27 Mart 2010 Cumartesi

BUGÜN DEMOKRASİ İÇİN MÜCADELE, KAPİTALİZMİ KORUMAK İÇİN MÜCADELEDİR. KAPİTALİZMİ KORUMAK İÇİN MÜCADELE İSE, SOSYALİZME KARŞI MÜCADELEDİR.

TKP sinin son genel sekreteri Haydar Kutlu-Nabi Yağcı, 1988 yılında, mahkemede yaptığı savunmasının (el yazmasının) 78. Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek; “1961 anayasası klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu. 27 Mayıs sonrası Türkiye’nin önünde teorik olarak iki yol vardı; ya işçi ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel dönüşümleri gerçekleştirmek, emperyalizmin sultasından kurtararak, ulusal kalkınma yoluna sokmak. Yani kapitalist olmayan bir yola girmek. Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini tamamlamak; ya da, yine ulusal kurtuluş savaşı sonrasında olduğu gibi kapitalist yolda devam etmek.” diyordu.

Nabi Yağcı’nın bugün başka şeyler söylemesi ayrı bir konu ama 27 Mayısçılar gerçekten, Kemalist devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıkmıştı. Ancak TSK’nin, 27 Mayısçılara desteği kısa sürmüştü.

12 Mart 1971 öncesine kadar da, ordu içersindeki çeşitli komiteler, toplumun çeşitli kesimlerindeki ihtilalcı eğilimlerle çeşitli bağlantılar içine girerek hep 27 Mayısın eksiğini gidermek için iktidarı ele almanın yollarını aramışlardı.

En son 9 Mart 1971 deki başarısızlıkla sonuçlanan müdahale girişimi bunun önünü tamamen tıkamış ve akabinde 12 Mart müdahalesi gelmişti.

12 Mart bir önceki başarısız müdahalenin içindeki kaypaklık gösterenleri de içine alarak, ordu bütünlüğü içinde 27 Mayısın geriletilmesine kapı açmıştır.12 Mart darbesi, 27 Mayısa toptan karşı çıkışı sergileyemedi ama bu yönde bir dönüşüm başlattı ve 12 Eylüle kapı açtı.12 Eylül faşist diktatörlüğü bu kapıdan girmiştir.

Bazıları 12 Eylül devirmesiyle giren faşizmin, yönetimin sivillere devredilmesiyle yönetimi terk ettiğini düşünse de,12 Eylül sağdan ve soldan her türlü destekçilerini yaratarak, topluma derinlemesine nüfuz eden bir rejimin ifadesi olagelmiştir.

Buradan şu sonucu çıkartabiliriz,12 Mart da,12 Eylül de 27 Mayısa karşıdır. Başka bir ifadeyle,12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye’yi yönetemeyeceğini anlamalarının sonucudur. Bu anlamda 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyondur. Dahası Türkiye’yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonudur.

TKP’nin son genel sekreteri Nabi Yağcı, savunmasının 140. sayfasında, bunu şöyle açıklıyordu,”Türkiye, her alanda bir tarihsel çözülme süreci içindedir. 12 Eylül en geriye özgürlük sağladı. En geriyi iktidara getirdi.“ N.Yağcı’nın, şimdi tam tersi bir söylem içinde olması bu gerçeği değiştiremiyor.

27 Mayısın sonucu,1961 anayasasıdır. Ve 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün kullanımı ve hızının dengelenmesi sağlanmıştır. Çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımı sağlamıştır. Bu, burjuva demokrasisini işaret ediyor.

27 Mayısı bugün salt bir askeri hareket olarak gösterme çabalarına karşın, bu çaba içinde olanların hemen hepsinin yakın zamana kadar, yukarda ele aldığım, Nabi Yağcı’nın savunmasında söylediklerinden farklı konuşmamaları bir yana, 27 Mayısa kadar geçen zaman kesitinin özellikleri 27 Mayısı salt askeri bir hareket olmaktan çıkarmaktadır.

Bu süreçte ordu saflarına katılanlar, Mustafa Kemal’in yokluğunun ifadesi olan, abartılı bir biçimde gösterdikleri Kemalist coşkuyu yaşamaktaydılar. Silahlı kuvvetlere bu coşkuyla katılıyorlar. Çeşitli kaynaklara, anı biçimindeki anlatımlara göre, bu coşkuyu taşıyarak orduda göreve başlayanlar, 27 Mayıstan yıllar önce, bu coşkunun ağırlığında bir özlemle, yani Kemalist devrimin eksiklerini tamamlamak ve Kemalizm’den sapma noktalarını hizaya getirmek amacıyla ordu içinde gizli örgütlenmelere gidiyorlar.

Bu örgütlenmelerin içinde olanların, Atatürk ideolojisine aşırı vurgu yaptıklarını ve bunun dışındaki, ya da bundan sapkın görünen her türlü hüküm ve mantığın ters olduğunu söylediklerini, buradan hareketle ordu içinde yaşananların bir hıyaneti göstermese de, en azından bir gafletin ve cehaletin varlığını göstermesi konusunda hemfikir olduklarını görüyoruz.

O dönemin Atatürkçü subayları, görevli oldukları ordunun başındakilerin TSK’yı ihmal etmiş, perişan halde bırakmış olduklarını düşünüyor. Bu, doğal olarak İsmet paşayı ve ekibini hedef alan ve Atatürk devrimlerine kaldığı yerden devam ederek, Türkiye’nin Batıya doğru ilerlemesini hızlandırmaya yönelen bir hareketi geliştiriyor. Bu hareketlerin mayasında bir devrimci kalkışmanın ordu eliyle başlatılmasının olduğu söz konusu bile değildir, olsa olsa TSK’nın yükselmesi ve modernizasyonu için yani kendilerinden önceki subayların bakış açılarının hâkimiyetini değiştirmek için gelişen bir eğilimin ağırlığıdır söz konusu olan. Bu, bu hareketlerin içinde olanların anılarında anlattıklarıyla görülmektedir.

Yeni kuşak subaylar, Türk ordusunun ve memleket savunmasının emanet edileceği bir yönetimin bulunmadığından hareket ediyorlar. Dolayısıyla eski kafalı subaylara ve komutanlarına karşı her anlamda bir güvensizlik gelişiyor. Bu, o süreçteki ordunun ABD ve AVRUPA’ya açılmasının etkisinin yarattığı bir gelişmenin ifadesi oluyor. Böylece bu açılım, orduda, Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik gelişmede geri kaldığı ve Batıya ancak radikal toplumsal reformlarla yetişilebileceği izlenimini güçlendiriyor. Bu, eski kafalı subaylarla yeni kuşak subaylar arasındaki güven ilişkisini bozarken, kendi aralarındaki kaynaşmayı da artırıyor. Bütün bunlar Kemalizm adına oluyor.

Ordunun modernizasyonu fikri ile toplumun radikal olarak yeniden örgütlenmesi fikrinin birleşmesi 27 Mayıs ihtilalının kararına yol açıyor. Bu şekilde yani günlük yaşamda çözümü gereken sorunların çözümünün, ancak kapsamlı bir eylem ile yönetimin toptan ele geçirilmesiyle mümkün olduğu şeklinde gelişen ihtilalcı bilinci, 27 Mayıs ihtilalının kararına yol açıyor. Bu aynı zamanda bir yurt sevgisinin, bu yurdu oluşturan toplumun kaderi ile kendi kaderini özdeşleştirmenin ifadesi oluyor.

27 Mayısa giden yolu irdelemeye devam etmek mümkün, ancak gerekmiyor, 27 Mayısın salt bir askeri hareket olmadığını buraya kadar irdelediklerimin göstereceğine inanıyorum. Fakat bazı sonuçlarına değinmek gerekebilir.

Ordu içindeki, 27 Mayısa yol açan gizli hareketler önce İsmet paşa ve yönetimine karşı gelişmiş, sonra Kemalizm adına İsmet paşayı yeniden yönetime getirmenin bir hareketi haline gelmiştir. Bu gelişme ile beraber, bunun 27 Mayısla sonuçlanmasının 12 Mart 1971 e kadar bütünlükle,12 Eylüle kadar ağırlıklı olarak, sosyalist düşüncenin Kemalist tarih anlayışını ve Kemalist bakış açısını taşımasına yol açtığını şimdi daha net görüyoruz. Diğer yandan ordunun politize olmasının 27 Mayısla başlamadığı, aksine çok öncesinden politikayla ilgilenmesinin ve toplumun tartışma ve çatışmalarının derinleştiği dönemlerde müdahaleye hazırlanmasının ordunun geleneğinde olduğunu görüyoruz.

Şimdi hep bir ağızdan “bütün darbelere karşıyız” derken, aynı zamanda burjuva demokratik reformlardan dem vuranlar,12 Eylül anayasasına karşı sivil anayasadan söz edenler, 27 Mayısın ve anayasasının burjuva demokrasisine giden yolda açılan bir kapı ve son kapı olduğunu unutarak, onu salt bir askeri hareket olarak göstermeleri bir yana,12 Martın ve 12 Eylülün 27 Mayısın kazanımlarına karşı yapılan bir operasyon olduğunu da unutarak,12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle özdeş tutmaları, Kemalist tarih anlayışının ve bakış açısının bile gerisine düştüklerini göstermektedir. Yani 12 Eylül rejiminin bulunduğu noktadadırlar.

Üstelik yakın zamana kadar, yukarıdaki, Nabi Yağcı’nın 1988 yılında mahkemede yaptığı savunmasında ifade ettiği gibi konuşmalarına rağmen, hep bir ağızdan bu noktaya gelmeleri düşündürücüdür.

Düşünülecek nokta, 27 Mayısa olduğu gibi, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbesini de salt bir askeri harekât olarak görmeye ne zaman başladıklarıdır.

Öyle ya “bütün darbelere karşıyız” demek, darbelerin toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk olduğunun kabul edilmesi ve ordunun bu dinamiklerden herhangi birinin etkisinde ya da yönetiminde ve lehinde bu dinamiklere müdahale ettiğinin yadsınması demek olduğuna göre, 27 Mayısı da bu çerçevede ele almaları kaçınılmaz ve anlaşılır bir durumdur.

Ama dün, Nabi Yağcı’nın dediği gibi, 27 Mayısın ve onun anayasasının, klasik demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçladığında; sosyal devlet ilkesini benimsediğinde; bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru gelişmesinin önünü açtığında ve ulusal egemenliğin, halk egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyor olduğunda birleşilmesi söz konusu iken, bugün 27 Mayısın bu niteliğine karşı gerçekleştirildiği yani burjuva demokrasisinin bütün kurumlarını yok etmek için gerçekleştirildiği açık olan 12 Mart ve 12 Eylülün, 27 Mayıs ile aynı kefeye konulmasında birleşilmesini, anlamak ve kabul etmek mümkün değildir.

Bir taraftan 27 Mayısın ifadesi olan burjuva demokrasisine dönmekten söz edilirken, diğer taraftan 27 Mayısla elde edilen burjuva demokratik kazanımlarının üstünden atlanması ve böylece 12 Eylülün 27 Mayısın kazanımlarına karşı gerçekleştirilen bir operasyon olduğunun üstünün örtülmesi, bununla birlikte 12 Eylülle birlikte, 27 Mayısın sağladığı bütün burjuva demokratik kazanımların yerle bir edildiği, o noktaya dönülmesinin yollarının tümüyle kapatıldığı koşulların ifadesi olan 12 Eylül rejiminden çıkışı, toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden bağımsız, salt askeri bir hareket olarak ele alınan 12 Eylül askeri darbesine karşı, 27 Mayısın getirdiği demokrasiyi sağlama noktasından karşı çıkma dinamiği yaratarak, bir sivilleşme ve bir demokrasi mücadelesinden söz etmek, topluma derinlemesine nüfuz eden 12 Eylül rejiminin dibine kadar anti demokratik, gerici ve tarihin gerisine dönüşün ifadesi olduğunu yadsımak demektir.

Bunun anlaşılır ifadesi, her türlü darbelere, mesela 12 Eylül darbesine, karşıyız ama yerleştirdiği rejimin antidemokratikliğine, gericiliğine ve tarihin gerisine yönelmesine karşı hiçbir karşıtlığı kabul etmeyiz demektir.

Soru şudur; somut olan ve sorun olan nedir,12 Eylül darbesinin gelip geçmiş olması ama gerçekleştirenlerin ortada dolaşmakta olması mıdır? Cevap ise, Sorun ve somut olan,12 Eylülün gerçekleştiricilerinin sahneden çekilmesi ama yerleştirdiği rejimin bütün yönelimleriyle topluma ve politik, hukuksal üst yapıya nüfuz etmesi ve işte bu somutluk içersinde yani 12 Eylülün bütün varlığı ile devam etmesi sebebiyle, gerçekleştiricilerinin elini kolunu sallayarak ve bütün saygınlıkları ile ortada dolaşabilmeleridir.

Soruyu sormasını bilmezsek, hatta soru sormanın gerekli olduğunu düşünmezsek, cevaplar sorunu çözücü olarak gerçekleşemez. Dolayısıyla,12 Eylül darbesine karşı çıkarken,12 Eylül rejimine omuz vermiş oluruz.

Somut olan 12 Eylül darbesi değildir, bu darbenin neye karşı yapıldığı, bu anlamda toplumsal bağı, etkileri ve bugünkü geldiği noktadır.

İşte, cevaplara doğru temelde ulaşmak istiyorsak, somutu doğru tespit etmek, soru sorarak, onu soyutlamak ve asıl karşı çıkmamız ve mücadele dinamiği geliştirmemiz gereken olgunun,12 Eylül askeri darbesi değil, 27 Mayısa karşı gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin, emperyalizmin gerici karakterine de uygun bir seyir izleyerek yerleştirdiği 12 Eylül rejimi olduğunun somutluğunda birleşmek gerekir.

Böyle bir bakışla, dün 27 Mayısa klasik burjuva demokrasisi yönündeki kazanımlar temelinde, 12 Eylüle ise en geriyi iktidara getiren, toplumu tarihin gerisine götürmek için gerçekleştirilen gerici bir darbe olarak bakanların,12 Eylül darbesinin 27 Mayısın kazanımlarını yerle bir ederek, tekelci düzeni yerleştirmesi ve tarihin gerisine yönelmesiyle birlikte, bu bakışlarını değiştirip, tekelci düzenin, bu anlamda 12 Eylül rejiminin yanında olduğunu görebilmemiz bir yana, bunun nedenlerini de anlayabiliriz.

Her iki müdahaleyi de, bakışsız profesyonel darbecilerin marifeti olarak görmekle, son tahlilde her iki müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak yaklaşmak, sonuç itibarıyla yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı bakışına tabi olmakla aynıdır.

Bunu şöyle ifade etmek mümkündür,27 Mayısla birlikte yükselen sol/sosyalist hareketlenmenin yöneticileri, Kemalist bakış açısının dışına nasıl çıkamadıysa, başka karmaşık etmenler bir yana,12 Martla kapısı açılan 12 Eylül darbesinin sonucunda, o noktaya kadar sosyalist hareketi de peşine takan ama bunun sosyalizmi durdurmak için bir çözüm olmadığını gören Kemalist hareketin, çözümü yönetimi gerici akımlara terk etmekte bulması ile yerleşen 12 Eylül rejiminin, yani tekelci düzenin hegemonyasına tabi olmakta tereddüt etmemesi gayet normaldir. Çünkü taşıdıkları bakış ya da bakışsızlık her iki durumda da aynıdır. Kapitalizmi korumak.

Anılarında 27 Mayısı anlatanlar, onu plansız, lidersiz, kansız bir Kemalist devrim olarak nitelemektedirler ama yazılı olmayan bir ortak prensip kararlarının olduğuna da vurgu yapmaktadırlar.

Şöyle; “yeni bir anayasanın hazırlanması; dinin politikaya alet edilmesinin önlenmesi; planlama teşkilatının kurulması; Kemalizm’in bilimsel bir doktrin haline getirilmesi; halk ile devlet arasındaki kopmuş olan bağların yeniden kurulması; sosyal adalet ve güvenlik temin edilmesi; ağalığa son verilmesi; aşırı cereyanların, onların doğmasına ve yaşamasına sebep olan ortamın ıslah edilmesi ile önlenmesi…”

Bunu anılarında belirtenlerin önemli bir tespiti de, 27 Mayısı gerçekleştirenlerin, ihtilal sonrası hiçbir planlarının olmadığı yönündedir. Diğer bir olgu ve anılarda anlatılanlardan çıkardığımız bir sonuç da, 27 Mayısı hazırlayanların yönetme açısından bir dayanaktan yoksun olduklarıdır. Öyle ki, bu dayanak arayışları nedeniyle kurdukları temaslar sırasında, gerçekleşen ihbar sonucu bazı ihtilalcılar tutuklanmış ama gizli örgüte ulaşılamamıştır.

Tüm dayanaktan yoksunluğa, lidersizliğe, plansızlığa ve bunun getirdiği çaresizliğe rağmen ihtilal gerçekleşiyor. Gerçekleşiyor ama yukarda değindiğim gibi, TSK’nın bütünsel olarak desteği 1 yıl sürüyor.

İşte 27 Mayıs ihtilalının, Nabi Yağcı’nın yargıçlara söylediği gibi, işçi ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel dönüşümleri gerçekleştirmeye, Türkiye’yi emperyalizmin sultasından kurtararak, ulusal kalkınma yoluna sokmaya yönelememesi; çaresizlik yanında, bağımsızlık dalgasının güçlenmesinin silahlı kuvvetlerin modernizasyonu politikalarını geliştirmesi dolayısıyla bu politikaların ABD den daha fazla yardım istemekle sonuçlanması nedeniyledir. Bununla bitmiyor, asıl ve daha önemli olanı, 27 Mayıs sonrası genişleyen demokratik alanların sayesinde yükselme eğilimi gösteren sosyalist hareketin, sosyalist görevlerden çok 27 Mayısın görevlerini üstlenmesi ve politikalarını buna uydurmasıdır. Bu da, pratikte, Kemalist hareketin görevlerini üstlenmek anlamında, peşine takılmak olarak kendini göstermiştir. Dolayısıyla burjuvazinin tekelci düzene doğru koşmasını ve bunun için 27Mayısa karşı yönelmesini ve yönelenlerin Kemalistlerin bizzat kendisi olduğunu görememiş dolayısıyla bunun sosyalizmin yükselişini durdurmak yöneliminden, toptan yok etmeye doğru bir yöneliş olduğunu kavrayamamış ve sonuç olarak sosyalizmin görevlerini ön plana çıkaracak politikalar yerine, Kemalizm demek olan demokratik devrimin görevlerini ön plana çıkaran politikaları dayatmıştır.

Şimdi ise, bir taraftan Kemalizm’i tümüyle inkâr ederken, diğer taraftan sosyalistlere hala Kemalizm’in yarım kalan görevlerini yükleyenler, tam da, Nabi Yağcı’nın 10 yıl önce mahkemede işaret ettiği, şimdi ise tamamen tersini söylediği gibi, Türkiye’yi, her alanda bir tarihsel çözülme süreci içine sokan, en geriye özgürlük sağlayan, En geriyi iktidara getiren ve tarihin gerisine doğru yönelen 12 Eylül darbesinin yerleştirdiği tekelci düzenin,12 Eylül rejiminin politikalarına tabi olan bir anti sosyalist politikayı dayatmaktadırlar.

Nabi Yağcı ve onun penceresinde toplananlar, komünist olmadıkları bir yana, dün de Kemalist değillerdi, bu gün de değiller, dün Kemalist bakış açısıyla söylediklerini sosyalist politikalar diye dayatırken, şimdi Kemalizm’in kendi bakış açısından da uzaklaşıp, bir anlamda kendine ihanet demek olan, sosyalizmin ortadan kaldırılması için yönetimi gerici akımlara bıraktığı koşullardaki bakış açısı ile dillendirmesi ve elbette tekellerin,12 Eylül rejiminin politikalarına tabi olması dolayısıyla bu politikalarla bağlı politikaları sosyalist politikalar diye dayatması anlaşılabilir.

Bu dayatmanın merkezinde, sosyalist hareketin geçmişteki yöneticilerinin ve onların ardıllarının, tekellerin Kemalist cumhuriyeti çözmesi ve en gerici iktidarını yerleştirmesi çabalarında sosyalistleri işlevsiz bırakma çabasını güderken, hem sosyalist görevlerden uzaklaştırması ve hem de tekellerin çabalarına omuz verdirmesi açısından, sosyalistlerin Kemalizm’in yarım kalan görevlerine bağlanması için, tekellerin karşısına sosyalist görev olarak, sosyalist iktidar mücadelesini koymak yerine, sosyalizm adına burjuva demokrasisi için mücadeleyi koyması vardır.

Bunun, bakıştan yoksun olmak ya da ezelden beri burjuva bakışı ile hareket ediyor olmak anlamını taşıdığını görmek ve bundan kurtulmak için, geçmişimizi inkâr etmeden bu bakışı ya da bakışsızlığı taşıyan geçmişi reddetmek gerekir. Bunu görüyor olmak ise, sınıf bakışı ile bakıyor olmak demektir.

Öyleyse o temelde baktığımızda gördüklerimizin bizi götürdüğü noktanın, sosyalistlerin sosyalist iktidar için mücadele ediyor olduğu gerçeğine sıkı sıkı sarılarak, 27 Mayısın gerisine düşmemeleri gereken nokta olduğuna işaret ettiğini anlamamız, sınıfsal bakışımız gereğidir.

Aksi takdirde,12 Eylül darbesine karşı Kemalist dinamiklerden uzaklaştırılırken,12 Eylül rejimine karşı Kemalist dinamiklere yaklaştırılmanın, tekellerin bir politikası olduğunu ve bunun bir çelişki taşıdığını göremeyiz. Biz göremezsek kitlelere de gösteremeyiz.

Görmemiz gereken gerçekte,12 Eylül darbesini bakıştan yoksun profesyonellere yükleyerek, o profesyonellere karşı, Kemalist dinamiklerden( bu burjuva demokrasisi çerçevesinden başka bir şey değildir.) koparılmış kitleleri ( bunun bir aldatmaca olduğunu savunan ve böyle bir dinamiği reddeden)sosyalistlerle birlikte darbelere karşı hareketlendirmeye çalışmak( bu, gerçekte kitleleri bu hareketlenmeden uzak tutmak demektir),ama 12 Eylül rejiminden kurtulmak yani tekelci düzeni yıkıp, yerine burjuva demokrasisini koymak için ise,( Kemalist çerçeveye girmek istemeyen) sosyalistleri Kemalist çerçeveye( yani burjuva demokrasisi çerçevesine) yönlendirmek, böylece 12 Eylül rejiminin sağlamlaşması için kitleleri Kemalist dinamiklerle bağlarken, sosyalistleri kitlelerden kopuk, yalnız ve işlevsiz bırakmak demektir.

Doğru olan politika ise, 12 Eylül darbecilerinin peşine düşmekten ziyade, 12 Eylül rejiminin sınıfsal temellerine karşı, bütün karşıt güçlerin katılımını sağlayan, iktidar perspektifli ve sınıf bakışlı ve de bu perspektifle, sınıfsal bakışın politik ideolojik hegemonyasında bir mücadele dinamiği geliştirmektir. Böylece 12 Eylül rejiminin hareket alanı daraltılacak, gerçek yüzünü göstermeye itilecek, bu gerçekleştikçe de kitlelerde yükselen 12 Eylül rejimine karşıtlık, sosyalist iktidar perspektifine yaklaşım temelinde artacak,12 Eylüle karşı demokrasi mücadelesi önerenlerin kaypaklığı ortaya dökülecek, sınıfsal eksen canlanarak açığa çıkacaktır.

Bu, sosyalist iktidar perspektifinin ve sınıfsal bakışın ideolojik, politik hegemonyasının artması demektir. Bu, sosyalist iktidar perspektifinin anlamının kitlelerce anlaşılması ve sosyalist iktidar için mücadelenin, daha çok demokratik hak, dahası sınırsız demokrasi elde etmek için mücadele demek olduğunun mücadele içinde görülmesi, dostun, düşmanın ayırt edilmesi demektir. Böylece kitlelerde 12 Eylülün sınıfsal dayanaklarına karşı mücadelede sınıfsal bakışın gelişmesi ve işçi ve emekçi kitlelerin sınıf ekseninde birleşmesi hızla gerçekleşecektir.

Bu sadece Türkiye’nin gerçeğini yansıtan bir nesnellik değildir. Uluslar arası ölçekteki emperyalizmin Yeni Dünya Düzenine karşı, aynı ölçekte ama parçalı olarak gelişen, emperyalizmin çaresizliğinin ürünü olan gericiliğine, köleleştirme operasyonlarına, tarihin gerisine dönme çabalarına karşı, sosyalizmin iktidara yürümesinin çare olma olgusu hızla artmaktadır. Dünya gerçeğini yansıtan nesnellik budur. Bu nesnellik elbette başka bir nesnelliği de beraberinde taşımaktadır, bu, emperyalizmin çaresizliğinden doğan çareyi toptan ortadan kaldırmak için, gericiliği yanında saldırganlığını da artırmaya yöneleceği, bunun için her türlü mekanizmaları harekete geçireceği gerçeğidir. Nesnellik doğru okunursa sosyalistler ne yapması gerektiği konusunda doğru noktalara ilerleyebilecek, kitlelerin nesnelliği görebilmesi için doğru teoriler ve politikalar üretebileceklerdir. Böylece bu nesnellik üzerinden yükselen teorik ve politik yönelim, yani öznellik, yeni bir nesnelliğin açığa çıkmasının nedeni ve açığa çıkan nesnelliğin, onu sosyalist iktidara yöneltecek politik öznesi haline gelecektir.

Bütün bunlardan,27 Mayısa sosyalist anlamda ve sınıfsal temelde bir kalkışmanın ordu ya da içinde bir grup eliyle gerçekleştirilmesinin yüklendiği zannedilmemelidir. 27 Mayısın 12 Mart ve 12 Eylülle ortak bir çizgisi elbette vardır. O da ABD’yi telaşlandırmadığı bir noktayı ifade etmektedir. Aksine her üçü de ABD’yi rahatlatıyor.27 Mayısın ilk işi, hem de büyükelçilik kapısına bırakılarak, ABD ile NATO ile ilişkilerin devam edeceği konusunda ABD ye güvence vermesidir. Ama yine de çok önemli ve taban tabana zıt farklarla yüklü olduğuna işaret etmiş bulunuyorum.

Bu vurgunun aşırı bir vurgu olmadığını,12 Eylülün doğasını anlamak ve 27 Mayıs’ın gerçekte ne olduğunu anlamak ama daha da önemlisi, 27 Mayısın öncesindeki ve sonrasındaki olguları hesaba katmadan, her üç müdahaleyi de özdeş tutarken, sonrasındaki uzun dönemde yerleştirdiklerini dikkate almadan, salt 12 Eylül darbesine karşı olup,27 Mayısın yerleştirdiklerine ( burjuva demokratik haklar çerçevesine)dönülmekten söz edilmesinin ama 12 Eylül rejiminin niteliğinden söz edilmemesinin nedenlerini anlamak üzere yapılan bir tespit içeriğinde olduğunu ifade ettiğimi umuyorum.

Ancak vurguya, 12 Eylülün sosyalist iktidar perspektifinden yoksunluğun üzerine geldiğini ve yeni bir rejimin yerleşmesine yönelik olduğunu ve de 27 Mayıstan önemli bir farkı ifade eden, bizzat ABD’nin operasyonu ve başarısı olduğunu göstermesi açısından,12 Eylülü derinlemesine anlama temelinde devam etmek gerekmektedir.

12 Eylül içerde bir ABD operasyonu, dışarıda ise bir ABD başarısı olmayı hedeflemiştir. Bu, yine 27 Mayısın sonrasında olduğu gibi, bu operasyonun içinde olanların anılarında görülmektedir. Bu anılarda özellikle gösterilmek istenenin, 12 Eylülün hazırlanmasının ve başarısının ABD ye ve CIA ye ait olduğunu görüyoruz. Diğer bir önemli görüntü ise, ABD’nin,12 Eylül ile Türkiye’ye kendi demokrasi anlayışının yani kendisine demokrasi anlayışının yerleştirilmesini hedeflediği ve beklediğidir.

Bu noktada bir parantez açıp, yine Nabi Yağcı’nın savunmasında yargıçların dikkatine sunduğu( haliyle Türkiye’deki sol harekete ve kitlelere sunduğu) ABD de kurulan aynı türden bir vakfa paralel olarak kurulan “demokrasi vakfı” ndan söz etmek istiyorum.

Bunu, Nabi Yağcı’nın savunmasından devam ederek yapacağım, biraz uzun ve 39. sayfada şöyle diyor; “1986 yılında kurucuları arasında Enka Holding ve Kutlutaş Holdingin de bulunduğu, hükümet sözcüsü ve cumhurbaşkanlığı dış ilişkiler baş danışmanının katıldığı bir ‘demokrasi vakfı’ kuruluyor. Amacı şöyle açıklanıyor, ‘bu vakfı kurmakla, solun kozlarını elinden almak istiyoruz. İnsan hakları, demokrasi, hukuk gibi konular solun propaganda araçları olmuş, şimdi biz işlemeye çalışacağız.’ buna kimsenin diyeceği olamaz ama amaç, yükselen demokratik muhalefeti dağıtmak ve güdümlü demokrasiye geçiş ise durum başkadır.” Bunu dedikten sonra, N.Yağcı 40. sayfada şöyle devam ediyor, “durum şudur,1983 yılında aynı türden bir vakıf ABD’de de kuruluyor. Amacı ‘Amerikan etkisini yayma, anti-komünist propagandayı eşgüdümleme’ olarak saptanmıştır. Bu vakıf Türkiye’ye özel önem veriyor. ABD dışişleri bakan yardımcısı Eliot Abraham, ‘demokrasi projesinin Türkiye üzerinde bir deneme niteliği taşıdığını ‘ açıkladı. Hedeflerin bazıları şöyledir.

1- Soldan kadro çekerek elit politik yöneticiler kadrosu yaratmak ( 1983 de ABD ye davet edilen politikacı adaylarına işaret ediyor.)

2- Seçilmiş bazı kitle haberleşme araçlarına mali destek vermek.

3- Polis örgütü ve yargı içinde(demokrasi) projeyi etkili kılmak.”

Nabi Yağcı daha sonra bu açıklamalarını unutmuş görünse de, bunun tümüyle ABD’nin hazırlığını ve 12 Eylül ile uyumlu olarak başarısının üzerinden devam ettiğini gösterdiği açıktır. Program hızla ilerliyor ve hem ABD’nin istediği bir demokrasi, hem de ABD ye demokrasi yani hep söylediğim gibi (non-demokrasi) yok demokrasi kuruluşu için pıtrak misli STK’lar Türkiye’ye açılmakta ve avuç dolusu paralar STKların üzerine saçılmaktadır. Böylece rejim tekeller lehine değiştirilip yerleştirilirken, ABD’nin planları dâhilinde bir demokrasi illüzyonu da gerçekleştiriliyordu.

Şimdi gerçekte bir illüzyonu ve tekellerin hâkimiyetini ifade eden rejime demokrasi tonu verilerek, daha fazlası için yine aynı STK’lardan medet umdurulması ve hatta 12 Eylül rejiminin sürdürücüleri olan, ABD’nin devam eden projelerinin eş başkanlığıyla övünen bir siyasi ekibe, dün yargıçlara brifing verirken söylediklerini unutan Nabi Yağcı ve onun penceresinde toplananlar tarafından demokrasi den yana renk yüklenmesi, ABD’nin, 12 Eylül hazırlığının ne derece ciddi ve kapsamlı olduğunu ve ne derece başarılı olduğunu göstermektedir.

Daha önce gösterdiğimi hatırlatarak, tekrar etmek durumundayım, 12 Eylül öncesi, 12 Marta giden yolu 12 Eylüle bağlamak için görevlendirilen, ABD büyükelçisi Komer, Vietnam’da elde ettiği deneyimle Türkiye’ye gelmişti. 12 Eylülün gerçekleştirilmesi ve ABD’nin başarısını garantileyecek yola sokulması için ise, başka bir büyükelçi gönderilmiştir ki, her ikisinin de CIA sicilli olduğu su götürmez bir gerçektir.

Bu olgu,27 Mayısın, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun, burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasını ve tümüyle burjuva düzenin yerleşmesine yönelik olduğunu, bunu temsil eden ideoloji Kemalist ideoloji olduğu için, Kemalizm’in damgasını taşıdığını ve ABD’yi işe karıştırmamakla birlikte, ABD’yi telaşlandırmadığını gösterirken,12 Eylülün hazırlığının da, başarıyla gerçekleştirilmesinin de tümüyle ABD planlarıyla bağlı olduğunu ve CIA’nın yetişmiş ve dünya çapında ufuk yüklenen kadrolarınca nezaret edildiğini gösterirken, asıl hazırlığın sosyalizmin makro planda yok edilmesinin şartlarını hazırlamak olduğunu göstermektedir.

Bütün bunlardan çıkan sonuç ise, açıkça ve netlikle yani saklanmaya gerek duyulmadan, bir bakıma bütün bir yerküre topluluğunu aptal yerine koyarak, burjuva demokratik programların dünyayı kurtaracak tek program olduğu dayatmasıdır. Bu dayatmanın teorik ve politik temelleri, geçmişte de iktidar perspektifinden uzak olan, bugünün tekellere ideolojik silah olma misyonunu yüklenmiş eski solcuları, aydınları tarafından örülmektedir. Ama daha önemlisi, bu eski solcuların işlevinin dayatılan burjuva demokratik programların tümüyle emperyalist bir planın parçası olduğunu örtmek ve sosyalist bir program olduğu konusunda ön kabul yaratmak olduğu yanında, bunun ön kabulünün sağlanmasında çok zorluk çekmiyor olmalarıdır.

Bu, (bu noktanın bile sosyalistlerin kendine de, işçi sınıfına da, (burjuva) demokrasi programının görevlerini sosyalizm programının bir parçası imiş gibi yüklemelerinin, dün de, bu gün de yanlış olduğunu göstermekte olması bir yana ),12 Eylülle beraber, ilerletilen ve yerleştirilen, özel olarak ABDnin, genel olarak emperyalist kapitalizmin politikaları ve ideolojik hegemonyası ile sol kitle dâhil, işçi ve emekçi kitlelerin sosyalizmin bittiği ya da bir ütopya düzeyinde uzaklaştığı fikrine inandırılmış olmasıdır.

Böylece, tümüyle 12 Eylül rejimini meşrulaştırmaya yönelik olarak geliştirilen ve düzenlenilmeye çalışılan, her anlamda gerici ve ekonomik hakları iyiden iyiye budayıcı reformların gerçekleşmesi operasyonlarına demokrasi mücadelesi adı altında, işçi ve emekçi kitleler yanında, sol kadroları da destekleyici unsur olarak bağlamak kolaylaşmaktadır. Bu politika “özgür “ ve “demokrat” dünyanın lideri ABD’nin politikalarına uyumludur.

Bunun sosyalistler açısından teorik sonucu, burjuvazi ne kadar demokratlıktan uzaklaşırsa, sol kadroların o kadar sosyalist iktidar perspektifine sarılması ve iktidar mücadelesinin içine demokratlarla mücadeleyi de koyması gerekirken, burjuvazinin uzaklaştığı demokratlığı da üstlenmesi olarak kendini gösteriyor. Yani sosyalistlerin, kapitalizmin yararına olan demokratik programı “en tutarlı demokrat” olma misyonu yüklenerek, kendi öz programı olarak kabul etmesini doğuruyor.

Bu doğumun başka bir doğumu da beraberinde getirmesi kaçınılmaz oluyor. O da şöyle; Kendi misyonundan kaçan burjuva demokratların misyonunu yüklenen sosyalistler, bir yandan emperyalizmden bağımsız bir kapitalizm olabileceğine inanırken, diğer taraftan hem bu eğilimi mahkûm edip, hem de emperyalizmin ehilleşmesini de içeren bir burjuva demokratik dönüşümün olabileceğine inanıyor. Sonuçta hepsi kapitalizmin yararına demokrat olma misyonunu yüklenmiş oluyor.

Sosyalizmin zihinlerden uzaklaştırıldığı, ulaşılamayacak bir ütopyaya dönüştürüldüğü koşullarda anti –emperyalist mücadelenin temel görevinin sosyalist iktidar mücadelesi olduğunun üstünden atlamak kolaylaşırken, anti –emperyalist mücadeleden söz eden herkesin burjuva bakışa sahip olduğu demagojisi daha kolay kabul görüyor. Bu da, anti-emperyalist dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın önünü kapatmayı kolaylaştırıyor. Ama öte yandan işçi ve emekçi kitleleri, kapitalizmin ehilleşeceğine inandırarak, burjuva demokratik programların peşine takmak da kolaylaşıyor.

Bu denklemin, çözülmemek üzere tekeller tarafından kurulduğunu ve çözmekten öte, reddederek yerine ille de sosyalist iktidar mücadelesini koymak gerektiğini görmek ise, bu şaşırtmaca altında bir ideolojik netlik yanında, politik hüner gerektiriyor.

Emperyalizm çağı, sosyalizm çağıdır aynı zamanda ve bu çağda, temel görev burjuva demokratik devrim mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesidir. Dolayısıyla bütün çelişkilerin ve bu çelişkilerin keskinleşmesiyle ortaya çıkan bütün günlük görevlerin sosyalist iktidar mücadelesine bağlanmasının gerekliliği kaçınılmaz oluyor. Dün, sosyalist iktidar mücadelesi doğru olduğu halde, burjuva demokratik programları sosyalist bir program olarak öne koyan sosyalistlerin, ideolojik, politik eksikliği anlaşılabilir ve hoş görülebilir belki ama bu gün, artık emperyalizmin ve tekellerin tüm anlamıyla gerici karakterini ortaya koyduğu koşullarda, bu programda diretmek, hoşgörü bir yana, tümüyle tekellerin safında hareket etmekle eş değerde kabul edilmelidir.

Bu gün 12 Eylül rejimini koruyan ve korumakla görevli olanlar için, mevcut durumun ötesindeki bir demokratik program için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin özdeşleştirilmesi, rejimin korunması ve kollanmasına yardım etmek anlamını taşıyor. Yerindedir. Daha 12 Eylülün gerçekleştirilmesi ile beraber, ABD’nin kendi ve kendine demokrasi anlayışını yerleştirmenin mekanizmalarını geliştirip, yerleştirmesi, bu yardımın geniş çapta kabul görmesini sağlamaya verilen önemi gösteriyor.

Demokrasi mücadelesi mevcut rejimi yani kapitalizmi yani 12 Eylül rejimini korumak istemenin bir ifadesidir. Bu, 12 Eylül rejimini korumakla görevli olanların, tekelci düzenin devlet aygıtını oluşturanların ve elbette emperyalist kapitalizmin istekleri ile uyum içindedir. Bu, özünde kapitalizmi koruma anlamı taşıyan, burjuva demokrasisi için mücadeleyi, sosyalizm adına ortaya koymak ise tam bir şaşırtmaca oluyor. Bu şaşırtmacaya sol bir ton vermek ise,”özgürlükçü”, “demokrat” ön eki ile sosyalistliğe ve sosyalizme vurgu yapmakla kolaylaştırılıyor.

Emperyalizmin, gericiliği, anti-demokratikliği, çağ dışılığı, diktatörlüğü ifade etmesinin üstünden atlanıp, her türlü diktatörlüğe karşı çıkma manevrasıyla işçi sınıfının demokrasisi olan proletarya diktatörlüğünü mahkûm ederek, sosyalizmden uzaklaşmanın, daha doğrusu sosyalizmi iktidarı hedeflemeden düşünmenin, eninde sonunda gerçekleşeceğine göre, riske girmeye gerek olmadığının, kapitalistlerle barış içinde gerçekleşmesi için mücadele etmenin daha güvenli bir yol olduğunun, o zamana kadar da kapitalizmi ehilleştirmeye çalışmanın daha akıllı bir sosyalistlik olduğunun, dolayısıyla sosyalistlerin acil görevinin burjuva demokrasisi için mücadele etmek olduğunun yani kapitalizmi korumak olduğunun anlatımı olan bilim ve mantık dışı propagandaya aldanmak sınıf bakışının körelmesiyle ve ideolojik yetersizlikle orantılıdır.

O halde bu orantıyı emperyalist kapitalizmin aleyhine bozmak, sosyalistlerin birinci görevi olarak önümüzde durmaktadır. Bunu, bu yetersizlikte kalmayı bir yaşam biçimi haline getirenlerden ayrılmak dinamiğini geliştirmek takip etmelidir. Bu, ideolojik netliği ve donanımı elde ederek, bu netlikten kaçanlarla, bu netliğe önem verenleri ayırmak ve önem verenleri bir eksende toplamak demektir. Yani ayrışarak, çoğalmak demektir. Bu yetersizliğin ve emperyalist kapitalizmin, tekellerin ideolojik hegemonyasının panzehiri budur. Bu panzehir, bütün şaşırtmacaların, ideolojik saldırıların, demokrasi illüzyonunun, körelen sınıf bakışının, işçi sınıfının içindeki düşmanların, oportünizmin, sosyal-şovenizmin, ikiyüzlü sahtekâr solcuların ve elbette emperyalist kapitalizmin hakkından gelecek olan Marksizm-Leninizm’den başka bir şey değildir.

Örgütlenmenin dinamiklerinin, politik hünerlerin, ideolojik kadroların birleşerek yığınlarla derinlemesine kaynaşması ve sosyalist iktidar perspektifini, sınıfsal bakışı canlandırması ve bu temelde yükselecek bağımsız politik aygıtın oluşturulması, hepsi bu panzehiri doğru temelde kullanmaya bağlıdır. Kullanmak için ise, bu panzehirle donanmak gerekmektedir.

Fikret Uzun

23 Mart 2010 Salı

Gün Zileli, Dühringliğe devam ediyor.

Gün Zileli, Dühringliğe devam ediyor. Kendisini Ekim devriminin olanakları ve olasılıkları üzerine kafa yorup hayıflanan bir avuç Marksist ya da anarşist (burada anarşistler dışındakileri Marksist saymadığını da ilan etmiş oluyor.) içinde sayarak, hâlâ bilgisizliğini kanıt olarak göstermeye çalışıyor. Aslında bu kanıtın bir yanı da ismidir, “ben Gün Zileli’yim ve bakın benim düşüncelerim resmi düşüncelerden ne kadar uzak ki, İsviçre hükümeti de beni kovuyor” haberleri ile birlikte isminin önde gitmesini, ona inanılması için kanıt olarak gösteriyor. Anlattıklarını destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Yapmış olduğu, daha önce de dikkat çektiğim gibi, doğru noktalardan, yanlış sonuçlar icat etmektir.
Evet, ekim devrimi insanlığın umudu olmuştur. Ama tam doğru ifade, Ekim devriminin tarihin bir dönüş noktası olduğudur. Tarihin nesnel dönüş noktalarında akıllı, bilgili ve becerikli, aynı zamanda da inanmış insanlara ihtiyaç vardır.
Yani kişilerin rolü bu nesnel dönüşüm noktalarında önemlidir. Lenin bu önemi hem anlamış bir kişidir, hem de bu rolün sahibi olan kişidir. Marksı bu yönde çok iyi anlamış, en devrimci biçimde revize etmiş kendini marksın yerine koymamış ve M-L doğmuştur.
Lenin bu noktadan sonra, başka yerde beklenen devrimi Rusya’da karşılamış ve Ekim devriminin kapılarını açmıştır. Ekim devrimi 20.yüzyılın başlarında, devrimler çağının yaşandığı yüzyılda, insanlık tarihinin büyük bir başkaldırısıdır. Bu başkaldırı önceki tüm devrimlerin renklerini içinde toplayarak gelişmiş, hem de sonraki devrimlere seçebilecekleri tüm renkleri vermiştir.
Bugün, sosyalizmin kapitalist restorasyonunun üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, emperyalistlerin, hâlâ anti-Sovyetizm içinde olanların, hâlâ mutlu olmadığı bir süreci yaşamaktayız. Bir o kadar da şaşkın olduklarını görmekteyiz.
Çünkü ekim devrimi öyle bir gerçeklik yaratmıştır ki, bugün eskisinden çok daha fazla, burjuvazinin, emperyalistlerin, sosyalizmin müzmin düşmanlarının korkuları artmıştır.
Çünkü ekim devrimi ile bir avuç dahi olsa akıllı, bilgili ve becerikli ama bir o kadar da inanmış kişiler, tarihin vakti geldiğinde, o tarihin ileriye doğru dönüşmesine manivela olacak yöntemi bulabileceklerini ve uygulayabileceklerini dosta da düşmana da göstermiştir.
Çünkü Ekim devrimi ile yeni bir sayfa açılmış ve bu sayfa şimdi kapalı olsa da, onun ne denli mutlulukla yüklü olduğu, insanlığın ilerlemesi, büyümesi, yenileşmesi için ne denli gerekli ve yerinde olduğu görülmüştür.
İşte, bu sayfanın kapalı olmasına rağmen, emperyalistlerin korkusunun devam etmesi bundandır. Bu sayfanın uzun süre kapalı tutulabileceğine kendileri de inanmamaktadır. Yani dost da, düşman da bu sayfanın çok uzun olmayan bir tarih kesitinde, yine tarihin kendi devinimi içindeki bir dönüşüm noktasında, akıllı, bilgili, becerikli ve inanmış insanların, çok daha ileri bir noktadan, yepyeni bir sayfa açarak, dünyayı eskisinden çok daha deneyim yüklü sayfalarla donatacağını biliyor.
İşte bu nedenle, dünya çapında insanlığı tasfiye politikaları üretiliyor ve bu politikalar bir illüzyon içersinde kitlelere kabul ettirilmeye çalışılıyor. Yine bu nedenle, tüm dünya da sol üzerinde, öncelikle eritme, bulandırma, unutturma içerikli ideolojik ve psikolojik savaşlar yürütülüyor. Baskı ve şiddet arkadan gelecektir.

Emperyalistler, sosyalizmin nesnel düşmanları, eninde sonunda tarihin bu dönüşüm noktasına yakalanacaklarını bildikleri için ve artık güçlendikleri kadar, tükendiklerinin de bilincinde oldukları için, hem bu dönüşüm noktasına manivela yaratacak tarihi aktörlerin gelişmesini engellemeye, hem de tarihin dönüşüm noktasının geciktirilmesi için yeni saldırı planları icat etmeye çalışmaktadır.
Marks ve Engels olmasaydı insanlık, tarihin ve toplumun bilimsel yasaları ile tanışamayacak, devrimlerin mekanizmasını belki anlayamayacak, belki de bundan çok uzun yıllar sonra anlayabilecekti. Ortaya çıkan insanlık için tarihin nesnel dönüşüm noktalarından, insanlık bihaber olacaktı.
Lenin olmasaydı, Marks’ın ve Engels’in bu tarihsel ve toplumsal yasalar üzerindeki çalışmaları belki hâlâ üniversitelerde okutulan bir ders ya da kütüphanelerde ele alınan bir inceleme, yararlanma tezi olarak kalacaktı. Şimdi tekellerin ve onları benimsetmek için taklalar atan oportünistlerin, revizyonistlerin, tekellerin kapısına kul olmuş devşirme solcuların tam da istediği budur.
Stalin olmasaydı ve Lenin’den aldığı bayrağı tümüyle ciddiye alarak proletarya demokrasisini sonuna kadar işleterek yükseklere taşımasaydı, ne faşizmin yenilmesi, ne de insanlığın kapitalizmin kader olmadığını ve sonsuz olmadığını görmesi ve umutların artması söz konusu olmayacaktı.
Diğer taraftan, dünya Ekim devriminin sarsıntısını yaşamasaydı, bugün ne Lenin, ne de Stalin hatırlanmayacak ya da geldi geçti denilecek tarzda bir esinti olarak kalacaklardı. Ekim devriminin hâlâ yaşanan canlılığı ise, bir laboratuar manzumesi olmaktan öte gidemeyecekti.
Bugün ise bizi, ekim devriminden çok daha sarsıcı bir toplumsal ve tarihsel dönüşüm dinamiği beklemektedir. Bize düşen, bu dinamiğin, tarihin hangi noktasında nesnel olarak kendini göstereceğini ve devrimin kelebeğinin fiziksel olarak hangi noktaya doğru konmak üzere uçtuğunu tespit edebilecek, hissedebilecek ve en önemlisi, bu tespitleri de, hissettiklerini de gösterebilecek akıllı, bilgili, becerikli ve de aynı tonda inanmış yiğit yüreklere ihtiyacını açığa çıkartmaktır.
Gün Zileli gibi Dühringler, bu yiğit yürekleri temsil etmediği gibi, bu topraklardan fışkırmasının önündeki engeli olarak seçilmiş görevli Dühringlik yapmaktadırlar.
Gün Zileli yani yeni Dühringlerden biri, Lenin’in Ekim devriminden sonraki sahip olduğu otoritesine değinerek, bu otoritesini devrimi korkunç bir kısırlaştırmaya götüren yönergeler için kullandığını, aksine kullansaydı, dünya devriminin dünya çapında yayılabileceğini, belki de bugün kapitalizmin işinin bitmiş olacağını ve Rus devriminin seyrini değiştirecek denli muazzam bir iradeye ve otoriteye sahip olduğunu 1917 Nisanında (bu tarih, nisan tezlerini yazdığı ve aktardığı tarihtir) gösterdiğini ama bu otoriteyi, ekim devrimini dünya devrimi yapmak üzere kullanmadığını vurguluyor. Burada bilgisizliğini göstermeye başlıyor. Ama atış serbesttir, çünkü onun bir adı var, o, Gün Zileli’dir ve onu bir kapitalist ülke daha istemiyor. Bilgisizliği şurada, Lenin Nisan’da ve Nisan tezlerini ortaya koyduğunda, ne iradesi tanınıyor ne de otoritesi, tam tersine, en yakın arkadaşları bile onun için delirmiş diyor.
Lenin, nisan ayında Rusya’ya döndüğünde, başlamış olan ve devam eden burjuva devrimdir. Öyle devam edeceği sanılırken, Lenin geliyor. Lenin’in otoritesi mi? Gün Zileli ya bilgisizdir, ya da bile bile çarpıtıyor. Aksine Lenin’i tanıyan azdır ve belki de ekime kadar ünlenmiyor. O ekim devrimiyle ünlüdür. Politik iradesini ve otoritesini ancak o zaman dost düşman kabul ediyor. Nisandan itibaren ünlenmeye başlayan Lenin’i, bütün Rusya’ya tanıtan Nisan tezlerindeki kararlılığıdır. Nisan ayındaki Lenin’i anlatan Gorbaçov bile Lenin’in sosyalist devrime dönüş programının dostları için de, düşmanları için de, bir ütopya, bir fantezi ürünü olarak göründüğünü ifade etmiştir. Plehanov, Lenin’in Nisan tezlerindeki sosyalist devrim tezlerini "hezeyan" olarak niteliyor.
Lenin Nisanda son derece yalnızdır ve bunu kendisinin seçtiği açıktır. Çünkü Nisan tezleri ile burjuva demokrasisinden, liberallerden ve demokratlardan kopmayı işaret ediyor ve yeni bir enternasyonal kurmayı öneriyor. Hatta yeni bir parti yaratmaktan söz ediyor. Bu düşüncesinin merkezinde hep, teorik birlik var. Narodnizm’i de teorik olarak yenmiştir ama pratik planda etkileri güçlüdür. "1905 burjuva devriminde, belli bir anlamda burjuva devriminin ve aynı anlama gelmek üzere demokrasinin, proletaryaya burjuvaziden daha çok yararlı olduğunu" (İki Taktik) söyleyen Lenin,1917 Nisanında, burjuva demokrasisinden ayrılmanın gerekliliğini öne koyuyor. Bu, iktidarı öngördüğünü gösteriyor. Sosyal-demokratların birleşmesinin söz konusu olmadığını aktarıyor. Liebnecht türünden bir tek dost kalmasının ve devrimci proletarya ile yalnız kalmanın daha iyi olacağını söylüyor.
Demokrasi için de sözü var, şöyle diyor ; "bir komünist parti söz konusu olduğunda, demokrasi deyimi, yalnızca bilimsel açıdan değil,1917 Martından itibaren bu deyim, devrimci halkın gözlerinin üzerine takılmış ve onların kendi inisiyatifleriyle, cesaretle ve özgürce yeni olanı kurmalarını önleyen at gözlüğü oluyor. Yeni devlette tek iktidar ve her biçimiyle devletin ortadan kalkışının habercisi olarak, işçi, köylü ve diğer temsilciler Sovyetidir".
Paris Komününe gönderme yaparak, Paris Komününde iktidarın kaybedildiğini, burada da kaybedilmemesi gerektiğini, o nedenle de ikili iktidardan kopmak gerektiğini vurguluyor. İşçi ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünden söz edenlerin, gerçekte burjuva partisine katılmış sayılacağını vurguluyor.3.enternasyonali işaret edip,”2.enternasyonalle bir daha asla” diyen Lenin, Kautsky’den de kopmuştur. Kopa kopa, yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça çoğalıyor. Ekim ayına geldiğinde, Rusya’nın ve Ekim devriminin en ünlü kişisidir."şimdi emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek, tek doğru proleter slogandır diyor." İşte politik iradesi ve otoritesi buradadır ve burada zirvede bir lider oluyor.
Öyleyse, Gün Zileli bilgisizdir, değilse yalan söylüyor. Yalan söylediği daha ağırlık basıyor. Şöyle, Lenin’in iradesine ve otoritesine neden Nisan ayı itibarıyla vurgu yapıyor? Zileli’nin, Ekim devrimi günleri ile nisan arasında bir köprü kurduğu görülmüyor. Çünkü köprü kurulursa, Gün Zileli’nin tezi de çürüyor. Lenin Nisan da yalnızdır ve Ekime kadar politik rakiplerini hem eziyor, hem siliyor ve Ekimde asıl politik iradesinin ve otoritesinin ağırlığı hissediliyor. Nisan ayında, tezlerini anlatırken, nerdeyse tümüyle yalnız kalan Lenin, asıl, Rus devriminin seyrini Ekim günlerine gelindiğinde değiştiriyor, çünkü artık emperyalist savaş, iç savaşa dönüşmüş, çarın askerleri silahları çara çevirmiştir. Bu, ünlü Dr. Jivago da bile anlatılıyor. Değiştiremeseydi 70 yıl yaşayan Sovyet sosyalizmi de olmazdı. Bizim Dühring bunu hatırlamıyor, Anakronizma ile fazla kafa yormuş olsa gerek, zihni Nisan aylarına kayıyor.
Dahası var, Gün Zileli’ye göre, Lenin ekim devriminin hemen sonrasındaki dünya manzarasını göremiyor. Gün Zileli, Ekim devrimininin dünyadaki etkilerini sıraladıktan sonra, Lenin’in böylesine elverişli koşullarda ne yapması gerektiğini soruyor ve ne yapmayıp, ne yaptığını şöyle anlatıyor; ne yaptığını hepimizin bildiğinden söz ederek başlıyor ve Lenin’in güya ' komünist saflığı korumak' adına 3 Enternasyonale giriş koşullarını ağırlaştırdığını, son derece merkeziyetçi 21 şartı ilan ederek, Ekim devriminin etkisiyle, sola akan sendikaların, grup ve partilerin önünü kestiğini, bunun yerine Bolşevik partisinin emirlerine koşulsuz itaat edecek kapıkulu küçük komünist parti fraksiyonlarını teşvik etmiş olduğunu vaaz ediyor ve bizi merakta bırakmayıp, nedenini de açıklıyor. Şöyle; Lenin’in, kitlelerin devrimci insiyatifinden çok, Komünist bürokrasilerin kerameti kendinden menkul ideolojik saflığına inandığını vurguluyor ve her şeyin doğrusunu, saf bir ideolojiyle donanmış bu tür partilerin biliyor olduğunu söyleyerek, küçük olsun, bizim olsun mantığı hâkimdi diyor. Ayrıca, içerdeki( komintern içindeki demeye çalıştığı zannedilse de, daha sonraki anlatımında, Sovyetlerden söz ettiğini anlıyoruz.) uygulamaların da bu mantıkla bağlı olduğunu söyleyerek, bütün bu savlarını ispatlamış olduğunun altını çizmiş oluyor. Bu da ikinci bilgisizlik örneğidir ama dedim ya Gün Zileli’nin kanıtları hep, bilgisizlik üzerine kuruludur. İhtiyaç duymuyor, isminin önde gitmesinin yeteceğini düşünüyor. Aktardıklarının ve peşin peşin kabul edilmesini istediği bilgilerin, önde giden ismi etrafında kurguladığı öznel düşüncelerin kerametinin, yalnızca öne geçmiş ismi ile sınırlı olduğunun görülmeyeceğini düşünüyor.
Lenin’in Ekim devriminden sonra, gelişmiş bir kapitalist ülkede, yani Batıda, Ekim devriminden önce de beklediği devrimi beklemeye devam ettiğini aklına getirmiyor, Ama bu devrimin gelmeyişinin sorumluluğunu Lenin’e ve onun 3.enternasyonale ilan ettiği 21 koşula yüklüyor. Ardından da hemencecik, Sovyet sosyalizmini yıkıyor, hatta Stalin’i bile beklemiyor.
Evet, Komintern büyük ölçüde Lenin’in Projesidir ve daha Ekim devrimi öncesinde bu projesini dillendiriyor,"2.Enternasyonalle asla" diyor ve Ekim devriminin ardından dünya devriminin eşikte olduğu düşüncesi, komintern kuruluşunda hâkim oluyor. Dolayısıyla yaklaşan dünya devrimini yönetmek için acele ediliyor. Kuruluşunda etkisiz komünist partilerinin etkisi de tartışılmaz, yani Gün Zileli burada doğruya parmak basıyor ama gönlünde yanlış ve nesnellikten uzak sonuçlara varmak yatıyor. Küçük dedikleri, etkisiz komünist parti ve gruplardır. Ama Gün Zileli, çarpıtıyor. Lenin 29 ülkeden 34 delege, 17 konuk katılımcı ile 1919 Martında toplanan Komünist Enternasyonalin kuruluş kongresinde, burjuva demokrasisinin tüm hayallerinin toptan çökmüş olduğuna ve sadece Rusya’da değil, Almanya gibi en ileri kapitalist ülkelerde de iç savaşın bir gerçeklik haline geldiğine dikkat çekiyor. Sürüp gitmekte olan kavganın büyüklüğüne ve proletaryanın iktidarının gerçekleşmesine imkân verecek biçimin proletarya diktatörlüğünü içeren Sovyetler olduğunu işaret ediliyor.
Bu biçimin, sadece Rusya’da değil, Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri olan Almanya ve İngiltere’de de ekonomik örgütlenme biçimi olarak işçi temsilcileri Sovyetlerinin zafer kazandığını vurgulanıyor.
Bu kongrede, Gün Zileli’nin buyurduğu gibi, sola akan sendikaların, grup ve partilerin önünü tıkayan 21 koşul üzerine bir karar yoktur. Kominternin yürütme komitesi seçiliyor ve bürolar oluşturuluyor, böylece Komünist enternasyonalin faaliyeti fiilen başlamış oluyor. Ardından Kominternin kuruluşuna kadar geçen siyasi tarihin kısa bir envanteri olarak da kabul edilebilecek olan Manifestosu hazırlanıyor ve ilan ediliyor. Onun arkasından, henüz çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen,1919 Haziranında, İngiliz, Amerika ve Fransa burjuvazisinin, Versay’da, barış adı altında, Alman burjuvazisinin temsilcilerine imzalatmış olduğu ve Almanya’yı parça parça etmenin ve Alman halkını daha da yoksullaştıracak olan Versay anlaşmasının niteliğini anlatan ve karşı çıkan bildiriyi hazırlıyor. Bu bildiri, Versay anlaşması kadar tarihsel önemdedir, bunu Gün Zileliler bilmez, bilmediği için de Lenin’in, otoritesini yanlış öngörülerle harcadığını ve dünya devrimini önlediğini yazıverir.
Versay anlaşmasının niteliğini çok geçmeden Almanya’nın bütün dürüst işçileri anlıyor. Anladıkları şudur, eğer Alman emperyalizmi savaştan zaferle çıksaydı, aynı Fransız, İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin yaptığını yapacaktı. Ve işçiler gördüler ki, emperyalizm bir tek ülkede bile yaşıyor olduğu sürece, zorbalık ve soygunculuk da devam edecektir. Ve bütün dünyanın ezilen sınıflarının biricik kurtuluşunun proleter dünya devrimi olduğu; proletarya diktatörlüğü ve Sovyet iktidarının kurulması olduğu apaçık görülüyordu.
Dahası var, kapitalizm yaşadığı sürece sürekli barış olamayacağı, sürekli barışın ancak burjuva düzeninin yıkıntıları üzerinde inşa edileceği de açıkça görülmüştü. Ama dediğim gibi, dünyanın dürüst ve bilinçli işçilerine, ezilen sınıflarına Versay anlaşması bunu açıkça gösterebilmişti, o zaman da, bu gün görmek istemeyen ve görenlere kızan, hatta beyinsiz diyen Gün Zileliler gibi, çoğu 2, enternasyonalin artıkları olan görmeyenler vardı.
Gelelim 21 koşula, burada bu koşulların 21 ini de ele almayacağım, gerek de yok ama Gün Zileli neden dünya devriminin engellenmesini 21 koşula ve 21 koşulu da Lenin’in öngörüsüzlüğüne, hatta dolaylı olarak yüklediği, Lenin’in beyinsizliğine bağlıyor bunu irdelemek için bu koşullardan birinin üzerinden ilerlemek yetiyor.
Öncelikle 21 şart Lenin’in bir dayatması değildir. Kominternin ikinci kongresinde Komintern delegelerinin 2 ret oyu saymazsak, tamamının oyları ile karar altına alınmıştır. Bu koşulların, dünya devrimini örgütleme amacı ile örtüştüğü de açıktır. Ve kominternin kuruluşu ile 2. kongresi arasında Polonya kuvvetlerinin, Sovyetlere saldırması ve püskürtülmesi var. 21 koşul bu anlamda, Ekim devriminin evrenselliği ve dünya devriminin örgütlenmesinden ayrı olmamak üzere, Sovyet devriminin yönetilmesi ve korunması ile de bağlıdır. Gün Zileli bununla da ilgilenmiyor ya da bilmiyor. Değilse, bundan bilinçli olarak uzak kalıyor.
21 koşul tarihsel koşulların dayatmasıdır, öncesinde, Versay anlaşması ve Sovyetlere yapılan fiziksel saldırılar var. Saldırıların büyüğü hem içerdeki içerde, hem de dışarıdaki içerdedir. Başını 2. enternasyonalin artıkları çekiyor. 21 koşul, öncelikle Merkezcilere karşıdır.( Alman Bağımsız Sosyal Demokrat partisinin sağ kanadı, İtalyan ve Fransız sosyalistlerinin çoğunluğu ki, daha sonra bu koşullar nedeniyle hepsi bölünmüştür.) Bu koşulların kabul edilmesi gayet doğal değil mi? 2. enternasyonal parçalanmadı mı? Ve 3. Enternasyonalin kurulması, emperyalist savaş başladığında önderleri oportünizm ve burjuvazinin safına geçen 2.enternasyonalin çökmesi nedeniyle zorunlu hale gelmedi mi?
Çok basit ama bir türlü kabul edilmek istenmeyen ve 2. enternasyonalin önderlerini emperyalizmle yakınlaştıran, işçilerin kurtuluşunun yerel ya da ulusal mı, yoksa uluslar arası bir sorun mu noktasındaki körlükleri nedeniyle, 20 milyon insan öldükten sonra bu körlük anlaşılarak, 2.enternasyonal parçalanıp, 3. Enternasyonal kurulmuştur. Bu körlük ne yazık ki, Gün Zileliler gibi yeni Dühringlerde devam etmekte ama buna körlükten ziyade, gerçekleri görmemek için gözlerinin siyah bantla bağlanması demek daha doğrudur.
Buna itirazım yok, Gün Zileliler neyi görmek istemiyorlarsa görmesinler ama görmeyi engellemeye çalışmaları kabul edilemez. Şimdi onu yani görülemeyenleri ve Gün Zilelilerin örtmeye çalıştıklarını göstermeye çalışıyorum.

Kominternin kurulmasıyla beraber, daha önce 2. enternasyonal içinde yer alan ve gerçekte komünist olmamış parti ve gruplar Komünist Enternasyonale yöneliyorlar, varlıklarını korumak için Komünist Enternasyonale yaslanmanın yolunu arıyorlar. Oysa adı üstünde –Komünist Enternasyonal- 2.enternasyonalin ideolojisini taşımaya çalışan ve oportünistliği tescillenmiş ve de komünist olmamakta direnen parti ve grupların, Kominterne bulaşmasını engellemek doğal ve yerinde değil mi? Kominternin bu unsurlar tarafından sulandırılmasına izin verilecek idiyse, 2.Enternasyonalden neden kopulsundu? Ayrıca büyük de olsa, geniş kitlesi komünizmin bakış açısını benimseyen partilerin içinde, güçlenmek isteyen ve proleter devrimini sabote etmek isteyen ve böylece 2. enternasyonali hortlatmak, burjuvaziye hizmet etmek isteyen reformist ve pasifist kanatlar da bulunmaktadır. Bu tarihsel nedenlerden hareketle 2. Kongre yeni partilerin katılma koşullarını belirleyen 21 koşulu karar altına almıştır.
Şimdi gelelim, Gün Zileli’nin gerçekte neye karşı olduğunu görmeye; 21 koşulun bir numaralı koşulu, bütün propaganda ve ajitasyonun komünist nitelik taşıması gerektiğini; Komintern programına ve kararlarına uygun düşmesi gerektiğini; partinin bütün basın organlarının proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmesi gerektiğini; Proletarya diktatörlüğünden basitçe, bilinen ve araya sokuşturulmuş bir talep olarak söz edilemeyeceğini; aksine bu diktatörlüğün zorunluluğunun, her basit işçinin, her kadın işçinin, her asker ve köylünün anlayacağı biçimde propaganda edilmesi gerektiğini; her yerde, sadece burjuvaziyi değil, onun işbirlikçilerini, her türden reformistleri, sistemli ve acımasız biçimde teşhir etmenin zorunluluğunu koşul olarak ortaya koymaktadır.
Gün Zileli’nin 21 koşuldan en çok takıldığı yer burasıdır ve bu onun, Lenin’i, öngörüsüz, otoritesi büyük ama beyni küçük biri olarak göstermesine ve dünya devrimini engellediğini kanıtlamasına yetiyor. Şimdi ben, bu yeni Dühringlerin kanıtlarının bilgisizlik olduğunu söylerken yanlış mı söylemiş oluyorum? Bilgisizlik yoksa hep dediğim gibi, bilinçli bir çarpıtma ve örtüleme çabası olduğu görülmüyor mu?
Demek ki, sola akan (Komintern ve dünya proleter devriminin yükselmesi için, sola akanlar değil, komünist bakış açısına akanlar gerekiyor) sendikalar, parti ve gruplar gerçekte ( Gün Zileli’nin ifade tarzından da belli-sola akan diyor.) kominterne 2.Enternasyonalin oportünist ideolojisini bulaştırmak için akıyorlar ve o nedenle de, Komintern için olduğu kadar, dünya proleter devriminin ve elbette Sovyet devriminin yönetilmesini sabote etmek isteyen ve uygun koşullar bekleyen bu artıkların Kominterne bulaşmasının önünün tıkanması şart oluyor.
Gün Zileli, bu koşulların, Lenin’in ve Lenin’in öngörülerini iyi anlayan komünistlerin, dünya proleter (burjuva demokratik değil) devriminin örgütlenmesi ve yönetilmesinin ve Sovyet devriminin dünya devrimi olarak büyümesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak, ya da bu engellerin dünya komünist hareketine ve onun Komintern olarak kurulan, bir anlamda dünya komünist partisinin içine yerleşmesine engel olmak için kabul edildiğini görmek istemiyor ve aksine dünya devriminin boğulmasının nedeni sayıyor.
Aslında hangi dünya devriminden söz ettiğini de, 2.enternasyonalin oportünist artıklarına, reformist unsurlarına, sola (komünist bakış açısına değil, muhtemelen burjuva demokratik devrim için akanları kastediyor) aktıkları halde, Kominterne giriş bileti verilmediği şeklindeki ifadesiyle ilan etmiş oluyor. Yani yine yeniden, marifetini söylerken, sirkatini açık eden çingenenin rolünü çalmış oluyor.

Devam ediyoruz, ancak devam etmeden önce bir parantez açıp, Gün Zileli’nin çok kutsal bir tonla öne çıkardığı, işçi ve köylülerin kazanmak veya geri almak için ayaklandığı özgürlüğü üzerinde kısa birkaç not düşmek ve birkaç soruyu açığa çıkarmak istiyorum.
Engels, kendinden “önceki bütün özgürlük teorilerinin düzmece olduğunu söyleyerek, bu teoriler yerine, bir yandan ussal kavrayış, öte yandan da içgüdüsel kararların, deyim yerindeyse, bir orta güç oluşturmak için kendisine göre birleştikleri ilişkinin, deney aracıyla bilinen niteliğini koymak gerekir” diyen Dühringi eleştirdiği Anti-Dühringte, Özgürlük olgusu ve kavramı üzerine en açıklayıcı notları Hegel’in ortaya koyduğunu hatırlatarak, Hegel’e göre,”özgürlüğün, zorunluluğun kavranması” olduğunu ve Hegel’in, “Zorunluluğun ancak kavranılmadığı ölçüde kör” olduğunu söylediğini belirttikten sonra, Anti-Dühring’teki açıklamasını şöyle devam ettirerek,“istenç özgürlüğünün, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmediğini” vurgulayan Engels, “Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür.” Der ve “ oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz.”diye devam ederek, , “öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o(özgürlük) ,zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür.” Diye tamamlar. Ne kadar felsefi olursa olsun, yeterince açık değil mi? Ama bir o kadar da, Rusya’da iç savaşın yıkımı koşullarında, bulundukları tarihsel koşullarda taşıdıkları küçük burjuva bakışları ile işçi ve köylü grupların bunu anlayamayacağı da açık değil mi? Dahası hem ayaklanan işçi ve köylü gruplarının özgürlüğünden neyi anlayacağımızı, hem de kendisinin özgürlükten neyi anladığını Gün Zileli’nin anlatmadığı da açık değil mi?
Gün Zileli, kanıt uydurmaya doymuyor, tarihleri de karıştırıyor, iç içe sokuyor; içerde(Rusya’da) özgürlük diye ayağa kalkan işçilerden ve diktatörlükten söz ederek, devamına şubat-Ekim arasında toprak vaatleri nedeniyle ayaklanmaya omuz veren köylülere uygulanan “savaş komünizmi” ile köylülüğün Sovyet iktidarına karşı çıkmasını ve devrime yüz çevirmesini ekliyor. Yetmiyor, işçilerin ellerinden devrimci işçi komitelerinin alınıp, üretime sürülmesi ile devrimin bu üretimci uygulamalarla işçi sınıfı temelini kaybettiğini söylüyor. Bu da yetmiyor ve Rusya içindeki, periferi (merkeze karşı) milliyetlerin, kısa sürede, kaderlerini tayin etme vaatlerinin geçersiz olduğunu gördüklerini, içlerine kapandıklarını veya milliyetçi reaksiyon içine girdiklerini vaaz ediyor. Bu vaazlardan sonra da, herhalde bunun sonucu niyetine, özgürlüklerin lağvedildiğini(lağvedilen bu özgürlüklerin ne olduğu ise belli değil), özgürlüğün yerini ÇEKA (Sovyet devletinin güvenlik teşkilatı- kuruluşu Ekimden iki ay sonra 20 Aralık 1917 dir.)baskısının aldığını, tek pati diktatörlüğünün tüm partileri yasa dışına sürdüğünü, Kronstad ayaklanmasına gönderme yaparak, bu ayaklanmadaki bahriyelilerin devrimci olduklarını ve ayaklanmanın da devrimci olduğunu kabul ettirmeye çalışırken, bu ayaklanmanın bastırıldığına gönderme yaparak, askerlerin yeniden çarlık ordusu disiplinine sokulduklarını vaaz ediyor. (Kronstad ayaklanması, Sovyet iktidarına karşı başkaldırıdır. Ekim devriminin, iç savaşı zaferle kazanıp, Sovyetlerin iktidarı alması ile sonuçlanması savaş komünizminin hem nedeni, hem de sonucudur. Ancak zaferle beraber ekonomik yıkım da gelmiştir. İşte, Kronstad ayaklanması da, diğer ayaklanmalar ve yer yer köylü ayaklanmaları da, bu savaş komünizminin bir sonucudur. Yıl 1921in Mart’ıdır.) Gün Zileli, Bütün bunların olmasına Lenin’in izin vermesini ise, kitlelere değil, partiye güvenmesine ve Marksizm’in temel taşlarından olan “üretici güçleri geliştirme” mantığına tabi olmasına bağlıyor. Böylece, hem Lenin’e, hem de Marksa vurarak, Lenin’in parti diktatörlüğü ile yani zorla üretici güçleri yani teknolojiyi ve işçi sınıfını geliştirmeyi öngördüğünü, bunun da yanlış olduğunu vurguluyor.
Gün Zileli bunları diyerek, hem yalan söylüyor, hem çarpıtıyor, hem de bilgisizliğini kanıt olarak göstermeye devam ediyor.
Şimdi bu dediklerini bir kenara koyup, Lenin’e ve Kominternin 2. kongresinden sonraki Sovyetlere bir bakalım; 1.dünya savaşı ve onu izleyen iç savaş, ekim devriminin, yıkıma uğramış bir ekonomiyi devralmasının ve restore etmekle karşı karşıya kaldığı zaman dilimidir. Yıkıma uğramış ekonominin en hissedilir zaman dilimi 1920 yılıdır ve 1921 başına kadar devam ediyor. Ayaklanmalar ve bu yıkıma çözüm arayışları da aynı zaman dilimindedir. Lenin, çözümü NEP (yeni ekonomik politika)te buluyor ve bu, Gün Zileli’nin işaret ettiği gibi bir özgürlük sorununun çözümü değildir, bir pratik zorunluluktur ve teori katına yükseltme eğilimi ile birlikte geliyor. NEP, ekonomik yıkımın zorladığı bir geri adımdır. Ve bu geri adımı kalıcı kılmak, teori olarak benimsetmek isteyen güçler pusudadır. NEP üretici güçlerin geliştirilmesi ve ekonomik yıkımdan çıkıp, batıya yani emperyalizme yetişmek ve de geçmek için yapılan ekonomik bir restorasyon idi. (sürekli devrim dinamiğinin içinde sayamıyoruz) Gün Zileli’nin, üretici güçlerin geliştirilmesi ilkesine karşı çıkması ve Sovyet sosyalizmini 70 yıl beklemeden, 100 yıl sonra, daha o ekonomik yıkımla karşı karşıya kaldığında yıkıldığını kanıtlamaya çalışması bundandır. Yani NEP te politik restorasyon bulamadığı içindir. Politik restorasyon, NEP in, kalıcı bir teori haline getirilmesidir. Lenin bunu yapmıyor ve özellikle bunun için, sol komünizm yapıtında, şunu söylüyor, “…evet NEP sağa doğru kaymaktır, ama bu geçicidir ve pratiğin zorlamasıdır, bunu teori haline getirip, sıkı sıkı politik olarak sarılmak isteyenler için bizim proletarya diktatörlüğümüz vardır.” Gün Zileli’nin kendine göre yorumladığı ya da yansıtmaya çalıştığı yani, Lenin’in “kitlelere değil, partiye güvendiği” savı, bu noktaya dayanıyor.
Nereden bakıldığı ile ilgilidir diyoruz ve Gün Zileli’nin tam da batının gözüyle baktığının görüldüğünün altını çiziyoruz. NEPin, ekonomik yıkımın zorlamasının sonucu olduğunu görmezden gelip, proletarya diktatörlüğünün bir parti diktatörlüğü olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Ve aslında Zileli, NEP in kalıcı olmamasına hayıflanıyor.
Lenin’in, NEP e yönelmesini tetikleyen nedenlerden birisi de, Avrupa’da beklenen devrimden ümidini kesmesine neden olan gelişmeleri, ya da gerilemeleri görmesidir. Bunu gördükten sonra Sovyet sosyalizmini korumaya yöneliyor. NEP’le aynı zaman diliminde, komşuları ile dostluk anlaşmaları, emperyalist bir ülke olan İngiltere ile ticaret anlaşması imzalıyor. Ve içerde proletarya diktatörlüğünü, Kominternde 21 koşulu dünya proleter devrimi için ve bunu garantilemenin koşullarını yaratmak için Sovyet devriminin korunması ve geliştirilmesinin güvencesi olarak görüyor; bunu sol komünizm-çocukluk hastalığı kitabında enine boyuna açıklamaya çalışıyor. Lenin, NEP i, sosyalizmin ekonomi politikasında büyük savaşı kazanmak için geçici bir geri çekilme, parti politikasında ve ideolojide ise bir hücum olarak değerlendiriyor. “sınıfları ortadan kaldırmanın yalnızca büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliğine son vermek olmadığını, bunu kolaylıkla yaptıklarını” söylüyor ama “ bunun aynı zamanda küçük meta üreticilerini ortadan kaldırmak demek olduğunu” da vurguluyor. Şöyle devam ediyor “ ve onlar atılamazlar veya ezilemezler, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Onlar çok uzun, yavaş ve sabırlı örgütsel çalışmalarla değiştirilebilir ve yeniden eğitime tabi tutulabilirler” işte NEP in anlamı budur. Lenin Gün Zileli’nin savladığı gibi, iradesini ve otoritesini bir diktatörce ve öngörüsüzce tüketmiyor, her hamlesinde hem kendinin, hem de Sovyetlerin nesnel iradesini ve otoritesini artırıyor.
NEP, Rusya’da bir deniz misli duran küçük burjuvazinin ekonomik açıdan ( politik ve ideolojik açıdan değil) ayakta durması için alınan önlemleri ifade ediyor. Bu Sovyet devrimini ekonomik, politik ve ideolojik olarak ileri sıçratmak için zorunlu oluyor. Lenin’in yaptığı, iradesini ve otoritesini bu zorunluluğu Sovyet devrimini ileriye sıçratmak için kullanmaktır. Yani Gün Zileli ismini kullanan yeni Dühring, Lenin’in iradesini ve otoritesini kullanamadığını savlarken halt ediyor.
Lenin, NEP’le beraber, yani NEP zamanını, Proletarya diktatörlüğünü işleterek, Bolşevik partinin ideolojik düzeyini yükseltme zamanı olarak değerlendiriyor. Ve Bolşevik parti içinde küçük burjuvaziye karşı ciddi bir mücadele başlatıyor. Gün Zilelinin kızdığı noktalardan biri de burasıdır ve Batının bakışı ile tamamen uyumludur. Batı şimdi neden kendisini kovuyor düşünmek gerekiyor. Bir uyumsuzluk var ve uyumun, bu uyumsuzluğun ardından gelenlerle kurulacağına inanıyorum.
NEP kısa sürede, yıkım içinde olan ekonomiyi, savaş öncesinin % 20 si düzeyine gerilemiş ekonomiyi, savaş öncesi durumuna döndürüyor. Demek ki köylü ayaklanmalarını da( küçük burjuva niteliğini kimse yadsıyabilir mi) , onlara katılan küçük meta üreticilerini de ve elbette Kronstad ayaklanmacılarını da tetikleyen, iç savaşın ve savaş ekonomisinin genç Sovyetlerdeki ekonomik yıkımı tetiklemesinin sonucu olduğu ve Lenin’in politik dehası ve iradesi ile otoritesini en iyi şekilde kullanması, hem bu ayaklanmaların maddi temelini ortadan kaldırmış, hem de onları büyük oranda, Sovyet devrimine kazandırmış olduğu açıklıkla görülüyor. Ve sosyalist inşanın temellerinin, Gün Zileli’nin uydurduklarının aksine, ilk beş yıllık ekonomik planın sonunda atıldığı görülmektedir.
Nasıl olacaktı, üretici güçler gelişmeden, komünizmin, üzerinde herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar yazan bayrağının asılacağı bolluk ve bereketin şırıl şırıl aktığı sosyalist coğrafyaya nasıl ulaşılacaktı. İnsana boş vakit bırakacak, hem boş vaktini, hem de çalışma zamanını hoş zamana çevirmesi için gerekli bolluk yanında, gerekli zaman nasıl kazandırılacaktı. Bunun için teknolojinin ve işçi sınıfının her açıdan geliştirilmesi gerekmiyor muydu? İşçi sınıfının kendisini de, yarattığı erk mekanizmasını da ortadan kaldıracak bir misyonla yüklü olduğunun ve bunun gerekli olduğunun bilincine varması nasıl sağlanacaktı? Dahası tek ülkede sosyalizmi, etrafı emperyalist kalelerle ve kapitalist adacıklarla çevrili Sovyet sosyalizmini korumak bir yana, ilerletmek, bu adacıklar ve kaleler karşısında güçlü kılmak, tek ülkede sosyalizm olgusunu dünya devrimine yükseltmek için, bu kalelerdeki ve adacıklardaki ulusal kurtuluşları için, sömürgelikten kurtulmak için ve elbette sosyalizm için mücadele eden halkları, işçi sınıfını ve politik hareketleri, bu gücün desteği ile daha bir savaşkan hale getirmez mi idi ve getirmedi mi?

Öyleyse, Gün Zileli’nin sırf Marksizm ve Leninizm’e duyduğu kinine kılıf bulmak için, bilimselliğini bir kenara bırakalım, sıradan bir aklın mantığının bile kabul edebileceği bu gerçekliği görmezden geldiği belli olmuyor mu?
Rusya’daki ‘periferi’ milliyetlerin, kaderlerini tayin etme vaatlerinin geçersiz olduğunu görmelerinden söz ederek, kanıt biriktirmeye çalışmasını ise, bu konu başlı başına bir yer kaplayacağı için, Gün Zileli’yi gülünç ve acınası yaptığını belirterek geçiyorum.
Gün Zileli Dühringliğe devam ederek, kendi soruyor, kendi cevaplıyor. Şöyle; “peki ne yapılsaydı? “ diyor, bazıları böyle soruyormuş,” bu tedbirler zorunlu değil miymiş? (böyle bir sorunun yani ‘baskı tedbirleri’ zorunlu değil miydi sorusunun sorulması da pek mümkün değil, tümüyle manipulatif bir sorudur, çünkü o dönemi doğru değerlendirenlerin, ortada otoriter bir baskı tedbirinin olmadığını bilmesi bir yana, böyle bir soru ile gelmesi mümkün görünmüyor) Cevap peşin peşin geliyor ve şudur; Zileli,“hayalci değiliz” diyor. Yani ‘ baskı tedbiri’ alınmasaymış ne olacağını bilecek kadar hayal gücü yokmuş. Bunun için hayal gücüne gerek var mı? Elbette, Gün Zileli’ye göre otoriter, diktatörce baskı tedbiri olarak nitelenen, proletaryanın iktidarını, bu iktidarı elinden aldıklarının, egemenliğine son verdiklerinin saldırılarına karşı ama daha çok büyük bir denizi andıran küçük burjuvazi ile birlikte yaşamanın getirdiği sorunları çözmedeki ekonomik ve politik ve de ideolojik önlemler alınmasaydı, Sovyet sosyalizmi 70 yıl yaşayamazdı. Bunu görmek için hayal gücüne gerek yoktur. Ama Gün Zileli’nin söylemeye çalıştığı, hatta söylediği şudur; “olabilir ki, kuşatmalarla ve komplolarla Sovyetler Birliği yıkılabirdi, ama şanı yürürdü ve o zaman devrim tüm dünya yüzünde dev dalgalarla yeniden ve yeniden gelip kapitalizmin burçlarına çarpardı” diyerek, birden bire hayal gücünü çalıştırıyor. ‘Başka ne yapılsaydı’ diye sorulunca, hayalci değil ama ‘ne yapılmasaydı’, sorusuyla hayal gücü hemen devreye giriyor. Hem de,100 yıl sonra ve emperyalist-kapitalist dünyanın eskisinden çok daha fazla Sovyet modelli sosyalizmden korktuğu ve önlemlerini hem sıkılaştırdığı, hem de ince yöntemlerle desteklediği ve bir kapitalist ülkeden kendi ifadesiyle, ekonomik nedenlerle kovulmaya çalışıldığı bir zaman diliminde, aklına kapitalizm var oldukça sürekli barışın ve özgürlüğün hayal olduğu aklına gelmiyor ama Gün Zileli’nin bugün, “yapılsaydı” diyerek hayal dünyasına yerleştirdikleri nedeniyle tarihten silinen 100 yıl önceki Sovyet sosyalizmi, Lenin ve Stalin geliyor, bütün günahları yüklemekle kalmıyor, bütün kinini kusuyor. Bu durumda, İnsanın sen kimi kandırıyorsun ve ek olarak 50 yıldır neredeydin diyesi geliyor.
Gün Zileli, hayal gücünün etkisinin eksik kaldığını fark etmiş olacak ki, devreye ÇEKA’yı, GPU yu, NKVD yi sokuyor, konunun hem vahametini artırıyor hem de daha sağlam kanıtlar ileri sürdüğünü göstermeye çalışıyor. Hiçbir noktayı atlamamış görünüyor.
Gün Zileli, bütün bu bilgisizliği üzerine inşa ettiği kanıtlardan sonra, ileri sürdükleri ile hayal gücünü çalıştırmaya devam ediyor. Eğer eskinin karnından çıkan, eskinin doğum izlerini taşıyan yeninin, salimen ilerlemesi için, eskiye karşı, yeninin içindeki eskiden kalanlara ve hâlâ ayakta olan eskinin saldırılarına karşı alınan önlemler yerine, hangi önlemler alınabilirdi sorusunu kendisi ürettiği halde, hayalci olmadığı yollu bilgiçlik yaparak savuşturan Gün Zileli, dönüyor, başka ne yapılabileceğini anlatmaya çalışıyor ama bu kez de başka kanıtlar ileri sürüyor. Şöyle diyor; “ eğer Lenin ve Bolşevikler, gerçek Sovyetleri ve yerel emekçi inisiyatiflerini bastırmak ve gasp etmek yerine (bir taraftan hareketlerini baskı ile kısıtladığı, diğer taraftan da ele geçirdiği gerçek Sovyetlerin ve yerel insiyatifilerin varlığını ima ediyor. Söz ettiği Sovyetler gerçek ise, Lenin’in adına yazılan Sovyetler sahte oluyor demektir. Gün Zileli burada hayal gücünü zorluyor.) onların daha da gelişmesini teşvik etseydiler dünyanın çehresi başka olurdu “ derken, hem ‘gerçek Sovyetlerin’ ne olduğunu, hem de dünyanın çehresinin nasıl başka olacağını yani sosyalizmin komünizme mi ereceğinin, yoksa kapitalist ama özgürlükçü, çoğulcu bir demokrasinin mi hüküm süreceğinin, ya da özgürlükçü, demokratik bir sosyalizm mi olacağının cevabını hayalinin içine katmıyor. Muhtemelen, Sovyetlerin proletarya diktatörlüğünün ifadesi olduğunun üstünü örtüp, gerçek Sovyetlerin çoğulcu ve özgürlükçü bir yapıda olması gerektiğini kanıtlamaya çalışıyor.
“Devam ederek, eğer askerlerin gerçekten kendi kendilerini yönetmesini ve gerektiğinde ortadan kalkmasını teşvik etseydiler; “ diyor yine dünyanın çehresinin başka olacağını iddia ediyor. Hayalci olmayan biri için, oldukça güçlü bir hayal gücü olduğu görülüyor. Burada da, bugün Kemalist ordunun kendi kendini yönetmesinin yanlış olduğunu savunan birinin, Sovyet devletinin, orduyu kendi kendine bırakmasını savunduğunu görüyoruz. Ordu, kendi kendini yönetecek ama Sovyet devleti teşvik edince de, paşa paşa kendini ortadan kaldıracak, bunu bekliyor, beklememizi istiyor. Gorbaçov’un Batıya, açtığı deStalinizasyon kapısına rağmen, Batının uzun süre anlamadığı Batıya yakınlaşma, hatta bütünleşme çabalarını göstermek ve garanti vermek için tek taraflı Varşova Paktından vazgeçmesini ve dağıtmasını, dağıtır dağıtmaz da kapitalist restorasyonun gerçekleştiğini unutmuş görünüyor. Bu, Gün Zileli’nin hayaline yerleştirdiği ‘ ne yapılsaydı, nasıl olurdu’ sorusunun cevabına açıklık getiriyor. İşçileri de unutmamış, işçilerin “öz yönetim”ine izin verilseydi diyerek, hem çözümlemesinin başında ekim devrimine kafa yoran birkaç Marksist ve anarşistin devrimciliğine gönderme yapmış oluyor ve Sovyetler birliğindeki, dev kolhozların, sovhozların varlığını ve fabrikalardaki yönetimin giderek işçilere devredildiğini ama öte yandan 1930’lara gelene kadar işsizliğin devam ettiğini bilmiyor görünüyor. Ayrıca genç Sovyetler, iktidarı aldığında ve aldıktan sonra bir süre, devraldığı geri olduğu kadar, yıkık bir ekonomiyi, kapitalizmden kalan sorunların da baskısı ile düze çıkarmaya ve tek ülkede sosyalizmi hem korumak, hem içerde ilerletmek ve hem de, dışarıda dünya devrimi ile bağlamak görevi ile karşı karşıya kalıyor. Üstelik nicel ve nitel olarak da zayıf bir işçi sınıfına sahiptir. O kadar öyle ki, birçok devlet organında ve işletmelerde, önceki rejimden kalan yöneticileri kullanması yanında, kalifiye işçi sıkıntısını, köylüleri kalifiye işçi olarak eğiterek sağlamaya çalışılıyor ve bunun için kapitalist ekonomi politiğin eşitlik anlayışı uygulanmak zorunda kalınıyor. Oysa Gün Zileli, bunları hatırlamıyor bile ve Proudhon ağzıyla konuşup, anarşistlerden puan kazanmaya çalışıyor.
“Haddini bilmezlik, herkesi kendi inançlarının rehberi, kendisini yönetmek veya kendisini ve komşularını birilerine yönettireceği yasaların seçicisi yapıyor; kısacası kendi inancının, kendi eylemlerinin, bu eylemleri yöneten ilkelerin tek yargıcı durumuna getiriyor.” İfadesinin sahibi olan, 1900’lerin başında, devrimi virüs olarak gören ve önlemeyi/yok etmeyi görev olarak gören Metternich’in, ağzından hep bir dünya devrimi arayan ve bekleyen Lenin’i ve Bolşevikleri, yine Metternich’in ifadesiyle “…toplumu bir darbe ile hakiki nimetlerinden, hakiki uygarlığın meyvelerinden yoksun bırakma tehlikesini taşıyan bir haddini bilmezlik” olarak göstermeye çalışan, Gün Zileli, ‘hayalci olmayan’ kişiliği ile zorladığı hayal gücünün ürünleri olarak sıraladıklarıyla yaklaşan devrim virüsünün, hangi noktadan tehlike olarak yükseleceğinin işaretlerini, pişkin bir haddini bilmezlikle, Metternich’in memorandumu misli, hayalci olmayan kişiliğinin ürettiği hayaline yerleştiriyor. Böylece, neyi önlemeye çalıştığı, kime memorandum sunduğu açıkça görülüyor.
Gün Zileli, köylülerin toprakları istedikleri gibi işlemelerine de değinmiş, dünyanın çehresinin bambaşka olmasını sağlayacak yöntemlerden birisi de bu imiş. Oysa yukarda da değindim, Lenin NEP’e karar vermeden önce yazıyor ve küçük işletmelerden ve köylülüğün küçük burjuva yapısından söz ederek, bunun tarihte ilk olan Sovyet iktidarının karşısında en büyük tehlike olduğunu anlatıyor. Stalin de, köylülüğü kapitalist restorasyon için bir döl yatağı olarak görüyor ve kolektivizm mekanizmasına ağırlık veriyor. Tedbir budur, patır patır köylüleri asarak, ya da Gulag adalarına taş kırmaya göndererek küçük burjuvaların sayısını azaltmıyor. Fabrikalara devşirilmiş köylüden bozma işçilerde başlangıçta küçük burjuva kafasına sahiptir. O nedenle, kalifiye oldukça daha fazla ücret istiyor. Ve bu nedenle, Stalin eşitlikçi olmak zorunda kalıyor. Yani tam da, Gün Zileli’nin hayaline yerleştirdiklerine yaklaşıyor ama yine de bu, Sovyetleri ayakta tutamıyor. Bunların, Gün Zileli için önemi olmadığı görülüyor. Sovyet sosyalizminin yıkılmasının tam da Gün Zileli’nin hayaline yerleştirdikleri ile gerçekleştiğini, sınıfsız topluma geçene kadar, bunun şartlarındaki garanti sağlanana kadar, sınıf savaşının ve bu garantiyi sağlayacak proletaryanın görevinin bitmeyeceğini ve bunun yegâne mekanizmasının Sovyetler olduğunu Zileli hafızalardan silmek isterken, Batıya tehlikenin hâlâ bu noktadan geleceğinin memorandumunu sunuyor. Muhtemelen Batı,”biz bunu biliyoruz” diyerek, havuç bitti diye mesaj veriyor, Gün Zileli’nin, Sovyet sosyalizmine, Lenin’e ve Stalin’e ama daha çok da bu yönde yükselen potansiyele biriktirdiği kini, Metternicten de yardım alarak, Gün suretindeki Dühringliğe ile başkalarına aktarmaya çalışıyor.
Periferi ulusların kendini yönetmesi ve kendi kaderlerini tayin etme hakkına gelince, bunun için Lenin’den daha fazla, hatta onun milliyetçi tonunu da artırdığı suçlamalarına maruz kaldığı biçimde destek verildiği, mücadele edilmesi için çabalandığı söylenemez. Ancak Lenin, hiçbir zaman da bunun için yani bütün milliyetler periferi olsun, ille de kendi kaderlerini tayin etmenin sınırının ayrılma ve kendini yönetme sınırına dayanması için teşvik edilsin diye zorlanmasını da yönermemiştir. Elbette hayalci olmayan birinin hayal gücünü zorlamasından da böyle yalan yanlış ifadeler çıkar. Peki, bu ifadeler niye çıkar? Çünkü bugün, Lenin’e yazılan ulusların kaderini tayin hakkı üzerinden, yapılan ve dayatılan yanlışların doğru olduğu ancak böyle yani Lenin’in en doğru biçimde ele aldığı ve gerçekleştirdiği milliyetler sorununu Lenin’in çözmediğini, kaderlerini tayin etme hakkını vermediğini hayaline yerleştirerek kabul ettirilebilir. Gün Zileli için zor bir durum, bir taraftan bilmiyormuş gibi görünüp, bilgisizliğini kanıt olarak sunuyor, diğer taraftan, fazla iddialı tezlerini oturtacak maddi temel bulamadığı için yalancı konumunu ele veriyor.
Gün Zileli’nin bundan sonraki hayalleri tam bir çorbadır. “Özel farklı sosyalizm” denemelerinden tutalım da, “çoğulcu ve özgürlükçü sosyalizm” denemelerinin olanaklarına kadar bir dizi olanağın değerlendirilmediğini ve bu yüzden “dünyanın çehresinin bambaşka olmadığını” hayalen ifade eden Gün Zileli, dünya proleter devriminin gerçekleşmesinin, sanki Rusya’da iktidarı elinden alınan sınıf, herhangi bir mukavemete başvurmadığı halde proletarya zora başvurdu, Sovyetler sırf işçilerin nasır bağlamış yüreklerinden akan kötülüğün dışa vurumu için kurulmuş gibi, sanki ortada ya da ufukta bir dünya devrimi vardı da, ona madden ve manen destek olmayıp, silahla destek olunduğu için bu devrim gerçekleşmemiş gibi ve Sovyetler birliğindeki devrimin kazanımlarının (bunu Gün Zileli suretindeki yeni Dühringimiz, Rusya’nın çıkarı olarak niteliyor) dünya proleter devriminin çıkarlarından ayrı imiş gibi, Bolşeviklerin yanlış şiarları bayrak edindiğini ve 93 yıl önce ele geçen şansın, ele geçer geçmez kaybedildiğini hararetle savunur görünüyor.
Şu ifadesi ise evlere şenlik, sanki reformistlere, reformist olmadıkları halde, reformist denmiş gibi, sanki iki buçukuncu enternasyonalistler, ikinci enternasyonale yaklaşmamış gibi ve daha sonra sosyalist işçi enternasyonali ile birleşmemiş gibi, yani iki buçukuncu nitelemesini hak etmiyormuş gibi iki buçukuncu denildiği ve reformist denildiği için şimdi dünyanın çehresi bambaşka olabilecekken, bu fırsat elden kaçmış Gün Zileli’ye göre. Demek ki, bilgisizliğini referans yapan birinin, bilgili olduğunu da kanıtlamaya çalışması kolay olmuyor. Dühringi bile şaşırtacak zırvalar tarihe geçiyor.
Ama hakkını yememek lazım, en best seller zırvasını Zileli, hayalinin bir yerine, (gerçi daha asmadan bu hayalden vazgeçiyor ve işin içine bütün bu ihtimallerin içindeki güçlerin Sovyetlerdeki savunma sistemini ÇEKA dan da, kızıl ordudan da daha mükemmel işleteceğini savunuyor ama) bütün bunların ülkenin savunma sistemini zayıflatacağı ihtimalini de asarak gösteriyor ; “devrimin kendi menfaatlerine olduğunu kitlelerin görebileceğini ve Sovyet ülkesini en iyi şekilde savunacağını” da vurgulamış oluyor. Ama bu zırvasında bir hakikat de var; Lenin bunu, daha o zaman, yani Nisan ayında, şöyle ifade ediyor, bilim ve pratik politika açısından tüm gerçek devrimlerin başlıca özelliklerinden birisi, politik yaşama ve devletin örgütlenmesine aktif, bağımsız ve etkin olarak katılmaya başlayan ‘sıradan yurttaş2 sayısındaki olağanüstü hızlı, ani ve dik artıştır.” Ama Gün Zileli’nin ilgilendiği ve işaret ettiği bu değildir, onun (Gün Zileli’nin) “devrimin kendi menfaatlerine olduğunu kitlelerin görebileceğini ve Sovyet ülkesini en iyi şekilde savunacağını” vurgulayarak,”Sovyetlerdeki savunma sistemini ÇEKA dan da, Kızıl Ordudan da mükemmel işleteceğini” eklemesi şu demektir, devrimin Lenin’e de, komünist partisine de ve elbette kendi öz anlamı ile Sovyetlere de ihtiyacı yoktur. Kitleler, reformisti, sosyal demokratı, oportünisti, anarşisti, revizyonisti, ekonomisti, burjuvazisi ile hep beraber çoğulcu ve özgürlükçü bir şekilde dünya devriminin güçlerini biriktireceklerdi ama komünistler engel oldular. Gün mantığın bu şekilde çalışmasını istiyor. Muhtemelen bu çoğulculuk çorbasında komünistlere yer yok, özgürlük de onlar için uygun değil, çünkü çorbanın lezzetini bozuyorlar.
Sovyetlerde eski düzenin yeni düzenle barış içinde yaşamaya en çok ihtiyacı olduğu bir zaman diliminde, bunun yeni düzenin eski düzene dönüş kapısı olduğunu komünistler göremediler ve bir süre, Gorbaçov’un sonuna kadar açtığı bu kapının açık kalmasına sosyalizm adına destek verdiler, en azından bu kapıyı kapatmanın gerekliliğini ve can alıcı önemde olduğunu düşünemediler.
Kapitalizm bu kapıdan girdi ve şimdi “komünizmden hep nefret ettim” diyen Gorbaçov’un, son darbeyi vurduğu Sovyet sosyalizminin yıkımını gerçekleştiren kapitalist restorasyonu tamamladı.
Şimdi Sovyet sosyalizminin tarihten silinmiş bir zaman diliminde yaşıyoruz. Silinen Sovyet sosyalizmidir, sosyalizm değildir.
Buraya kadar geliştirdiğim eleştirel çözümlemeler, Gün Zileli gibilerin tarihten silinenin sosyalizm olmadığını, Sovyet sosyalizmi olduğunu, o nedenle yaşayan ve canlanarak ilerleyen sosyalizmin, Sovyet sosyalizminin yanlışlarının ve eksikliklerinin farkındalığı ile bugünün, yani 21. yüz yılın Marksizm’ine bıraktığı ileri seviyeden yükseleceğini gördüklerini, bu gördüklerini onlardan çok önce gören Batıya, emperyalizme, tekellere Metternich’in memorandumu misli hatırlatmak için, Dühringliğe soyunduklarının, sırf yalancılıkları açığa çıkmasın diye, bilgisizliklerini kanıt olarak gösterdiklerinin hikâyesidir.
Bunu gösterebildiğime inanıyorum ve görülebileceğini umuyorum.
Fikret Uzun

18 Mart 2010 Perşembe

ANTİ BAŞKAYALAR 2 - 3

Sayın Fikret Başkaya,
Gene yapmışsınız yapacağınızı, Murad Akıncılar üzerinde de ve üzerinden de işletilen yargısız infaz ve tekellerin ideolojik hegemonyasının sınırları dışında söylem geliştirenleri susturma dinamiği yaratılmasını, TC ye dolayısıyla şu andaki rejimin yani tekellerin egemen olduğu rejimin yani 12 Eylül rejiminin ki, asıl yük buradadır, kendisine dar geldiği için çözmesinin son adımlarında olunan TC ye yüklemişsiniz.
"Şimdilerde demokratikleşmeden çok söz ediliyor ve hiçbir dönemde olmadığı kadar insan, düşüncelerinden dolayı yargılanıyor-cezalandırılıyor, hapishanelere atılıyor... Dolayısıyla söylenenle yapılan arasında bariz bir çelişki söz konusu..." diyerek, çelişkiye de dikkat çekmişsiniz güzel, fakat bu dikkati nedense yine yeniden asıl muhataplarının üzerinden alıp, çökmekte olan ve çökülmesinde, sözünü ettiğiniz çelişkinin asıl muhataplarının başat rol oynadığı TC ye yönlendirmişsiniz. Oysa öne çıkardığınız çelişkide de açıkça görülüyor ki, demokrasi filan gelmiyor ve TC nin çözülmesi de demokrasinin gelmesi için, AKP nin başkanı R.T.Erdoğan'ın deyimiyle "ileri demokrasinin" yerleşmesi için değildir, bu, yargısız infazlara, hukuksuzluğa, sessiz bir aydınlıksız aydınlar bataklığı sağlamaya ve elbette edilgen sürüler haline gelmiş, ortaçağın, kendi elleri ile köleliği seçen ve hatta bunun için sahip olduklarını efendisine bağışlayan serflere dönüştürülen işçi ve emekçi kitleler yaratmanın hem coğrafi tabanını ve hem de meşru tabanını yaratmayı sağlamak içindir.
Siz neden çoktan tarihe karışmış ve bütün yönetim yetilerini gönüllü olarak ve sizin sözde savunur göründüğünüz sosyalizmi topyekûn yok etmek için, dinci akımlara teslim etmiş olan Kemalistlerin egemenliğinin ifadesi olan TC den korkuyor görünüyor ve bunun üzerinden korku yaratıyorsunuz ki, bu, asıl korkunuzdan kurtulmanın ve korkunuzu yaşamak yerine, kişisel güvenliğinizi sağlamanın akıllı yolunu seçmiş olduğunuzun tezahürü olabilir mi?
Oysa sizin yapmanız gereken, hiç evirip, çevirmeden, dobra dobra, bu korku imparatorluğunu inşa edenlerin, Kemalistlerin egemenliğinin ifadesindeki TC den de kurtulmak ve bu TC nin, aynı coğrafyada başka yerlerde olduğu gibi, “ulusal” olma özelliğini ve bu anlamda coğrafi sınırlarını çözmeye çalışırken, burnumuzun dibindeki yani aynı coğrafyadaki İsrail’in ulusal devlet olma, hatta daha büyük ve daha güçlü ulusal devlet olma hakkını kutsallaştıran ve söz yerindeyse, kafalara kaka kaka kabul ettirmeye çalışan ABD-AB emperyalizminin ve onun eş başkanlığını yürüttüğünü ilan edenlerin, burjuva devletin ifadesi olan ve 12 Eylül darbesi ile tekeller düzenine yükseltilen ve 30 yıldır kerte kerte sağlamlaştırılıp, yerleştirilerek, 12 Eylül rejimi olarak hüküm süren rejimin ve onun yöneticileri olduğunu göstermek değil midir.
Yok, öyle bir misyonunuz kalmadıysa, neden sol gömleğinizi çıkarıp, özgür üniversitedeki sözde Marksizm üzerine dersler vermeyi bırakıp, herhangi bir holdinge, tekele demek istiyorum, danışmanlık yapmıyorsunuz. Mevcut siyasi otoriteye de danışmanlık yapabilirsiniz.
Bilmenizi isterim ki, benim gibi sıradan cümleler kurarak yazılar yazanlara bile inandırıcı gelmiyorsunuz ve tarihin mantığını unutmanızın bir bedeli olduğunu ve de bu bedeli şimdi alıyor olsanız da, ilerde geri ödeyeceğinizi aklı bağımsız çalışan herkes görmektedir diye düşünüyorum.
Sayın Fikret Başkaya, size sizin ne denli Dühring’i çağrıştırdığınızı yansıtan bir eleştiri yazmıştım, daha önceki “devrimi yeniden düşünmek” başlıklı yazınıza cevap olarak yazdığım “21.YY Marksizmi” başlıklı uzun ve özellikle sizin gibi bilimsel gerçekleri kullanarak, aynı gerçekleri çarpıtmaya çalışan yazarlara ders mahiyetindeki uzun mektubum gibi... Ama siz, sizin gibi yazarların hep yaptığı gibi, bu söylediklerimi sessizlikle boğma taktiğine sarılıp, tek kelime cevap verme ve hatta haksız eleştiri yaptığımı söyleme nezaketini bile unuttunuz. Muhtemelen hiç evirmeden dile getirdiğim bu eleştirimi de sessizlikle geçiştireceksiniz ama sizin ne yapmaya çalıştığınız, sizin ders verdiğiniz özgür üniversitedeki gençler tarafından da eninde sonunda fark edilecektir.
Sessizlikle boğmaya çalıştığınız seslere karşı tutumunuz, tıpkı egemenlerin Murad Akıncılar üzerinde ve üzerinden yaptıkları mislidir.
Son olarak Sayın Fikret Başkaya, yıkılan TC, Kemalizm diye diye 12 Eylül darbesiyle hem Kemalistlerin peşine takarak kurtulmaya çalıştığı sosyalist hareketi ve hem de, bu hareketin gelişmesine ve yükselmesine sığınak sağladığını düşündüğü burjuva demokrasisini “bir daha asla” yönelimi ile ortadan kaldırmış olan ve aslı varken kopyaları ile uğraşılan darbeci generaller tarafından dinci akımların eline teslim edilmiş ve elbette teslim ederken, Kemalizm’in egemenliğinden de vazgeçilmiştir. Şimdi, son olarak sizin de katıldığınız kervan gereği ki, geçen bir yazınızda, sözde liberalizmi olumsuzlarken, aynı karede güzelleme içine girdiğiniz liberallerin ve özellikle de Marksistlikten bozma liberallerin, bu dinci akımlarla ittifak halinde vurmaya çalıştığı, mevcut tekeller düzenini aklamak ve meşru göstermek, hatta demokrasinin savunucusu göstermek için 12 Eylül rejiminin var olan bütün günahlarını yüklemeye çalıştığı bu TC, Mevcut rejime dar gelmekte, daha sağlam ve daha meşru ayaklarla YDD nin bu coğrafyaya biçtiği alana basmak için çözülmek istenmektedir.
Çözülünce yerine gelecek olan demokrasi ya da, hem bireylere, hem de topluma ve halklara adalet, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelindeki, burjuva da olsa, demokratik cumhuriyet olmayacaktır.
Olsa olsa, çağın gerisine düşen yani ortaçağı döşeyen ve hem de halklar arasındaki adaleti, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği sağlamayacak denli baskıcı, baskıcı olduğu kadar da, bağımlı bir başka TC olacaktır.
Sizin, bu TC nin yıkılmasıyla karşısına konulan TC nin ifadesinin benim söylediklerim olduğunun farkında olmadığınıza inanmıyorum ve hatta bunun farkında olarak, bu TC nin de, bu TC nin darlığından bunalmış 12 Eylül rejiminin de kaderinde olan ve defacto yaşadığı ekonomik bunalımının, eninde sonunda siyasi bir bunalıma dönüşmesinin dolayısıyla tarihin nesnel çizgisinin ifadesi olan sosyalist iktidarın TC sinin önlenmesi ve hep bilinmeyen bir tarihe ertelenmesi için çaba sarf ettiğinize inanıyorum. Hatta eminim.
Bunu, muhtemelen hiçbir şeyin farkında olmadan sizi dinleyen öğrenciler de fark edeceklerdir.
Eğer gerçekten, Murad Akıncıların ve onun gibi daha nice aydının, sosyalistin, devrimci demokratın maruz kaldığı zindanla terbiye ve zulme ve elbette bir kaç gün sonra yüzü tekel işçileri üzerinden gösterilecek olan, adalet, eşitlik ve demokrasi düşmanlığına dur demekse niyetiniz, kitleleri ve ismi önde giden yazarların ağızlarına bakan gençleri boş bir harabe misli duran TC değirmenleri ile savaşmaya yönlendirilen don kişotlar haline sokacak cümleleri kurmayıp, onları gerçekten bu düşmanlığa yataklık eden 12 Eylül rejimi ile tekeller düzeni ile ve stratejik ortaklık içinde olunduğu söylenen ABD-AB emperyalizmi ile mücadele etmeye yönlendirirsiniz, tarihin ilerleme çizgisi bu minvalde kalınlaşmaktadır.
Ancak o zaman, tarih ve bu tarihin gelecek evrelerinde yer alacak toplum, sizi , "işte Özgür Üniversitede böyle bir aydın, gençlere derslerin dersini veriyordu" diye yazabilir. Yoksa siz de, sizden öncekiler gibi, tarihin küflü sayfalarında ve lüzumu olduğunda, yanlışa sapmaktan kurtarılmak istenen gençlere, ibretlik örnek olarak gösterilmek üzere yerinizi alırsınız.
Fikret Uzun

ANTİ BAŞKAYALAR 3

Yeni Dühringlere, daha da yeni Dühring’lerin eklenmesi ve bunun dinamik haline getirilmeye çalışılması, özgür üniversitenin aklı özgürleştirmek değil, aklı bozmak gibi bir misyonla donatılmış olduğunun göstergesidir. Aklı özgür olanların, aklı bozulmamış olanların baktığı yerden böyle görünüyor. Bu gelişmeler, özgür üniversitenin bir laboratuar niteliği taşıdığının da göstergesidir. Bu Laboratuarda bir devamlılık olduğu da görülmektedir. Hep vardı ve hep, Marksizm’i devrimden dönüş noktasının argümanı olarak göstermek üzere formüller üretiyordu. Başarılı olamadığı görülmektedir ve başarılı olamadıklarını fark ediyorlar. Bu, bu laboratuarları ille de devrimden dönüş noktasının formülünü Marksizm’e bağlayarak üretmede başarılı olabilmeleri için arayışlara itmiştir. Şimdi bu arayışlar, sözde işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için bir çabanın ürünü olarak gösterilerek ve “devrimi yeniden düşünmek” adı altında, sosyalist devrimin adından bile çok uzak bir noktadan, toplumsal devrim için hassasiyetler öne sürülerek, kapı kapı dolaşır misali, her köşede devrimden ve paradigmalarından söz edilmesi, bu sözlerin arasına da birkaç Fransızca sözcük yerleştirilmesi biçiminde geliştirilip, piyasaya sürülmesi, zemin yoklayarak, hazırlayacakları yemlere takılacak olanları ve takacakları yemleri tespit etmek, böylece emperyalist kapitalizmin Yeni Dünya Düzeni için, küresel ölçekte oynadıkları oyunlara direnmeye kararlı ve yetenekli ve etkili kişi ya da birimleri bu oyunun bir parçası yapmanın ya da bu oyunların peşine takmanın dinamiğini oluşturmaya yöneliktir.
Bu oyuna gelmek için aklı bozmak gerekiyor ve özgür üniversite hem aklı bozmaya çalışıyor, hem de, aklı özgür olanların aklını tutsak etmek üzere yemler üretmeye çalışıyor.
Özgür üniversite üzerinden, Fikret Başkaya ve Gün Zileli ikili korosunun ki, Fikret Başkaya’nın tek başına başarılı olamadığının göstergesidir, kavramların kullanılışındaki sorunların varlığına değinmeleri ve devrim üzerine Dühringvari inciler dökmeleri, emperyalist Yeni Dünya Düzeni mimarlarının, bu düzenlerine karşı gelişen dipteki dalgadan çok korktukları yanında, bu dalganın dibe gömülmesinde etkili olamadıkları gibi, denetim altına almak için kurdukları ideolojik hegemonyalarında aciz kaldıklarının göstergesidir.
Ne yaparlarsa yapsınlar, özgür akılların, kendinde akılların, kavramların nesnellikle bağının, devrim haberinin de, habercilerinin de bu nesnellik üzerinden yükseleceğinin, kapitalizmin yerleşmesi için yapılanların devrim diye yutturulmasının, devrimden kaçış noktasını Marksizm’e bağlayarak haklı gösterenlerin marifeti olduğunun dolayısıyla ideolojik bulanıklık yaratanların kimler olduğunun ve kimler adına görevli olduklarının, Menşevik üretici güçler teorisinin olmadığının,(*) aksine Menşeviklerin Marks’ın devrim teorisinden, devrimden kaçış teorisi ürettikleri halde, Marks’ta kaldıklarını iddia etmelerinin, dahası, Menşevikler üzerinden, kendilerine Bolşevik ton vermeye çalışanların, yani özgür üniversitenin dühring’lerinin, gerçekte Bernstein’e, aynı anlama gelmek üzere Avrupa Komünizm’ine güzelleme yaptıklarının, ama asıl amaçlarının, Menşeviklere atfettikleri üretici güçler teorisini yargılamak üzerinden, hem Marks’ı yargılamak, hem de her türlü devrimden kaçış teorisini Marks’ta göstermek olduğunun, nihai ve vazgeçilmez amaçlarının, Marks’ın devrim teorisinde yanılmamış bir teorisyen olduğunun, Lenin’in ise, bunu en iyi kavramış olan bir devrimci iradeyi temsil ettiğinin üzerini örtmek ve buradan hareketle Marksizm’i, Marksizm-Leninizm bütünlüğünden ayırmak olduğunun, bunun içinde yer yer, Leninizm demek olan ve Rusya Marksizm’ini mahkûm ettiklerinin, yer yer de Stalin üzerinden Lenine ve Rusya Marksizm’ine kara çaldıklarının ve bütün günahların anası saydıklarının, bununla birlikte Rusya Marksizm’inin, Marksizm’in devrimcileştirilmesine ve bu anlamda, Rusya’daki legal Marksizm’e ve Avrupa’daki Bernstein’in mimarlığını yaptığı ekonomizme karşı savaş açarak büyüdüğünün üstünü örtmeye çalıştıklarının ama ne yaparlarsa yapsınlar, 21.YY Marksizm’inin, Marksizm’i başarıya götüren Rusya Marksizm’inin üzerinden ve ileri seviyeden yükseleceğinin farkına varmasını ve aklını bu yönde kullanmasını engelleyemeyecekler, yemlerine takılmalarını sağlayamayacaklardır. Yani aciz kalmak onların kaderidir.
Güçlü olan nesnelliktir, zaman zaman hızının önüne setler çekilse de, tarihin ilerleme çizgisidir. Nasıl ki, yerçekimi kanununu görünmeyenlerle, tarihin ilerleme çizgisindeki nesnellikle Newton açıklayabildiyse, Marks da, toplumsal gelişmeye ve bu gelişme üzerinden yükselen toplumsal devrimlere dair teorisini, aynı tarihsel ilerleme çizgisindeki hızı, bu hızdaki nesnelliği ele alarak, devrimi doğuracak mekanizmaları ortaya koymak şeklinde formüle etmiştir.
Öyleyse, bugün nesnellik haberlere ve habercilere gebe olunduğunun işaretlerini veriyor. Özgür Üniversitenin akıl bozucu laboratuarlarının ve laborantlarının, kendilerini deşifre etmeyi göze alacak denli ortaya koymalarına neden olan bir korkuya iten ve Dühringvari konuşturan, bu işaretlerdir.
Bu da, bu işaretleri gören emperyalizmin daha gelişkin laboratuarlarının deneyimli laborantlarının, bu noktalardaki açıklıkların kapatılmasının işaretlerini, bu görevde hazır bekleyen ama kendini henüz tam olarak deşifre etmemiş aktörlere telaşla yem hazırlama görevi olarak gönderdiklerini göstermektedir.
Bu yeni Dühring’lerin, kavramlaştırma üzerinde doğru temelde durup, yanlış sonuçlara yönlendirmeleri, devrimin hem sınıfsal, hem de bilimsel olma özünün üzerini örtmeye çalışıp, hem de uydurdukları kavramın bir gerçekliğin yansımışlığını ifade ettiğini yutturmaya çalışarak, okuyucuyu kavramda bir sorun olduğu başlangıç çıkarsamasından hareket ettirerek, kavramın düşünülmüş bir gerçek olduğu sonucuna yönlendirmek içindir.( ** )
Bunu yaparlarken, özgür üniversitenin akademisyen Marksologları, Marks’ı evirip çevireyim derken, Hegel’in bile gerisine düştüklerinin farkına bile varmazlar. Lenin’in bu konuya özel bir önem verdiğini ise hiç düşünmezler. ( *** )
Özgür üniversitenin Dühringleri, Descartes’tan Hegel’e, Hobbes’tan Feuerbach’a ilerleyen dönem boyunca, filozofların salt düşünce gücü ile ileri itilmediklerini, onları ileriye iten şeyin, özellikle doğabilimindeki ve sanayideki büyük ilerlemeler olduğunu ise hiç düşünmeden, ifadelerini birkaç Fransızca sözcükle süsleyerek ilerlemeci paradigmaya dünyanın bütün günahlarını yüklerken, yeni bir uyduruk kavram icat ettikleri akıllarına bile gelmiyor.
Ne acıdır ki, bütün bu laf cambazlıklarını yaparlarken, Engelsin deyimiyle bilgisizliklerini kanıt olarak öne sürüyorlar.
Kimin, kimlerin ortaya attığını bilmediklerini söylerken, aslında kendilerinin akıl bozmak için uydurduklarını itiraf ettikleri kavramlar üzerinden, Dühringvari konuşmaya çalışıyorlar.
“Yukardan devrim”i ilerlemeci paradigmanın marifeti olarak ilan ettikten sonra, “yukardan devrim” kavramının, Devrimi, ezilen(sömürülen demiyorlar) kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum oluşturmak için ayağa kalkması olarak değil de, ne pahasına olursa olsun kapitalist ilerleme, kapitalist düzleme ve standardize etme girişimi olarak anlayanların uydurduğu bir kavram olarak tanıtlamaya çalışırlarken, tıpkı kendini överken, zaafını anlatan merdi Kıpti rolünü çalmış oluyorlar.
Devrimin, ezilen kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü (çoğulcu demeyi unutmuşlar) bir toplum oluşturmak olduğunu vaaz ederlerken, tam da kapitalist ilerlemenin hikâyesini anlattıklarını itiraf etmiş oluyorlar. Bu, Avrupa’da Bernstein’in, Rusya’da Narodniklerin ve Menşeviklerin Merdi Kıpti rolüne soyunmaları ile aynıdır. Yani devrimin yukardan olmasına karşıyız, devrim reformlar yoluyla, kendiliğinden, aşağıdan yani dışarıdan bilince de ihtiyacı olmayan ezilen (sömürülen demeyi yine unutmuşlarsa, sömürülenlerle ilgileri kalmadığını varsayabiliriz) kitlelerden gelecektir diyorlar. Bunun ekonomizm olduğunu ise telaffuz emiyorlar. Dedim ya bilgisizliklerini kanıt olarak gösterip, ne derlerse inanmamızı istiyorlar.
Oysa Marksistlerin öteden beri dile getirdikleri bir gerçek vardır ki, bu, Avrupa Komünizminin, kapitalizmin teknolojik ve demokratik rolünü abartarak devrim yolunu kapattığı ve Tekellerin düzeninin sürdürülmesi için vazgeçilmez hale geldiği gerçeğidir. Yani özgür üniversitenin Dühringlerinin ilerlemecilik paradigması, burada aranmalıdır ki, işte bu tam da yiğitliklerini anlatırlarken, Dühringlerin gerçek eğilimlerini ortaya koymaktadır. Burada bu Dühringlerin, bilgisizliklerinin kanıtı görünürken, tam da Dühringe taş çıkartırcasına bu kanıtlara rağmen, bilgisizliklerini kanıt olarak kabul ettirmekte direnmektedirler.
O kadar öyle ki, Hitlerin de, Kenan evrenin de, “tepeden devrim” yaptıklarını, kimler oldukları belli olmayan birilerinin ağzından söyleyerek, baklayı ağzından çıkarıyorlar; ilerlemeci paradigmanın Kemalistler olduğunun ve Kenan Evrenin de tepeden tırnağa Kemalist olduğunun müjdesini veriyor. Solu da buna katarak mevcudu tamamlıyorlar.
İşte bilgisizliklerini kanıt olarak kabul ettirmekte bir direnme örneği daha.
Oysa Kemalist olmadığı bir yana, tekellerin düzenini kurduğu da bir yana, Kenan Evrenin TC nin tarihinde görülen en İslamist ve gerici tonlar yanında ırkçı ton taşıyan bir paradigmanın aktörü olduğunu ve bugünkü rejimin de, bu günkü yönetimin de onun aktörlüğünde yapılan 12 Eylül faşist darbesinin icadı olduğu, nerdeyse bütün toplum tarafından kabul gören bir gerçektir.
Diğer yandan, yine Marksistlerin, öteden beri dikkat çektikleri ki, bu da, Türkiyedeki sosyalist hareketin, TC nin kuruluş aşamasından bu yana, 12 Eylüle kadar demek istiyorum, Kemalizmin kuyruğuna takma dinamiğinin var ola geldiği ve 12 Eylül ile beraber, bunu başaramayan yani böyle bir dinamikle sosyalist hareketi bitiremeyeceğini anlayan ve korkuya kapılan Kemalistlerin, kendilerine ihanet ederek, TC yönetimini gerici/dinci akımlara teslim etmeleridir.
Öyleyse bu Dühringlerin sözünü ettikleri ve kendilerini ayırdıkları “sol” kimdir sormak gerekli.
Ve tek doğru söyledikleri Kenan Evrende ve elbette tekelci düzeni yerleştirmesinde, kapitalizm açısından bir devamlılık olduğudur ki, bu Kenan Evrenin Kemalistliği çizgisinde bir devamlılık olmadığı gibi, bu günkü rejimin devamlılığı da, Kemalizmin devamlılığı içinde değil, sadece kapitalizmin devamlılığı içersindedir.
Dühringlerin, devrimi, “yukardan devrim” olamayacağına, bunun karşı devrim olacağına atıfla, “emansipasyon” a indirgemeleri, bunu, konuyu geçiştirip, asıl konularına, yani çıkarmak istedikleri baklalarına dönmek için yaptıkları bir yana, tam bir bilgisizlik örneğidir ve bulanıklık yaratıyorlar.
Marks, üretici güçlerin gelişmesi belli bir aşamaya gelirse devrimler mutlaka olur diyor ve bunu derken, bu anlamda, devrimin yolu engellenemez derken, devrimleri doğuracak mekanizmalara dikkat çekiyordu. Bu dikkat çekişte, bilinç ve bilinçli devrimci aynı mekanizmanın içindedir. Yani irade, başka bir ifadeyle politik müdahale, Marksın devrim teorisinde yoktur, bu iradeyi yani bilinci ve bilinçli devrimciyi, müdahale anlamında bu teoriye katan ise Lenin’dir, bunun yöneldiği ve pratikte de yaşayan uç, proletarya diktatörlüğüdür ki, bu da “yukardan devrim” i ifade etmez. Marks’ın teorisi de, bunu ifade etmediği yanında, aşağıdan devrim gibi bir kavramla anlatılamaz.
Marksın devrim teorisindeki üretici güçlerden, eskinin sosyalisti, şimdinin liberali olanları, işçi sınıfını ayırıp, hatta tarihe gömüp, teknolojiyi öne çıkarırlarken şimdi, aşağıdan devrim lafazanlıkları ile yine de, işçi sınıfını bu aşağıdakilerden saymayıp, devrime başka toplumsal güçler araması ve işçi sınıfının bilinçli iradesini “yukardan devrimin” yani karşı devrimin öznesi yapması, tam da Dühringvari akıl bulandırma çabası değilse nedir?
Burada ikili amaç sırıtmaktadır, birincisi sol harekete karşı, bir ön kabul noktası oluşturmaya çalışırken, kendilerini ayırmak; ikincisi, Lenin’in devrim teorisine, özellikle politik yöndeki katkısının inkârını yerleştirmek, böylece de, Leninci devrim teorisinin olmazsa olmazı olan Proletaryanın Demokrasisinin “yukardan devrim” yoluyla yerleştirileceği ve bunun Kemalist devlet anlayışının devamlılığı içersinde, kapitalist devlet mekanizmasının devamlılığını ifade eden tepeden bir baskıcı diktatörlük olduğu çıkarsamasına, bu bulanıklık içersinde, okuyucunun ulaşmasını manipüle etmek.
Söylemlerindeki tarza bakarsak, bu Dühringlerin, aslında bilgisizlikleri yanında, pek bir cüretkâr olduklarını, kendilerini artık soldan ayırdıklarını, o oranda da kimin adına konuştuklarını açık ettiklerini netlikle görebiliriz.
Şöyle diyorlar:
“sol hareket, rejimi tartışmaya yanaşmıyor.”
“sol hareket kendini gelecekteki iktidar olarak, gelecekteki devlet olarak planlıyor”
“Sol hareketin ‘yeniden düşünmeyi’ radikal bir biçimde gündemine almadan, rejimi tartışmaya cesaret etmeden yol alması, inandırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretmesi mümkün mü?”
“Sol hareketin ufkunda böyle bir proje olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Sol, eğer gerçekten bir toplumsal devrim istiyorsa iki şey yapmalıdır:”
“sol, sol, sol” ya siz kimlerdensiniz diye soranlar çıkacağını düşünmüyorlar bile. Çünkü onlara göre artık akıllar tümüyle bozulmuştur, bozulmayan kaldıysa bile, bununla sola karşı, onları ayırarak hışımlanacaktır, böylece onlar da aklını başka yerlere takmış olacaktır.

Bir kere, 12 Eylül rejimini, tekellerin düzenini ve daha nereye gideceğini Marksistler, çok önceden beri net olarak ortaya koymakta ama buna dudak ucuyla bile yaklaşım gösterilmemektedir ki, şimdi anlaşılıyor,buna dudak ucuyla bile yanaşmayanlar,soldan çoktan ayrıldıkları gibi, rejimin tekelci olması,kapitalizmin devamlılığı içinde olması ve dahi 12 Eylül faşist rejimi olması ile ilgilenmiyorlar, onların tartışmak istedikleri, bu faşistliği ve tekelciliği ile olduğu gibi kalmasını istedikleri ama çoktan pılısını,pırtısını toplayıp,TC nin yönetim aygıtının anahtarını şu anki rejimi sürdüren gerici/dinci akımların ve tekellerin temsilcilerine teslim ederek, kendine ihanet eden Kemalistlerin olmadığı asıl yönetimi,12 Eylül rejiminin bütün günahlarından arî tutmak için, Kemalistler yönetimde imiş gibi yaparak, rejimi tartışmayı devrimci saymakta ve solun buna yanaşmadığını söylemektedirler.
Marksistlerin, bu yeni Dühringlere, “mademki, kendinizi soldan ayrı tutuyorsunuz, öyleyse solun işine, özellikle de Marksistlerin işine karışmayınız, onlara bilmediğiniz ve kapısından çoktan döndüğünüz, toplumsal devrim üzerine Dühringvari nutuklar atmayınız” dediklerini duyar gibi oluyorum.
Bu yeni Dühringlerin, yaklaşan ve işçi sınıfının gizil gücünün içine yerleşen 21. Yüzyılın Marksizm’inin sesini dinlemelerinin, bunun da ileri seviyeden bir Rusya Marksizm’inin yükselişi olduğunun, bu dinamikte Marksın devrim teorisine kopmaz biçimde içerilmiş ve onu Marksizm-Leninizm bütünselliğine yükseltmiş Leninci katkının itici gücü olduğunun kendilerince de görüldüğünü saklayamadıkları, bu topraklardaki hiç yok olmayan ve akışkanlıklarını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının ifadesi olan bir tarihsel çizgi üzerindeki nesnellikle artıran Marksist damarın gözünden kaçmamaktadır.
Öyleyse, bu yeni Dühringlere, uzaklaştıkları mesafeden son sürat koşarak öne geçmelerinin de mümkün olmadığını görüp, boş yere yeni Dühringler olmaya soyunmamalarını salık vermek Marksistlerin yükselen sesinin gereğidir.

Ekler:
( * ) Menşeviklere göre;” emek-sermaye çelişkisi sosyalizmi getirecektir. Henüz gelmiyorsa, bu, bu çelişkinin yeterince gelişmemesinden kaynaklanmaktadır. Çaresi, emek –sermaye çelişkisinin artmasındadır. Artması kaçınılmazdır ve önlenemez. Dolayısıyla sosyalizm, önemli bir politik müdahale olmadan, kendiliğinden gerçekleşecektir.”
Bu ekonomizmdir ve Menşevikler bunu Marks’ın Devrim teorisine bağlamakta ve bunun “hakiki” Marks’ a ait olduğunu savlamaktadırlar. Bernstein de buradadır ve o daha net konuşmaktadır. İşçi sınıfının devrimci bilinci olamayacağını yine Marks’a bağlayarak dillendirirken, olmasını da beklememek gerek demektedir. Dolayısıyla sosyalizmin reformlarla geleceğini savunuyor. Lenin ise hem Menşeviklere, hem de Bernsteinizme karşıdır ve Marks’tan ayrılmadan Marksa soldan bir müdahale yapıyor. Kendiliğinden bilinç en çok sendikacılık olabilir diyor. Bu sınıf bilincidir ve bundan yeni bir dünya özlemi ve bunun için mücadele etme iradesi çıkmıyor. Lenin, ünlü Ne Yapmalı yapıtı ile bu soldan müdahaleyi enine boyuna deyim yerindeyse, bütün Rusya’nın o zamana gelene kadar ki sosyal mücadelesinin tarihini yazarak ortaya koyuyor. Ortaya koyduğu, Marksizm’i Marksizm-Leninizm yapan devrim teorisine politik iradeyi yani devrimciyi koyması yani işçi sınıfına politik bilincin dışarıdan verilmesinin formülünü anlatmasıdır. Bu da işçi sınıfında bu bilince ihtiyacı olan bir potansiyel güç olduğuna işarettir. İşte özgür üniversitenin görevli Dühringlerinin, Dühring olmaya memur edilmiş olan aktörlerinin,Tekel işçilerinin kararlı direnişi üzerinden, işçi sınıfına dışarıdan bilinç vermenin önemsizliği yanında yanlışlığını öne çıkarmaları bu nedenledir ki, Tekel işçilerinin yansıttığı, kendi gizil güçleridir ve bu sınıf bilincidir, politik bilinci dışarıdan ama bu gizil güçlerini harekete geçirerek vermek onları politik bilince ilerletecektir ki, işte ilerlemelerinin yönünün ve taşıdıkları gizil gücün farkına varıldığı içindir ki, egemen üretim biçiminin akıllı aktörleri bu noktada müdahil olup, sözde Tekel işçilerinin yanında görünseler de, özde bu direnişin, sisteme yönelen uçlarını kesmeye çalışmışlar ve önemli oranda başarılı olmuşlardır. Özgür üniversitenin Dühring’leri bu noktanın da üstünü örtmeye çalışırken, aynı zamanda işçi sınıfına dışarıdan bilinç verme kavramını bulandırmaya çalışmakta ve elbette bununla Marksizm’e Marksizm’den ayrılmadan katkısı olan Lenin’i gözden düşürmeye çalışmaktadır. Hem de belki bir başka hamlede sözde Leninci gözükmenin önünü tıkamadan bunu yapmaktadırlar. Ama söz değil öz önemlidir ve bu dühring’ler özde tekellerin sözcülüğünü yapmakta ve son tahlilde sözleriyle de kendilerini ele vermektedir.Kolay deşifre olmamak için de, önce akıl bozmaya çalışmakta, aklı bozulacak gibi olmayanları, peşlerine takmak için hangi yemlere takılacaklarını tespit etmeye çalışmaktadırlar.
Bu soru cevap dinamiği ile ortaya koydukları Dühringvari akıl bozucu şaşırtmacalar tam da bunun ifadesidir.

( ** )Kavramı, “kendinde ve kendi için var olandır.” Şeklinde tanımlayarak, “bütün belirlenimlerin kendisinden türediği yalın bütünlük” olarak açıklayan Hegel, bu açıklamayı yaptıktan sonra da, “kavramın, varlıkla özün hakikati olduğunu” ifade ederek; “çünkü” der, “o,aynı zamanda, bağımsız bir dolaysız biçim taşıyan bir dizi yansımış belirlenimde ortaya çıkar ve sırasında bu farklı gerçekliklerin varlığı da bir yansımışlık karakterini dolaysızca taşır.”
Yine Hegel,”neden kavramla işe başlanılmadığı” sorusunu sorarak, “kurgusal bilginin, söz konusu olması durumunda, hakikatle işe başlanmayacağını” belirtir ve “çünkü” der,” hakikat, başlangıcı meydan getirmesi yönünden, sadece basit bir olurlamaya dayanır, oysa düşünülmüş hakikat, kendini düşünceye tanıtlamak zorundadır.” Devam ederek,” eğer kavram mantık’ın başına konulsaydı ve varlıkla özün birliği olarak tanımlansaydı (ki bu içeriğe göre yerindedir), varlıkla özden ne anlaşılması gerektiği ve varlıkla özün kavramın birliğinde nasıl birleştikleri sorusu ortaya çıkardı. Ama işte böyle kavramla başlamak, hiç bir şekilde, şeye göre değil, ada göre başlamak olurdu” demektedir.
Kavramın bir bilimi olduğunu belirten Hegel, kavram ile ilgili daha açıklayıcı ifadesini şöyle ortaya koymaktadır; “kavram, tözsel ve ancak kendi için var olan özgür güçtür. Bir bütünlük oluşturur ki, bu bütünlük içinde o,anlarından her birinde bir bütün ve bölünmez bir birlik olarak bulunur; şu halde kendi kendisine özdeş olup, kendinde ve kendi için belirlenmemiş haldedir. Burada kavramın yürüyüşü artık bir terimden ötekine geçiş, ya da bir terimin öteki üzerine yansıması değil, bir gelişmedir. Çünkü farklar, hem birbirleriyle, hem bütünle özdeş olarak konulmuşlardır ve her belirlenim tüm kavramın özgür var oluşunu oluşturur.”

( *** ) Lenin, Felsefi çalışmalarını hazırlarken tuttuğu defterlerde, Hegel’in mantık bilimi üzerine aldığı notlarda, kavramın, beynin, -aynı anlama gelmek üzere- maddenin en yüksek (ya da en değerli, en üstün) ürünü olduğunu ifade etmektedir.
Fikret Uzun