30 Nisan 2010 Cuma

DEVRİM TEORİSİNE KATKI

Üretici güçlerin nitelik ve öne geçme anlamında yer değiştirdiği tezi, teknolojik gelişmenin öne geçtiğine ağırlık vererek, bu sorunun gözden geçirilmesi gerektiğine dikkat çekiliyor. Öyleyse, netleştirmek için, biraz ayrıntı ve biraz da tekrar gerekiyor diye düşünüyorum.
Sorun varsa, Marks’ın devrim teorisinde vardır, başka bir ifadeyle, üretici güçler konusunda, gözden geçirilmeyi gerektirecek ve bütün çözümlemelerin seyrini buna bağlayacak denli sorun var çıkarsaması, Marks’ın devrim teorisinde de sorun vardır, çıkarsamasının kapısını açacaktır, ardından sıra Lenin’in katkısına gelecektir ve Ekim Devriminden çıkarılacak derslerin yönünün değişimi ile birlikte, sorunun çözümüne yaklaşım, bizi Bernstein’e kadar götürebilecektir.
Marks’ın devrim teorisinde, bir tarafta üretim biçimi, öbür tarafta üretici güçler yani emekçiler ve teknolojik gelişim yer alıyor. Marks’a göre, emekçilerin her nitel ve nicel gelişmişlik aşamasında ve teknolojik gelişmenin her gelişmişlik düzeyine uygun bir üretim biçimi ortaya çıkar. Ortaya çıkan yeni üretim biçimi, eski üretim biçiminin yani egemen üretim biçiminin içinden doğandır.
Bizi ilgilendiren, üretici güçlerden emekçilerin tarihsel rolünün, gözden geçirilmeyi gerektirecek denli azaldığı yönündeki savlardır. Bununla birlikte teknolojik gelişmenin bu rolü eline geçirdiği savıdır.
Marks’ın devrim teorisinde, üretici güçler, gelişmişlik derecesinin ilerlemesine engel olan üretim biçimine karşı harekete geçiyor ve devrim kaçınılmaz oluyor. Ama bazı faktörlerin gerekliliği de söz konusudur Marks’ın teorisinde. Bu, işin daha önemli kısmıdır ve üzerinde durulacaksa bu noktanın üzerinde durmak önemlidir.
Şöyle; üretici güçlerin hareketi ya da hücumu karşısında, egemen üretim biçiminin esneklik göstermemesi, aksine sert, katı bir yapı göstermesi gerekmektedir. Üretici güçlerin darbesini, emecek, lokalize edecek esnekliği göstermemesi gerek koşuldur. “Üretici güçlerin gelişimine set çekmek” şeklindeki ifadesinin anlamı budur.
Buradan ilerleyelim, bu Marksın teorisidir ve üzerinde tartışılıp, geliştirmek gereken bu teoridir. Ancak bu teorinin ekleri de unutulmamalıdır ve bu teori üzerine Marks ‘tan kalanların bu kadar olmadığını da unutmamak gerekir. Ekler Lenin’den geliyor ve tümüyle pratik ve politiktir. Yönetenlerin yönetemez duruma gelmesi, yönetilenlerin, eskisi gibi yönetilmek istememesi ve artan kitlesel eylemlilik. Bu, Lenin’in ünlü devrimci durumu anlatan ifadesidir.
Marks’ın devrim teorisinin pratik kanallarını, Lenin’in ekleri ile birlikte, üç ana cephede ele almak ve bu cephelerin bütünselliğini bozmadan incelemek, devrim teorisini ve bu teorideki üretici güçlerin hareketliliği ile üretim biçiminin yapısının ilişkisini daha iyi anlamamızı ve bu gün de, geçerliğini koruyup korumadığı konusunda fikir vermeyi kolaylaştıracaktır. Kapitalizm öncesi ve sonrası devrim pratiğinde, devrim teorisini bütünleyen üç nokta önemlidir. Devrim pratiğinde, ekonomik, ideolojik ve politik mücadele cepheleri, bu gün, Marksın devrim teorisini ve üretici güçlerin hareketi ile üretim biçiminin yapısı ve bu hareket karşısındaki konumu ve tutumu konusundaki ilişkiyi anlamada önemli yer tutmaktadır.
Ekonomik cephede işçi sendikalarını ve toplu sözleşme –grev dinamiğini görüyoruz. Bu cephenin, bu güne kadar ki pratiğin gösterdiklerine göre, burjuvazinin iktidarını zayıflatması yanında, sağlamlaştırmasının da mümkün olabileceğini görüyoruz. Burada Aziz Nesin’in , “büyük Grev” ine bir gönderme yaparak, DİSK in yüksek ücret elde eden toplu sözleşmeler bağıtlaması ile burjuvazinin tekelleşme çabalarının başlamasının ve teknolojik gelişmeye yönelmesinin ve de, dış piyasanın kapalı olması nedeniyle iç piyasaya yönelmesinin aynı zamanlı olduğunu ve bunun da, üretici güçlerin ekonomik cephedeki hücumu karşısında, burjuva düzeninin esneyerek, kendi içinde, üretim ilişkisini yani üretim biçimini değiştirebilmenin koşullarını da sağlayabildiğini hatırlatmak istiyorum. Ancak bu yeni biçime geçtikten sonra yani tekelci düzende, ihracat olanaklarının arttığı zamanda, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, egemen burjuvazinin ekonomik dayanaklarını etkilemekten uzaklaştırılması dolayısıyla sendikaların kendi içinde, kendisi için güçlenmesi söz konusu oluyor. Bu, sendikaların holdingleşmesini, bu da, sendikalarda ideolojik gerilemenin hâkim olmasını getiriyor.
İdeolojik cepheye gelince, ekonomik cepheden ve bu cephenin baskın göründüğü zaman kesitinden ayrı olmamak üzere, ideolojik cephe de, emekçilerin sendikalar aracılığıyla yüksek ücret elde ettiği bir zaman kesitinde, ideolojik hareketlilik de artmakta ve bunu politik hareketlilik izlemektedir. En çok çeviri, en çok kitap basımı ve en çok tartışma bu zaman kesitinde etkisini göstermiştir.
Ancak ihracat olanaklarının arttığı, tekelleşmenin hızlandığı zaman kesitinde, hem ekonomik imkânların ve mücadelenin geriliği hâkim kılınırken, hem de, işçi sınıfının, tekeller karşısındaki ideolojik mücadelesi etkisiz kalıyor.
Bu günkü pratik, bunu daha net göstermektedir. Medya vasıtasıyla tekeller, kitleler üzerinde akıl bozucu etki yapabiliyor, önce entelijansıyayı bozarak, hegemonyasına bağlayarak, akıl bozuculuğu içindeki oyunlarını onlar üzerinden daha inandırıcı kılabiliyor.
En önemlisi de, politik cephedeki hareketlenmedir. Burada yine pratiğin gösterdiği, egemen üretim biçimindeki yapılara, mesela burjuva parlamentolara ya da partilere girerek güç biriktirmek yerine, bu yapıların ve partilerin dışında güç biriktirip gelişmenin, daha doğru ve sonuç getirici olduğu görülüyor. En çarpıcı örnek, Fransa da komünistlerin, sosyalistlerle birleşip parlamentoyu paylaşmasıdır. Bunu iki kez elde etmesine rağmen güç biriktirip, egemen üretim biçimine, onu yıkacak ve yeni bir üretim biçimini doğuracak hücumu yapamıyor, yapmıyor. Daha çok, egemen üretim biçiminin esnemesine ve kendi içinde özünü değiştirmeden biçim değiştirmesine basamak oluyor.
Böylece ve kısaca, devrim teorisini ve üretici güçlerle, üretim biçimleri arasındaki ilişki bütünlüğünü ekleriyle birlikte ve pratiği ile ortaya koymuş oluyoruz.
Buraya kadar ki ifadelerimle, kısaca, ne emekçilerdeki hareketlenmenin, ne de teknolojideki gelişimin tek başına üretim biçimi üzerinde değiştirici, dönüştürücü bir etkisinin olamayacağını, daha önemli etmenlere ve gelişmelere gerek olduğunu göstermek istedim.
İşçi sınıfının, üretici güçlerin, üretim biçimine doğru hareketindeki hücum kabiliyetini de, hücumundaki etkisini de kaybettiği tezinin yeni olmadığını hatırlatarak devam ediyorum.
Yani henüz bilişim teknolojisinin söz konusu olmadığı, teknolojinin gelişmişlik düzeyinin bu güne göre gelişmemiş olduğu bir zaman kesitinde de, işçi sınıfının devrimci ve öncü rolünü yitirdiği savunuluyor ve Marksizm’e yapılan en doğru revizyon olarak gösteriliyordu. Bunu savunan Bernsteindir ki, o zamanın Alman sosyal-demokratlarının ( komünistler) en önemli politikacılarındandır. Ve aynı Bernstein, işçi sınıfından aldığı, bu öncü ve değiştirici rolü, teknolojiye daha o zaman vermiştir.
Bernsteinin, bu günkü aynı tür tezlere ne kadar yataklık ettiği tartışılır ama tezlerinin niteliğinin aynı olduğu tartışma götürmez.
Bu, yani öne geçen teknolojik gelişmenin öncü ve değiştirici rolü ise, üretim biçiminin dolayısıyla üretim ilişkilerinin kendi içindeki değişimine, egemen üretim biçiminin esnemesine etmen olmaktan yani uysal bir itici güç olmaktan öteye geçmemenin ifadesi olmaktadır.
Öyleyse, teknolojik gelişme ne derece öne çıkarsa çıksın, yani diğer üretici gücün, emekçilerin önüne geçerse geçsin, bir politik müdahalenin aktörü olabilecek niteliği taşıyamaz. Başka bir ifadeyle egemen üretim biçiminin bütün dayanak noktalarını yıkabilecek bir politik müdahaleye öncülük edemeyecektir. Olsa olsa, egemen üretim biçiminin esnemesine, kendi içinde, kendisini sağlamlaştırmak üzere biçim değiştirmesine etmen olacak uysal bir itici güç olabilir.
Bununla birlikte, teknolojik gelişme ne denli yüksek olursa olsun, üretici güç olarak emekçilerin, özellikle de bilinçli proletaryanın, politik müdahalesi olmadan üretim biçiminin dayanak noktalarını yıkabilecek hücumla devrimin gerçekleşmesi mümkün olamıyor.
Daha da önemlisi, bugün henüz teknolojik gelişmenin üzerinde, bu yönde tartışacak denli gelişmişlik derecesi taşınması söz konusu olmadığıdır. Çok basit bir nedenden, bilişim teknolojisinin, robot teknolojisinin gelişmişliğine karşın, bu gün yolcu taşıyan uçakların kaptanları da, hostesleri de canlı insanlardır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bir hava yolunda kaptanların eylemlerindeki belirleyicilik yanında, son derece otomatik üretim araçları ile çalışan emekçilerin bir tek işletmedeki nicel varlığı hâlâ o otomatik üretim araçlarının önünde seyretmektedir. Canlı el emeği söz konusu olmadıkça, o makinelerin çalışması ya da durdurulması mümkün olamamakta, ürettiklerinin, paketlenmesi ve depolanması, pazara sevk edilmesi ve ayrıca o gelişmiş makinelerin bakımı, temizliği kendi kendine olamamaktadır. Bu ve bunun gibi örnekler çeşitlidir, bunun yanında henüz inşaatlarda, tekstil sektöründe ve turizmde, örneğin , “bonjur matmazel” diyerek, sipariş alıp, servis yapan robotların cirit attığı işletmeler mevcut değildir ve bu sektörlerde aksine çok daha geri teknolojiler ve emek-yoğun üretim süreci devrededir.
Kaldı ki, üretici güçlerin, üretim biçimini değiştirmesi yönündeki ilişki ve hareketlilik, emekçilerin niceliğindeki artış ya da azalış ile orantılı değildir. Pratik zorlukları ve olumsuzlukları vardır ama aşılamaz değildir ve bu ayrıdır ve ne Marks’ın bu yöndeki teorisi ile Lenin’in katkıları yanında, devrim pratiğinin önümüze koyduğu noktaların Bernstein’in şimdi de devam eden yaklaşımına varacak şekilde gözden geçirilmesini gerekli ve haklı kılmaz.
Ekim devrimi, işçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişmiş olan Avrupa’dan önce, tüm geri üretim ilişkilerine rağmen, işçi sınıfının nicel ve nitel olarak gelişmişliğinin geri olmasına rağmen, gerçekleşti. Bununla birlikte, devrimin sürekliliği içersinde, sosyalizmi kurma çabalarının sürdüğü pratikte, işçi sıkıntısı çekilmiş, köylülerden kalifiye işçi yapılmaya çalışılmıştır. Bu hem, fabrikalardaki, sanayideki sıkıntıları artırmış ve hem de partideki kadro sıkıntısına, hatta bürokraside eski düzenden kalan kadrolarla iş yürütmek zorunda kalınmasına neden olmuştur. Ama yine de, Ekim Devrimi gerçekleşmiş, sosyalizm kuruculuğunda ilerlemiş, sistem haline gelmiş, hatta emperyalist kapitalizmi geçmiştir. Burada işçi sınıfındaki nicel değişim elbette önemlidir ama asıl önemli ve belirleyici olan bilinçli işçiler yani işçi sınıfının nitel gücüdür. Ve bu, işçi sınıfının nicel durumu, Marks’ın devrim teorisini ve Lenin’in pratik katkılarını ve de Ekim Devrimi pratiğini gözden geçirecek denli sorunlu bir noktada değildir.
Yani işçi sınıfının, ona katılan, proleterleşen diğer katmanlardan gelenlerle birlikte, tarihsel rolü henüz sona ermemiştir. Bu rolü nasıl yerine getireceği, bu rolünü gerçekleştirirken nasıl güç biriktireceği ayrıdır ve üzerinde asıl tartışılması gereken budur ama işçi sınıfının tarihsel rolünü yitirdiğini ve teknolojik gelişmenin bu rolü çaldığını söylemek, erken değil, yanlıştır ve Bernsteincilik’e, kapitalist üretim biçimine, kendi içinde sağlamlaşması için, esneklik kazandırmanın yolunu açar.
Diğer yandan, yukarda da vurguladığım gibi, teknolojinin işçi sınıfının öncü ve değiştirici rolünü çalması mümkün değildir, dün de bu gün de politik müdahale olmaksızın egemen üretim biçiminin dayanak noktalarına yapılan, üretici güçlerin hücumundan devrim çıkması, çıksa bile devamında, egemen üretim biçiminin bağrından çıkan yeni üretim biçiminin kendini koruması, ilerlemesi, gelişmesi ve tarihsel seyirini tamamlaması mümkün olamaz.

Fikret Uzun

29 Nisan 2010 Perşembe

Demokrat Solculara Yine Yeniden…

Bu toprakları ve bu topraklar üzerindeki emekçi halkları sevmek, onların dertlerini dert edinmek, onlara rağmen onların hakkı için, onların kurtuluşu için, kurtuluşları önündeki engellerle, mesela AKP ile tekellerle,12 Eylül rejimi ile ABD-AB emperyalizmi ile mücadele etmek, mesela tekel işçilerinin kazanılmış haklarını elinden alan, bunun karşısında Tekel’i yok fiyatına, uluslararası tekellere satan; bu topraklardaki işçi ve emekçilere, işsizlere, emeklilere, memurlara iş ve aş demek olan, yer üstü ve yer altı zenginliklerini uluslararası tekellere, yandaşlara yine yok fiyatına satan; pili bitmiş emperyalist ABD’nin, bu bölgedeki emperyalist projelerinin eşbaşkanı olmakla övünen AKP’nin işçi ve emekçi düşmanı tutumuna karşı durmak, işçi ve emekçilerin haklı mücadelelerinin, hak arama mücadelelerinin, politik mücadelelerinin gerçek anlamda ilerici bir tarihsel çizgide, nihai kurtuluşlarına yol açacak şekilde yine onlara rağmen, onların da bu yolda yer alması, kendi haklı ve nesnel mücadelesi için konum alması için mücadele etmek; bunun için akıl patlatmak; hükümetin ve elbette tekellerin, ABD-AB emperyalizminin, İsrail’in, kendi ulus devlet dinamiklerini sağlamlaştırırken, bu bölgedeki ulus devletleri parçalamak, küçültmek ve ABD-AB emperyalizmine, İsrail’in ulus devlet hegemonyalarına halkları bağlamak için, halkların arasına kardeşliklerini bozucu, anti-emperyalist, anti-siyonist duruşları köreltici, milliyetçilikle, şovenistlikle yüklü kışkırtıcı nifaklar sokarak, ayrılık ve çatışma noktalarını artırmak dolayısıyla bu bölgedeki halklara iş, aş ve gelecek demek olan yer altı ve yer üstü zenginliklerini talan etme, kurutma emellerine hizmet eden politikalarını ortaya koymak; bu politikalarla mücadele etmek, mücadele eden dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın hünerini göstermek, dahası tarihin ilerleme çizgisinin gerisine doğru götürülen treni durdurmak için irade göstermek; tarihin gerisine giden bu trende olan ama kurtuluşu arka vagonlara doğru koşmakta bulanların, trenin, varacağı yere, tarihin gerisine, daha çabuk varması için çaba sarf eden, bunu ilericilik olarak gösteren, vagonun baş makinistini alkış bombardımanına, yüceltme bombardımanına tutanlara karşı yani işçi ve emekçileri köleleştirmekten, geleceksizleştirmekten başka icraatları olmayan, böylece zenginliklerine zenginlik, hükümranlıklarına hükümranlık katan tekelleri, kapitalizmi hatta emperyalizmi ve elbette onların yürütücüsünü, bilmeden de olsa ama daha çok bilerek benimsetmeye çalışanlara, bu devasa zenginliği, teknolojik gelişme, ilerleme ve halklara ekonomik olanaklar yaratma olarak göstermeye çalışanlara, tiksinti duymak; tüm bu olanlara karşı, çözüm olarak, sosyalist iktidarı koymak ve komünistlikten de, bu topraklardaki emekçi halkları sevmekten de çoktan vazgeçmiş olan, ama bu vazgeçmişliklerini, işçi ve emekçilerin haklı direnişlerini çağ dışı bulmayı, ilericilik olarak, komünistlik olarak gösterip, bir taraftan biz AKPli değiliz derken, AKP’nin siyaset akademilerinde eğitmenlik yapanların iki yüzlülüğünü deşifre etmek; darbelere karşıyız diyerek, hâlâ aynı kafa yapısını, ideolojik yönelimini koruyan, nice yurtseverin, ilericinin, devrimcinin, sosyalistin, komünistin kanına giren komünizmle mücadele derneklerinin ardılları ile, ilim yayma cemiyetlerinin gerici, dinci tarikat bağlantılı kadroları ile kol kola, halkın gerçek anlamda darbecilere karşı biriktirdiği kinin, darbecilerden, diktatorya özlemi içinde olanlardan ve 12 EYLÜLün diktatörlük koşullarını türlü kılıflarla sürdürenlerden, darbecilere karşı olmaktan söz ederken, gerçekte 12 Eylül diktatörlüğünün konuşlanmasını tamamlamaya çalışanlardan, bunu demokrasi diye yutturanlardan, buna destek verenlerden, buna sol ton verenlerden, sınıfsal eksende hesap sorma dinamikleri olarak yükselmesinin önünü almaya, başka kanallara hapsetmeye, işlevsiz bırakmaya çalışanlara karşı ideolojik, politik mücadele vermek, ulusalcılık ise sizler ya aklınızı kaçırdınız, ya da size verilen bilgiler doğrultusunda bunun hâlâ emekçilere, ilericilere, devrimcilere, devrimci-demokratlara, sosyalistlere, komünistlere yedirileceğini sanarak kendi kendinize gelin güveyi oluyorsunuz demektir.
Evet, eğer bu uzun bir liste halinde sıraladıklarımla, daha çok da unuttuklarımla bağlı olanları, ulusalcı diyerek elini, kolunu, dilini bağlayacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sizler, geçmişten gelen kimliklerinize hangi ön eki takarsanız takın tarih önünde hesap vermekten ve mahkûm olmaktan kurtulamayacaksınız. Bu mahkûmiyet için bir halk değil binlerce halk var artık ve bu halkların kardeşliğini ne emperyalizm, ne tekeller, ne yürütücüleri ne de siz bozamayacaksınız. Bu anlamda, bu bölgede kendilerine sağlam ve büyük bir ulus devlet yaratma sevdasında olanlara, bu sevda ile birlikte bu bölgedeki halkların geleceği olan, bebelerine süt, su, yiyecek ve gelecek demek olan doğal ve üretilmiş, biriktirilmiş zenginlikleri, sırf enternasyonalizm diyerek, bu bölgedeki halklardan çalıp, emperyalizmin, emperyalist tekellerin zenginliklerine peşkeş çekilmesine sol ton veremeyeceksiniz. Bunu, bu halk düşmanı tutumlara destek vermenizi, işçiler vatansızdır kılıfları ile örtüleyemeyeceksiniz ve bu örtülerinizin emperyalistlerin enternasyonalizmini, gericilerin enternasyonalizmini, proleter enternasyonalizm olarak yutturmaya çalışmaktan başka bir şey olmadığını gizleyemeyeceksiniz, gizleyemiyorsunuz. Bu gün, tekeller enternasyonalisttir, gericiler enternasyonalisttir, diktatörlükler enternasyonalisttir, dinciler enternasyonalisttir, işçi düşmanları enternasyonalisttir, tarikatlar enternasyonalisttir, kendilerine ulus devlet beğenirken, ulus devletleri çözmeye, parçalamaya, küçültmeye çalışanlar enternasyonalisttir, milliyetçiler, ırkçılar, Şovenistler, tarihin gerisine yönelenler enternasyonalisttir; öyleyse bunlarla mücadele etmek de enternasyonalistliktir. Enternasyonalistlik ve işçilerin vatanı yoktur teorik yaklaşımı, enternasyonal düzeyde işçi sınıfının, emekçi halkların, bilimin, ilerlemenin, devrimin, sosyalizmin karşısında olan bu dinamiklere karşı mücadele etmeyi engellemez, bu mücadeleyi milliyetçi de yapmaz, ulusalcı da yapmaz. Bu mücadelede elbette yurtseverlik olacak, elbette bu topraklardaki zenginliklerin, bu toprakların halklarının geleceği için kullanılacağına, emperyalist tekellerin zenginlikleri için kullanılmasına, talan edilmesine karşı mücadele edilecek ve elbette bu mücadele anti-emperyalist mücadele eksenine oturacak, tabii ki gericiliğe karşı mücadele dinamiğine oturacak, tabii ki anti-siyonizmi de benimseyecek, tabii ki sınıfsal bir zeminle bütünleştirilecek, tabii ki asıl hedef sosyalist iktidar olacak, bunun önüne demokrasiyi de koysanız, vatansız işçiyi de koysanız doku tutmaz.

Nerede görülmüş, emperyalizme, sömürgecilere karşı ezilenlerin mücadelesi demek olan ulusal kurtuluş hareketinin başarılmasında, kaderlerinin kotarılmasında emperyalistlerle, uluslararası tekellerle, ezen ulusun egemenleri ile kendi uluslarının sömürgenleri ile gericileri, ağaları, beyleri ile işbirliğinin söz konusu olduğu ve ezilen halkların kurtuluşunda bunların etmen olduğu.

SİZ KİMİ KANDIRIYORSUNUZ, Kürt halkından, Türk halkından kaçırılan bu zenginlikler, Amerikan halkına mı, Fransız halkına mı bölüştürülüyor, bu bölüşüm sırasında Kürt halkına, Türk halkına ne kalıyor. Kaldı ki, Fransız halkına, Alman halkına hatta işçi sınıfına buralardan aktarılan paylar, sus paylarıdır, oportünistlik mayası çalmaktır. Bu kadar mı aklınızı peynir ekmekle yediğimizi zannediyorsunuz siz düpedüz, burjuva düzenin, tekellerin, emperyalizmin dümen suyundasınız, AKP’nin “ilerici, demokrasi”den yana, işçiden, emekçiden yana olduğunu kime inandırmaya çalışıyorsunuz, bir süre sonra aynı trende geriye doğru koşmaya siz de başlayacaksınız ama marifet trenin içinde arka vagonlara koşmak değil, bu, bu trenle beraber tarihin gerisine gitmenizi engellemez ve arka vagonlara doğru koşarken, gördükleriniz aranızdaki kavgaları da artıracak ama tren uçuruma yaklaşmıştır bir kere ve aklınız da o kadar tutsak olmuştur ki, trenden atlamayı bile akıl edemeyeceksiniz.
O çok övdüğünüz, desteklediğiniz, kutsal ton verdiğiniz ilerlemeye düşman, geleceğe düşman, kölelik özlemcilerinin, padişahlık özlemcilerinin, şu anda defacto hüküm süren diktatörlükle bile yetinmeyenlerin, gerçek yüzü ile karşı karşıya geldiğiniz de, trene bindiğinize de, atlamadığınıza da bin pişman olacaksınız.
Oysa iki kelime, sihir de, keramet de bu iki kelimede ama bütün güçleri bu iki kelime ile kaynaştırmak, bu iki kelimeyi benimseterek, bu iki kelimenin yol göstericiliğinden, çare olmasından başka bir seçeneğin olmadığını göstermekle, bütün seçeneklerin bu iki kelime ile bütünleştirilmesi gerektiğini göstererek bu iki kelimedeki sihir, keramet ortaya çıkarılabilir ve bütün sahtekârlıklar tuzla buz olabilir.
Evet, bu iki kelime " sosyalist” ve “ iktidar” kelimeleridir. Artık politik, ideolojik şaşırtma enstitüleri bile bu sihirli iki kelime etrafında kafa patlatmaktadır, sihri bozmak, kerametini kendinden menkul göstermek için kollarını çoktan sıvamıştır. Yakında bu sihirli iki kelime etrafında da konumlanacak sahtekârlar da çıkacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bu, TC ye karşı, yönetimi Kemalistlerden teslim alınıp, gericiliği, dinciliği, milliyetçiliği ve emperyal heveskârlığı had safhada olan Türk-İslam tabanlı bir diktatörlüğe doğru konuşlanmasını tamamlamaya koşan TC ye karşı, Sosyalist İktidarın hegemonyasındaki sosyalist cumhuriyettir. Ne güler yüzlü bir sosyalizmin, ne çoğulcu bir sosyalizmin, ne demokratik bir sosyalizmin, ne de özgürlükçü bir sosyalizmin cumhuriyetidir.
Bu, sosyalist iktidarın, işçi ve emekçilerin kurtuluşunu, iktidarını, bütün halkların kardeşliğini, özgürlüğünü, eşitliğini garanti altına alan son derece demokratik ve son derece bu demokratikliği güvence altına alan hegemonik bir mekanizmadır.
Bunu sizin kafanız almıyorsa, bırakın artık şu “ulusalcı” yaftaları asarak, Kemalist yakıştırmalarından medet umarak, darbecileri de, derin devlet mekanizmalarını da, örgütlerini de, aktörlerini de korurken, gerçekten bunları tarihe gömecek, hesabını soracak dinamiklerin önünü kesmeye, ilerici olduğunuz iddialarınıza rağmen, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine yönelmiş olanları solcu, demokrasi savaşçısı, ilerici göstermeye çalışmaktan vazgeçin. Bunun faturası ağırdır, bu işler çelik çomak oyunu değildir. Bu iş, yüz yıllardır sömürülen, ezilen hakların, işçi ve emekçilerin kadersizliğine karşı, bu kaderi ellerinde tutan ve üstüne basa basa zengin olan tekelci bezirgânların arasındaki son derce şiddetli bir mücadeledir. Bu mücadelenin arasına, bu zenginliklerini tarihsel olarak kaybedeceğini anlayan emperyalist kapitalizmin gericilik yüzü, dincilik kozu da girmiştir. Emperyalist kapitalizm, bu yüzünü de, kozunu da son derece dikkatli adımlarla ömrünün uzatılması için kullanmaktadır.
Öyleyse, bu koza karşı, emperyalizmin bu yüzüne karşı, türbanı, tarikatları, dinci örgütlenmeleri özgürlükler içinde saymayı, demokrasi palavralarının içine koymayı bırakın da, asıl ilericiliğin, asıl devrimci dinamiğin, asıl halklar arası kardeşlik ve halkların özgürlükleri için, eşitlikleri için mücadeleyi, emperyalizmin bu yüzüne ve kozuna karşı mücadele ile bütünleştirmenin enternasyonalizmin, işçi sınıfının gerçek vatansız olma teorik düşüncesinin gereği, en ilerici ve bilimsel bir iş olduğunu görün. Görenlere çelme takmayın. Çelme takamadıklarınızı, türlü yaftalarla karalamayın. Eğer yüreğinizin bir kenarında hâlâ biraz komünist ruh varsa, dediklerimi can kulağıyla dinleyip, yüreğinizin süzgecinden geçirin.

Boş lafları bırakın, AKP’ye sol ton vermeyi de, onu desteklemenin komünistlik gereği olduğunu vaaz etmeyi de bırakın. Bu gün AKP den ABD emperyalizmi bile vazgeçti. Devlet durumu içindeki diğer aktörlerine, diğer devlet partilerine oynamaya başladı bile. Bunun için attığı emin ve dikkatli adımlarını bozmadan ilerlemek istiyor. Siz bu değişiklikten sonra, yeni aktörlere AKP ye verdiğiniz sol tonu nasıl vereceksiniz. AKP’nin karşısında olup da, yaftalamadığınız ne kaldı. CHP’nin ulusalcılığı mı, Kemalistliği mi AKP ye tehlikedir? MHP’nin milliyetçiliği, ırkçılığı mıdır AKP ye tehlike? Yeni kurulan ED PARTİ mi tehlikedir AKP ye? AKP ye tehlike olamayan hangisi, tekellere tehlike olabilir? Güldürmeyin insanı. Hepsi ama hepsi devlet durumu içindeki partilerdir. Biri daha fazla devletçidir, diğeri iddiası ile öyledir, bir diğeri yeni soyunmuştur bu göreve. Ama hepsi devlet partisidir. Devlet burjuva devlettir ve tekellerin devletidir. Devlet nerdeyse ezelden beri TC olarak ABD hegemonyasındadır ve şimdi daha da fazla öyledir. Bu devamlılığı göremiyor ve işkembeden atıyorsunuz.
Ufuk Uras’ın solculuğu mu, AKP ye tehlike olacak. Güldürmeyin. Ufuk Uras belki Hasan Cemal’den bile daha fazla bu devlet durumu içindedir. AKP ye tehlike yalnızca kendisidir, eş başkanlığını yürüttüğü ABD emperyalizmidir ama bu tehlike değildir önemli olan. CHP den ve MHP den gelmesi de değildir.
AKP için tehlike işçilerden, emekçilerden, ezilen sömürülen, geleceği karartılan, işsiz, aşsız kalan kitlelerden gelirse, o zaman tehlikedir ve o zaman emperyalistler telaşa düşer, acele eder ve yeni aktörlerini rahatlıkla öne süremezken, oyunlarında açık verirler ve işçilerin, emekçilerin, yoksul halk kitlelerinin AKP’ye, tekellere ve emperyalist kapitalizme karşı tehlike olma dinamiği sınıfsal bir eksene oturabilir. En azından bu ihtimalin kapısı açılabilir. Ancak o zaman işçi ve emekçi kitlelerin, birbiriyle kardeşlikten vazgeçmeyen halkların söz sahibi olabilmesinin kapısı açılabilir. Bu gün sorun AKP’nin kurtarılması değildir tekeller için. Sorun, emperyalizm için, tekelci düzenlerin, emperyalist kapitalizmin geleceğinin kurtulması için, bu bölgede konumlanmalarının önündeki engellerden kurtulmak için, henüz ihtiyaçları olan AKP’nin, ardındaki bu dinamikle beraber yıkılması ihtimaline karşı AKP’yi korumak zorunda kalmalarıdır.
Bunu görmek için profesör olmaya gerek yoktur, bu, sıradan insanın bile görebileceği uzaklıkta bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, gerçek olduğunu göstere göstere ilerliyorken, bırakın artık boş lafları, işkembei kübradan atmayı. Bu bir ideolojik, o oranda da politik mücadeledir. Bu gerçeklik, ne korkut Özalların, ne de kendini bir şey sanan, konuşma özürlü şişirme sanatçıların yalakalığında asılı duran ben siyasetçi değilim ama politik yazıyorum demesi ile, siyaset değil, politika kötüdür demesi ile sap saman tadına çevrilemez.
Bir taraftan örgütsüz komünist olmaz deyip "özgür komünist" kimliği ile “örgüt”ün hâlâ "özgür komünistlerin "elinde olduğuna gönderme yaparken, diğer taraftan kapısını kilitleyip, burjuva hukukunun ellerine teslim ettiğiniz örgütünüzü için avcı tefrikası gibi anılarla şişirip, içine hapsedilmeye çalışılmaya karşı irade gösteren ve örgüt olmazsa, komünistler bir hiçtir yaklaşımına prim vermeyen ve bu iradelerini, bu toprakları ve bu topraklardaki emekçi halkları sevme, kardeşliğini yükseltme dinamiğine katan sosyalistleri, komünistleri, devrimci-demokratları, ilericileri, yurtseverleri öcü gibi göstermeye, onların aklını bozarak, tümüyle emperyalist şebekelerle bağlı ve devletin sivil toplumunu örgütleyen, devlete bağlayan, yönetiştiren STK lara yönlendirmeye, bu kuruluşların içine hapsetmeye, son olarak da, TAKSİM meydanına zorla hıdrellez havası içinde hapsetmeye çalışmayın. Buna çalışanları kutsamayın. Artık mızraklar çuvallara sığmıyor. Görmüyor musunuz, 1 MAYISın bahar bayramı havasında, hıdrellez havasında kutlanması için,1 MAYISın mücadele ruhunu, bahar bayramı kutlaması ruhuna indirmeye ve sınıf kardeşliği için önemli bir basamak oluşturmaya çalışan sendika patronları ile valinin, hükümet erkânının ve elbette medyanın nasıl bir dirsek temasında ve koşuşturma içinde olduğunu.
Bir hatırlayın bakalım, son 10 yıl içinde kaç kez sosyalizmi hatırladınız. Kaç kez onu hatırlamaktan uzaklaşıp, demokrasi mücadelesini en güvenli yol olarak telaffuz ettiniz. Kaç kez, sosyalizm hayal ama demokrasi için mücadele etmek hem güvenli, hem de kolay dediniz. Hayır sayın AKP severler, aslolan demokrasi değildir, mücadelesi hiç değildir. Aslolan sosyalizmdir ve asıl asıl olan ise, sosyalist iktidar mücadelesidir. Bütün sorunların çözümü bu iki sözcüktedir. Demokraside değil, demokrasi mücadelesinde hiç değildir. Çünkü zaten tekellerin düzeni,12 Eylül rejimi, burjuvazinin düzeni bir demokrasidir. İçinde demokrasi kalmayan, diktatörlüğü perçinlenmiş bir demokrasidir.
Demokrasi için mücadele etmek demek, üstelik bu mücadeleyi tekellerin devletinin hükümetinin peşine takılarak yapmak demek, tekellerin hüküm süren diktatörlüğünde, kitleleri, tekellerin demokrasiye razı olacağına inandırmak demektir. Tekellerden gelecek demokrasi, demokrasi olmamakla birlikte, olsa bile kendine demokrasidir. İşçi sınıfına, emekçilere demokrasi gene olmayacaktır. Oysa bu demokrasi sosyalist iktidar mücadelesinin içinde kazanılır. Tekellere karşı mücadele ile kazanılır. Hükümetin "ileri demokrasi" yutturmacalarının peşine takılarak, takılmayanları ulusalcı ya da başka öcü yaftalarla yaftalayarak değil.
Siz kendinizi kandırabilirsiniz, buna itirazım yok ama artık sizin kandırabilecek kendinizden başka kimse kalmamıştır. İyisi mi yol yakınken, şapkanızı önünüze koyup gerçeklerle yüzleşmeye ve ayaklarınızın nereye bastığını, nereye basması gerektiğini tespit etmeye çalışın. Tren uçurumdan aşağıya, tarihin gerisine yuvarlandığında, içinde tekeller olmayacak, siz de, biz de, işçiler de, yoksul halklar da olacak. O zaman kolu kanadı kırılan, uçurumun dibine yuvarlandığını görenler, emekçi halk kitleleri, onları kimin küçük gördüğünü, sürü yaptığını da, sizin arka vagonlara doğru koştuğunuzu da görecekler ve peşinizden kovalayacaklardır. O zaman onlara neyi hedef gösterebileceksiniz? Gösterdiğiniz demokrasi, uçurumun dibinde boylu boyunca yatıyorken, göstereceğiniz hangi hedef, kimi peşinize takabilecektir.
İyisi mi, siz boş konuşmayı bırakın da biraz dinleme moduna girin. Bizi dinlemiyorsanız, toprağın sesini dinleyin. Gerçekliğin yükselen sesini dinleyin. AKP’nin de, eş başkanı olduğu emperyalizmin de kâğıttan kaplan olduğunun görülmeye başladığını düşünün. Bu topraklarda konuşlanmış tekellerin kaderinin, aslan payını emperyalist tekellere kaptırmakta olduğunu dolayısıyla kendi halklarının daha fazla sömürülmesinden, ezilmesinden başka çareleri olmadığını görün. Kendi halklarına, emekçi sınıflarına daha fazla sömürü ve ezgi yüklemeden emperyal hevesler içinde olan tekellerin de var olduğunu, pili bitmiş ABD’nin bunları ikna edemediğini, üzerine çeşitli oyunlarla ve saldırı dinamikleri ile gittiğini de görün. Komünistlerin hiçbirisine prim vermediğini, ne AKP’nin peşinden, ne de diğer devlet partilerinin peşinden gitmediğini, bir diğerini, ötekine yeğ tutmadığını da görün. Bunun ifadesi olarak da, bütün nesnel ve öznel dinamiklerin tabansal gücünü biriktiren bir hünerle, sosyalist iktidar mücadelesini, bunun, işçi sınıfının ve emekçilerin iktidarı ile mekanize edilmiş bir sosyalist cumhuriyet olduğunu, bunun dahi, bir TC olacağını ama sosyalist ve iktidarında çoğulcular değil, özgürlükçüler değil, işçiler, emekçiler olan bir sosyalist cumhuriyet olacağını görün. Hangi tekel buna geçit vermek için demokrasiye razı olur? Hangi tekel bu geçitte sosyalistlere, komünistlere gönüllü olarak sığınaklar verir? Hangi AKP buna izin verebilir, hangi AKP’nin böyle bir misyonu, böyle bir demokrasi hevesi olabilir?
son olarak, liberal komünist de olunmaz, demokrat komünist de olmaz. ya komünist olunur ya da, liberal, veya demokrat olunur ki, bunları ön ek yapmak komünistliği artırmadığı gibi, bu ön ekler, ek olarak da, kendi başına da, bir burjuva düzenin, burjuva devletin durumunu korumanın ifadesi olma gerçekliğinden ayrılamaz. O nedenle, demokrat olmakla, liberal olmakla yani ön ekleriniz ile övünmeyin boşuna. Bu övünçleriniz sizin tarihe yansıttığınız itiraflarınız olmaktadır.
Ve ortada ne size, ne de AKP’nin demokrat olmadığını kanıtlamaya yönelik sorular vardır, sorular, nesnelliğin içinde asılı duran cevapların üzerini örten dinamikleri deşifre etmek içindir. Ve bu sorulara sizin cevabınız olmadığı gibi, yaşamın nesnel ağacında asılı duran cevapları dahi görmekten uzaksınız. Bu sorular, o cevapları size rağmen, sizin gözlerinize dahi yakınlaştırmak içindir ama asıl hedefi, bu cevaplardan uzaklaştırılmak istenen kitleleri, illüzyondan, daha çok da demokrasi illüzyonundan çıkarmak içindir.
Benim acı sözlerim, dostun sözleri kıvamındadır, daha acı bulanlar, dostluktan çoktan uzaklaşmış oldukları bir mesafede demektir. dostlar arasında, acı sözlerime laf söyleyenlerin başımın üstünde yeri vardır ve en acı söz bana düşmanca gelmez, dostlar arasında söylenen acı sözlere söylenecek sözler varsa, söylenmesi gerektiği içindir ki, acılar böyle bal eylenir, dostlar arasında bal eylenen acılar, düşmanlık mesafesindekilere kurşun gibi ağır gelir, kor ateşi gibi gelir.
Yücegökün, eski dostları, düşmanlık mesafesine savurmamasını dilerim.
Dost bildiklerime saygı ve sevgilerimle
Fikret Uzun

26 Nisan 2010 Pazartesi

KÜRT SORUNU ÜZERİNE POLEMİK

Daha ufukta görülmediği bir zamanda BOP ve BIP projelerine dikkat çekenlere dellenerek karşı çıkanlar vardı, her taşın altından emperyalist parmağı arıyorsunuz derlerdi. BOP neyse de, BIP ne ola, BOP u, BIP i bırak ta sen Kürt sorununa nasıl yaklaşıyorsun diye sorarlardı. ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sonuna kadar savunuyorum derdim. Onu geç, çok muğlak, onu hepimiz biliyoruz başka ... Henüz, şimdi PANDORANIN kutusu gibi dolaştırılan Açılım paketi yoktu. ERDOĞAN bağırıyordu, Türkiye’yi böldürmem, çok çok alt kimlik, üst kimlik diyordu. Ve sayın Öcalan diyenlere mahkeme yolu gözüküyor. Sorular devam ediyor, sen Öcalan’ın bebek katili olduğunu biliyor musun. Ne istedi o bebelerden yollu devam ediyordu ... Ben devam ediyordum; BOP = BIP tir. Abisi ya da kardeşi değildir. BOP içinde büyük Ortadoğunun haritası var. Amerikan genelkurmayında asılı duruyor. Ortadoğuda Kürtlerin olduğu coğrafyalarda pek yaygın. Ama bizim halkımız bilmiyor. İşaret edenlere, deli mi ne diyor. Soruyorum BOPun büyüklüğü nerden geliyor, cevap yok. Neden büyütüyorlar, kimi büyültüp, kimi küçültüyorlar diye soruyorum gene ses yok. Bari kimin için yapılacak onu söyleyin diyorum. Ona da ses yok. Ve ben dobra dobra söylüyorum, bu proje aslında bir BÜYÜK İSRAİL PROJESİDİR diyorum. Hemen sen anti-semitistsin diyorlar. Devam ediyorum, BİP Kürtler üzerinden, dört parça birleştirilerek, bölgedeki birçok ülke küçültülerek, haliyle parçalanarak BÜYÜK İSRAİL KÜRT DEVLETİ nin taşları döşeniyor diyorum. Ve kızgınlar kütlesi artıyor, hakaret suçlamaları, anti Yahudicilik suçlamaları kimse BİPe yaklaşmıyor. Ve Barzani diyorum, Waşington diyorum, İsrail diyorum parçalı konuştuğum için ses duyamıyorum. Birleştiriyorum, bu bölgede kurulan ve genişletilmeye devam eden devlet, Barzani’ye hediye edilen bir ABD-İSRAİL projesidir ve BOP-BİP in merkezindedir Barzani aşiretine emperyalizmin hediyesidir, Kürt ulusal hareketinin, kaderini tayini ile ilgisi yoktur diyorum. İşte o zaman zılgıt geliyor. Ne kadar Barzani yanlısı Kürt, Türk, Yahudi varsa hışmını bana yöneltiyor. İlerletiyorum. Kürtler Barzani liderliğinde bir Kürt devletine sıcak bakmaz, Kürtler Türkiye’den ayrılmak istemiyor. Haydaa, Kürtler adına konuşma diyorlar.
Ezen ulusun egemenleri ile, ezilen ulusun egemenleri edebiyatı yapanlar acaba onların kimler olduğunu, bir yanında Barzanilerin olduğunu biliyor mu. Elbette bilmeyen çok ama bilen de var ve en çok da bilenler bu edebiyatı yapıyor. Herkes hafızasını yoklasın bakalım, demokratik açılımlı çatı partisi girişimleri hangi periyotta ortaya çıktı. İpucu vererek sorayım, kim ya da kimler tasfiye edilemediği için çatı partisinden medet ummaya başlandı. Peki çatı partisinin kitle desteği var mı. Sonra ne oldu, hızlı geçeyim, düne kadar bebek katili, bölücübaşı, sayın demeyin diye köşe yazanlar, bu topraklarda başka aydın kalmamış gibi akil sayılan aydınlar, birden Öcalan’la ilgili rüyalar görmeye, empatiler kurmaya, olan oldu artık analar ağlamasın demeye başladılar ve sayın denildiği için mahkemeler açılan Öcalan ve elbette PKK birdenbire konuya dahil edilmeye başladı. Neden acaba, Kürt halkının Barzani’den yana olmadığının anlaşıldığı ve Kürt halkının aşiret rejimine, feodal baskılara da hayır demeye başladığı için mi, kim bilir belki de bu işin arkasında ve Barzani’nin yanında ABD nin ve İsrail’in olduğunu anlamışlardır ama daha önemlisi, Barzani onlar için tutunacak dal değildir ve belli ki, tutunacak dalları kesilmek istenmektedir. Bunun için rüzgar değişmiş olabilir mi. Uzatmıyorum, daha dün, aşiret reisi diyen TC devleti, Barzani’yi nasıl hem Amerika’da hem Türkiye’de devlet büyüğü olarak hem de Kürt kıyafetleriyle kürsüye çıkardı ise, Öcalan’ın da yol haritasının peşine düşmesi normaldir. Yalnız Kürtler belki kısa bir şaşkınlık yaşarlar ama içi boş bir devlet sevdası ile daha çok kan, daha çok gözyaşı demek olan bir tutunacak dalsız çözüm ile Barzanilerin kucağına oturmak için, emperyalist senaryolar gereği Türkiye’deki Türk-İslam tabanlı diktatörlüğe göz yumarsa onları tarih affetmeyeceğini bilecek ve görmezden gelmeyecek yürekliliği göstereceklerdir.

BOP ve BİP gibi Barzani de bir emperyalist projedir. Barzani emperyalizmin bu bölgeye daha sıkı yerleşmesi demektir. Barzani demek, Türkiye Kürtlerinin kendi kaderini tayin hakkından mahrum etmek demektir. Barzani demek Türkiye Kürtlerinin, Türk halkı ile kaynaşmasını önlemek demektir. İşte önce oynanan ve hala vazgeçilmeyen oyun budur. Türkiye Kürtlerinin pasifize edilerek, dalından koparılarak, Barzani’ye bağlanarak, Türkiye’den koparılması ve Barzani eliyle İsrail’e yaklaştırılmasıdır. Tutmayınca başka senaryolara çark edildi. Şimdi pandoranın kutusu bunun için uygun bir açılım sağlamaya çalışıyor. Ama olmuyor. Türkiye Kürtleri, Türkiye’den uzaklaşmak istemiyor, İsrail’in güdümüne girmek istemiyor, feodalite istemiyor, aşiretlerin baskısından kurtulmak istiyor ve biliyor ki, Barzanlar Araplara karşı hep İsrail’in yanında savaştı. Kökleri İsrail’dedir.
Devlet, kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulurken, istemezük diye bağırıyordu. Oysa orada tv dahil, bir çok teşkilatın kurulmasına aktif katılıyordu. Yine aynı tarihlerde belki de daha önce, Diyarbakır’da istinaf mahkemesinin inşaatı sürüyordu. Ve elbette daha inşaat bitmeden emperyalist odaklı vakıfların ekonomik şemsiyesi hareket halindedir. Ama tekellerin devleti,devletin tekelleri istemezük demeye devam ediyordu. Şimdi açılım diyorlar ve ne diyorsunuz diyenlere çok kızarak,7 yıldır istiyoruz diyorlar. Hangisi doğru.
Şimdi kalkmış birileri, Barzaniciliğin felsefesini yapıyor. Barzani’ye laf söyleyen delidir demeye getiriyor. Ama asıl dedikleri, sosyalizmi falan karıştırmayın, o uzun iş, bize başımızı sokacak bir devlet lazım, bahçesinde feodal yıkıntılar varmış, sahipleri, şıhlarmış filanmış ne fark eder,halk feodal yıkıntılardan kurtulacak da ne olacak, bu sefer de sosyalist bürokratların güdümüne girecek, boş ver uğraştırmayın bizi, Barzani’nin de yoluna taş koymayın, Amerika’yı filan da karıştırmayın, biz mi istiyoruz, Amerika veriyor işte. Zorla mı alıyoruz, veriyor alıyoruz, hem veren el alan elden üstündür, ayıptır günahtır Barzani’ye de ABD ye de, hatta TC ye de allah zeval vermesin bak bize bir devlet verecekler işte, siz de hiç insaf yok mu, kaderimizle niye oynuyorsunuz diye sayıklayıp duruyorlar.
Sıkışınca, sık sık dillerine doladıkları ulusların kaderini tayin hakkını en ikircimsiz savunanın Lenin olduğunu unutup, zaman zaman ona çatsalar da, boş bulunup, ulusların kaderi ilkesini tanımıyon mu, ne kadar günah, diye çıkışmadan edemiyorlar.

Hiç kimse Kürtleri kimin, kimlerin sömürdüğünü düşündüğü yok. Kürt coğrafyasında şeyhleri, şıhları, toprak ağaları sömürürken, batıda azımsanmayacak sayıdaki kürdü de Kürt holding sahipleri sömürüyor. Sömürenler iç içe geçmiştir.
Kürtlerin durumunu nasıl açıklamak gerektiği konusunda da kimse düşünmüyor. Kürtler sömürgemidir. Bu nasıl oluyor, normal olarak sömürge ülkelerin, sömürgenler diline, kimliğine, kültürüne engel koymuyor. Ama burada fazlasıyla bu öne çıkıyor.
Sessizce geçiştirilmek istenen ve konu edilince de zülfiyareye dokunmuşçasına hoplatıp zıplatan bir başka mesele de, Kürtlerin iki kategoride toplanmalarıdır. Bir tarafta, sorunsuz, zorsuz, zahmetsiz ve büyük devletlere yaslanarak sınırlı bir özerkliğe fit olanlar var, tıpkı Barzaniler ve onlardan arta kalanlarla yetinmek için yarış edenler. Diğer tarafta ise, Kürt halkına rönesans yaşatmak isteyen, onları değiştirmek isteyen, Kürt halkına dayanmak isteyen ve Kürt halkını güçlendirerek, ulusal sorunu mümkün olduğu ölçüde sınıfsal temelde çözmeye çalışan ve kendi gücüne dayanmayı ilke edinenler var. Kavga bu kategoriyi yerle bir etmek, olmazsa, Barzanilere bağlamak, o da olmazsa, Kürt halkı ile arasına duvar örmek üzeredir. Kendi gücüne dayanmadan, büyük devletlere yaslanarak sorunlarını çözeceğini sananlar yanılmaktadır. Yaslandıkları kenara çekilirse, dayanaksız kalacaklar ve yıkılacaklardır. Bunun mantığını 5 yaşındaki cingöz çocuklar bile kavrar. Ama ne yazık ki, ulusal sorunun çözümünü sözde Leninci tarzda çözmeyi işaret edip, kader-tayin edebiyatı yapanlar 5 yaşındaki cingözün mantığının bile gerisinde hareket ediyorlar. Şimdi bütün oyunlar, ikinci kategori üzerine oynanıyor. Bir taraftan Kürt halkını koparmaya, diğer yandan, kendi gücüne dayanma yetisini ortadan kaldırma çabaları sürerken, diğer taraftan onları da oyuna dahil etmenin yollarını arıyorlar. Bunu yaparken de, bahçeli gibi aktörlerle, milliyetçilik damarlarını hareket ettiriyorlar. Oynana oyun, Türkiye’de nasıl ki Türk- İslam tabanlı bir diktatörlük için ise, orada da, emperyalizmin himayesinde tutucu bir Kürt devleti içindir. Ve bizim ahmak solcularımız hala göremiyorlar ki, Türk solunun bağrından doğan bir Kürt devrimci hareketi, Türkiye’deki solun zahmetsizce pasifize edildiği koşullarda başka coğrafyada uç verdi. Bu sıkışmışlığın tezahürüdür. Ama şimdi gecikmişlikle karşı karşıyayız. Bu sıkışmışlığın verdiği ucun yönü aslında, Türkiye sol hareketine yönelik idi ve bunu hiç görmek istemeyen sol, Kürt devrimci halk hareketine yüzünü dönmeyen sol, şimdi ulusların kaderlerinin tayin hakkının kutsallığında kendinden geçiyor. Bugüne kadar Kürtlüklerinden korkarak, Türk şair, yazar türünden ödüller alan aydınlar, bugünlerde Kürt olduklarını hatırladılar. Ama hâlâ Kürt halkı için değil, Barzani aşiretlerinin daha çok sömürmesi için Kürtlük taslıyorlar. Dün Kürt olduğunu açık etmemek için Kürtçe konuşmaya bile korkanlar, bugün sanki bunu Barzaniler sağlamış, AKP sağlamış gibi Barzanilere, açılımcılara laf söyletmiyor.
Her ne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı diye temellendirilen bir teori varsa da, bu sorun hep pratik olarak çözülmüştür, anlık, bölgesel, milliyetlerin karakteri bağlamında. Bunun bir reçetesi yoktur yani. Kaderini tayin hakkı da bir reçete değildir. Ve şimdiye kadar pratik olarak çözülen bu sorunun çözümü için daha geliştirici ve çözümü kolaylaştırıcı bir teori ortaya konulamaz diyemeyiz. Ayrıca, ancak at gözlüğü ile bakanlar göremez ki, bölgede sınıfsal temelde gelişecek bir çözümün sosyalizmle bağlı olması, ulusal sorunu çözmekle kalmaz, aynı zamanda yok edebilir. Ve eğer bu sorun emperyalizmin güdümünde, emperyalizm lehine çözülmek isteniyorsa, öyleyse karşısına, dünya devrimini koyamayacağımıza göre, bölge devrimini koymak çok mu ulaşılamaz görünüyor.
Ve nerden biliyoruz ki, emperyalistlerin programları gecikince açık ettikleri telaşın, zaten anti-emperyalist ve anti-siyonist bir öfkenin yükseldiği bölgede sosyalizm çanları çalacağından korkmadıklarını.
Ama kolaycılığa alışmışız ve veren ele müthiş bir kutsallık veriyoruz. Bunu Kürtlere söylüyorum. Artık feodal tonlu veren el - alan el ilişkisinden kurtulmak gerekiyor ve Kürt halkı son 25 yılda bundan önemli oranda kurtulmuştur diye düşünüyorum. Şimdi veren ellerin verdiklerinin önünde eğilmiyorlar. Kendi elleri ile aldıklarına da sıkı sıkı sahip çıkacaklardır.
Bunları yazarken, Lenin’in bir makalesinin başlığı aklıma geldi; " GERİ AVRUPA, İLERİ ASYA " şimdi, Türkiye geri, Kürtler ileri konumdadır. Kürt insanı daha da yükseliyor. Acı gerçek mi isteniyor işte acı gerçek. Ama bu acı gerçek atlanıp, bizi sosyalizmle filan uğraştırma, zorsuz zahmetsiz, büyük devletlerin yardımıyla minik devletimizi kuracağız diyorlar. Kim diyor, Kürt halkının iradesine rağmen, onları Barzanilerin kucağına atmak isteyenler diyor. Kürt halkı bunu demekten çoktan vazgeçti.
Daha önemli konuyu atlıyordum, değinmeden olmaz. Ulusların kaderinin tayinini eğer Marksist- Leninist açıdan inceleyeceksek, bunu hukukla bağlı olarak mı yoksa ulusal hareketlerin tarihi-ekonomik temellerini inceleyerek mi yapacağız karar vermeliyiz. Lenin’le, Rosa arasındaki polemiğin özü buradadır. Kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili işkembei kübradan konuşmamak gerekir. Örneğin Polonya’nın bağımsızlığı Marks’la beraber savunulurken, Lenin bunun geçerliliği olmadığını savunmuş ve artık Polonya’da kapitalizm egemenlik kurmuştur diyerek bunu neden savunulamayacağını ifade etmiştir.
Lenin, büyük Rusların milli gururuna gönderme yaparak, sermayenin bütün tarihinin bir vahşet ve çapul, kan ve yolsuzluk olduğuna dikkat çekerken, biz küçük milletlerin her ne pahasına olursa olsun, ayakta kalmasını savunmuyoruz der. Küçük burjuva federal ilişkiler ülküsüne karşı olduğunu söyler.
Bunu şunun için dile getirdim, gerçi yukarda Kürt halkının bu onursuzluğu göstermeyeceğine olan inancımı belirttim ama yine de açmak gerekiyor. O da şudur; bugünlerde, sivil anayasa adı altında ve Kürt sorununun çözümüne de bağlanarak,12 eylül rejiminin gitmesi gereken en son noktanın yolları döşeniyor. Kürt halkının, her ne pahasına olursa olsun, sermayenin bütün kan ve vahşet taşıyan karakterine rağmen, onlardan gelecek bir özgürlük sevdası ile Türkiye halkının sermayenin en azgın vahşeti ve kan emiciliğinde köle olmasına göz yummaması gerekiyor.
Diğer yandan, ezen ulusun egemenlerinin kendi sıkışıklığının çözümü içersinde, ezen devletin anayasasındaki bir değişiklikle ve tümüyle emperyalizme dayanılarak elde edilecek bir devletçik kimseye fayda getirmez. Ancak Barzanileri, Kürt feodal beylerini güçlendirir, zenginleştirir, Türkiye’deki Kürt holdinglerinin anayurtlarında da palazlanmasının yanı sıra, tekellerin, oligarkların, Türk halkının da, Kürt halkının da tepesine daha katmerli binmesini getirir.
O nedenle, Kürt emekçi halkının kurtuluşunun, Türk emekçi halkı ile beraber olacağına yürekten inananların uyanık olmaları gerekmektedir.
Şimdilik bu kadar, bitirirken, Kürt halkının üzerinde uçuşan kelebekler, her şeyi görüyor, Kürt halkı ile Türk halkı arasında bir sorun yoktur. Ama Kürt egemenleri ile Türk egemenleri arasında da sorun yoktur. Tek sorun, aralarına girenler vardır. En başta Kürt halkı. Pek yakında Türk halkının da gireceği kesindir. Kürtlerin üzerinde uçuşan kelebekler Kürt devriminin çiçeklerini saçarken, Türk devriminin de çiçeklerini hazırlıyor. Çiçekler hem Kürtler, hem de Türkler içindir. Halkı kastediyorum tabii. Barzan aşiretlerini de, Kürtlüğünden utanan aydınları da, Kürt halkından uzak Kürt parlamenterleri de saymıyorum. Onlara çiçek taşımıyor kelebekler.
Devamı var, o kadar kolay kurtulamazsınız, daha açılım yapacağız, herkesin açılımı varsa, Şeref Yıldız da açılım yapıyorsa, hatta Sezen bile yapıyorsa, Zülfü’yü de unutmayalım, benim de açılımım olması gayet doğal değil mi. Hatta cezaevinin müze olması yönünde imza ile açılım yapan arkadaşlarımız da var. Onlara seslendim ama moderatöre takıldım, sesimi duyuramadım.
Lenin’le, Lenin’in ulusal soruna bakışı ile ve Rusya’nın milletler hapishanesinden kurtarılması ile tanıştıracağım. Ya Lenin’e sataşmamak ya da, Lenin’in ulusların kaderini tayin hakkına yalan yanlış sarılmamak gerekiyor. Türkiye’nin Kürtlerine sahip çıkacak olanlar emperyalistler değildir, onlar köleleştirmek için sahip çıkmaktadırlar, Kürt halkının kardeşi olan Türk halkı ise, onların kaderinin kendi kaderi olduğunun bilinciyle birlikte kurtulmak için sahip çıkmalıdırlar.
Fikret Uzun
2009

1 MAYIS 2010



Toplumsal muhalefetin üç yıllık kararlı çabasının sonucu valilikle sendikalar arasındaki görüşmeyle Taksim meydanının kapısının 1 MAYIS kutlamalarına açılmasının gerçekleşmesi ne SSGSS yi satan sendikacıların direne direne aldığı bir haktır, ne de sendikaların başarı hanesine yazılacak bir başarının ifadesidir.
Bu, hiç değişmeyen, egemenlerin, “biz egemen iken, bize muhalefet edecek politik ya da ekonomik her örgütü biz kurarız, muhalefet edecek olanların makul muhalefetinin hizmetine bizim denetimimizde sürdürülmek üzere sunarız…” yaklaşım ve kontrol dinamiğinin ifadesidir.
Ama belki de, daha çok, korkutarak korkularından kurtulamayacağını anlayan tekellerin, korkularının kaynağını ve gücünü tartarak, ölçerek, ne kadar korkmaları gerektiğini tespit etmeye çalıştığı bir devlet politikasının ifadesidir.
Egemenler yani tekeller ve emperyalist kapitalistler biliyorlardı ve gördüler ki, emek sürecinin belirleyiciliği sınırları aşarak, düzenin, sistemin çeperlerini zorlayarak ilerliyor. Yani 1 MAYIS’larda TAKSİM kapısı kapatıldıkça, 1MAYIS bayram ve şenlik havasından, isyan ve mücadele havasına girip, İstanbul’un bütün sokaklarında düzenin çeperlerinde gedikler açacak şekilde kutlanıyor ve emek sürecinin belirleyiciliğinde biriken öfkenin sınıfsallığını su yüzüne çıkartarak, kitleselleştiriyor ve işçilerin, emekçilerin üretimin içinde olmaları nedeniyle içinde taşıdıkları gizil güçlerini hareketlendiriyordu.
Ve egemenler, İstanbul valisi eliyle 1 MAYIS’taki bu taşmayı önlemek ve işçilerin, emekçilerin şalterlere uzanabilecek ellerini karanfillerle bağlamak için ve üç yıldır( daha öncesi de var) TAKSİM fetişizmi yaratarak, TEKEL işçilerinin direnişi ile kendini gösteren emek sürecinin belirleyiciliğindeki gücün,1 MAYIS ile bütünleşmesini ve sistemin çeperlerini zorlamasını engellemek, işçilerin, emekçilerin gizil güçlerine nesnel olarak kodlanmış olan şalterlere uzanma bilincinden onları uzaklaştırmak için ve TAKSİM meydanının hem bir tartı yani güç ölçer olarak kullanılmasını, hem de olası bir tartıyı zorlama ihtimaline karşı denetimini kolaylaştırmak için TAKSİM meydanının kapısının açılmasına karar vermiştir. Birincisi budur.
İkincisi, üç yıldır, birlikte oynanan ve üstelik tekellerin SSGSS başarısına rağmen, devamında başarılı olunamayan, SSGSS- 1 MAYIS- TAKSİM ve TEKEL direnişindeki zincir oyunlarda, patron sendikacıların, holding sendikacıların ve işçilikten çıkmış işçi temsilcilerinin ve elbette bunu tamamlayan demokrasi oyuncusu devşirilmiş aydınların, solcuların kurtarılmasının operasyonudur, ödüllendirme de denilebilir.
Önümüzdeki süreçte, bu oyuncuların kimisi milletvekili olacak, kimisi koltuklarını koruyacak, kimisi bir üst koltuklara çıkacaktır. Böylece, konuşlandırılması tamamlanmaya çalışılan 12 EYLÜL diktatoryasının emek tabanı ve demokrasi görüntüsü de kotarılmış olacaktır. Ondan sonra oyuncuların yeni görevleri başlayacak, gerçek görevleri ve yüzleri daha net görülse de, bir sakınca doğurmayacaktır. Çünkü diktatoryanın konuşlandırılmasının tamamlanmasını n ifadesi olan hukuksal yapı gerçekleştirilmiş olacaktır.
Üçüncüsü,1 MAYIS ı, uzun yıllar 1 MAYISIN üzerini örtmek için kullandıkları BAHAR BAYRAMI haline getirip, TAKSİM meydanını bu bahar bayramının çiçeklerle süslü alanı haline getirerek, TAKSİM meydanının, bütün çelişkileri örten bir örtü haline getirilmesi dinamiğinin provasının yapılmasıdır.
Dördüncüsü de var, o da; TAKSİM in kapısının açılması, AKP’nin zevahiri kurtarma ihtiyacını da karşılayacak bir manevradır. Ama şunu da gösteriyor, AKP’nin kurtarılmaya ihtiyacı çok fazladır ve bu manevra da, “sivil “anayasa manevrası da, onu kurtaramayacaktı r. Tekeller ve emperyalist kapitalistler, bunun farkında olduğunun işaretlerini vermekte ve var olan devlet partilerini harekete geçirmekte, konum aldırmakta, yenilerinin kurulmasından memnun olduklarını açık etmektedirler.
Bu da aslolanın AKP yi kurtarmak olmadığını, tekelleri, tekellerin düzenini kurtarmak olduğunu göstermektedir.
Bu dört durumun toplamı olarak, diktatorya koşullarında bile bahar çiçekleri ile donatılmış, karanfil tutan ellerin halaylarıyla ahenk tutturulan TAKSİM meydanında kutlanan 1 MAYIS, ancak ve ancak bir bahar bayramı şenliği sınırında kalacaktır ki, bu, egemen sınıfın, tekellerin,12 Eylül diktatoryasının demokrasi illüzyonunu güçlendirerek, demokrasi görüntüsü altında aydınlık güçleri, gerçekten demokrasi isteyenleri, devrimcileri, devrimci-demokratla rı, bu toprakların altındaki ve üstündeki zenginliklerin, bu topraklardaki yoksul halklara iş ve aş demek olduğunu, gelecek demek olduğunu gören, bilen, duyumsayan ve bu alanların uluslar arası tekellere peşkeş çekilmesine karşı çıkan, dürüst, namuslu, bu toprakları ve halklarını seven yurtsever insanları, sosyalistleri, komünistleri, sosyalist iktidar perspektifini inadına koruyanları çeşitli örtülerle ve kılıflarla sopalardan geçirmesini, zindanlara tıkmasını, hatta darağaçları kurmasını kolaylaştıracaktır.
Bu provaların sonunda kutlanan, egemenlerin diktatörlük bayramı olacak ve bir eline çaresizlik, bir eline karanfil tutuşturulan, ayaklarının altına da bahar çiçekleri serilen işçiler, emekçiler ve onlardan yana güçler, diktatoryanın oyununa katılmış olacaklar ve oyuna giren kol sallar diyerek, kendilerini uçurumlara mahkûm eden egemenlerin oyununu oynamak zorunda kalacaklardır.
Bu günkü tarihsel koşullarda, oynanan bu şeytani oyunları görememek var, görüp de, görmezden gelmek yanında, görülmesini engellemek için, çeşit çeşit örtü dikmek var ve elbette bütün bu oyunları boşa çıkarmak, 1 MAYISI, emek sürecinin belirleyiciliğine güç biriktirmek, sınıfsal bakışa olan ihtiyacı bilince çıkartmak ve akılları bilinçle donatmak için, işçi sınıfının, emekçilerin tekellere karşı, onun diktatoryal rejimlerine karşı, geleceğini uçurumlara sürüklemesine, köleliği dayatmasına karşı, katmerleştirdiği sömürüsüne karşı, emperyalist kapitalizmin, enternasyonalizmi işçi sınıfının enternasyonal birliğine ve dayanışmasına kapatırken, tekellerin, sermayenin, gericiliğin ve işçi düşmanlığının enternasyonalist dayanışmasına sonuna kadar açmasına karşı, demokrasi illüzyonuna karşı kendi gizil gücünü bilince çıkartması ve gücünün önünde tampon görevi ile hareket eden, işbirlikçi, patron sendikacılara, işçilikleri kalmamış patron yandaşı işçi temsilcilerine karşı bu gizil gücünün kendine yeteceğini ve bu gücünü belirleyici yapanın, şalterin adresini unutmama dinamiğinden uzaklaşmamak olduğunu gösterecek bir birlik ve mücadele ruhu ile ve hem de TAKSİM meydanında ama Türkiyenin bütün mahallelerinde, yollarında, evlerinde, evlerdeki televizyonlarda, 1MAYIS’ ta, BAHAR BAYRAMI şenlik havası olmadığını, oynanan kötü oyunlara karşın, birlik, mücadele ve dayanışma havası içinde olunduğunu, sınıf yaklaşımının hâkim olduğunu gösterecek şekilde kutlanmasını sağlamak, TAKSİM meydanında kurulan tartıyı bozacak denli, egemenlerin korkusunu daha da artıracak denli yığınsal kutlamak için, hüner göstermek de var.
Ve belirleyici olan, oyunları bozucu olan, deşifre edici ve güç biriktirici olan, bu hünerdir.
Bu hüneri göstermek, üç yıldır uygulanan TAKSİM-1 MAYIS politikalarını n, sendikacıların ve devşirilmiş aydınların ve solcuların, AKP paslaşması ( pratikte atışma olarak ya da meydan okuma olarak görülse de) bütünselliğindeki bir devlet politikası olduğunu ve bunu vahşi bir hale getiren AKP nin, bir devlet partisi olduğunu, paslaşanların da bu devlet durumunun bir parçası olduğunu göstermek demektir. Bu sınıfsal bakışa yönlendiren en önemli hünerdir.
Ve bu yıl, İstanbul valisinin, Taksim’in kapısını açan anahtarı Sendikacılara vermesi de, sendikacıların bu pası alması da, aynı devlet politikasının yeni versiyonudur. İçinde korku var ve bu korkularına temel olan gücü tartma politikası yanında, bir kurtarma, ödüllendirme ve yeniden dizayn dinamiği var.
Bütün bu dile getirdiklerimden sonra, bir özet yapmak gerekirse, 1MAYIS’ın Taksim’de kutlanması için kapısının açılması, ne TAKSİM i fetişleştirecek denli Taksim diye tutturmanın, ne geçen yıl makul bir sayı ve düzenle Taksime girmenin, ne de, tekelci düzeni demokrasiye yaklaşım göstermeye zorlayacak denli örgütlü bir muhalefetin sonucudur.
Bu güne kadar tekeller, korkularını korkutarak ortadan kaldırmak istediler ve son derece vahşi bir şekilde 1MAYIS-TAKSİM diyenlere saldırdılar ama korkutamadıkları nı gördüler, TAKSİM meydanına giren makul sayıdan çok çok fazlası bütün korku jeneratörüne, biber gazına rağmen, Taksim meydanına makul bir ruhla girmeyi reddederek, Taksim meydanının dışında, istanbulun sokaklarında kutladı, halk vahşeti de gördü, 1MAYIS kararlılığını da gördü, ruhunu da gördü.
Bu yıl gene korkuyorlar ve korkularını TAKSİM meydanını, bahar alanı yaparak, 1 MAYISIN mücadele ruhunun üzerine örtü gerilmesi için ve ne kadar korkmaları gerektiğini ölçmek için, bir tartı niyetine kullanarak gidermeye çalışıyorlar.
Yani TAKSİM meydanının kapısı, üç yıldır süren ve sonunda makul bir ruh, makul bir sayı ve makul bir düzenle TAKSİM e giren, 1 MAYIS’ın, birlik, mücadele ve dayanışma ruhundaki direnişe rağmen, bu direnişi makul bir düzene sokmaya memur edilmiş patron sendikacıların, sahtekâr solcuların çabası ile açılmamıştır. Tam tersine bu çabalardaki gerçeği fark eden,oynanan oyunlara isyan eden ve gittikçe büyüyen,Taksimin sokaklarından, tekel direnişi ve Tariş direnişi olarak çıkagelen direnişlerle ve kararlılıklarla ve de kendini net biçimde gösteren toplumsal muhalefetin işaretleri nedeniyle ve bunun korkusu ile bu korkunun tezahürü olarak TAKSİM in kapısını açan anahtarı sendikacılara verme kararı aldılar.
Ama zorbada oyun bitmez ve bu oyunlar ancak birlik ruhuyla, sınıf bakışıyla ve de teorik bakışla donanmış politik hünerlerle bozulabilir.
Öyleyse, 2010 1 MAYISI’nı, Taksimin bir kır olmadığını, 1 Mayısın bir bahar bayramı olmadığını ve tekeller ne yaparsa yapsın düzenlerini koruyamayacaklarını, yenilmez olmadıklarını dosta düşmana göstermek için, en büyük, en kararlı ve en yığınsal olarak kutlanan mücadele günü olarak tarihe kazımak, bu mücadele bayrağını artık sökülemeyecek denli sağlamlıkla TAKSİM meydanına asmak en önemli iş ve en önemli hünerdir diyerek bitiriyorum.
Yaşasın İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününü bahar bayramına çevirmeye çalışanlara karşı, kararlılığını gösterecek, 1 MAYIS bayrağı altında toplanacak işçilerin, emekçilerin mücadele azmi.
Yaşasın bu kararlılığa katkısı olan işçiden, emekçiden yana güçlerin, ilericilerin, yurtseverlerin, devrimcilerin, devrimci-demokratların, sosyalistlerin, komünistlerin nesnel ve öznel birlikteliklerinden, yürüyüşlerinden yükselen gücünün, 2010 1 MAYIS’ında TAKSİM meydanına akacak olan kararlılığı.
Yaşasın yükselen sınıf bakışının sosyalist iktidar perspektifi ile büyüyen gücü.
Yaşasın işçi sınıfının, emekçilerin, birlik, dayanışma ve mücadele ruhunu, kararlılığını yükselten, bu ruhla kutlamaktan vazgeçmediği 1 MAYIS.
Yaşasın bu topraklara olan sevgisini, bu topraklardaki emekçi halklara olan sevgisini yitirmemiş, bu sevgiyi 1 MAYIS larda büyüten dürüst, namuslu, yürekli insanlara.
Selam olsun 1 MAYIS ların anlamından hiçbir zaman uzaklaşmamış, işçi sınıfının emekçi halklarımızın sınıf kinini, sınıfsal bakışını 1MAYIS larda birlik, mücadele ve dayanışma ruhuyla büyütmenin hünerini gösteren yiğit insanlara, kararlı insanlara, sol memesinin üstündeki cevahiri hala kor gibi yanan insanlara.
Selam olsun kendini tekellere satan işbirlikçi entelijansıyanın alanını daraltırken, kendi alanını, dişiyle, tırnağıyla, yüreğiyle, inancıyla, kararlılığıyla büyüten ve 1MAYIS ta, TAKSİM de, tartıyı bozacak ağırlığa ağırlık katacak olan aydınlık insanlara.
Selam olsun, süreklilik arz eden ama son üç yıldır vahşet sınırlarında seyreden zorbalıklara karşı korkmadan, kararlılığını bozmadan, aydınlıktan uzaklaşmadan direnen, gençlere, öğrencilere, öğretim görevlilerine, analara, babalara, kadınlarımıza, pencerelerinden gördükleri vahşete gözlerini kapamayan, en azından bir karanfil atarak tepkisini de, desteğini de gösteren mahalle sakinlerine, halk bireylerine.
Selam olsun, holding haline gelmiş sendikaların ve gücünün büyüleyiciliğinde kendini kaybetmemiş, dürüst, namuslu ve işçiliğinden uzaklaşmamış işçi liderlerine, sendikacılara, bunları ayırt eden bilinçli işçilere, emekçilere.
Selam olsun enternasyonalize olmuş sermayeye, tekellere, gericiliğe ve sol içindeki, sosyalist hareket içindeki işbirlikçilere karşı bilinçli bir enternasyonalist mücadele yürüten, ilerici, yurtsever, devrimci, devrimci demokrat, sosyalist, komünist, Ermeni, Kürt, Türk, Yunan, Fransız, Rus, İtalyan, Alman, İngiliz, Amerikalı, Japon, Çinli, Afgan, Pakistanlı, Hindistanlı, İranlı, Iraklı, Şii, Sünni, Alevi, İnanan, İnanmayan ve hatta puta da tapan, öküzü de kutsal sayan, tekellerin sömürüsüne, emperyalizmin, sömürgecilerin ezgisine, sömürüsüne karşı mücadele yürüten, dünyanın sömürüden, ezgiden ve geri kalmışlıktan muzdarip olan, bunun faturasını hep ödemek zorunda bırakılan işçilerinin, emekçilerinin, sömürgecilere başkaldırmış halklarının enternasyonalize olmuş birlikteliğine, dayanışmasına, mücadele kararlılığına.
Selam olsun,1 MAYIS vesilesi ile bu selamı yüreğinden gönderenlere, yüreğiyle alanlara, büyütenlere ve dünyanın her yanına yayanlara…
Dostça saygı ve selamlar
Fikret Uzun

12 Nisan 2010 Pazartesi

Sanat Değişim ve Teori




Bugün, dünyada şişirilen yelkenler Obama rüzgârı ile dünya emperyalist kapitalist sisteminin ve bu sisteme entegre olan bütün yapı ve olguların çelişkilerini örtmek üzere, bütün ikiyüzlülüğü, çarpıtmaları ve sahte umutları ile dünyamızı saran kesif bir sis bulutu içersinde, ezilen ve sömürülen halkların üzerine üzerine gelmekte iken, her aklı bağımsız aydının çözümlemesi, bu sis bulutlarını dağıtmada önemli birer katkı niteliğindedir.
Bu temelde, öncelikli ve önemli kimi konuların bir kez daha üzerinde durmamızın; öne çıkan sorunların önem derecesini hissetmemizin ne denli elzem olduğunun ve bu doğrultuda daha ciddi çalışmalar içine girmemizin görülmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu inancımla, bu temeldeki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bu inançla düşündüklerimi paylaşmaya bugünkü sosyalist hareketin geldiği noktada -ki bu hareket elbette ki bir sıfır noktası değildir- içerilen bir ciddi yaklaşım ya da başka ifadeyle, ciddi bir teorik gelenek sosyalist kadrolara, aydınlara, Türkiye toplumuna mal olmuş mudur, sorusunu sorup, cesaretle cevaplayarak başlamak istiyorum.
Bu sorunun cevabının, kuşkusuz, bu toprakların öyle ya da böyle ürün verdiği gerçeğini, yine öyle ya da böyle, çöküş yaşamasına rağmen, bir sosyalist sistemin yaşamışlığını, ulusal kurtuluş hareketlerinin yaşamışlığını ve hatta burjuva demokratik dönemlerin yaşamışlığını reddetmek anlamında değil ama yine de hayır olduğunu düşünüyorum.

Bu cevap, bugün sosyalist kadroların, aydınların ve toplumun ciddi bir teorik gelenekten yoksun olduğu yönündedir.
Ve hemen, cevap hayır ise; bunun etkisi ve sonuçları üzerinde durmanın önemini vurgulamak ve bu yönde düşüncelerimi paylaşarak devam etmek istiyorum.
Bu teorik gelenekten yoksunluğun etkileri elbette ki, sosyalist hareketin üzerine olmuştur.
Sonuçları ise; sosyalist harekette teorisiz politikaya eğilimin, dolayısıyla teoriye kendiliğinden bir düşmanlığın yerleşmesi olarak ortaya çıkması şeklinde olmuştur.
Başka bir ifadeyle ve pratik yansıması olarak, teorik gelenekten yoksunluk anlamında, bu teorisi olmayan politika, kendini amaçsız ve yalan/yanlış aktarmalar, lafazanlıklar ve kısır diyaloglar ya da tartışmalar olarak göstermektedir.
Bu yoksunluk, diğer taraftan, öz olarak ve belki pratikte kendini böyle göstermese de, teorik bir açlığın nesnelliğine de taban teşkil etmektedir.
Ama bu teorik açlık, pratikte kendini göstermeye fırsat bulamasa da, hızla gelişmekte olduğunun işaretlerini vermektedir.
Bu teorik açlığın bütün nesnel gelişimine karşın, pratikte kendini gösterememesinin temel nedeni özneldir. Yani teoriden çok, yukarda belirtmeye çalıştığım, pratik her gelişme için, bütününe bakmaksızın, teorisiz bir politik yaklaşım geliştirme eğiliminin, öznel olarak politika halinde öne çıkartılması çabasıdır.
Bu eksikliği gidermek, teorik derinliğe ulaşmak için, ciddi bir ideolojik teorik çalışmaya ihtiyaç olduğunu, öteden beri söylediğimi hatırlatmaya gerek duymadan, yinelemek istiyorum. Evet, buna şiddetle ve öncelikle ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Ve bu çalışmanın sivri yönünün, bilimsel sosyalizmin temellerinin dinamitlenmesi çabalarına karşı olması gerektiğini de, tekrar ifade etmek istiyorum. Dolayısıyla bu çalışmanın en sert biçimde eleştirileri içeren ideolojik ve teorik tartışmalar olduğunu tekrarlamış oluyorum. Ve yine önemle altını çizerek, bu tartışmaların, eleştirenle, eleştirilen arasında bir düşmanlık sayılmaması gerektiğine de vurgu yapmak istiyorum.
Evet, düşmanlık sayılmayacağı bir yana, aksine eleştirenin, eleştirilenin düşüncelerine teorik derinlik katacağına inanılması ve bunun zenginlik yaratan en temel yaklaşım olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
Diğer taraftan, bu tartışmalarda amaç, her ne kadar yanlışları bulup ortadan kaldırmak, doğruları hayata geçirmek olsa da, her zaman bir tartışma kulübünün kısırlığını taşıma riski önümüzde olacaktır.
Bu kısırlığı, dolayısıyla riski, ortadan kaldırmak ise; bütün teorik tartışmaları ve mücadeleyi, iktidara yaklaşmaya, onu almaya, korumaya ve sağlamlaştırmaya yönelik olarak yürütmeye bağlıdır.
Buradan hareketle, teorik çalışmanın, bu anlamda, tartışmanın ve mücadelenin ana yönünün, Türkiye’de sosyalist hareketin önüne sosyalist iktidar perspektifini koymak; yepyeni bir sosyalist devrim teorisini geliştirmek olmalıdır.
Bunun için de, bütün yerel, bölgesel ve uluslararası anlamda, genel sorunlar bir bütünsellik içinde ele alınmalı, incelenmeli ve öğrenilmelidir.
Tüm bunların bir bütünsellik kazanması, derinliğine toplumun bütün katlarına nüfuz etmesi ve asıl olanın değiştirmek olduğunun bilince çıkartılması, teorik çalışmanın, sosyalist kişiliğin gelişmesine yönelik çabalara bağlanması ile mümkündür.
Değiştirmek için, değişmek gerektiğinin bilincine varmakla başlayıp, öğrenmenin, bilgi edinmenin sınırının, yaşamın bütün alanlarını kapsaması gerektiğine de inanmak, kabul etmek gerekmektedir.
Bu şu demektir; sosyalist kişiliğin sadece politik mücadele ile sınırlı kalmayıp, küçümsemeden, sanatla, edebiyatla ve şiirle de arası iyi olmalıdır. Bu da, ayrıca şu demektir, sanatçıya sosyalist pencereden bakarken, sanatçıyı, edebiyatçıyı, romancıyı, şairi, yazarı politik mücadeleye uzaktan bakıp bakmaması çerçevesine göre değerlendirmek gerekmektedir.
Bunu ille de farklı bir ifadeyle anlatmak gerekirse, devrimci işi sadece ideolojik, politik, örgütsel mücadele ile sınırlı bir iş değildir; devrimci işi, ciddi olarak teorik çalışmayı sanatı, sanatçıyı da içine alan bir bütünlükle ele alarak, politik mücadeleye bağlamak demektir. Ancak o zaman, politika bir sanattır derken, bunu yürekten hissederek söylemiş oluruz.

Bu önemli konunun önemine vurgu yapmak için, geçmiş dönemden süzülen deneyimler anlamında Marks’ın, Engels’in, Lenin’in dikkat çektikleriyle yetinmek yeterli değildir. Ama bunu hatırlamak ise, bize bu temelde düşünmemizin ve çabalamamızın önemi konusunda fikir verebilmektedir.
Evet, sanatçı ortaya koyduğu eserlerinde, siyasetçilerden ve sadece bu temelde yazan çizenlerden bile fazla bir açıklıkla politik ve toplumsal gerçeklikleri ortaya koymalıdır. Bizim, sanatçıya sosyalist kişilik penceresinden bakışımız ve yaklaşımımız bu yönde olacaktır.
Ancak bu şekilde, aslında çok doğru bir saptama olan, bütün sorunların çözümünün sosyalizmde olduğu gerçeğinin, kurtuluşun sosyalizmde olduğu gerçeğinin, soyut, klişe tekerleme olmaktan kurtulması mümkündür.
Teorik çalışmayı bu temelde ve bu bütünsellikte ele alarak, sosyalizmi içi dolu, yaşamsal bir olgu olarak topluma derinlemesine benimsetmemiz mümkün olacaktır.
Sosyalizmde çözülebilecek sorunların çözümlerini bugünden, kapitalizmin sınırları içersinde gösterebilmenin, dolayısıyla sosyalizmi benimsetebilmenin kolaylaştırıcılığı işte bu bütünselliktedir. Bu kolaylaştırıcılık sayesinde, yığınlar sosyalizme yaşamsal bir gereklilik olarak inanır ve sosyalist mücadeleye katılırlar.
Öyle, kuru, içi boş sloganlar yerine, politik mücadeleyi sanatsal bir yaklaşımla, sanata yönelik çalışmaları politik bir yaklaşımla bütünleştirerek, bütünsel bir teorik mücadeleyi toplumun, yığınların önüne koymak, sosyalizmi mitleştirmekten öteye, yığınların kendi öz deneyimleriyle anlamasını, benimsemesini sağlayacaktır.
Sosyalizmi anlamadan, onu benimsemeden yığınların sosyalist iktidar mücadelesine katılmasını beklemek ham hayalden başka bir şey değildir.
Diğer taraftan bu bütünsellik, şunu da sağlayacaktır, sosyalist olmayan ama bu bütünsellik içersinde ve en azından bir dönem, sanatçıların, yazarların, şairlerin de sosyalizmin benimsenmesinde, genel teorik çalışmaya katkıları sağlanmış olacaktır.
Sonuç olarak, demek istediğim, ideolojik, teorik mücadelenin, toplumsal yaşamın her alanında sanatla, edebiyatla bir bütünlük içersinde yürütülmesi ve bu bütünselliğe sosyalist olmayan ama ufkunda sosyalizm olan sanatçıların, yazarların, şairlerin de katılması gerektiği ve bunun sosyalizmin benimsetilmesinde önemli katkısı olacağıdır. Daha önemlisi, bu teorik mücadeleyi yürüten her sosyalist kadronun, sosyalist aydının sanatı, edebiyatı, şiiri, küçümsememesi gerektiğidir.
Bugüne kadar Marksizm’le ilgili olan herkes, asıl sorunun değiştirmek olduğu üzerinde hemfikirdir. Ama bunu kabul etmek, bunda hemfikir olmak ve bunu sürekli tekrarlamak sorunu çözmemektedir. Bundan sonraki asıl iş, bunun ötesine geçmek gerektiği konusunda hemfikir olmaktır ve bu dahi yetmez; sorun nasıl değiştireceğimiz noktasına gelip dayanmıştır. Şimdi bu noktadayız ve bu önemli noktayı aşmak, değiştirmeyi başarmaya adım atmak demek olacaktır.
İşte bu nedenle, değiştirmenin ana tetikleyicisi, bu temelde öğrenmek, öğrenerek değişmektir.
Değişmenin ana belirleyicisi ise, öğrenmeyi, bu anlamda, teorik mücadeleyi, sosyalist iktidar mücadelesinin ufkunda ele almaktır.
Bu ufkun derinliği, iktidar sorununa bilimsel sosyalist gözlükle bakmayı ve algılamayı sağlarken, bu anlamda ayrışmayı da hızlandıracak ve sosyalist iktidar ufkunu yığınların derinliklerine doğru genişletebilecektir. En önemli devrimci işin bugün bu olduğuna inanıyorum.
Bu devrimci işin temel noktalarını ve yönünü başka bir mektupta ele almak üzere, paylaşıma açtığım ve bir keşif yapmadığıma, aksine bir tekrar yaptığıma inandığım mektubumdaki düşünceler üzerinden ilerlemeyi umduğumu belirterek bitiriyorum.

Fikret Uzun