hepimiz biliyoruz, UDC ve İLERİ DEMOKRASİ programı, hem de, DİSK-MADEN-İŞ -Kemal TÜRKLER eliyle Türkiye sosyalist hareketine ilan edilmişti ve broşüründen aklımda kalan en önemli nokta, bizzat Kemal Türklerin ağzından, UDC nin başköşesine CHP nin konulması, TİP, TSİP gibi parti ve örgütlerin ise, isterseler katılabilecekleri söylemi idi. Aynı Fransız komünistlerinin dillendirdiği gibi, bu programla tekeller kuşatılacak, demokratik görevler çözülecek ve ardından sosyalizme geçilecekti. Fransız yoldaşlar, iktidara da gelmiş ama iktidarda burjuvaziyle empati kurmuş, ortak programlarını unutmuştur. İktidardan düşüp, ikinci kez gelseler de sonuç değişmemiştir. TKP nin İLERİ DEMOKRASİ programı ile Sosyalizm aşamasına geçme politikası,12 Eylülle kesintiye uğramış, dün demokratik genişlik, burjuvazi ile yenişememe durumu yarattığı halde, sosyalist harekete önemli oranda demokratik sığınak noktaları, boşluklar bıraktığı halde, var olan bu demokrasi, İleri Demokrasiye götürülememişken,12 Eylülün korku imparatorluğu altında, diktatörlüğünü demokrasi illüzyonu ile rahatça konuşlandırması koşullarında, bu kez TBKP ye döndürülen TKP nin programında, tümüyle anakronik ama daha çok, TKP tabanından TBKP ye taban sağlamayı kolaylaştırmak için, kulakların alışık olduğu şiarları içeren programda kalmak demek olan, aynı yol haritasının resmi çiziliyordu.
"Bir dizi ara aşamadan sonra... Devrime demokratik yolla... Geniş bağlaşıklık ilişkisiyle, çoğunluğun kazanılmasıyla, politik demokrasi zemininde köklü dönüşümler için mücadele ederek; emperyalizmin ve tekellerin gücü sınırlanacak, işçi sınıfı ve emekçilerin konumları güçlendirilecek, böylece sosyalizme giden yol açılacak" tı. Yani TBKP, " devrimin bir iç savaşa dönüşmeden gerçekleşmesini amaçlıyor" du.
ve politik akımlar sıralanarak, şöyle deniyordu; " ülkemizde tarihsel kökleri olan politik akımlar, komünist ve diğer devrimci sol akımlar, sosyal demokrat akım, Kemalist akım, anti-emperyalist çıkışlar yapan dinsel akım, burjuva demokrat akım ve Kürt ulusal demokrat akımı, Türkiye’deki rejime ve bu günkü egemen politikaya karşı muhalefet etmektedir." ve devamla," komünist akımı, diğer devrimci sol ve yeni sol akımlarla, kürt ulusal demokratik akım içindeki önde gelen güçlerle birleştiren önemli bir ortak temel, Marksizmin etkisidir" deniyordu.
Kemalizm’in,"ulusal kurtuluş mücadelesinin egemen akımı olarak ortaya çıktığını ve ayrışarak,1960 lı yıllardan bu yana, Kemalizm’e devrimci demokrat, sol bir anlayışla sahip çıkan aydın çevrenin, kemalizmi bu ruhla ve günün gereklerine uygun olarak geliştirmek istediğini, CHP nin devamı olan politik çizgiler içinde, aydınlar, öğretmenler, subay ve astsubaylar arasında, ulusal kurtuluşçu ve ulusal reformcu özellikleri derece derece öne çıkan bir Atatürkçü lük’ün, çoğu kez sosyal-demokrat ve burjuva demokrat öğelerle iç içe geçmiş olarak etkisini göstermekte olduğunu " belirttikten sonra, " öte yandan, günümüzde silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışı, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey değildir." denmektedir.
Bitmedi ; "egemen güçlerin, eskiden olduğu gibi, emekçilerin dinsel inançlarını gerici yönde kullandığını ve bazı tarikatları kendi amaçlarına uygun örgütlerken, antiemperyalist çıkışlar yapan dinsel akımların ve kesimlerin, sol ile diyaloga daha açık duruma geldiği " de belirtiyor.
Kürt ulusal hareketi de unutulmamış," tarihsel köklere sahip kürt ulusal hareketinin, içinde bu gün (1989), değişik çizgilerle örgütlenmiş, devrimci ve demokratik güçlerin etkili " olduğuna da vurgu yapılıyor.
Programın, komünist partisini anlatan bölümünde ise TBKP nin," halkın ayrılmaz bir parçası olduğu, yurtsever gücü olduğu, halkın çıkarları için, barışı korumak ve demokrasiyi kazanmak için, ulusal bağımsızlığı ve egemenliği güçlendirmek için, sosyalist bir Türkiye için mücadele eden bir güç olduğunu" deklare etmektedirler.
"Demokratik bir rejim başlığında ise, bir dizi öneri sıralandıktan sonra, 1982 Anayasası yerine, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla yeni bir anayasa yapılmalıdır" deniliyor. Ve "bu anayasanın, hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini, çoğulcu bir rejimi, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini güvence altına alması gerektiği " vurgulanıyor.
Ve bütün bunları söylerken de, program, "halkın sorunlarının kapitalizm koşullarında tam ve temelli olarak çözülemeyeceğini; bunun için sosyalizme geçilmesinin zorunlu olduğunu " söylemeyi ihmal etmiyor.
Ayrıca, “Türkiyenin, emperyalizme ve özellikle de ABD emperyalizmine ekonomik, politik ve askersel bakımdan bağlı olduğunu ve bu nedenle de Türkiyenin ulusal çıkarları doğrultusundaki istemlerinin engellendiğini " söylemeyi de ihmal etmediğini görmekteyiz. Bu vurguyu ihmal etmezken, “ABD emperyalizminin, ülkemizi sömürmesine, ulusal kaynaklarımızı talan etmesine, ekonomimizi bir borç kıskacına sokmasına " da vurgu yapılmaktadır.
Daha fazla uzatmaya gerek yok, bu uzunluğa bile gerek yoktu ama boşlukları azami oranda doldurmak gerekiyordu. Ve doldurduğuma inanıyorum.
Yukarıda, ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştığım ifadeler, bir zamanlar, bu topraklarda, son tahlilde sosyalist devrim mücadelesinin müfrezesi olarak gördüğümüz TKP yönetiminde ve politik yönlendiriciliğinde, dişimiz tırnağımızda, bütün aktivitelerimizin, kişisel hareketlerimizin, özel yaşamımızın, aşk ilişkilerimizin, evlilik ilişkilerimizin hatta komşuluk ilişkilerimizin bile TKP den sonra geldiği bir süreçte, yoldaşlık ilişkisi içinde olduğumuz ya da legal hareketlerden tanıyıp saygı duyduğumuz, sarsılmaz bir komünist inancı olduğuna inandığımız kişilerin, itirafname niteliğindeki ama daha çok ders niteliğindeki ifadeleridir.
Bu ifadelerin amacının ise, AKP nin "sivil anayasa" manevrası ile 12 Eylül anayasasının, tarihsel koşulların ve bu koşullarda egemen burjuvaziye yeterli serbestîyi sağlamış olmasının, tekellerin ekonomi politikasına geçişteki radikal kararların uygulanması için gerekli hızı ve doğrudan müdahaleyi sağlamasına yetmesi gereği eksik bıraktığı noktalarını sağlamlaştırmak ve devlet otoritesinin hızını, bu günkü emperyalizmin, tekellerin Yeni Dünya özlemi gereği, ışık hızına çıkarmak, doğrudan müdahaleyi ise, bu müdahaleden en çok zarar görecek olan, işçilerin ve emekçi halkların gönülden katılımını sağlayacak şekilde demokrasi görünümü vermek üzere yapmak istediği ama bir yanıyla da, işçi ve emekçilerin en hoşnutsuz olduğu, üretici köylülerin en çok mağdur olduğu ve AKP karşıtlığının nesnel bir hal aldığı bu günkü koşullarda, iktidar partisi olarak en çok zararı AKP nin göreceğini dolayısıyla en çok oy kaybına onun uğrayacağını, giderek iktidardan düşeceğini bilmesinin yansımaları olarak, geleceğine bir güvence sağlayacak olan önlemlerin alınmasını da içeren hamlesine katkı sunmak ve bunu yaparken de, bu çabalarına bir demokrasi süsü vermek ama daha da önemlisi, bunu bir komünist kimlikle yapmak,"özgür komünist "olarak ayırarak da, kendilerinden başkalarına komünist denemeyeceğinin vurgusunu da yapmak olduğu açıklıkla görülmektedir.
Bu ifadelerin sahipleri, bu gün dahi yukarda Programından bölümler verdiğim TBKP nin, en sadık savunucuları ve sayesinde özgürleştiklerine inanan "komünistleridir" ama bu, geçmişte yoldaşlık yaptığım kişilerin, o kutsal bir tonla bağlılıklarını dile getirdikleri ve Türkiye’ye değişim kapılarını açtığı masalına inandıkları TBKP nin, çok uzun olmayan bir zaman aralığında, programını tümden unutmuş oldukları görülmekte, programlarındaki ifadeleriyle,"silahlı kuvvetlerin tepesinin ve genel olarak egemen burjuvazinin, ulusal kurtuluşçu özü boşaltılmış Kemalizm anlayışının, Atatürkçülüğün bir etiket olarak kullanılmasından başka bir şey olmadığını” görmezden gelerek, her taşın altında ulusal kurtuluşçu özü olan, Atatürkçülüğü etiket olarak kullanmayan Atatürkçüler aramalarındaki garabet fark edilmektedir.
Bu örnek bölümleri, TBKP nin programını eleştirmek ya da olumlamak için buraya aktarmadım,sadece Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bizim komünistlerin de kendi ürettikleri ve deklare ettikleri programdan çok çabuk çark ettiklerini ve aynı Fransız komünistlerinin yaptığı gibi,bu gün çok daha net olarak görüldüğü üzere,emperyalizmin bölgedeki projelerine eş başkanlık yaptığı (kendi ifadesiyle),12 Eylül rejiminin, bu anlamda tekelci düzenin dolayısıyla tekellerin devletinin yürütmesi eliyle 12 Eylül diktatörlük rejiminin,ihtiyacı olan en son sınıra kadar konuşlanması için, demokrasi hapını yutturmak için, AKP ye zaman zaman akıl hocalığı yaptıklarını,zaman zaman, şimdi o zamanlardan biridir, AKP nin politik geleceği tehlikeye düştüğü anlarda,destek vermek amacıyla hareket ettiklerini ve artık hiç sınır tanımadıklarını göstermek için aktardım.
Artık her yerde(dünya ölçeğinde) özü değişmeyen, çeşit çeşit, görünümü demokrasi de olabilen, devlet durumları söz konusudur. Burjuvazinin tekel olduktan sonra, demokrasiden tümüyle vazgeçtikleri bir tarih diliminde, bu iki örneğin, sosyalist iktidar programlarının önüne demokratik genişleme programlarını koymanın, hem teorik, hem tarihsel olarak yanlış olduğu, en tam ifadesi ile bu teorilerin artık iflas ettiği gerçeğini, enine boyuna değerlendirmek gerekmektedir.
Devlet durumunun demokrasi suretinden çoktan vazgeçen burjuvazi, tekeller demek istiyorum, hem demokrasiyi bu devlet durumu olma gerçekliğinden koparıp, bir kültürler toplamına indirmek için teoriler geliştirmekte, hem de türlü oyunla ve illüzyonist gösterimlerle her ne çeşit olursa olsun, özü diktatörlük olan ve devlet otoritesinin hızı ve doğrudan müdahalesinin ifadesi olan bir devlet durumunu kitlelere demokrasi diye yutturmaya çalışmaktadır. Demokrasi bir kültürler toplamına ve bu aşamadaki sorunların çözümü için mücadeleye indirgendikten sonra, her türlü illüzyonu başarılı kılmak ve kitleleri demokrasinin varlığına inandırmak yanında, özü burjuva devlet otoritesini hızla ve doğrudan uygulamaya yönelik olan çabalara desteklerini sağlamak ve elbette, böylece daha ileri bir demokrasinin geleceğine dolayısıyla kitlelerin beklediği sorunların çözüleceğine inandırıp, bu çabalardan en çok zarar görecek olan işçi ve emekçi kitlelere bile, demokrasi mücadelesi altında, diktatörlüğe omuz verdirmek kolaylaşacaktır ve kolaylaştığını görüyoruz. Burada baş aktör, baskı mekanizmalarından çok, medyanın gücüdür. Medya, devletin iki durumundan biri olan, diktatörlüğün konuşlanmasını, demokratik görünümle sürdürmesine olanak vermektedir.
Diğer yandan,12 Eylülden sonra sık sık başvurulan ve devlet otoritesindeki hızı ve doğrudan müdahaleyi anlatan, kararnamelerle yasal düzenlemeler yapmak, başka bir örnektir. Ancak, kapitalizmin kendine has bunalımının kalıcı ve tekraren olması nedeniyle medyanın demokrasi illüzyonu yaratması, buna solun içinden devşirilmiş kadroların desteği ve katkısı ve de kararnamelerle diktatörlüğün konuşlandırılmasının istenilen kıvama getirilmesi mümkün olamamaktadır, istenilen kıvam, bu konuşlanmanın, burjuva hukukunun içinde olan kuvvetler ayrılığı kuralından vazgeçilmesi ve bu kuvvetlerin tek elde toplanması demektir. Medyanın gücü ve yarattığı İllüzyon ve tabii soldan devşirilmiş kadroların laf ebeliği, artık bu burjuva hukukunun demokrasiye karşı bir tehdit olduğunu kitlelere inandırma görevini yerine getirmektedir. Bu illüzyonla birlikte, demokrasiyi bir devlet durumu olma özelliğinden ayırıp, bir kültürler toplamına indirgemek, ortada sınıfsal olarak hiçbir kavgaya gerek olmadığını inandırmayı kolaylaştırmaktadır. Bu, hem sınıf kardeşliğinin haklılığına, hem de bütünsel ifadesiyle; gericilik ile ilericilik arasındaki, burjuva demokrasisi ile tekelci kapitalizmin arasındaki çelişkisizliğe inandırmak, böylece bütün dünyada defacto var olan, demokrasiden çoktan vazgeçmiş, diktatörlüğü türlü yöntemlerle konuşlandırmaya devam eden devlet durumlarına bütün karşıtlarını taban yapmaya çalışmak demektir. "Dinler arası diyalog","kültürler arası diyalog" "demokrasi kültürünün yerleşmesi" gibi kulağa hoş gelen projeler, bu kolaylaştırmanın hızlandırılması dinamiklerini oluşturmaktadır.
Dilipak'ın en son aktardıkları ise, fikirlerine ve fikirlerini anlatmadaki becerisine pek bir değer veren ,"özgür komünist" lerin, "komünistlikleri" bir yana, yatıp kalkıp dillendirdikleri çoğulcu demokrasiden bile çok uzakta olduklarını göstermeye yeter.
Dilipak'ın aktardıkları şöyledir; “Daha tutuklanması için sırasını bekleyen yüzler değil, binlerce isim var. İnce ve uzun bir yoldayız. Sabır, kararlılık ve cesaret gerek. Gelinen noktaya bir gün mutlaka gelinecekti ve gelindi. Benden söylemesi. Bundan sonrası için herkesin daha dikkatli olması gerek.”
AKP iktidarı ise, yargı bağımsızlığından dem vurarak, yani yargının bağımsız olmadığını gerekçe yaparak, anayasaya HSYK nın oluşturulma şeklinin kurallarını koymaya çalışırken, HSYK nın yönetiminde ve baş yöneticiliğinde, hatta kilit yöneticiliğinde kendi atadığı, bir bakanın ve müsteşarının bulunduğunu, bu ikilinin, HSYK nın gündemini de, karar almasını da belirlediğini gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadır. İnsana sormazlar mı, yargıyı siyasi iktidara bağımlı yapmayı neden kendi dışınızda arıyorsunuz, buna rağmen, anayasa maddesi ile HSYK yı oluşturmaya soyunmak, bundan sonrası için tufan diyemeyecek bir çıkmazda olmanın tezahürü olabilir mi? diye. Hadi siyasi iktidar, politik çıkarları için ve kendilerini garantiye almak için bu hamleye mecburdurlar, ya "özgür komünist”lere ne oluyor, AKP yi kurtarmak, iktidardan düşmesini ve düştükten sonra da geleceğini sağlama almak için yaptığı politik hamlelerinde onları cesaretlendirmeye çalışmak da neyin nesidir, bunun neresi komünistlikle, komünistliği bırakalım, neresi akılla bağlıdır?
"özgür komünistler",“Tüm dertlerin kaynağı iktidardaki yüksek yargıdır.” demeye getiren AKP yi, işçi sınıfının, emekçi halkların ekonomik, demokratik çıkarlarını, toplumun en temel demokratik kişilik ve özgürlük haklarını korumak ve genişletmek için, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik şiarını göndere çekmek için, egemen sınıflarla, burjuvazinin en gerici, en barbar, en faşizan kesimi ile tekellerle, emperyalizmin kan emici politikaları ile sömürgeleştirici hamleleri ile mücadele ettiğini göstermekten vazgeçmelidirler. Dolayısıyla, AKP nin anayasa hamlesinde onu cesaretlendirmeye çalışmalarının, tümüyle emperyalizmin, tekellerin yenidünya düzeni özlemleriyle uyumlu olduğunu gizleyemediklerini görmeleri gerekmektedir. Görmek istemiyorlarsa, aşağıdaki alıntıları takip etmelerini öneririm.
"faili mechul cinayetlerin aydinlatilmasi icin mecliste Arastirma Komisyonu kurulmasi onerilmisti. Oneri AKPli uyelerin red oyuyla (MHP destegiyle) reddedildi." (basından)
" Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizliğin kaynağı AKP’dir. Yüksek yargı yandaş yargı haline gelirse, ki yapılmak istenen budur, bu gerçeği bile hiç kimse ağzına alamayacaktır." (Halkın ortak dilinden dökülenler)
"Turuncu darbelerle iktidara gelenlerin içler acısı durumu ortada. Yalanla dolanla, tehditle ve ABD desteğiyle hiçbir güç uzun süre iktidarda kalamıyor." (görünen köyü, Kılavuz aramadan görenlerin dilinden dökülenler.)
Ve sonra da aşağıdaki, kendilerinin de sormaları gereken ama hep teğet geçirdikleri soruların cevaplarını düşünmedirler. Düşüneceklerini sanmıyorum, ama tarihe not düşmek adına bunu istemek durumundayım. Neyi nasıl düşündükleri ve kimin adına düşünce ürettikleri, eminim gelecek kuşaklara varmadan, bu günün aklı bağımsız olanları tarafından görülecektir.
Bu anayasa değişikliği işsizliğe mi çare bulacak, işsizliğe karşı mücadele edenlerin önünü mü açacak? Tekellerin ekonomik, politik ve ideolojik hegemonyasını mı kıracak, emekçi kitlelerin üzerindeki ablukasını mı yıkacak, onları kuşatarak demokratik alanı mı genişletecek? Böylece sosyalist aşamanın kapısı mı açılacak?
Bu anayasa değişikliği ile düşüncelerini açıkladıkları ve basın yoluyla yaydıkları için cezaevlerinde yatan ve ölümcül hastalıkların pençesinde kıvrananların özgürlüğüne mi derman olacak?
Bu anayasa, kendini kapatmaktan kurtarırken, iktidarda olmayan partilerin de çeşitli nedenlerle kapatılmalarını mı önleyecek?
Bu anayasa, seçim sistemindeki barajı mı kaldıracak, milletvekillerinin delege yöntemiyle seçilmesini mi sağlayacak dolayısıyla seçmenleri önüne konulan takım elbiselere bile oy vermek zorunda kalmaktan mı kurtaracak, örneğin, Kürt halkının temsilcilerinin hülle yaparak parlamentoya girmesini mi engelleyecek, dahası ne kadar oy o kadar vekil mi parlamentoya girecek yani barajı aşamayanların oylarının, güçlü partilerin oy hanesine yazılması devam mı edecek? Örneğin, AKP ye karşı olan bir seçmenin, onun karşısında olan ve kendi istemlerini seslendiren inandığı bir partiye ama barajı aşamayacak bir partiye oy verdiği halde, karşısında AKP vekilini görmesine engel mi olunacak? Tersine, sırf bu ihtimal nedeniyle, düşüncelerini benimsediği ve kendisine temsilci bellediği partilere oy vermekten vazgeçip, hiç istemediği bir partiye oy vermek zorunda kalmasını mı engelleyecek?
Bu anayasa, TBKP nin programında öngörüldüğü gibi, bütün halkın, demokratik güçlerin katılımıyla hazırlanmış yeni bir anayasa mı sayılacak?
Bu anayasa değişikliği ile hiçbir ayrım yapılmaksızın, bütün yurttaşların temel hak ve özgürlükleri, çoğulcu bir rejim, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti güvence altına mı alınmış olacak?
Bu anayasa ile yolsuzluklar, yoksulluklar ortadan mı kalkacak? Yolsuzlukların, yoksullukların sorumlusu yargımıdır ki, ya da anayasa mahkemesi midir ki, ya da bunların bağımsız olmaması mıdır ki, yargı, iktidar partisinin tekeline alındığında yolsuzluklar da, yoksulluk da çözülecek, yargı daha bağımsız olacak ve tümüyle temel hak ve özgürlüklerin güvencesine çalışacak? Örneğin AKPye muhalif olanlara hayat hakkı tanıyacak, çoğulcu bir rejime izin verecek şekilde davaları sonuçlandıracak, laik ve sosyal hukuk devletinin gereklerini yerine getirecek şekilde mi davranacak. AKP istediğinde, özel mahkemeler kurarak kendince yargıyı "bağımsız" kılmıyor mu da, yargı bağımsızlığını anayasal güvence altına almaktan söz ediyor?
Bu şikâyet edilen ve bu güne kadar bu rejimin egemenliği doğrultusunda ve burjuva sınırlarda, hatta tekelci düzenin yerleştirilmesi sınırlarında görevlerini ifa eden, 12 Eylül rejiminin yerleştirdiği burjuva hukuku çerçevesinde hareket eden yargıdan ve anayasa mahkemesinden daha fazla ne istenmektedir? Yoksa yargı ve anayasa mahkemesi bir yerlere bağımlı oldukları için yolsuzluklara batıp, birdenbire mal varlıkları astronomik oldu da, onlar mı açığa çıkarılacaktır?
Hadi diyelim, bu bir politik mücadeledir ve bu mücadele de, yargının bu günkü şeklinden kurtarılması, yani Kemalistlere hizmet ediyorlar ve TC ye bağlılıkla hareket ediyorlar da onun için artık AKP ye bağlamak gerekiyor diye düşünüyorsunuz, o zaman yani yargı AKP nin tekeline geçtiğinde, Türkiye’de demokratik devrim mi olacak? Tekellerin, işçi sınıfı ve emekçilerin ensesinde hiç fütursuz boza pişirerek semirmesi mi engellenecek? Buna mı inanıyorsunuz?
Demokratik devrim, demokrasi kültürü yerleştirmek midir, türbanın ya da tarikatların özgürce kök salması mıdır, dinin bir sistem olmasının önündeki engellerin kalkması mıdır, seçilme hakkını sınırlama hakkını politik iktidarların kullanma özgürlüğümüdür, bu topraklardaki işsize iş, aşsıza aş demek olan olanakların, yer altı ve yer üstü kaynaklarının kullanma hakkını, sömürmeye doymayan, talan etmeyi hak sayan uluslararası tekellere vermek midir, politik iktidara muhalefet edenlere hayat hakkı vermemek midir, hatta bunu suç gösterecek hukuksal dayanaklar yaratmak mıdır, AKP nin,12 Eylül anayasasını değiştirerek getirdiği demokratik rejimin, bir adım sonrası sosyalizm midir, AKP nin bu demokratik açılımları, sosyalizme giden yolun ilk aşaması mıdır?
Siz nasıl komünistlersiniz, siz, daha düne kadar 12 Eylülün geriye dönüş olduğunu söyleyen mihmandarınızın, bugün AKP eliyle ve AB-D emperyalizmi eliyle ileri demokrasi geleceğini söylemesine hemen kanıverip ," AKP demokratik anayasa paketi hazırlamış biz "özgür komünistler" olarak, Hatemileri, Dilipakları, hatta Fehmi Koruları çağırarak konuşturalım, böylece vesayet rejiminden bir tuğla daha çeken AKP ye desteğimizi verelim" mantığının bir demokrasi savunucusuna bile yakışmadığını nasıl göremezsiniz? Oysa sizler, benim de içinde bulunduğum bir komünist hareketten geldiniz, AKP ye, 12 Eylül rejiminin yürütmesini elinde tutan partiye, tekellerin çıkarlarından başka hiç bir uygulamaya imza atmayan bir partiye, iktidarı boyunca, işsizliğin arttığı, yoksulluğun tavan yaptığı, anti demokratik uygulamaların AİHM lere şikâyet sınırlarına ulaştığı, yolsuzlukların meşru hale geldiği, hakkını arama mücadelesini yasal zeminde kullanmak isteyenlere bile şiddet uygulandığı, neredeyse bütün toplumun yasadışı yollarla dinlendiği, herkesin gölgesinden korkar olduğu bir korku ve çağdışı müminler cumhuriyetine dönüşen bir rejime nasıl olur da, demokratik ton verir, AKP nin, daha fazla demokrasi için, ileri demokrasi için mücadele ettiğine, inanırsınız, inanmamızı beklersiniz? Bizi o kadar salak mı bellediniz?
AYAK SESLERİ KULAKLARI ÇINLATAN, BUNU ZAMANINDA GÖREMEYENLERİN, GÖRMEK İSTEMEYENLERİN VİCDANINI İNLETEN DİKTATÖRLÜĞÜN KONUŞLANMASININ BİTMEK ÜZERE OLDUĞUNU, BİTTİĞİNDE, 12 EYLÜLÜ DE ARATACAK BİR HIZA VE DOĞRUDAN MÜDAHALEYE KAVUŞAN BİR DÜZENİN KISKACINA GİRİLMİŞ OLACAĞINI ARTIK SIRADAN POLİTİK FİKRİ OLAN HALK BİLE HİSSETMEYE BAŞLADIĞI HALDE, SİZ, ESKİDEN KOMÜNİST PARTİ ÜYESİ OLMAYA HAK KAZANMIŞ, BUGÜN, "ÖZGÜR KOMÜNİST" OLDUĞUNU SÖYLEYENLER OLARAK, BUNU NASIL GÖREMEZSİNİZ, GÖRMEDİĞİNİZ GİBİ ETRAFINIZDAKİLERİN DE GÖZLERİNİ KARANLIKLA BAĞLAMAYA NASIL ÇALIŞIRSINIZ. BUNA DUR DİYECEK, BU ALİCENGİZ OYUNLARININ GERÇEK YÜZÜNÜ DEŞİFRE EDECEK TEK BİR KİŞİNİN BİLE KALMADIĞINI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ, YA DA SİZE ÖYLE Mİ GÜVENCE VERİLİYOR?
KEŞKE SİZLERİ TANIMASAYDIM YAHUT YOLDAŞLIK YAPMASAYDIM.
BUGÜN PİŞMANLIK YAŞIYORSAM, TEK PİŞMANLIĞIM BUDUR. YOKSA İYİ Kİ KOMÜNİST OLMUŞUM, İYİ Kİ KOMÜNİST KALMIŞIM. BU BENİM YÜZ AKIM, ONURUMDUR. GERİDEN GELENLERE DE BIRAKACAĞIM BELKİ BUNDAN BAŞKA BİRŞEYİM DE YOKTUR.
BİLESİNİZ Kİ, SİZİ BELKİ BEN BİLE ESKİ YOLDAŞLIKLARIN HATIRINA AFFEDEBİLİRİM AMA TARİH ASLA AFFETMEYECEKTİR.
Fikret Uzun 16.4.2010

Demokrat Solculara Yine Yeniden…

Bu toprakları ve bu topraklar üzerindeki emekçi halkları sevmek, onların dertlerini dert edinmek, onlara rağmen onların hakkı için, onların kurtuluşu için, kurtuluşları önündeki engellerle, mesela AKP ile tekellerle,12 Eylül rejimi ile ABD-AB emperyalizmi ile mücadele etmek, mesela tekel işçilerinin kazanılmış haklarını elinden alan, bunun karşısında Tekel’i yok fiyatına, uluslararası tekellere satan; bu topraklardaki işçi ve emekçilere, işsizlere, emeklilere, memurlara iş ve aş demek olan, yer üstü ve yer altı zenginliklerini uluslararası tekellere, yandaşlara yine yok fiyatına satan; pili bitmiş emperyalist ABD’nin, bu bölgedeki emperyalist projelerinin eşbaşkanı olmakla övünen AKP’nin işçi ve emekçi düşmanı tutumuna karşı durmak, işçi ve emekçilerin haklı mücadelelerinin, hak arama mücadelelerinin, politik mücadelelerinin gerçek anlamda ilerici bir tarihsel çizgide, nihai kurtuluşlarına yol açacak şekilde yine onlara rağmen, onların da bu yolda yer alması, kendi haklı ve nesnel mücadelesi için konum alması için mücadele etmek; bunun için akıl patlatmak; hükümetin ve elbette tekellerin, ABD-AB emperyalizminin, İsrail’in, kendi ulus devlet dinamiklerini sağlamlaştırırken, bu bölgedeki ulus devletleri parçalamak, küçültmek ve ABD-AB emperyalizmine, İsrail’in ulus devlet hegemonyalarına halkları bağlamak için, halkların arasına kardeşliklerini bozucu, anti-emperyalist, anti-siyonist duruşları köreltici, milliyetçilikle, şovenistlikle yüklü kışkırtıcı nifaklar sokarak, ayrılık ve çatışma noktalarını artırmak dolayısıyla bu bölgedeki halklara iş, aş ve gelecek demek olan yer altı ve yer üstü zenginliklerini talan etme, kurutma emellerine hizmet eden politikalarını ortaya koymak; bu politikalarla mücadele etmek, mücadele eden dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın hünerini göstermek, dahası tarihin ilerleme çizgisinin gerisine doğru götürülen treni durdurmak için irade göstermek; tarihin gerisine giden bu trende olan ama kurtuluşu arka vagonlara doğru koşmakta bulanların, trenin, varacağı yere, tarihin gerisine, daha çabuk varması için çaba sarf eden, bunu ilericilik olarak gösteren, vagonun baş makinistini alkış bombardımanına, yüceltme bombardımanına tutanlara karşı yani işçi ve emekçileri köleleştirmekten, geleceksizleştirmekten başka icraatları olmayan, böylece zenginliklerine zenginlik, hükümranlıklarına hükümranlık katan tekelleri, kapitalizmi hatta emperyalizmi ve elbette onların yürütücüsünü, bilmeden de olsa ama daha çok bilerek benimsetmeye çalışanlara, bu devasa zenginliği, teknolojik gelişme, ilerleme ve halklara ekonomik olanaklar yaratma olarak göstermeye çalışanlara, tiksinti duymak; tüm bu olanlara karşı, çözüm olarak, sosyalist iktidarı koymak ve komünistlikten de, bu topraklardaki emekçi halkları sevmekten de çoktan vazgeçmiş olan, ama bu vazgeçmişliklerini, işçi ve emekçilerin haklı direnişlerini çağ dışı bulmayı, ilericilik olarak, komünistlik olarak gösterip, bir taraftan biz AKPli değiliz derken, AKP’nin siyaset akademilerinde eğitmenlik yapanların iki yüzlülüğünü deşifre etmek; darbelere karşıyız diyerek, hâlâ aynı kafa yapısını, ideolojik yönelimini koruyan, nice yurtseverin, ilericinin, devrimcinin, sosyalistin, komünistin kanına giren komünizmle mücadele derneklerinin ardılları ile, ilim yayma cemiyetlerinin gerici, dinci tarikat bağlantılı kadroları ile kol kola, halkın gerçek anlamda darbecilere karşı biriktirdiği kinin, darbecilerden, diktatorya özlemi içinde olanlardan ve 12 EYLÜLün diktatörlük koşullarını türlü kılıflarla sürdürenlerden, darbecilere karşı olmaktan söz ederken, gerçekte 12 Eylül diktatörlüğünün konuşlanmasını tamamlamaya çalışanlardan, bunu demokrasi diye yutturanlardan, buna destek verenlerden, buna sol ton verenlerden, sınıfsal eksende hesap sorma dinamikleri olarak yükselmesinin önünü almaya, başka kanallara hapsetmeye, işlevsiz bırakmaya çalışanlara karşı ideolojik, politik mücadele vermek, ulusalcılık ise sizler ya aklınızı kaçırdınız, ya da size verilen bilgiler doğrultusunda bunun hâlâ emekçilere, ilericilere, devrimcilere, devrimci-demokratlara, sosyalistlere, komünistlere yedirileceğini sanarak kendi kendinize gelin güveyi oluyorsunuz demektir.
Evet, eğer bu uzun bir liste halinde sıraladıklarımla, daha çok da unuttuklarımla bağlı olanları, ulusalcı diyerek elini, kolunu, dilini bağlayacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sizler, geçmişten gelen kimliklerinize hangi ön eki takarsanız takın tarih önünde hesap vermekten ve mahkûm olmaktan kurtulamayacaksınız. Bu mahkûmiyet için bir halk değil binlerce halk var artık ve bu halkların kardeşliğini ne emperyalizm, ne tekeller, ne yürütücüleri ne de siz bozamayacaksınız. Bu anlamda, bu bölgede kendilerine sağlam ve büyük bir ulus devlet yaratma sevdasında olanlara, bu sevda ile birlikte bu bölgedeki halkların geleceği olan, bebelerine süt, su, yiyecek ve gelecek demek olan doğal ve üretilmiş, biriktirilmiş zenginlikleri, sırf enternasyonalizm diyerek, bu bölgedeki halklardan çalıp, emperyalizmin, emperyalist tekellerin zenginliklerine peşkeş çekilmesine sol ton veremeyeceksiniz. Bunu, bu halk düşmanı tutumlara destek vermenizi, işçiler vatansızdır kılıfları ile örtüleyemeyeceksiniz ve bu örtülerinizin emperyalistlerin enternasyonalizmini, gericilerin enternasyonalizmini, proleter enternasyonalizm olarak yutturmaya çalışmaktan başka bir şey olmadığını gizleyemeyeceksiniz, gizleyemiyorsunuz. Bu gün, tekeller enternasyonalisttir, gericiler enternasyonalisttir, diktatörlükler enternasyonalisttir, dinciler enternasyonalisttir, işçi düşmanları enternasyonalisttir, tarikatlar enternasyonalisttir, kendilerine ulus devlet beğenirken, ulus devletleri çözmeye, parçalamaya, küçültmeye çalışanlar enternasyonalisttir, milliyetçiler, ırkçılar, Şovenistler, tarihin gerisine yönelenler enternasyonalisttir; öyleyse bunlarla mücadele etmek de enternasyonalistliktir. Enternasyonalistlik ve işçilerin vatanı yoktur teorik yaklaşımı, enternasyonal düzeyde işçi sınıfının, emekçi halkların, bilimin, ilerlemenin, devrimin, sosyalizmin karşısında olan bu dinamiklere karşı mücadele etmeyi engellemez, bu mücadeleyi milliyetçi de yapmaz, ulusalcı da yapmaz. Bu mücadelede elbette yurtseverlik olacak, elbette bu topraklardaki zenginliklerin, bu toprakların halklarının geleceği için kullanılacağına, emperyalist tekellerin zenginlikleri için kullanılmasına, talan edilmesine karşı mücadele edilecek ve elbette bu mücadele anti-emperyalist mücadele eksenine oturacak, tabii ki gericiliğe karşı mücadele dinamiğine oturacak, tabii ki anti-siyonizmi de benimseyecek, tabii ki sınıfsal bir zeminle bütünleştirilecek, tabii ki asıl hedef sosyalist iktidar olacak, bunun önüne demokrasiyi de koysanız, vatansız işçiyi de koysanız doku tutmaz.

Nerede görülmüş, emperyalizme, sömürgecilere karşı ezilenlerin mücadelesi demek olan ulusal kurtuluş hareketinin başarılmasında, kaderlerinin kotarılmasında emperyalistlerle, uluslararası tekellerle, ezen ulusun egemenleri ile kendi uluslarının sömürgenleri ile gericileri, ağaları, beyleri ile işbirliğinin söz konusu olduğu ve ezilen halkların kurtuluşunda bunların etmen olduğu.

SİZ KİMİ KANDIRIYORSUNUZ, Kürt halkından, Türk halkından kaçırılan bu zenginlikler, Amerikan halkına mı, Fransız halkına mı bölüştürülüyor, bu bölüşüm sırasında Kürt halkına, Türk halkına ne kalıyor. Kaldı ki, Fransız halkına, Alman halkına hatta işçi sınıfına buralardan aktarılan paylar, sus paylarıdır, oportünistlik mayası çalmaktır. Bu kadar mı aklınızı peynir ekmekle yediğimizi zannediyorsunuz siz düpedüz, burjuva düzenin, tekellerin, emperyalizmin dümen suyundasınız, AKP’nin “ilerici, demokrasi”den yana, işçiden, emekçiden yana olduğunu kime inandırmaya çalışıyorsunuz, bir süre sonra aynı trende geriye doğru koşmaya siz de başlayacaksınız ama marifet trenin içinde arka vagonlara koşmak değil, bu, bu trenle beraber tarihin gerisine gitmenizi engellemez ve arka vagonlara doğru koşarken, gördükleriniz aranızdaki kavgaları da artıracak ama tren uçuruma yaklaşmıştır bir kere ve aklınız da o kadar tutsak olmuştur ki, trenden atlamayı bile akıl edemeyeceksiniz.
O çok övdüğünüz, desteklediğiniz, kutsal ton verdiğiniz ilerlemeye düşman, geleceğe düşman, kölelik özlemcilerinin, padişahlık özlemcilerinin, şu anda defacto hüküm süren diktatörlükle bile yetinmeyenlerin, gerçek yüzü ile karşı karşıya geldiğiniz de, trene bindiğinize de, atlamadığınıza da bin pişman olacaksınız.
Oysa iki kelime, sihir de, keramet de bu iki kelimede ama bütün güçleri bu iki kelime ile kaynaştırmak, bu iki kelimeyi benimseterek, bu iki kelimenin yol göstericiliğinden, çare olmasından başka bir seçeneğin olmadığını göstermekle, bütün seçeneklerin bu iki kelime ile bütünleştirilmesi gerektiğini göstererek bu iki kelimedeki sihir, keramet ortaya çıkarılabilir ve bütün sahtekârlıklar tuzla buz olabilir.
Evet, bu iki kelime " sosyalist” ve “ iktidar” kelimeleridir. Artık politik, ideolojik şaşırtma enstitüleri bile bu sihirli iki kelime etrafında kafa patlatmaktadır, sihri bozmak, kerametini kendinden menkul göstermek için kollarını çoktan sıvamıştır. Yakında bu sihirli iki kelime etrafında da konumlanacak sahtekârlar da çıkacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bu, TC ye karşı, yönetimi Kemalistlerden teslim alınıp, gericiliği, dinciliği, milliyetçiliği ve emperyal heveskârlığı had safhada olan Türk-İslam tabanlı bir diktatörlüğe doğru konuşlanmasını tamamlamaya koşan TC ye karşı, Sosyalist İktidarın hegemonyasındaki sosyalist cumhuriyettir. Ne güler yüzlü bir sosyalizmin, ne çoğulcu bir sosyalizmin, ne demokratik bir sosyalizmin, ne de özgürlükçü bir sosyalizmin cumhuriyetidir.
Bu, sosyalist iktidarın, işçi ve emekçilerin kurtuluşunu, iktidarını, bütün halkların kardeşliğini, özgürlüğünü, eşitliğini garanti altına alan son derece demokratik ve son derece bu demokratikliği güvence altına alan hegemonik bir mekanizmadır.
Bunu sizin kafanız almıyorsa, bırakın artık şu “ulusalcı” yaftaları asarak, Kemalist yakıştırmalarından medet umarak, darbecileri de, derin devlet mekanizmalarını da, örgütlerini de, aktörlerini de korurken, gerçekten bunları tarihe gömecek, hesabını soracak dinamiklerin önünü kesmeye, ilerici olduğunuz iddialarınıza rağmen, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine yönelmiş olanları solcu, demokrasi savaşçısı, ilerici göstermeye çalışmaktan vazgeçin. Bunun faturası ağırdır, bu işler çelik çomak oyunu değildir. Bu iş, yüz yıllardır sömürülen, ezilen hakların, işçi ve emekçilerin kadersizliğine karşı, bu kaderi ellerinde tutan ve üstüne basa basa zengin olan tekelci bezirgânların arasındaki son derce şiddetli bir mücadeledir. Bu mücadelenin arasına, bu zenginliklerini tarihsel olarak kaybedeceğini anlayan emperyalist kapitalizmin gericilik yüzü, dincilik kozu da girmiştir. Emperyalist kapitalizm, bu yüzünü de, kozunu da son derece dikkatli adımlarla ömrünün uzatılması için kullanmaktadır.
Öyleyse, bu koza karşı, emperyalizmin bu yüzüne karşı, türbanı, tarikatları, dinci örgütlenmeleri özgürlükler içinde saymayı, demokrasi palavralarının içine koymayı bırakın da, asıl ilericiliğin, asıl devrimci dinamiğin, asıl halklar arası kardeşlik ve halkların özgürlükleri için, eşitlikleri için mücadeleyi, emperyalizmin bu yüzüne ve kozuna karşı mücadele ile bütünleştirmenin enternasyonalizmin, işçi sınıfının gerçek vatansız olma teorik düşüncesinin gereği, en ilerici ve bilimsel bir iş olduğunu görün. Görenlere çelme takmayın. Çelme takamadıklarınızı, türlü yaftalarla karalamayın. Eğer yüreğinizin bir kenarında hâlâ biraz komünist ruh varsa, dediklerimi can kulağıyla dinleyip, yüreğinizin süzgecinden geçirin.

Boş lafları bırakın, AKP’ye sol ton vermeyi de, onu desteklemenin komünistlik gereği olduğunu vaaz etmeyi de bırakın. Bu gün AKP den ABD emperyalizmi bile vazgeçti. Devlet durumu içindeki diğer aktörlerine, diğer devlet partilerine oynamaya başladı bile. Bunun için attığı emin ve dikkatli adımlarını bozmadan ilerlemek istiyor. Siz bu değişiklikten sonra, yeni aktörlere AKP ye verdiğiniz sol tonu nasıl vereceksiniz. AKP’nin karşısında olup da, yaftalamadığınız ne kaldı. CHP’nin ulusalcılığı mı, Kemalistliği mi AKP ye tehlikedir? MHP’nin milliyetçiliği, ırkçılığı mıdır AKP ye tehlike? Yeni kurulan ED PARTİ mi tehlikedir AKP ye? AKP ye tehlike olamayan hangisi, tekellere tehlike olabilir? Güldürmeyin insanı. Hepsi ama hepsi devlet durumu içindeki partilerdir. Biri daha fazla devletçidir, diğeri iddiası ile öyledir, bir diğeri yeni soyunmuştur bu göreve. Ama hepsi devlet partisidir. Devlet burjuva devlettir ve tekellerin devletidir. Devlet nerdeyse ezelden beri TC olarak ABD hegemonyasındadır ve şimdi daha da fazla öyledir. Bu devamlılığı göremiyor ve işkembeden atıyorsunuz.
Ufuk Uras’ın solculuğu mu, AKP ye tehlike olacak. Güldürmeyin. Ufuk Uras belki Hasan Cemal’den bile daha fazla bu devlet durumu içindedir. AKP ye tehlike yalnızca kendisidir, eş başkanlığını yürüttüğü ABD emperyalizmidir ama bu tehlike değildir önemli olan. CHP den ve MHP den gelmesi de değildir.
AKP için tehlike işçilerden, emekçilerden, ezilen sömürülen, geleceği karartılan, işsiz, aşsız kalan kitlelerden gelirse, o zaman tehlikedir ve o zaman emperyalistler telaşa düşer, acele eder ve yeni aktörlerini rahatlıkla öne süremezken, oyunlarında açık verirler ve işçilerin, emekçilerin, yoksul halk kitlelerinin AKP’ye, tekellere ve emperyalist kapitalizme karşı tehlike olma dinamiği sınıfsal bir eksene oturabilir. En azından bu ihtimalin kapısı açılabilir. Ancak o zaman işçi ve emekçi kitlelerin, birbiriyle kardeşlikten vazgeçmeyen halkların söz sahibi olabilmesinin kapısı açılabilir. Bu gün sorun AKP’nin kurtarılması değildir tekeller için. Sorun, emperyalizm için, tekelci düzenlerin, emperyalist kapitalizmin geleceğinin kurtulması için, bu bölgede konumlanmalarının önündeki engellerden kurtulmak için, henüz ihtiyaçları olan AKP’nin, ardındaki bu dinamikle beraber yıkılması ihtimaline karşı AKP’yi korumak zorunda kalmalarıdır.
Bunu görmek için profesör olmaya gerek yoktur, bu, sıradan insanın bile görebileceği uzaklıkta bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, gerçek olduğunu göstere göstere ilerliyorken, bırakın artık boş lafları, işkembei kübradan atmayı. Bu bir ideolojik, o oranda da politik mücadeledir. Bu gerçeklik, ne korkut Özalların, ne de kendini bir şey sanan, konuşma özürlü şişirme sanatçıların yalakalığında asılı duran ben siyasetçi değilim ama politik yazıyorum demesi ile, siyaset değil, politika kötüdür demesi ile sap saman tadına çevrilemez.
Bir taraftan örgütsüz komünist olmaz deyip "özgür komünist" kimliği ile “örgüt”ün hâlâ "özgür komünistlerin "elinde olduğuna gönderme yaparken, diğer taraftan kapısını kilitleyip, burjuva hukukunun ellerine teslim ettiğiniz örgütünüzü için avcı tefrikası gibi anılarla şişirip, içine hapsedilmeye çalışılmaya karşı irade gösteren ve örgüt olmazsa, komünistler bir hiçtir yaklaşımına prim vermeyen ve bu iradelerini, bu toprakları ve bu topraklardaki emekçi halkları sevme, kardeşliğini yükseltme dinamiğine katan sosyalistleri, komünistleri, devrimci-demokratları, ilericileri, yurtseverleri öcü gibi göstermeye, onların aklını bozarak, tümüyle emperyalist şebekelerle bağlı ve devletin sivil toplumunu örgütleyen, devlete bağlayan, yönetiştiren STK lara yönlendirmeye, bu kuruluşların içine hapsetmeye, son olarak da, TAKSİM meydanına zorla hıdrellez havası içinde hapsetmeye çalışmayın. Buna çalışanları kutsamayın. Artık mızraklar çuvallara sığmıyor. Görmüyor musunuz, 1 MAYISın bahar bayramı havasında, hıdrellez havasında kutlanması için,1 MAYISın mücadele ruhunu, bahar bayramı kutlaması ruhuna indirmeye ve sınıf kardeşliği için önemli bir basamak oluşturmaya çalışan sendika patronları ile valinin, hükümet erkânının ve elbette medyanın nasıl bir dirsek temasında ve koşuşturma içinde olduğunu.
Bir hatırlayın bakalım, son 10 yıl içinde kaç kez sosyalizmi hatırladınız. Kaç kez onu hatırlamaktan uzaklaşıp, demokrasi mücadelesini en güvenli yol olarak telaffuz ettiniz. Kaç kez, sosyalizm hayal ama demokrasi için mücadele etmek hem güvenli, hem de kolay dediniz. Hayır sayın AKP severler, aslolan demokrasi değildir, mücadelesi hiç değildir. Aslolan sosyalizmdir ve asıl asıl olan ise, sosyalist iktidar mücadelesidir. Bütün sorunların çözümü bu iki sözcüktedir. Demokraside değil, demokrasi mücadelesinde hiç değildir. Çünkü zaten tekellerin düzeni,12 Eylül rejimi, burjuvazinin düzeni bir demokrasidir. İçinde demokrasi kalmayan, diktatörlüğü perçinlenmiş bir demokrasidir.
Demokrasi için mücadele etmek demek, üstelik bu mücadeleyi tekellerin devletinin hükümetinin peşine takılarak yapmak demek, tekellerin hüküm süren diktatörlüğünde, kitleleri, tekellerin demokrasiye razı olacağına inandırmak demektir. Tekellerden gelecek demokrasi, demokrasi olmamakla birlikte, olsa bile kendine demokrasidir. İşçi sınıfına, emekçilere demokrasi gene olmayacaktır. Oysa bu demokrasi sosyalist iktidar mücadelesinin içinde kazanılır. Tekellere karşı mücadele ile kazanılır. Hükümetin "ileri demokrasi" yutturmacalarının peşine takılarak, takılmayanları ulusalcı ya da başka öcü yaftalarla yaftalayarak değil.
Siz kendinizi kandırabilirsiniz, buna itirazım yok ama artık sizin kandırabilecek kendinizden başka kimse kalmamıştır. İyisi mi yol yakınken, şapkanızı önünüze koyup gerçeklerle yüzleşmeye ve ayaklarınızın nereye bastığını, nereye basması gerektiğini tespit etmeye çalışın. Tren uçurumdan aşağıya, tarihin gerisine yuvarlandığında, içinde tekeller olmayacak, siz de, biz de, işçiler de, yoksul halklar da olacak. O zaman kolu kanadı kırılan, uçurumun dibine yuvarlandığını görenler, emekçi halk kitleleri, onları kimin küçük gördüğünü, sürü yaptığını da, sizin arka vagonlara doğru koştuğunuzu da görecekler ve peşinizden kovalayacaklardır. O zaman onlara neyi hedef gösterebileceksiniz? Gösterdiğiniz demokrasi, uçurumun dibinde boylu boyunca yatıyorken, göstereceğiniz hangi hedef, kimi peşinize takabilecektir.
İyisi mi, siz boş konuşmayı bırakın da biraz dinleme moduna girin. Bizi dinlemiyorsanız, toprağın sesini dinleyin. Gerçekliğin yükselen sesini dinleyin. AKP’nin de, eş başkanı olduğu emperyalizmin de kâğıttan kaplan olduğunun görülmeye başladığını düşünün. Bu topraklarda konuşlanmış tekellerin kaderinin, aslan payını emperyalist tekellere kaptırmakta olduğunu dolayısıyla kendi halklarının daha fazla sömürülmesinden, ezilmesinden başka çareleri olmadığını görün. Kendi halklarına, emekçi sınıflarına daha fazla sömürü ve ezgi yüklemeden emperyal hevesler içinde olan tekellerin de var olduğunu, pili bitmiş ABD’nin bunları ikna edemediğini, üzerine çeşitli oyunlarla ve saldırı dinamikleri ile gittiğini de görün. Komünistlerin hiçbirisine prim vermediğini, ne AKP’nin peşinden, ne de diğer devlet partilerinin peşinden gitmediğini, bir diğerini, ötekine yeğ tutmadığını da görün. Bunun ifadesi olarak da, bütün nesnel ve öznel dinamiklerin tabansal gücünü biriktiren bir hünerle, sosyalist iktidar mücadelesini, bunun, işçi sınıfının ve emekçilerin iktidarı ile mekanize edilmiş bir sosyalist cumhuriyet olduğunu, bunun dahi, bir TC olacağını ama sosyalist ve iktidarında çoğulcular değil, özgürlükçüler değil, işçiler, emekçiler olan bir sosyalist cumhuriyet olacağını görün. Hangi tekel buna geçit vermek için demokrasiye razı olur? Hangi tekel bu geçitte sosyalistlere, komünistlere gönüllü olarak sığınaklar verir? Hangi AKP buna izin verebilir, hangi AKP’nin böyle bir misyonu, böyle bir demokrasi hevesi olabilir?
son olarak, liberal komünist de olunmaz, demokrat komünist de olmaz. ya komünist olunur ya da, liberal, veya demokrat olunur ki, bunları ön ek yapmak komünistliği artırmadığı gibi, bu ön ekler, ek olarak da, kendi başına da, bir burjuva düzenin, burjuva devletin durumunu korumanın ifadesi olma gerçekliğinden ayrılamaz. O nedenle, demokrat olmakla, liberal olmakla yani ön ekleriniz ile övünmeyin boşuna. Bu övünçleriniz sizin tarihe yansıttığınız itiraflarınız olmaktadır.
Ve ortada ne size, ne de AKP’nin demokrat olmadığını kanıtlamaya yönelik sorular vardır, sorular, nesnelliğin içinde asılı duran cevapların üzerini örten dinamikleri deşifre etmek içindir. Ve bu sorulara sizin cevabınız olmadığı gibi, yaşamın nesnel ağacında asılı duran cevapları dahi görmekten uzaksınız. Bu sorular, o cevapları size rağmen, sizin gözlerinize dahi yakınlaştırmak içindir ama asıl hedefi, bu cevaplardan uzaklaştırılmak istenen kitleleri, illüzyondan, daha çok da demokrasi illüzyonundan çıkarmak içindir.
Benim acı sözlerim, dostun sözleri kıvamındadır, daha acı bulanlar, dostluktan çoktan uzaklaşmış oldukları bir mesafede demektir. dostlar arasında, acı sözlerime laf söyleyenlerin başımın üstünde yeri vardır ve en acı söz bana düşmanca gelmez, dostlar arasında söylenen acı sözlere söylenecek sözler varsa, söylenmesi gerektiği içindir ki, acılar böyle bal eylenir, dostlar arasında bal eylenen acılar, düşmanlık mesafesindekilere kurşun gibi ağır gelir, kor ateşi gibi gelir.
Yücegökün, eski dostları, düşmanlık mesafesine savurmamasını dilerim.
Dost bildiklerime saygı ve sevgilerimle 29.4.2010
Fikret Uzun