25 Şubat 2010 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ÇÖZÜLMESİ KAPİTALİZMİN ÇÖZÜLMESİ DEMEK DEĞİLDİR

1

TC ordusunun ne olduğunu, onun nesnel durumunu mutlaklaştırarak, bir Amerikan Ordusunun kolu gibi ve de aynı anda, salt küreselleşen sermayenin hizmetinde olduğu yönünden hareketle ele almanın ve politikayı ona göre biçimlendirmenin, hem çelişki taşımayı, hem de bugünkü sermayenin yapısının ve devletin bu yapı ile uyumundan ziyade, bütünleşmesinin hatta kendisi olmasının ve emperyalist küresel sermayenin eş yönetimini de ifade eden bir yönetim biçimi olmasının, tekellerin yönetimde olmasının ve de, en önemlisi, sınıf mücadelesini bu nesnel gerçekliklerden soyutlayarak (istediğimiz kadar belirleyici olanın sınıf mücadelesi olduğunu söyleyelim), emek-sermaye çelişkisinin üzerinden atlamayı içerdiğini söyleyerek başlıyorum.
Bugünkü Türkiye'deki, körleştiren, sürüleştiren bir dinamik hâkimdir, hâlâ belirleyici olan emek sürecidir. Bunu hepimiz görüyoruz ama ne yazık ki, bu, körlüğümüzü engellemiyor.
Bu emek sürecinde yaşanan somutluğu soyutlayarak, somut bir teori üreteceğimize, bu soyutlamayı salt, sınıf mücadelesi ekseni söylemleriyle sınırlı bırakıyoruz dolayısıyla somuta ulaşamıyoruz.
Bu, kitaplardan aldığımızı bir öznel fikir gibi, mutlaklaştırma dinamiği içerisinde, her koşulda tekrarlamaktan başka bir şey değildir. Oysa bu eksenin hâlâ belirleyici olması, işçi ve emekçilerin sürmekte olan bunalımla beraber çalışma koşullarının ve çalışamama koşullarının patlama noktasına yaklaştığının sinyallerine rağmen, işçi sınıfının patlama noktasına yaklaşmasının hızlanacağını, sözünü ettiğimiz sermaye, tekelci düzen hesap etmekte ve önlemini almakta iken ve bu önlem mekanizmalarına sendikaları da katmalarına rağmen, soldan bakanların, bu patlama noktasının sınıf mücadelesi eksenine taşınması ve emek-sermaye çelişkisinin sosyalizme kapı açacak dinamiğini hareketlendirmesi için, sadece belirleyici olanı ve bu anlamda sınıf mücadelesi söylemini tekrarlaması, bunun somut olarak ne anlama geldiğinden, işçi sınıfına ve onun öncülerine yüklediği görev ve sorumluluklardan uzaklaşılması, tüm olan biteni gördüğümüz halde körlüğümüzün sürdüğünün ifadesidir.
Evet, Menşevikler de, "sosyalizmi emek sermaye çelişkisi getirecektir, henüz sosyalizm gelmiyorsa, bu çelişkinin yetersiz olduğundandır, çare elbette bu çelişkinin artmasındadır, artması kaçınılmazdır, önlenemezdir ve devrim bu kaçınılmazlık içinde önemli bir politik müdahale olmadan gerçekleşecektir" demekte olup, tümüyle ekonomist olan bu savlarla, Marksist olduklarını iddia ediyorlardı.
Ve işte bugün de, bu iddialarla, emek-sermaye çelişkisi ve sınıf mücadelesi demekle ne Marksist olunuyor, ne de kimin sosyalizmi istediği, kimin istemediği ayırt edilebiliyor.
Yukarda dediğim, işçi ve emekçilerin çalışma koşullarının, onları nesnel olarak patlama noktasına götürmesine rağmen, bunun önlenmesi ve bu önlem mekanizmalarının içine sendikaların, daha doğrusu sendika yönetimlerinin konulmasından hareketle, bir hatırlatma yapmak istiyorum;
Tek tek işçilerin zenginliğinin, onları işçi olmaktan çıkaran bir dinamik geliştirdiğinde herhalde hem fikirizdir ve buradan hareketle, sendika tepe yönetimlerinin, hele ki holdingleşen sendikaların tepe ve tepeye bağlı yönetimlerinin ekonomik durumları göz önüne alındığında, haydi haydi işçi olmaktan çıktığını söyleyebiliriz.
Öyleyse, bu mekanizmanın, yani işçi ve emekçilerin çalışma koşullarını patlamaya götüren bir dinamiğe dönüşmesinin önündeki engellerden diğerinin, sermayenin emperyalist merkezlerden yönetilen önlemlerinin yanında ve içinde sendika yönetimlerinin de olduğunu söylemek haksızlık değildir. (Ve tabii istisna ilkesi burada da geçerlidir.)
Öyleyse, hiçbir şey göründüğü gibi değil ve de kolay değil. Bunun yöneldiği ucun, sendikaların mücadelesinin sermaye iktidarını sarsmasından öte, var olan iktidarı paylaştığını zannederek kendi mücadelesinin çok uzağına ama kapitalizm sınırlarının tam göbeğine doğru olduğunu söyleyebiliyoruz.
Öyleyse, sınıf mücadelesi ve emek-sermaye çelişkisi üzerine salt söylem geliştirmek, politik hünere dayalı olarak sosyalist mücadeleye bir köprü olmaya yetmez ama tam tersine sınıf mücadelesi diye diye, kapitalizme bulaşmak için kurulan köprüleri ayırt etmemizi engellerken, aynı zamanda sosyalist mücadelenin önüne de, setler çeker, perdeler gerer.
İşte ben bu nedenle, politikayı bir sanatkârlık mertebesiyle eşleştiriyorum.
Yani bir tarafta, sermayenin türlü engellerle sınıf mücadelesinin önüne engel koyması var, diğer tarafta bu engelden ayrı olmamak üzere, sendikaların, bu mücadelenin itici gücü olan emek-sermaye çelişkisi ekseninde seyreden gazı alması var ve elbette medyanın, ondan ayrı olmamak üzere, aydınların şaşırtmacalarıyla işçi ve emekçilerin bu çizgiden uzaklaştırılması, daha çok düzen sınırına, kişisel kurtuluşa çekilmesi var.
Dolayısıyla, tüm emek-sermaye çelişkisine rağmen, çalışma koşullarının patlama noktasına ilerlemesinin sinyallerine rağmen, sessizliğin, hafızasızlığın ve dahi düzenle kardeş olma dinamiğinin, düzenin hâkimi olanlarla empati kurmanın göstergelerinin hüküm sürmesi, emek-sermaye çelişkisinin, bu anlamda, sınıf mücadelesinin, öyle kendiliğinden bir hareket olmadığını, politik bir müdahale olmadan ve tabii bu politik müdahaleyi kitlelere ulaştırabilecek bir alan genişlemesine olan ihtiyaç çözülmeden, emek-sermaye çelişkisinin keskinliği ve belirleyiciliği gösterilemez.
Dolayısıyla sosyalizme kapı açacak bir müdahale olmaksızın emek-sermaye çelişkisinin belirleyiciliğinden söz etmek ve elbette sınıf mücadelesi ekseninden dem vurmak devrim kapısına ilerletmez. Buna ilaveten, tüm bunların önündeki en büyük engel işçi sınıfının ve emekçilerin ve dahi toplumun her kesiminin ideolojik bir kuşatma altında olmasıdır ki, bu kuşatma yarılmadan, bu kuşatmanın tahribatı sarılmadan, geriletilmiş, tutsak edilmiş akıllar da özgürleştirilemez, çok rahat bir şekilde oynanan illüzyonist oyunlar da bozulamaz.
İşte bunun için, gerçek anlamda, sınıf mücadelesini yürütebilecek, kitleselleştirebilecek bir akıl, hüner, inanç ve bilinç kümesi taşıyan ideolojik öncülerin, politik hüner gösterebilecek kadroların netleşerek, her türlü burjuva etkilerden arınması ve nesnel durumun salt emek-sermaye çelişkisine sığmadığını, onun belirleyiciliğinin üstünden atlamadan görerek sol Marksist bir müdahale gerekmektedir.
Komünistlerin, emek-sermaye çelişkisinin eninde sonunda sosyalizmi getireceğini beklemediği gibi, politik bir müdahale olmadan emek-sermaye çelişkisinin sınıf mücadelesinin patlama getirecek noktasına yani sosyalizmi getirecek dinamiğine ulaşmasının mümkün olmadığını ve bu anlamda ve bu yönelimde, politik müdahalenin bütün güçleri sınıf mücadelesi eksenine toplayabilecek bir hüner içermesi gerektiğini de bilmelerinin bilincinde olmaları gerektiğine dikkat çekiyorum.
Buradan hareketle, ortada TC’yi, yani kapitalist düzeni yaşatmak için çırpınmak şeklinde bir müdahale olmadığını, tümüyle, tarihsel ilerleme çizgisinin tersine döndürülmesi noktasında, TC’yi çözmenin ve tarihin gerisine dönme dinamiğinin karşısında olma müdahalesi olduğunun altını çizmek istiyorum. Ve bu dinamik mutlak değildir, her an ve her evresinde çeşitli ve hatta tam zıt yönelimler içerebilir. Bu tümüyle, işçi sınıfının, teorik ve pratik olarak sınıf mücadelesine katılımının zayıf olduğu koşullarda ideolojik teorik yetkinlik doğrultusunda gösterilebilecek politik iradeye ve bu iradedeki hünere bağlıdır.
"...Sorosculuğa ve cemaat bağlantılı küresel kapitalizme devşirilen solcular, yıkılan sosyalizm ağaçlarının köklerini de yok etmek istiyorlar. ." diyoruz ve hatta "günümüzde Marksizm-Leninizm’in eşi benzeri olmayan bir ideolojik saldırı altında olduğunu." söylüyoruz. Söylüyoruz ve bunlar da çok doğru ve de bunları da her fırsatta yinelemeyi borç biliyoruz. Ancak bu saldırılar ile mücadelede tutulacak yol zahmetlidir. Yani sadece söylemek yetmiyor.
Evet, ortada bir zahmetli yol var. Bu yol ulusal burjuvazi arayanların da, soldan devşirme liberallerin de ve hatta onların ağzının içine bakan ahmak solcuların da, demokrasi gölgeliğine kaçarak, bu zahmete katlanmadan, güvenli yollar aramaları değildir. Bu arayışlar, tümüyle emperyalist kapitalizmin ideolojik kuşatmasının tezahürüdür, bu arayışlarla taban tabana zıt ve aranmayan, aksine, ortaya konularak bu iki arayıştan tümüyle ayrılmayı da yansıtan bambaşka bir yol vardır.
Bu yolda, sosyalist iktidar mücadelesinin yürüyüşünü, bu yolu genişleterek ve bu genişliği bu yolda yürüyerek büyütmenin gerekliliğine inanan; bu yolda ideolojik mücadelenin başat önemine inanan; bu anlamda bu yürüyüşün iktidara yürümesini hızlandırıcı teorisinin peşinde olan ve bu yürüyüşte yer alacak güçlerin biriktirilmesi yönünde politik hünerini gösterebilecek inanç, kararlılık ve o oranda ideolojik yetkinlik içinde olan kadroların ideolojik öncülüğünün yarattığı teorilerin, pratikle bütünleşmesi belirleyici olacaktır. Zor olan ve doğru olan budur.
Türkiye'de ordu deyince, Kemalist elitler, cumhuriyet deyince de, asker-sivil bürokrasi akla gelir ki, bu da Kemalist elit anlamındadır. Ama bu akla gelenlerin ikisi de eksik ve hatta yanlıştır. Türkiye'de daha cumhuriyetin kuruluş aşamasında kapitalist yolun kaderini çizen kadrolar ittihat ve terakki eğitimlidir. Ve ne yaptıklarını bilerek, Türkiye'deki rejimi kapitalist yola sokmuşlardır. Hikâyesi uzundur, daha önce dile getirdiğimi hatırlıyorum, o nedenle, sadece TC’nin asker-sivil bir bürokrasiden ve elbette Kemalist elitlerden ibaret olmadığına vurgu için değinerek bunu geçiyorum.
Ordu deyince, Kemalist elitleri öne çıkarmak ve orduyu bütünselliğinden ayırarak, bir avuç elitin oluşturduğu soyut bir mekanizma olarak ele almak, hem eksik, eksik olduğu derecede de yanlıştır. Ordunun yüksek komutanlık kademesi kelimenin tam anlamıyla bir seçkinler ordusudur. Ama ordunun ana harcı olarak Kemalizm yanında, vatan olgusunu, dolayısıyla vatan borcu dürtüsünü de, atlamamak gerekir. Malum, bedava askerlik yapıp, Mehmetçik olmak için can atmak bizim ülkeye mahsus bir özelliktir.
Vatan dürtüsü, ağırlıklı olarak ordunun tabanını kaplamaktadır. Ama bu öyle bir şey ki, Harbiye den başlayarak, genelkurmayın basamaklarına uzanan ve hatta ondan sonra bile devam eden bir eğitimin de ana temasıdır ve bunu anlamlaştıran Kemalizm’dir. Öte yandan, geçici askerlik görevini yerine getirecek erinden erbaşına, yedek subayına kadar çok geniş bir yelpaze de askere giderken davullar zurnalar çalmakta, askere gitmeyen yarım insan sayılmaktadır. Hatta bu gün, vatan mefhumunun da, toprak olarak da kalmadığı koşullarda bile, davullar susmamakta, vatan sağ olsun nakaratları dinmemektedir. Ancak buna rağmen, 12 Eylül paşaları emir komuta zincirinden aldıkları cesaret ve motivasyon ile Kemalizm diye diye gelmiş ve Kemalizm’i geriletmiştir.
Genelkurmayı Kemalist elit saymak zordur. Ve artık Türkiye'de belirleyici bir Kemalizm’in kaldığını da söyleyemeyiz. O nedenle, orduyu irdelerken, bunu ve daha birçok olguyu önümüze koyarak hareket etmek zorundayız. En önemlisi, Mehmetçik oğlunu kaybeden anaların, "vatan sağ olsun" feryadındaki orduyu bağrına basma dinamiğinde olmamalıyız ama orduyu soyut bir mekanizma olarak değil, düzenle bağını, işçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlerin, dar gelirlilerin, gençlerin vb.nin düzenle bağının yer aldığı temel dinamikten ayırmadan ele almalıyız.
Burada bir konuyu daha hatırlatmak istiyorum, bugün önceden gelen bir hastalık olarak devam ettirilen, sosyalistlerin en iyi demokrasi savaşçısı olma misyonu ile en iyi Kemalist olma misyonu arasında hiçbir fark yoktur. Ayrıca bir ekleme daha yaparsak, ulusal burjuvazi arayanlarla, demokrasi mücadelesi peşinde koşanlar arasında da fark yoktur.
Ve demokrasi savaşçılığını kutsayanlar ki, dün Kemalizm’i de kutsuyorlardı, bugün Kemalist olmayı, ordunun nesnel durumuna açıklık getirerek, emperyalist kapitalizmin, tekelci düzenin Yeni Dünya Düzeni projesi gereği orduyu ve TC’yi çözme girişimlerinin ne anlama geldiğine dikkat çekenlerle aynı kefeye koymakta ve böyle olunca, bu dikkat çekilen nesnelliğin işaret ettiği yönde, sosyalistlerin, komünistlerin bu girişimlere karşı bağımsızlığından milim sapmadan karşı çıkmalarındaki tutumlarını anlamsız kılmaya çalışmaktadırlar. Bu elbette, hem soldan bakanları seyirci durumuna getirmekte, hem de AKP eliyle sürdürülen tekelci düzenin, emperyalist projedeki rolünü sorunsuz bir şekilde yerine getirmesine olanak sağlamaktadır. Öte yandan biraz dikkatli bakılırsa, bu demokrasi savaşçılığına soyunanların, burjuva demokrasisinden söz ettikleri ve bunun için de ulusal burjuvazi arayışında oldukları görülecektir. Bu tam bir şaşırtmaca, utanmazca ikiyüzlülüktür. Bir taraftan dağa taşa herkesin, sosyalistin, komünistin, yurtseverin, bu toprakları ve halkını seven insanların ulusalcı olduğunun yani onlara göre halk düşmanı olduğunu yazarlarken, aynı insanları burjuva demokrasisi için, ulusal burjuvazi ile bir arada mücadeleye çağırmakta, tekellerin düzeni olan 12 Eylül rejiminde ulusal burjuvazinin kalmadığını, kalanların da tekellerle entegre halinde olduğunu gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Bunu da, sosyalizm adına yaptıklarını söylemektedirler. Ama sosyalist iktidar için mücadeleye çağıranları ve bunun için nesnel ve öznel bütün güçleri bu mücadelenin yürüyüşüne çekmek gerektiğini hatırlatanları, ulusalcı sosyalistlikle yaftalamaktadırlar.
Burada rol alan ve kendilerini hâlâ solcu/sosyalist gösterenlerin görevinin, her ne pahasına olursa olsun, TC’nin, buradan hareketle Türkiye topraklarının, birkaç parçaya bölünmesi hatta şehir devletlerle çoğaltılması, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki parçaların birleştirilerek sözde ulusların kaderine sahip çıkılma söylemleri ile yani bu dinamikle, BOP'a yani asıl olarak BİP'e geçişi sağlamak olduğu apaçık görülmektedir.
Bu şu demektir, Ermenistan sınırına kadar uzanan bölgede çok büyük bir Kürdo-Yahudi devleti yaratmak ve Türkiye'ye Lozan'la bırakılan yerlerin, ondan önceki sınırındaki emperyalistlerin paylaşımına sunmak... İşte bu, TC’nin çözülmesidir.
TC’nin çözülmesi, sömürü düzeninin çözülmesi olamayacağı gibi, aynı zamanda TC’nin çözülmesindeki bu dinamiğe karşı durmak da kapitalizme sahip çıkmak değildir.
Ama TC’nin çözülmesi, sömürünün devam etmesi yanında, tarih öncesine dönme dinamiğini de içinde saklamaktadır. İşte bu noktada ORDUyu, tekelci düzenden ve onun yürütücülerinin tekelindeki egemenliğinden ayırmak gerekmektedir. Ve sosyalistleri ilgilendiren ordunun NATO ile bağı, emperyalizmle bağı ve tekelci düzenle bağı yanında, bu noktadaki duruşu, daha doğrusu durmak zorunda olmasını gerektiren koşulların bozulmaması da ilgilendirmektedir. Yani sosyalistler hâlâ "jandarma biz sosyalistiz" türküsünü çağırmalıdır.
Öyleyse, Türkiye'de sosyalistlerin, Kemalist elit olarak zorlama bir şekilde nitelenenleri ayırması gerekmektedir. Onların da hareket alanını ve tarzını belirleyenin, ordunun olması gerektiği nesnel noktadaki varlığı olduğunu görmesi gerekmektedir.
Bu nesnel nokta, ordunun NATO ile ABD emperyalizmi ile tekelci düzen ile bağı yok sayılmadan ama mutlaklaştırılmadan; yukarda sözünü ettiğim harcı ve Türkiye'deki nesnel durum nedeniyle, bu durumun TC üzerindeki baskı ve çözme dinamiğine nesnel olarak karşı durma noktasını içerdiğini de atlamadan, ordunun tekelci düzenden ayrı olmamak üzere, emperyalist kapitalizmin çıkarları ile de örtüşen TC’yi çözerek, tarihin gerisine dönme çizgisinin önündeki engel olmaktan çıkarıp, bütünüyle bu çizginin kabul ettirilmesindeki zoru kolaylaştıran bir güç olarak bağlanmasının karşısında durma noktasıdır.
Peki, neden sürekli darbe ve asker fotoğrafı bir arada resmediliyor? TSK NATO’nun ordusu ise, NATO’da ABD’nin ve belki biraz da AB’nin düdüğü çalıyorsa ve elbette yaşadığımız geniş coğrafyada, ABD’nin BOP-BİP projeleri gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa, ABD ve AB kendi denetiminde olan bir NATO’ ya dolayısıyla ABD-AB ye bağlı bir TSK den ne isteyebilirdi ki? Kaldı ki,12 Eylül darbesinin arkasında ve emir komuta zincirinin tepesinde ABD yok mu idi? şimdi ne oldu da, ABD kendisine bağlı ve yakın zamanda darbe yaptırdığı bir TSK’yı tasfiye etmeye çalışıyordu? O tarihte TSK de ve bürokraside Kemalist elitler ya da Kemalist otokrasi yoktu da, şimdi mi oluşuverdi? Ya da ABD o zaman darbe severdi de, şimdi birden darbe karşıtı mı olmuştu?
Bunlar sorudur ve önemli sorulardır. Tersinden de sormak mümkündür, yoksa TSK içersinde ABD’ye, AB’ye, NATO’ya, ABD’nin BOP- BİP projesine ya da mesela Afganistan’a asker göndermeye karşı olan ve bu konuda direnen yüksek komutanlar mı var? Veyahut bu topraklarda yaşayan halkın bir yurtseverlik, anti-Siyonistlik, anti-ABD’cilik geleneği var da, ordunun tabanına mı yapışmıştı? Ya da şöyle de sorabiliriz, tekellerin dünya kapitalizminin buhranına bağlı olarak yaşadıkları krizden çıkışı ve emperyalizmin YDD sine entegre olma mücadelesi gereği, işçi ve emekçi kitlelerin, işsizlerin, gençlerin, kadınların, emeklilerin velhasıl kapitalizmin krizleri nedeniyle katmerli olarak sömürülecek, ezilecek, köleleştirilecek kitlenin, nesnel olarak tekellerin düzenine ve hegemonyasına karşı ayağa kalkması korkusu nedeniyle askere yeni bir darbe yaptıramayacaklarından korktukları için, sivil bir darbenin, mesela polis marifetiyle ya da yürütmeye bağlı bir yarı militer güç oluşturarak yapılacak bir darbenin karşısında TSK’nın olası engel olma durumunu ortadan kaldırmak, en azından tarafsız ya da atıl bıraktırmak için midir bütün bu senaryoları kurmak ve Kemalizm düşmanlığı yanında, TSK düşmanlığını körüklemek? Yoksa daha önemlisi, hâlâ komünizmle mücadele dernekleri iş başında olup, sosyalist hareketin yeniden toparlanacağından korkuluyor ve bu toparlanma içersinde denetim altına alınamayan güçler, herhangi bir düzen içi kargaşa da sosyalistlerin denetimine geçer diye mi korkuluyor da, yeni bir Gladyo peşinde koşuluyor? Diye de sorabiliriz.
Hepimiz soru sorabiliriz ama doğru soru sormazsak, doğru cevap da bulamayız. Dolayısıyla verilen cevapları sorgulamadan doğru kabul ederiz. Ayrıca, bu senaryoların ve TSK-Kemalizm düşmanlığını körükleyen ismi önde ve sol yelpazede seyreden birçok aydının, yazarın( ben onlara tekellere yaranmaya çalışan, devşirme aydın, yazar müsveddeleri diyorum ki, benim için kadavradırlar, hatta havuç kölesi olmuşlardır) neden yazdıkları ya da boy gösterdikleri köşelerde astronomik ücretler aldıklarını sorgulamayız. Bu değirmenin suyu nereden ve neyi kazanmak için akıtılmaktadır?
Diğer yandan, Ergenekon ile bağ kurulan Gladyo örgütlenmesinin 2.Dünya savaşından sonra kapitalist ülkelerde komünizmi önleme amacı ile bütün NATO üyesi ülkelerde, o ülkelerin ordusunun ve bürokrasisinin istihbaratının NATO emrine verilerek kurulduğunu bilmeyen mi kaldı? Ve bu örgütlenmenin alt örgütlenmeleri olarak, Türkiye’de komünizmi önleme dernekleri ve ilim yayma cemiyetleri kurulmuşken ve bu cemiyetlerin tepelerindeki birçok kadro şimdi 12 Eylül rejiminin, tekeller düzeninin yönetiminde bulunuyorken ve hatta kendilerine solcu, hatta sosyalist ve hatta komünist diyen(sahtekârlar) gruplar, bu cemiyetlerin uzantıları ile darbelere karşı ittifak içinde el ele, omuz omuza yürüyüşler düzenlerken, dahası bir onlardan, bir sol görünümlü yeni liberallerden kişilerin, 12 Eylül darbesine karşı,12 Eylül darbesiyle yerleştirilen faşist tekeller düzeninin yapısını görmezden gelerek, soyut demokrasi çalışmaları içine girerken, ( Murat Belge ile Ertuğrul Kürkçü sözde “sol” yelpazede, M.Türköne ve Fehmi koru Milli Görüş yelpazesinde ama ikisi de demokrat ve muhtemelen ABD’nin çizdiği ılımlı İslam savunucusu) hiç kimsenin aklına gelmiyor mu; ABD-AB, NATO bünyesinde ve soğuk savaş zamanı komünizmi önlemek maksadıyla kurdurulan Gladyo’nun kadrolarına neden savaş açsındı? Bu çok basit bir denklem değil mi? Geçmişte, mesela 12 Eylül darbesi yaptırılırken, tehlike Komünizm idi ve Kemalistler bu tehlikeyi önlemek için az mücadele etmiyorlardı ve tabii bu çizgide bağlı olduğu dış çizgisinin ucunda ABD-AB ve NATO vardı. Yani Kemalizm-TSK ile ABD-AB uyum içinde idi. Gladyo da, bu uyumun yansıması içersinde, Türkiye’de sosyalist hareketin ve Kürt ulusal hareketinin geriletilmesi, yok edilmesi ya da başka bir ifadeyle tekellerin güdümüne sokulması için faili meçhul cinayetler işliyor, ülkenin aydınlarını ve Kürt devrimci- demokratlarını öldürüyordu. Sonra ne oldu? “sosyalizm yıkıldı ve sosyalistler topyekûn altında kaldı” dedikleri halde, Gladyo cinayetleri bitmedi. Üstelik Kemalistler yönetimi daha sonra ılımlılaştırılacak dini akımlara teslim etmişti ama yine de ABD-AB emperyalizminin YDD si için ortaya konulan çabalar istenilen sonucu vermedi. Emperyalizmin YDD elbisesinin içine sokulmak istenen TSK ve Cumhuriyetçi kurumlar ve elbette Kemalist elitlerin ya da Kemalist görünenlerin ihanetini sineye çekmeyen Kemalistler bu elbiseye girmek istemedi. En azından bir bölümü buna direndi. Öyleyse yeni yöntemlere gerek yoktu, hitler faşizminde hangi psikolojik savaş sahneye konduysa, nasıl bir yalan mekanizması işletildiyse ( ki bu işleyiş şimdi birçok kapitalist ülke üniversitesinde ders olarak okutulmaktadır.) aynısı burada sahneye konacak, bu elbiseye TSK ve Cumhuriyetçi kurumlar, kalan Kemalistler ne yapıp edip sokulacaktı. İşte en büyük yalan makinesi, parasız günahını bile vermeyecek olan Altan kardeşlerin bulunduğu ve yönettiği misli basın yayın organlarında işletilmeye, bunlar eliyle yalanlar kitlelere kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. O kadar öyle ki, daha operasyonlar, kazılar veya ev aramaları veyahut da gözaltına almalar başlamadan, adı geçen yalan makinelerine servis edilen bilgilerle gerçekleşmiş gibi haber yapılıyordu. Biraz okuyan, biraz dikkatli bakan herkes bunları görebilir ve işin içinde TSK’nın darbeciliğinden muzdarip olmaktan ziyade, tekellerin ve elbette ABD-AB emperyalizminin kapitalizmin doğası gereği, üreyen krizlerden kurtulmak için, Yeni bir emperyalist dünya düzeni kurma emellerinin önündeki engellerden biri olması durumu olduğunu kavrayabilir. Bunu görmemek için kör olmak, bu görünenleri göstermedikleri halde, hatta gösterenlere türlü yaftalar taktıkları halde aydın-yazar –solcu diye anılanların ve hâlâ ananların ya ahmak, ya da bilinçli bir tekeller adına çaba içinde olmaları gerekir.
Sosyalistlerin orduya ve etrafında dönen dolaplara bakışı ve yaklaşımı bu yönde ve bu açıklıkta olmalıdır. Keza ulusalcılara bakışı da bundan ayrı olmamalıdır.
Öyleyse, ulusalcılardan da, liberal devşirmelerden de farklı ve gerçekten zor olan ve hatta büyük hüner isteyen başka bir yol vardır. Bu yolun görüleceğine inanıyorum ve göstermeye çalıştığım budur.
Gerçekten başka ve tümüyle burjuva eğilimlerden bağımsız bir yolun önünü tıkamak için, Başka bir yoldan dem vurarak, sosyalistlere türlü yaftalar takılması, göstermeye çalıştığım bu yolun asıl politik müdahale dinamiğini taşıdığını göstermektedir.
12 Marttan, belki de daha öncesinden itibaren, bu elit Kemalistler, asker-sivil bürokrasi diye de nitelenmektedir, tümüyle kapitalizmin selameti açısından, tam öleceğini zannettiği anda (1960’lardan ve daha çok 12 Marttan sonra) yükselen solu istediği çizgide kendisine eklemlendirememesi nedeniyle var olan kapitalizmin kendi mecrasında ilerleyebilmesinin Kemalizm’le mümkün olamayacağını anlamalarından hareketle, önce Kemalizm’e inancını kaybetmişler, ardından hem kendisini korumak, hem de kapitalist ilerlemesini de sürdürebilmek ve hem de bununla birlikte ve daha çok, solu toptan yok etmek yani öldürmek için; hem Kemalizm’e, hem de doğası gereği sola düşman olan güçleri, üstelik her fırsatta bu güçlerle mücadele ettiğinden dem vurarak ve bunu TSK eliyle yaparak, bizzat kendisi yetiştirmiş ve TC’nin yönetimini adım adım, aynı zamanda kendi düşmanları da olan bu güçlere teslim etmiştir. Hâlâ buradayız!








TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ÇÖZÜLMESİ KAPİTALİZMİN ÇÖZÜLMESİ DEMEK DEĞİLDİR 2

Buradan devam etmek istiyorum ancak bir hatırlatma için, bir paranteze ihtiyacım var; Kemalistler ve elbette Türkiye'deki solu Kemalizm çizgisine indirenler yani Kemalizm’le, kapitalizmde kalmak üzere, kapitalizmi güvenli bir şekilde sosyalizme evireceğinin kurgusunu hazırlarken, sosyalist devrimden söz edenler, kapitalizmin kaçınılmazlığına saparak, sosyalist müdahaleyi Kemalistlerin ilericiliği ve devrimciliği sınırına indirmişlerdir.
O nedenle, bir taraftan sosyalizm derken, diğer taraftan sosyalist hareketi ya MDD ya UDD ya da, HALKIN KURTULUŞU CEPHESİNE bağlamışlardır. Bu bağlananların hepsi, özünde burjuva demokrasisi içermektedir ki, bu da kapitalizmin ifadesidir. Ve tekellerin hâkim olduğu bu günkü 12 Eylül rejiminde ( ki bu rejimi yerleştirmek üzere yapılan 12 Eylül darbesinin en önemli şiarı “bir daha asla” idi) demokrasi “bir daha asla “ sınırları içindedir.
Bu hatırlatmayla burayı geçiyorum ve bu konuda daha derin tartışmanın önemine dikkat çekerek parantezi kapatıp, tamamlayıcı bir parantez daha açıyorum; dün solu Kemalizm’le kaynaştırmaya çalışan hem Kemalist elitin, hem de, devrimden kaçmanın en kolay yolunu sosyalist mücadele diye yutturan solun tepe kadrolarının ezici çoğunluğu, bugün solu Kemalizm’den, Kemalizm’i TC yönetiminden, TC’yi bütünselliğinden ayırmak için, emperyalist kapitalizmin projeleri doğrultusunda hareket etmektedir.
Bu dinamik, emperyalist YDD’nin, bölgesel BOP-BİP projesinden ayrı değildir. Bunun da daha derin tartışılması gerektiğine inancımı belirterek, parantezi kapatıyorum.
Ve bir küçük ara sonuç ile devam ediyorum; bütün bunların, Türkiye'de yine yeniden ölüm döşeğindeki solun silkinip fışkırma eğilimi taşıdığının habercisi olduğunu ve bu nedenle aynı tepe kadroların bu fışkırmanın açtığı rüzgârın kanatlarına binmek üzere ve elbette yine devrim kapısından döndürmek üzere hazırlık yaptığını tez olarak ortaya koyuyorum.
Şimdi kaldığımız yerden devam edebiliriz; daha önce de ifade ettim, dünyada ve belirgin olarak Türkiye’nin bulunduğu bu coğrafyada kendini gösteren dinamikle, kapitalizm; solun Kemalizm’le kaynaştırılması dinamiğinden ayrılıp, Kemalizm’in, kendisine ihanet edip, solun bitirilmesini kendi düşmanlarına ihale etmesi ve hatta onları kendi eliyle yetiştirmesi dinamiğine geçmesiyle kendi mezarını kazmaktan öte, solun ve Kemalizm’in mezarını kazıp, kalanlarını da ancak bu mezarlarda ağıt yakma noktasına getirdiği ortaçağa dönüş manevrasını kendisine rota edindiğini ortaya koymuştur.
Yani tarihsel ilerleme çizgisi, bizzat TC’nin dümeninde olan Kemalist elitin, yenidünyanın emperyalist yönelimi doğrultusunda, bu dümeni tarihin gerisine yöneldiğini gizlemeyen düşmanlarına teslim etmesiyle tahrip edilmiş ve tarihsel ilerleme, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum şeklinde ve kaçınılmaz bir çizgi olarak sürmemiş; kapitalizm, sosyalizme geçişin önünü tıkamak üzere, kendine tarihin gerisine yönelen bir yol tutturmuştur. Bu yol kimi analistlerce, 21.yüzyılın ortaçağı ve hatta Avrupa’nın modern ortaçağa dönüşü biçiminde tartışmaya açılmış ve nedense bu tartışmadan katı bir mutlaklaştırıcılık dinamiğiyle uzaklaşılmaktadır.
Oysa daha önce de ifade ettiğim gibi, tartışmalarla birbirimizi hançerliyor gibi olsak da, bu cehennem ormanını aydınlatıp, neresinden yol açacağımızı gösteren, karanlığa kurşun sıkan teorik düşünceleri ve bu düşüncelerin ışığında ortaya çıkan, hem kendine, hem de bu karanlığın içindeki yolda yürüyenlere duyulan güven dolu perspektifi yakalayabiliriz. Tarihsel olan ve yeni olan budur.
Daha önce de, tarihin ilerleme çizgisinin sosyalizme doğru akmaktan vazgeçmeyeceğini, hatta bunun için eskisinden daha fazla akacak güç biriktirdiğini ve bunu emperyalist kapitalizmin gördüğünü, o nedenle sosyalizmi dondurarak bu akışı sosyalizmden uzaklaştıramayacağını anladığını ve tarihi geriye akıtmaya, kapitalizmden geride, aynı coğrafyalarda ama geri toplumların üzerinde bugünün ortaçağına denk gelen modern kapitalizmini yaşatmaya bütünüyle seferber olduğunu ifade etmiştim. Yani yeniçağın, 21. yüzyılın ortaçağı olduğuna dikkat çekmiştim.
Bunu açmak ve üzerinde durmak üzere, Türkiye'deki yansımasına dönmek istiyorum; ama ondan önce bir hatırlatma yapmak istiyorum. Şöyle; 700 yıllık, ortaçağa damgasını vuran kilisedir ve yine kiliseden çıkan aydınlanmacılarla ortaçağın sonu gelmiştir. Dinden ve tanrı biliminden başka bir ideoloji tanımayan ortaçağın bitişi,1789 Fransız devrimi ile tescillemiş ve dünyaya kapitalizm yayılmıştır. Bu aşamada yani 18.yüzyılda burjuvazi devrimci ve tarihsel ilerleme çizgisinin üzerinde yürüyen bir sınıftı. Dolayısıyla bu dönemin burjuva filozofları feodaliteye karşı savaşım veren devrimci sınıfın, burjuvazinin, dileklerini ifade ediyor, bu anlamda dünyanın bilinebilir ve insanın iyiliği için değiştirilebilir olduğunu düşünüyor ve öğretiyorlardı. Ancak bu kısa sürmüş ve burjuvazi devrimci sınıf olmaktan hemen vazgeçmiş, yani tarihin ilerleme çizgisinde yürümekten vazgeçmiş, hatta bu çizgide yürüyenleri döndürmek, döndüremiyorsa tepelemek için güç biriktirmişti. Dolayısıyla 19. yüzyılın ortalarında yine Fransız burjuva filozoflarının çoğunluğu,18.yy.dakilerin tersine, dünyanın bilinemeyeceğini ve değiştirilemeyeceğini öğretiyorlardı. Dünün devrimci sınıfının çıkarlarını ve dileklerini ifade eden filozoflar tarihin mantığına göre hareket ederken,19. yüzyılın artık tutucu olan ve egemen olan ve de proletaryanın devrimci yükselişinden korkan sınıfın çıkarlarını ifade ettiği için tarihin mantığına ters düşünceler ortaya koyuyorlardı. Hatta devlet adamları, okullara hep rahiplerin hükmetmesini, mutluluğun ölümlü dünyada değil, öteki dünyada olduğunu öğretmesini istediğini açıkça söyleyebiliyordu. Yani burjuvazinin dini kullanması ve felsefeyi din ve tanrı bilimi ile birlikte biçimlendirmesi yeni değildir. Burjuvazinin kısa süren devrimciliğinden vazgeçmesiyle birlikte bu dinamik her anlamda kendini göstermiştir.
Bu dinamik, tümüyle ve her geçen gün kaçınılmaz olarak, sömürücülerin daha çok zenginleşmesinin gereği olarak çalışma ve yaşam koşullarının kötüleştiği koşullarda, elbette bu koşulların patlama noktasına gitmesinin önüne geçmek, kaderci bir zemine çekmek, din ve tanrı biliminin felsefe ile birlikte yaygınlaştırılması ve yayılmasıyla mümkündür. Yani, patronların türbanlılardan “bir lokma, bir hırkaya” razı olmalarını istemesi ancak böyle kolaylaşacaktır...
Bu dinamiğin kaldıraç noktası, ortaçağdaki kilise ile okulun tek olduğu noktadır. Ancak 12 Eylül öncesi hem dünyada, hem de Türkiye'de bu noktadan uzak bir zeminin varlığı söz konusu idi. İşte bu nedenle 12 Eylülle beraber, Kemalizm diye diye, irtica ile mücadele diye diye, dini akımların önü açıldı ve din ile tanrı alanı genişletildi. Ve yine işte bunun için din alanı kimi zaman özgürlüklerin savunusu, kimi zaman aydın din adamı ya da açık görüşlü din adamı şeklindeki temalarla genişletildi. Hatta diyalektikten dem vurarak, Hegel'in tepesi aşağı duran diyalektiği ile kavramlar ters yüz edilmeye, örneğin 141–142’nin kaldırılması yönündeki dinamiğe, aynı tondan sayılarak 163’ün kaldırılması dinamiği de eklendi. Böylece, dini akımların alanı genişlerken,141–142 olmadığı halde, solun alanı daraltıldı. Ama bütün bunlar yani bu noktadaki başarısızlıklar ve yanlışlar bize çok değerli deneyimler kazandırmış oldu.
Şimdi bu başarısızlık ve yanlışlardan edindiğimiz deneyimleri irdelemek ve tarihin ilerleme çizgisinde yürümenin inadını gösterirken, emperyalist kapitalizme eskisinden de fazla, hatta ortaçağdakine yakın bir din ve tanrı biliminin lazım olduğunu dolayısıyla 21. yüzyıldaki bilimlerin eriştiği noktada bunun ancak ve ancak insanların topyekûn akıllarının bozulmasıyla mümkün olabileceğini görmek ve bu anlamda hem geriletilen akılların özgürleşmesini ve tarihin ilerleme çizgisine denk gelmesini sağlayacak denli akıllı, sabırlı ve bilimsel yaklaşımlarla, din alanının ve elbette dini akımların artık devleti oluşturma yönünde genişleyen alanını daraltmanın, sınıf mücadelesinden ayrı olmadığı gerçeğinden hareketle ideolojik mücadele yürütmek ve politikayı bu mücadelenin üzerinden yükseltmek gerekmektedir.
Burada bir noktayı daha hatırlatmak istiyorum; Almanya ve Amerika'da dini akımların, özellikle yönetimlerce desteklendiği yanında, güçlenmesi ve yayılması da aynı yönetimlerce gerçekleştirilmektedir. Ve son 30 yıla damgasını vuran eğilimin emperyalist kapitalizmin özüne yani dinsel gericiliğe bütünüyle alan açtığını görürüz. Bu bile kapitalizmin hangi yöne dümen kırdığını ve bu rotanın tarihin nesnel ilerleme çizgisi üzerinde olduğunu göstermek için hangi araçlarla illüzyon yarattığını göstermektedir.
O nedenle, bu konuda tartışmaktan kaçınmak yerine, enine boyuna, yukarda dediğim gibi, bir birimizi hançerliyor gibi gelse bile tartışmalarımızı derinleştirmeliyiz.
Evet, bu uzun hatırlatmadan sonra TC ye dönebiliriz; Türkiye'de de, burjuvazinin hiç vazgeçmediği dinsellik dozu, artırılarak ve alanı genişletilerek devam ettirilmekte ve hatta devletin ana politikası haline getirilmektedir. Bunu inkâr ediyorsak, bu topraklarda hiçbir şeyi göremiyoruz demektir. Bu, tümüyle emperyalist kapitalizmin Yeni Düzeni çerçevesinde 12 Eylülle beraber, burjuvazinin eski dost düşman olmaz misali (geçmişte de burjuvazi proletaryanın yükselişine karşı feodallerle birleşmiş hatta yönetime ortak etmişti) hiçbir zaman dost olamayacağı işçi sınıfını ve genel olarak solu tümüyle yok etmek için, (yukarda dikkat çektim, şimdi biraz daha açacağım) Kemalizm’in de, solun da, hatta tarihsel ilerleme çizgisinin de düşmanı olan, bir anlamda nesnel olarak karşı devrimci öz taşıyan, dinciliğe ve elbette dini akımlara alan açılmış, her anlamdaki baskısı derinleştirilmiş ve genişletilmiştir.
Çünkü işçi ve emekçiler, hatta toplumun ezici çoğunluğu, fakirleşmiş, bu fakirlikle kapitalizmi haklı görmesi ve benimsemesinin mümkün olması zorlaşmış, solun ortaya koyduğu teorilerin nesnelliği yansıttığı daha kolay anlaşılır olmuştur.(nesnel olarak tabii)
Bu nesnelliğin üstünün örtülmesi ise, ancak toplumun aklının bozulması, geriletilmesi bir illüzyonda yaşatılması ile mümkündür. Bu da dinle, dinsel akımların baskısıyla mümkündür. Dinsel alan, kapitalizmin sür gitmesi için, emperyalist kapitalizmin günümüzdeki en önemli ideolojik cephane depolarından biridir.
Uzatmak istemiyorum, belki bu konuda daha geniş başlı başına bu konuyu işleyen bir yazıyı kaleme alabilirim. O nedenle, bugünün sessizliğini, bu genişletilen alanın yansıması olarak görmek yanlış değildir diyerek geçiyorum.
Ve elbette, bütün bunlar kolay gelişmemiş ve uzun zaman almıştır. Diğer taraftan, bütün bunlar, kapitalizmin kendi ufuk çizgisini derin bir dinsellikte bulmasını, buna uygun bir ekonomik alanın da koşullara uydurulmasını gerektirmektedir.
Bunun açılımı ise, şehir devletleri ve bu devletlerin sürekli kapris dinamiği içerisinde kavga etmeleri, bu kendi aralarındaki kavgalarında emperyalist devletlerin, ya da uydu emperyalist devletlerin arabulucu olması yanında, bu kavgalara silah ve cephane sağlaması ve emperyalist kapitalizmin hiçbir zaman yenilmez olduğu kabul edilerek, bu kavgalardaki hiddetlerin bir kat daha artırıldığı, bir devlet, bir parça toprak ve bir bayrak sevdasıyla, kendi zenginlerinin kırbaçlarının altında iliğine kadar sömürülmelerinin yanında, ucuz can olarak, askeri tüketim malzemesi olarak kullanılması şeklinde özetlenebilir.
Bu özete sığdırdığım, kapitalizmin ufuk çizgisinin işaret ettiği Yenidünya düzeninden yani 21.yüzyılın ortaçağından başka bir şey değildir.
Öyleyse bu dinamiği, güvenli ve geri dönüşsüz olarak sağlamak ve elbette en başta sol ve Kemalizm ve elbette ki Kemalist elitin, Kemalist ilkeleri hâkim kıldığı (kendisi Kemalizm’e ihanet etse de) TC ordusu, ya ortadan kaldırılacak ya da, bu dinamiğe uyarlanacaktır.
İşte şimdi bu dinamiğin hızla hareketlendirildiği noktadayız.
Bu noktaya gelene kadar, önce medya, ardından aydınlar ve elbette üniversiteler ve tabii yargı ve de yasama ve tabii ki kolluk kuvvetleri tek bir çizgide, yürütmenin egemenliğinde önemli oranda birleştirilmiştir. Bütün Türkiye bir tiyatro sahnesine çevrilmiş, toplum adım adım, deyim yerindeyse, kafasına kakıla kakıla, yeni duruma adapte edilmiş yani tarihin ilerleme çizgisini geriye döndüren dinamiğine yerleştirilmiş, kuzuların sessizliğinde bir Türkiye ile olan bitenler demokrasi diye yutturulmuş, hatta daha çok demokrasi geleceğine inandırılmıştır.
Bu dinamiğin sonuca eriştirilmesi için, iki engel kalmıştır, her an tetikte bekliyor imajı yaratılan “darbeci” ordunun tasfiyesi ve “sivil” anayasa gerekçesiyle anayasal engellerin kaldırılması… Böylece bütün bu olan biteni anayasal kılıfa da sokarak, ortaçağa, kimilerinin deyimi ile yeni Osmanlıya bir adım kalmıştır.
Bütün bu irdelediklerimden sonra bir ara sonuç çıkarmak kolaylaştırıcı olacaktır.
12 Eylülle başlayan ve emperyalizmin YDD’ ne uygun olarak seyreden 12 Eylül rejiminin, tarihin gerisine ilerlemesinin önündeki tek engel olarak kalan TC ordusu, Kemalizm’den tümüyle arındırılamaması nedeniyle, Kemalizm’e ihanet eden Kemalistler ve sosyalizme ihanet eden sol gömlekliler ve elbette sosyalist hareketi devrim kapısından döndürmek için seçilmiş görevliler yardımı ile ortaçağ düzenine geçişteki zoru içeren, YDD’nin bu bölgedeki modern ordusu olarak, yukarda dile getirdiğim gibi, o tek gücün hâkimiyetinde, diğer kuvvetlerin toplandığı gibi, toplanmasının eşiğine getirilmiştir.
İşte gelinen asıl nokta burasıdır ve bu nokta nesnel olan en somut gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.
Bu nokta, işçi sınıfından, sınıf savaşından, emek-sermaye çelişkisinden, sosyalizmden inanarak söz edenlerle; başta Kemalistlerin ve ulusalcıların (bu kavram bugün tümüyle soyut olarak ve kavramsallığından uzak olarak ele alınmaktadır.) ve de aynı kavramsal soyutlamanın içine sokulan ilerici, yurtsever devrimcilerin ayrı ayrı bastığı tek gerçek noktadır.
Dün bu noktadakilerin tümünü kaynaştırarak, kapitalizmi sürdürmek isteyenler, bu gün bu noktada ayrı ayrı yer alan güçleri, bu noktadan da geriye püskürtmek için, birbirinden ayırmak istemektedir. İşte asıl önemli olan soru; bu noktanın taşıdığı nesnel gerçekliğin yüklediği görev ve sorumlulukla, geriletildiğimiz bu noktadan tarihin ilerleme çizgisinin gerisine düşmeden, ileriye yönelmek için, bu noktayı korumak, bu noktada direnmek, bu noktadaki bütün nesnel güçleri ileriye doğru sıçratmak için, politik hüner göstermek gerekmez mi? sorusudur.
Ve soruyu ilerletmek gerekirse; BOP’u, BİP’i atlayıp TC’de takılı kalmakla, yani BOP-BİP projesiyle şimdi TC olarak var olan Osmanlı topraklarının İsrail'e peşkeş çekilmesine seyirci kalmakla ve bunu da ulusalcıların, Kemalistlerin bastığı noktaya basmayız mantığıyla, nesnellikten de uzaklaşarak yaparak, daha mı çok sınıf mücadelesi dinamiği içinde olunabilir sorusuna ulaşabiliriz.
Ve tabii ki, buradan çok soru türetebiliriz. Örneğin, bugün İran'da olanları, İran'daki ruhban sınıfına bir başkaldırı ve o anlamda, devrimin başladığı nokta olarak görürken, yarın aynı durumu bizim de yaşayarak, çok daha geri çizgideki hedefleri içeren devrim başladı diye sevinmekle yüz yüze kalacağımızı fark etmemek mi, yoksa bu durumu yaşamanın kapılarını kapatmak için, nesnel olarak bastığımız yani geriletildiğimiz noktayı korumak ve o noktadan ilerlemek demek olan TC’nin çözülme dinamiğine karşı güç biriktirmek mi akıllıcadır diye sorabiliriz.
Bir başka örnek soru ise; ordu NATO emrinde ve emperyalist küreselcilerin hizmetinde ise, emperyalizmin YDD’nin, onun bölgesel kod adı olan BOP’un eş başkanlığının yürütücülerinin ve bundan ölümüne çıkarı olan ve buna yine ölümüne ihtiyacı olan emperyalist tekellere entegre olmanın zirvesine tırmanma dinamiğinde olan tekellerin TC devletinin, aynı anlama gelmek üzere, TC devletinin tekellerinin, ordunun elini kolunu bağlamak için türlü oyunların içine girmesinin gereği ve nedeni nedir, olabilir.
Dahası, soldan bakanların, bundan yani hem TC’nin çökmesinden, hem de ordunun tümüyle tekellerin yani tekellerin iktidar olduğu ve tüm kuvvetleri tek elde topladığı tekeller düzeninin devletine bağlanmasının sol için ne gibi bir kazanımı olabilir? Diye de sorması gerekir.
Ve hepsinden önemli görünen, çok az sayıda, belki de bir avuçtan da az tekelin ve onların düzenini yürüten yöneticilerinin hâkim olduğu bu tekelci düzende, bu tekellerin politik ve toplumsal olarak geniş bir tabanı olamayacağına göre, bu tekeller düzeninin yürütücüleri ve YDD’nin, BOP’nin eş başkanlığının yürütücüsü eliyle bir taban yaratılması ve bu tabanın genişletilmesi ve de bu tabanda yaşayanlara yaşadıklarının demokrasi olduğunun yutturulması nasıl mümkün olabilmektedir, diye de sormak gerekir.
Yaşadığımız evredeki tekelci düzenin YDD’den ayrı olmayan apayrı bir ideoloji üretip, bunun hegemonyasını sürdürdüğünü ve bu ideolojik hegemonyadan yürütülen ideolojik saldırının, solu kuşattığı ve dahi bütün toplumu kuşattığı ve bu kuşatılmışlıkla kitlelerin aklının geriletildiği ve dahi, bu yeni ideolojiye tutsak edildiği dolayısıyla kendi canına ot tıkamak üzere ağaçlarda boyunlara dolanacak ilmikler hazırlanan bu alanı demokrasi olarak algılamasının bu hegemonya ile mümkün kılındığını düşünmek çok mu mantık dışıdır, diye de sorabiliriz.
Ve bütün bu ve benzeri soruları sorup, sorduktan sonra TC’de, ORDUda ve DEMOKRASİde takılı kalmak ya da özgürleşmek, tümüyle akıl tutsaklığından kurtulmuş olmanın ya da bu tutsaklığı benimsemiş olmanın sonucu olacaktır. Özgürleşmek demek, sosyalist iktidar mücadelesi için hangi yürüyüşe, hangi güçleri toplamak gerektiğinin bilincine adım atmak demektir. Tutsaklığı kıramamak ve bundan ayrı olmayan ama bilinçli bir dinamiği içeren, bu tutsaklığı benimsemek demek ise, çok net söylüyorum, TC’de, ORDU da ve DEMOKRASİ de takılı kalmak, kapitalizm sınırlarında çözüm arayanların kulvarında, onlara karşı söylem geliştirirken, onlarla birlikte kapitalizmin (buna kapitalizm demek doğru mu bilmiyorum ama) sorunlarını çözmek için yöneldiği yola girmek demektir.
Öyleyse, tabanı olmayan bir avuç tekelin ve onların yönettiği düzenin, hem ekonomik taban yaratması, hem de bunu benimseyecek kitlesel taban yaratması, kitlelerin ve elbette ondan önce solun aklını bozmakla mümkündür.
İşte bu bozucu mekanizmanın merkezine dünyada ve Türkiye'de, ortaçağ düzenindekine benzer dinsellik yüklü bir ideoloji yerleştirilmektedir.
Bu da, bu alanı, uzlaşmaz karşıtlardan saymayıp, uzlaşmaz karşıtlıktan soyutlayarak, güçlenmesi ve genişlemesine oranla, karşıtı olan ilerlemenin ve elbette solun alanının daralmasına, cılızlaşmasına neden olunduğunu hesaba katmayanların, dinsellik alanının, bu anlamda tekelci düzenin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasının genişlemesini sürdürmek ve hâkimiyetini pekiştirmek için daralttığı karşıt alanların korunması ve daha geriye gitmemek için direnilmesinin ne anlama geldiğini anlamasını zorlaştırmaktadır.
Hatta korunması gereken alanların, bir adım gerisine düşmenin, bu dinsellik alanının, ideolojik hegemonyanın içine girmek olduğu ve bunun da emperyalizmin tarihsel analizindeki gericiliğine teslim olmak demek olduğu görülememektedir.
Bu da, tehlikeyi başka yerde ararken, asıl tehlikeye bilerek ya da bilmeden güç vermek demektir.
Buradan çıkacak başka bir sonuç da; insan aklını bozan tekeller düzeninde, tekellerin de bozulmuş olmasıdır. Dolayısıyla, üzerinde seyrettiği, zenginliklerini yerleştirdiği sömürü alanının, sömürüsünü katmerleştirme imkânı bulduğu sürece, kapitalizm ya da feodalizm veyahut ta köleci düzen olmasının onlar için önemi olmamaktadır.
İşte bu nedenle, bugün, dün olduğu gibi, tarihin ilerleme çizgisinin tahribatının onarılabilmesi için, hem insan aklının özgürleştirilmesi, hem de tarihin akış hızının kendi ekseninde ve yönünde ilerletilmesi gerekmektedir.
Bununla birlikte, bu özgür akılların, tarihin ilerleme çizgisinin tahribatı üzerinden kendine ideolojik alan açan emperyalist kapitalizmin ta kendisi olan dinselliğin geriletilmesi ve diktatoryasını tümüyle yerleştirmesine geçit verilmemesi için, tarihin ilerleme çizgisi ile bağlı düşüncesinin, bu anlamda bilincinin ilerletilmesi gerekmektedir.
İşte, tarihin ilerleme çizgisinin tahribinin önünde tek engel olarak duran Ordunun önemi bu noktadadır.
Marksist sol ve özünde kapitalizmle bulaşık olmayan sol, o sürekli önüne sürülen kalıplarla NATO’nun ORDUsunun elitlerine, Kemalistlerin elitlerine ve bu topraklarda emperyalist emelleri olan milliyetçi, şoven ve her an dinsel alana gönüllü adım atacak güçlere, kendini teslim de etmez, onlardan medet de ummaz ama bağımsız bir siyasi düşünce taşıdığı ve bu sorumlulukla sosyalist iktidar mücadelesi için teori geliştirmek zorunda olduğu için, bir şey daha yapması gerekir ki, o da tüm bu güçlerin etkisinde olan tabanın yani kitlelerin bu dinamikten ayrılması için mücadele etmesidir.
Asıl sorun, sınıf mücadelesinin, sınıfsal dinamizmin cılızlaştığı bu günlerde, bu mücadelenin cılızlığından kurtulmasının, yığınsallaşmasının sağlanması mücadelesinin, sınıf mücadelesindeki uzlaşmaz karşıtlık dinamiğinin de gereği olarak, bugün yaşadığımız tarihin ilerleme çizgisindeki tahribatın derinleşmesini önlemek ve bu noktadan ilerlemek için, güçler dengesini tarihin ilerleme çizgisindeki rotasına sokma mücadelesinden ayrı olmadığının görülmesi meselesidir.
Görenlerle, görmeyenlerin birbirini ikna etmek için harcadıkları zaman, gördüğü halde görmezden gelerek, görmeyenleri çoğaltmak için sol gömleklerini kullananların kitlelerin içine karışması ve solun içinde kendini kamufle etmesi için oldukça rahatlatıcı bir alan açmaktadır.
İşte ben o nedenle, belki çok kişiye sert gelen, ideolojik tartışmalar içine giriyorum ki, görmemekte direnenlerle vakit harcamayalım, tarihin ilerleme çizgisi ile sınıf mücadelesi ekseninin, özünde aynı şeyler olduğunu görenleri çoğaltalım, buradan hareketle, tarihsel sorumluluğumuzu vakit geçirmeden yerine getirelim, başka bir ifade ile tarihsel sorumluluğumuzu yerine getirmek için, tarihin ilerleme çizgisinin gerisinden hareket etmek zorunda kalmayalım diyedir.
Bütün bunların temelinde de, teoriye olan ihtiyacımız vardır, sözünü ettiğim teori ise, ideolojik yetkinliğin ortaya çıkarabileceği, kitleleri derinlemesine sarabilecek denli net ve kararlı bir şekilde karanlıkta yürüyüşün pusulasıdır.
Amacım dün de, bugün de üstencilik içinde, yaşamın nesnel gerçekliklerinden kopuk öznel fikir yarışmalarıyla puan kazanmak değil, tümüyle netleşmek, ayrışmak ve ayrışarak çoğalmak dinamiğini hareketlendirmektir. Bu mektubum da, oldukça fazla netlik ve açıklık içermekte, kimseye bir düşünceyi mutlak olarak dayatmamakta ama ortaya koyduğum düşüncelerin hem nesnellik taşıdığını göstermekte ve hem de, en azından yargılamadan, hatta hemen uzaklaşmadan önce, karşı ya da farklı düşünceler taşıyanların da sorgulamasına, eleştirmesine ve kendi düşüncelerinin nesnel gerçekliklerle ne derece uyum içinde olduğunu tartma fırsatı bulmasına kapı açmaktadır.
Ancak böyle, küçük burjuva ideolojilerinin etki alanının genişliğinin ne kadar fazla olduğunu görebiliriz ve elbette bunun için, daha önce de dile getirdiğim gibi, yalnız kalmayı, ayrışmayı göze almanın ve azalarak çoğalmanın ne demek olduğunu anlayabiliriz. Yani Nisan’ı yaşamak, hem de fazlasıyla yaşamak, bugün hünerlerimizin en önemlisi olacaktır. Şimdi buradayız. Buradan devam etmek için özgür akıllara iş düşmektedir.( * )

(* ) Nisan tezleriyle Lenin, Rusya’da patlak veren şubat burjuva demokratik devriminin, Ekim sosyalist devrimine sıçramasının tarihsel dönemecinde yaşandığını görerek, bunun kodlarını ortaya koymuştur. Bunu yaparken, görünmeyeni, daha doğrusu hiç kimsenin göremediğini görmüş, kimse görmediği için de yalnız kalmış ama bu yalnızlığı çoğalmanın başlangıcı olarak değerlendirmiş, böylece çoğalmanın ve sıçramayı ileriye götürecek olan sosyalist devrimin nesnel tabanı ile tarihsel ve ekonomik koşulların nesnelliğini kucaklaştırarak yolunu açmıştır. Fikret Uzun

14 Şubat 2010 Pazar

ANTİ- FİKRET BAŞKAYALAR

Engels'in, 100 yıldan fazla bir zaman önce yazmaya başladığı ve iki yıl süren "Anti-Dühring" çalışması, durup dururken aklına gelmiş bir çalışma değildi. Dühring hem sosyalizmin yandaşı, hem de aynı zamanda düzelticisi olarak ortaya çıkıp, birdenbire bulunduğu yüzyıla meydan okuduğu zaman, Alman sosyalistleri, o zamanki sosyal demokratlar teorik olarak oldukça zayıf ve çoğunluğu, üniversitede bir privat -dozent olan ve de Marks'a soldan saldırarak, her konudaki söz ebeliğini devrimci ve köktenci bir kalıpla sunmayı başararak ismini öne çıkartan, bu özelliği ile de, örgütlenen bir işçi sınıfını yanıltabilecek bir adam olan Dühring'in teorilerine tutku ile bağlı idi. Hatta başlangıçta Liebnecht bile Dühring'ten etkilenmiş ve ona karşı ikircimli kalmış ama sonra bizzat kendisi, Dühring'in en aklı başında insanların bile aklını karıştırdığına dikkat çekerek, Engels'ten onun hesabını görmesini önemle ve birçok kez istemiştir.

Bu durum, yani Dühring'in hesabını görmek için adım atmak, Engels için ısırılması gereken bir ekşi elma gibiydi idi ama işte sonunda Dühring'in hesabını görmek ama daha çok, Marksizm'in derin verilerini iyice özümsemiş olmayan yöneticileri dahil, Alman sosyalistlerine Marksist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini, Marksizm'in temel ilkelerinin açık ve eksiksiz bir açıklamasını yapmak için Anti-Dühring'i yazmaya koyuldu. ve Marksizm'in özünün ilk sistematik açıklamasını gerçekleştirerek, diyalektik materyalizmin gerçeğin bilgisi olduğunu bütün açıklığı ile göstermiş oldu. Yani bilginin her ilerlemesinin, teorinin yeniden ayarlanmasını, materyalizmin yeni bir biçimini içerdiğini gösterdi. Dolayısıyla Marksizm'in, özünde, bilim tarafından elde edilen sonuçların bir özümleme ve bileşim yöntemi olduğu için, niteliği gereği açık, bilginin her yeni adımı ile kendi yasası gereği zenginleşmek ve dönüşmek zorunda olduğunu gösterdi.
Yani kısaca Engels Anti-Dühring'i yazarak, materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptadı. Bu anlamda Engels'i takip eden Lenin'in, Engels'ten otuz yıl sonra, Materyalizm ve Ampiriokritisizm çalışmasıyla materyalizmin kendi çağının bilimsel bulgularından çıkan biçimini belirlemeye girişmesi gibi, bugün de Engels tarafından belirlenen yöntem çerçevesinde aynı eleştirel çözümlemeye ve bileşim çalışmasına girişmek, son derece önemli ve zorunludur.
İşte bu temelde bir önceki eleştirimin devamı olarak ele alacağım bu eleştirim, biraz sert görünebilir ama eleştirilen kişi saygın ve sol yelpazede ismi tanınan ve bir sürü kitabı, araştırması olan bir yazar ve de Özgür Üniversite'nin başkanlığını yapan bir aydın olunca, asıl sorunların üzerinden atlayarak, tümüyle tekellerin, yani sermayenin yani egemen sınıfın ABD ve AB emperyalizminin güdümünde olan bir rejimin ve yönetiminin manipülasyonlarının, ideolojik saldırı mekanizmalarının ve hegemonyasının içinde olarak ve öznel olarak asıl çelişkinin yani sınıf çelişkisinin (ki bu çelişkinin hâlâ geçerli olduğunu sayın Başkaya da kabul ediyor.) üstünü örtmek için yaratılan çelişkileri, asıl çelişki imiş ve tekellere karşı işçi sınıfının mücadelesinde başatmış gibi göstermeye çalışması nedeniyle bu eleştirileri hak ediyor diye düşünüyorum. Eleştirilerimde haksız olup olmadığımı tarih en yakın zamanda gösterecektir.

Öncelikle sayın Fikret Başkaya'nın, Kemalist otokrasinin gününü doldurmasından, çürümüş ve kokuşmaya dönüşmüş olmasından söz etmesindeki kodlar üzerinde duralım.
Zaten, çok çok önce yani 12 Eylül darbesi ile beraber, yönetimi gerici akımlara devrederek kendine ihanet eden Kemalizm'in gününü doldurmuş olması söz konusu iken ve Fikret Başkaya gibi bir araştırmacı aydının bunu görememesi mümkün değilken, bütün çelişkiyi bu noktaya toplamaya çalışması, üzerinde durulmayı ve eleştirel bir yaklaşımla, hangi amaca hizmet ettiğinin şifrelerini çözmeyi gerektiriyor.
Evet hal böyle iken, Kemalist otokrasiden söz etmek, sosyalistleri, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, bu, gününü çoktan doldurmuş, bu anlamda, hayali düşmana karşı yöneltmeye ama asıl yönelinecek hedefin 12 Eylül rejimi, tekellerin düzeni olduğunun üzerini örtmeye çalışmak demektir.
Bunu yaparken argüman olarak doğru olguları kullanması ise sonucu değiştirmemektedir. Daha açık ifadeyle bu, doğrular üzerinden yanlış sonuçlar çıkarmaya yönlendirmek demektir.
İkinci nokta, Başkaya'nın, Kemalist rejimi anlatırken, yine doğru noktalardan çıkış yapmasına rağmen, var olan rejimin, bir Kemalist rejim olduğu ve TC'nin yönetiminde Kemalistlerin olduğu ve de çürümeye, kokuşmaya dönüşen rejimin bu rejim olduğu çıkarsamasını yapması için okuyucuyu şartlandırırken, bütün nesnel gerçekleri atlaması bir yana, bu rejimin yönetiminde tekellerin olduğunu, onların yürütücüsü olan ve daha düne kadar gerici/dinci faaliyetlerin odağı olarak tescillenmiş olan bir anti-Kemalist, anti-laik ama daha çok ve asıl olarak, anti-komünist bir siyasi partinin varlığını teğet geçmesidir.
Başkaya'nın sözünü ettiği ve yazısını bunun üzerine kurduğu,"Kemalist otokrasi" diye bir olgunun, 12 Eylül darbesinin ertesi günü bile var olduğundan söz edemeyiz. Olsa olsa, başta da belirttiğim gibi, Kemalizm'e ihanet eden Kemalistlerin, yönetimi gerici/dinci akımlara teslim süreci olgusundan söz edibiliriz. Şimdi ise, Kemalist TC'den geriye kalanın; sadece, kendisine ihanet edenlerin geç de olsa farkına varan Kemalistlerle birkaç Kemalist dinamik ve TSK'nın aşağıdan yukarıya önemli bir bölümünü kapsayan Kemalist geleneğin TSK içindeki dinamiklerinden başka bir şey olmadığını netlikle söyleyebiliriz. Böyle olduğu halde, eğer Başkaya'nın sözünü ettiği kokuşmanın kıymeti harbiyesi ve ilerlemenin, demokrasinin önündeki, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin ekonomik demokratik haklarının önündeki, gençlerin sorunlarının, işsizlerin, emeklilerin, kadınların velhasıl toplumun bütün ezilen sınıf ve katmanlarının sorunlarının çözümünün önündeki engel, bu kalanlarla bağlı ise; 12 Eylül rejiminin ifadesi bu dinamikler ise ve dahi, onlardan kurtulmanın ifadesi, 12 Eylül rejiminden kurtulmak ise, Başkaya'nın koca bir yanılgı ve illuzyon içinde olduğunun, değilse, bilinçli bir çarpıtmanın görev alanına girdiğinin resmidir.
Başkaya, yazısında, "devlet varsa hukuku da mutlaka vardır " diyerek, 12 Eylül anayasasında ,"TC'nin demokratik-laik-sosyal hukuk devleti " olduğunun yazılı olduğunu belirtiyor. Bu ifade ettikleri, bilinen doğrular ile bilinen olguların tekrarından ibarettir. Ama amaç,12 Eylül darbesini gerçekleştirenlerle ve onun anayasası yani hukuku ile şu andaki 12 Eylül rejimini yani tekellerin düzenini, sağ salim varması gereken noktaya vardırmaya çalışan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin devamlılığının bir sonucu olan yürütmeyi, birbirinden ayrı, birbirine karşıt olgular ya da güçler olarak göstermeyi kolaylaştırmak için Kemalist TC edebiyatı yapmak olunca, ortaya böyle karmaşık, içi boş ama tumturaklı ifadeler çıkmaktadır. En azından ben böyle görüyorum.
Kemalizm adına ve laik, demokratik, sosyal hukuk devletini korumak için geldiğini söyleyen darbenin liderleri, elbette tekelci düzeni yerleştirmek için, Kemalist TC'nin demokratik nesi varsa, burjuva -hukuksal hangi dayanağı varsa yıkmak ve elbette, sosyalist hareketi yok etmek için geldiklerini söylemeyeceklerdi; bu anlamda, bir sonraki hamlede değiştirmek üzere, bu görüntüyü kurtaracak hukuksal dayanakları yerinde bırakacaklardı. Ve bıraktılar. Şimdi ise, daha doğrusu epeydir, 12 Eylül anayasası tekellere dar gelmekte, o nedenle de, tekellerin düzenini 12 Eylül rejimini genişletmeyi, hukuk alanında da yapıp, bir anlamda, TC yönetimini, devraldıkları Kemalistleri de ortadan kaldırıp, kendi politik, ideolojik karakterine uygun bir TC yönetimini, (hemen hemen de facto hüküm süren) hukuksal dayanakları ile topluma dayatmanın gediğini açmaya çalışmaktadır.
Pratikte defacto hüküm süren otokratik yönetimin, açığa çıkardığı, keskinleştirdiği çelişkilerin, bu yönetimin hukuksal dayanaklarını oluşturarak ortadan kaldırılması ya da bastırılması demek olan bu, tekellerin düzeninin,12 Eylül rejiminin baskı aracı olan devletin hukukunu da yeniden örgütlemek anlamı taşımaktadır. Yani minare - kılıf meselesi gibi.
İşte Başkaya'nın atladığı, ya da atlanılması için tumturaklı laflarla örtmeye çalıştığı nokta budur. Şu anda dar gelen 12 Eylül anayasasında yer alan ve 27 Mayıs anayasasından aktarılmak zorunda kalınan hukuksal anayasal dayanakların, 12 Eylül rejiminin ama daha çok ABD-AB emperyalizmininin YDD yöneliminin gereği ortadan kaldırılıp, yerine ABD-AB emperyalizminin tekellerin istediği çökmüş, parçalanmış, hatta emperyalizme tam bir teslimiyet içine sokulmuş bir TC anayasası yani yeni Türk-İslam tabanlı faşist Osmanlı cumhuriyetinin hukukunun yerleştirilmek istendiğinin üstünden atlayan Başkaya, üstüne üstlük, bunun Kemalist otokrasiye karşı demokratik, ileri ve devrimci bir hareket olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Evet sorun ideolojik mistifikasyon yaratmakla, yalan söylemekle kafaları bulandırmakla ilgilidir. Başkaya tümüyle haklı ama adresi şaşırmış ya da şaşırtma telaşı içinde bu eylemi bizzat kendisi yapıyor. Dahası, gerçekte kimin mistifikasyon içinde olduğunun üstünü örtmek için, tümüyle mevcut rejimin ve onun yürütmesinde olan bir siyasi gücün eylemlerini hayali bir Kemalist otokrasiye mal ederken, kafa bulandıran mistifikasyon cephesinin önünde tekellerin ideolojik ve psikolojik saldırısının emrinde hareket ettiğini gizleyemiyor.
Başkaya devamla şöyle diyor; "yapılan şey, adaletsizliği gizleme amaçlı bir manipulasyondur." Bu da doğrudur. Fakat ardından gelen cümlede "cunta anayasasındaki TC niteliğine" dair söylelenlere dikkat çekmesi, bu doğruluktaki sonucu yanlışa yönlendiriyor.
Tüm adaletsizliklerin şu anda hüküm süren rejimin niteliğinden ve onun yürütücüsü eliyle yükseldiğinin ve yürütücüsünün Kemalist otokrasi ile uzaktan yakından ilgili olmadığının ve dahi rejimin karakteri gereği, bu otokratik yapının bizzat tekellerin düzeninin yürütücüsü olan bu siyasi gücün marifetiyle gerçekleştirildiğinin ve sağlamlaştırıldığının üstünü örtmeye çalıştığı bu anlamda manipülatif davrandığı görülüyor.
Ve yine devam eden başka bir cümlesinde; " ....TC nin böyle bir şey olduğunu" vurgulaması, çoktan çözülmüş ve yakında tarihe gömüleceği beklenen Kemalist TCnin, şu anda var olan ve gizlenilmek için türlü manipulasyonlara gereksinim duyulan adaletsizliğin anası olduğunu çıkarsaması için okuyucuyu şartlandırırken, mevcut yönetimin ve rejimin, bu adaletsizliklerin hem anası hem de babası olduğunu gizlemiş oluyor. Kitleleri ve elbette daha çok seslendiği sol grup ve kişileri ve de özellikle gençleri sorunun asıl kaynağından dolayısıyla sınıfsal zeminden uzaklaştırmış oluyor.
Basit bir örnek gerekirse; Hrant Dink cinayetindeki işleyiş bir yana işleyen hukuksuzluğun ve bu anlamda karartmanın içinde olanların kılına bile dokunulmazken, bu hukuksuzluğu ve sözü edilen adaletsizlikleri soyut bir otokrasiye mal ederek, üstünden atlamak, pek o kadar, aydın geçinen ve ismi önde giden birinin, hele ki bu kişi, Özgür Üniversite gibi, iddialı bir kürsüden gençlere Marsist kimlikle seslenen, ders veren bir kişi ise, dalgınlığına gelerek ifade ettikleri olmasa gerek diye düşünüyorum. Yani ortada bilinçli bir çaba var. Bu çabanın yararının ise tekellere olduğu apaçık görülmektedir. Öyleyse Fikret Başkaya dün Marksizm içinde bir üstat bugün tekellerin ideolojik silahıdır diyebiliriz. Değilse, kendisinin bunu açıklıkla göstermesi boynunun borcudur. Sessizlikle geçiştirip, eleştirileri ve mahkumiyetleri savuşturması sorunu çözmeyecektir. Bu düşüncemi değiştirmeyeceği gibi, bu düşüncenin yükselmesinin önünü de kesemeyecektir.
Bitmiyor, şöyle devam ediyor Başkaya ; " her şey kutsal devlet için, kutsal devletin ihtiyacı kadar...onun dışındaki her şey, her hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebi, devlet düşmanlarının, bölücülerin, devletimizi yıkmak, vatanımızı bölüp parçalamak isteyenlerin marifetidir ve (bu) 'devletin ülkesi ve milleti için en büyük tehlikedir." evet böyle diyor, daha doğrusu kutsal devletin korunması ya da daha çok kutsanması için böyle denildiğini söyleyerek, anlı şanlı profesörlerin bu minvalde konuşmasını, Kemalist otokrasinin ödüllendirme sistemine ( bunun halk dilindeki ifadesi, sopa ile korkutup, havuç dağıtmak şeklindedir.) bağlıyor.
Başkaya'nın asıl demek istediği ve örttüğü şudur; hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin muhatabı, ve bu olguların yok edilmesinin nedeni, mevcut düzenin mevcut yönetimi değil, yönetimi çoktan dinci akımlara teslim etmiş ve böylece Kemalizm'e ihanet etmiş olan ve de günü çoktan dolmuş olan Kemalist otokrasidir. Hatta bu olgularla yüklü talepleri dillendirenlerin ve hatta bu kazanımlar için mücadele edenlerin içinde mevcut yönetim de vardır. Mevcut yönetim bu anlamda, demokrasiyi, özgürlükleri, ekonomik ve demokratik hakları, sosyal adaleti ve eşitliği engelleyen değil, onun için yönetimi devraldığı, Kemalist otokrasi ile mücadele edendir. Oysa mevcut yönetimin, Kemalist yönetimden devraldığı devlet yönetimi, özü itibarı ve sınıfsal karakteri itibarı ile anti-komünist olduğu yanında ve o kadar, bir devamlılığın içindedir. Asıl nokta burasıdır ve Başkaya bu noktayı da gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadır ama diğer yandan hâlâ sınıf mücadelesinin belirleyiciliğine vurgu yapabilmektedir. Bu iki yüzlü politikanın dile yansıyan ince hünerinden başka bir marifet değildir.
Evet Başkaya'nın, günlerdir süren ve etrafı kitlesel bir canlılıkla yeterince bir türlü örülemeyen ama bu haliyle bile sınırları tekelci düzenin kalbine doğru zorlayan Tekel işçilerinin direnişini ve bu olgunun etrafında yer alan ekonomik demokratik örgütlerin dost olanının yanında, dost görünenin, açıktan düşman olamayanının dahi kayıtsız kalamadığını görmezden gelerek; mevcut yönetimin manevralarını ve işçi düşmanı, anti demokratik ve elbette sınıfsal yaklaşımı içersinde işçilere demediğini bırakmadığını; bu direnişin uzlaşma ile sonuçlanması için hop oturup, hop kalkan sendikacıların içyüzünü ve dahi polise taş attığı için çocuk yaşta olmalarına rağmen onlarca yıl ceza alanları (üstelik demokratik açılım şarkıları eşliğinde) görmezden gelerek, kız arkadaşının boğazını testere ile ve ailesinin de işe karışması ile kesen sapık ruhlu bir cani ama reşit olmayan bir genç için neredeyse tüm Türkiye'yi ağlatacak durumlar yaratılmasının tekeller düzeninin karakteri gereği olduğunun üstünü örterek; daha birçok hukuk dışı, anti demokratik, sosyal eşitsizliğin mesafesini artıran, uygulamaları ve bunların nedeni olan tekellerin düzenini ve de mevcut yönetimini görmezden gelerek; tüm bunları, hali hazırda olmayan, başka bir ifadeyle dinci akımların legal, illegal ama bizzat tekellerle bağlı, onların yönetimsel ve manipulatif marifetleri içersinde ve burjuva düzenin tekeller düzeni şeklindeki devamlılığı içinde eriyen, yok olan Kemalist otokrasiye mal etmesi ; böylece, bu yönde bir aymazlığın yayılmasına aracılık etmesi ve şu anda lise düzeyine düşürülen üniversitelere lise öğretmeni kapasitesinden de düşük bir kapasite ile donanımlı (donanımsızlık içinde demek istiyorum) kişilerin, en üst düzeyde ve seçilenler bir kenara atılarak yetkili kılınması şeklinde ödüllendirilmesini örtülemesi, tekellerin ideolojik hegemonyasına tabi olmayan hiçbir aydının duyarsız, tepkisiz kalamayacağı bir durumdur.
Bu durumun iki uç yönelimi vardır; ya önceden çizilmiş ve seçilmişlikle, görevlendirilmişlikle bağlıdır; ya da belli bir noktadan sonra tekellere yaranmak için işçi sınıfına, emekçi kitlelere ve elbette seslendiği Marksist kitleye ihanete doğru yelken açmaktır.
Başkaya'nın ifadelerindeki kodları deşifre etmeye devam ediyoruz; profesörlerin, Kemalist otokratik TC tarafından ödüllendirilmesine atıfta bulunan Başkaya, ifadelerini süsleyerek, kavramların içindeki anlamları öznelleştirip, başka noktalara çekmesi yi iyi beceriyor. Şöyle diyor; " devletin milleti olmaz, milletin devleti olur." evet "devletin milleti" deyimi pek anlamlı değildir ve devleti açıklamıyor ama "milletin devleti" ifadesi ise tam bir garabettir ki, bu garabetin, Marksist olduğunu ve konuşmalarını bu temelde yaptığını iddia eden birinin ağzından dökülmesi garabetliğini artırmıyor ama ortada bilinçli bir manipulasyon ve okuyucunun aklını karıştırma çabası olduğunu açıkça gösteriyor.
18.yüzyıldan beri, burjuva sözcüleri, bilim adamları ve politikacıları tarafından devlet sorunu hep arap saçına döndürülmüş, anlamsızlaştırılmıştır.devletin ortak çıkarlarını korumak isteyen insanların özgür kararalarıyla kurulmuş bir siyasi yapı olduğunu ve töresel, ahlaksal fikirleri maddileştirdiğini ya da kapitalist toplum içindeki özgür gelişimde oluşmuş kurumsallaşmış, genel irade sayılabileceğini ileri sürmekten kaçınmamışlardır.tüm bunlar, devletin sınıfsal karakterinin gizlenmesi,bir sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için kullanılan etkin bir egemenlik aracı olduğunun saklanması içindir. Devlet baştan beri var olmadığı gibi, ebediyen de var olmayacaktır. Ve devlet toplumun kendi içinde uzalaşmaz, karşıt sınıflara bölündüğü bir ekonomik gelişim basamağında ortaya çıkmış, bu bölünmüşlük, uzlaşmak karşıtlık ortadan kalkınca o da ortadan kalkacaktır. Bunu ortadan kaldıracak olan, bu karşıtlığı sonlandırmak üzere devlet aygıtını son kez bu temelde işleten proletarya olacak ama devlet, proletaryanın ilgası ile değil sönümlenerek ortadan kalkacaktır. İşte bilinçli proletaryanın sosyalizmi kurarken ve komünizme geçiş için sınıf mücadelesine devamla kendini geliştirirken, anarşistlerden ayrıldığı önemli noktalardan biri de budur.
Devlet, en öz ifadesi ile bir sınıfın baskı aracından başka birşey değildir. Bu gerçekliği ve bu devletten söz ederken, anlamlandırmanın gerekliliğini Özgür Üniversite'de Marksizm'i öğreten Başkaya bilmiyor mu? Elbette biliyor ama amaç, hayali "Kemalist otokrasi"nin devletine karşı,"milletin devleti" yapacağı, niteliğini yukarda gösterdiğim, tekellerin devletini, en demokratik devlet olarak, tekellerin baskı aracı olma ve diktatoryal niteliğinden ayırarak göstermeye çaslışmak olunca, böyle süslü deyimler, Başkaya'nın kavramlar dizinine yerleşiyor.
Başkaya, devam eden ifadelerinde, hayali Kemalist otokrasiyi anlatırken, aslında mevcut rejimin, mevcut yönetiminin yaptıklarını, yani farklı düşüneni hain, muhalifi düşma ilan etmesini, cezalandırmasını, açlığa mahkum etmesini, hapse atmasını, katletmesini, ideolojik linçe maruz bırakmasını ve taammüden öldürmesini anlatıyor. Anlattığı, tekeller düzeninin, 12 Eylül rejiminin işçi ve emekçilere karşı yaptıklarının hikayesidir. Cezaevlerindeki çocuk mahkumlar, tutuklu ve hükümlü gazeteciler, cezaevlerinde ölüme terkedilen mahkumlar, özel yetkili savcılar ve mahkemeler, bir mega kentin ortasında işçilere su sıkılması, biber gazı püskürtülmesi, uzatmayalım, günlerdir aç bilaç, karakışta çadırlara hapsedilen ama direnişleriyle tarih yazan tekel işçileri, bu hikayede hikayeye ayna tutan olgulardır.
Ve ardından, Başkaya sanki kendisi "şeyleri adıyla çağırıyormuş" gibi, "ne zamana kadar şeyleri adıyla çağırmamakta ısrar edeceğiz" diyor.
Evet, Kemalist otokrasi gününü doldurdu ama bu gün değil, 12 Eylül darbesiyle beraber yönetimi, gerici/dinci akımlara devrettiğinde gününü doldurmuştu. Günü çoktan dolmuş bir olgu üzerine, bugün itibarıyla söz söyleyerek, ondan tümüyle kurtulmak gerektiğini öne çıkartmak, bu olgunun hukuksal yapısını da kotarmak gerektiğine, acildir uyarısı ile dikkat çekmek demektir.
Soru şudur, bütün bu öne çıkarılanlar ve dikkat çekilenler, kimin adına yapılmaktadır. Sosyalistler adına yapıldığı iddia ediliyorsa, buna kimse inanmaz. Öyleyse, geriye düzen içinde düzenin yerleşmesi ile ilgili yöntemler temelinde karşı karşıya gelen güçlerden biri adına yapıdığını kabul etmeliyiz. Bu durumda ortaya çıkan şudur, hayali bir Kemalist otokrasiye karşı, bunun kalıntılarından ve tekellerin düzeninin yeni biçimiyle yerleştirilmesine engel teşkil eden dinamiklerden ve anayasal/hukuksal noktalarından mevcut rejimin, mevcut yönetimi adına konuşulmaktadır.
Evet, tekelci düzen, kapitalizm,12 Eylül rejimi gerçekten çürümüşlüğün, kokşmuşluğun diğer adıdır. Ama bu, Kemalist otokrasi değildir.
Yolun sonunun göründüğü de doğrudur, ama bu görünen son kapitalizmin sonudur.Sınıf mücadelesi ve çelişkisi hâlâ devam ediyor demek zorunda kalan Fikret Başkaya'nın da bunu pekala bildiğine inanıyorum. Ama, buna rağmen, çoktan kendine ihanet ederek, yönetimi, sırf sosyalist hareketi tümüyle yok etmek için, gerici/dinci akımlara Kemalist otokrasinin sonunun geldiğini öne çıkartmak, bununla birlikte yerine gelecek olandan hiç söz etmeden, sanki demokratik bir yönetim gelecekmiş izlenimine sürüklemek Başkaya'nın sınıfsal dinamiklerden bihaber olduğnu ya da bihaber olduğumuzu düşündüğünü göstermektedir. Daha önce de dile getirmiştim, TC'nin çözülmesi, kapitalizmin çözülmesi değildir. Başkaya diline doladığı ve mevcut rejimi kutsamak için kullandığı Kemalist otokrasi olgusu da kapitalizmi ifade etmekte olup, bunun sonlanması demek, kapitalizmin sonlanması demek olmayacaktır. Olsa olsa, kapitalizmin başka bir evresi, tekelci kapitalizmin, emperyalist kapitalizmin bu günkü yönelimine denk düşen bir biçimi yani yine kapitalizm olacaktır. Buna ilaveten, emperyalizmin YDD'si gereği, kapitalizmin sonlanmasından kurtulmak yani sosyalizmden kurtulmak için, tarihin gerisine yani modern ortaçağa yönelme eğiliminindeki karakterine de uygun bir biçimden söz etmek yerinde olacaktır.
Demek ki Başkaya sınıfsal dinamiklerden bihaber ya da bihaber olduğumuzu düşünerek Dühringvari bir biçimde, işkembeden atmakta bir sakınca görmemektedir. Bunun öztürkçesi, sınıf mücadelesine ve çelişkisine hâlâ vurgu yapan bir aydının, bu gerçeklikten uzak söylemler içine girmesi ve bu söylemlerini bilimsel göstermeye çalışmak için argüman olarak, çoktan gününü doldurmuş Kemalist otokrasi olgusunu kullanması, bilinçli bir çaba ile sapla samanı karıştırmaya çalışması demektir.
Başkaya'nın kafa karıştırma çabası her noktada devam ediyor. Asıl çelişkinin ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki çelişki olduğunu söyledikten sonra, şöyle diyor; "toplum, sınıflara bölündüğü dönemden beri, ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi devam ediyor, bu mücadele insanlık var oldukça da devam edecek....ta ki o kadim çelişki ortadan kalkana kadar...insanlık söz konusu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden asla vazgeçmeyecek, aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı...”
Bu Dühringvari ifadenin neresini ele alsak, Marksizm adına Marksizm'in evirilip çevirildiğini görüyoruz. Engels, tuğla gibi bir yapıt haline getirdiği ve Marksizm'in özünü sistematize eden Dühring eleştirisinde, sosyalist (komünist) partilerin tüm eylemini, siyasal savaşımları aşan bir felsefeye bağlarken, proletarya tarafından bilinçli bir biçimde yürütülen sınıf mücadelesinin yalnızca zorunlu bir tarihsel hareket içinde yer almakla kalmadığını ama insanın kurtuluşu gibi bir erek de taşıdığını açık bir biçimde hatırlatıyordu. Şimdi bu hatırlatmaya daha fazla ihtiyaç olduğu görülmektedir. Söz açılmışken, Engels'in Anti-Dühring'i yazarak materyalizme yaptığı katkıyı, bu anlamda, materyalizmin, kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptadığını hatırlamak yerinde olacaktır. Ve aynı anlamda Lenin'in Materyalizm ve Ampiriokritisizm'i yazarak yaptığı katkıyı hatırlamak yerindedir. Ama yeni ve çok fazla Dühring'in hortladığı günümüzde, hatırlamak yetmiyor. Şimdi aynı eleştirel çözümleme çalışmalarına girişecek ve materyalizmin bu günkü bilime uygun düşecek biçimini saptayacak aydın olmak, felsefi yaklaşmak gerekmektedir. Bunu hepimiz, başkasından beklemeyecek denli önemsemeliyiz. Zaman aynı zamandır; tıpkı Dühringin ortaya çıktığı ve Alman sosyalist partisindeki kahramanca savaşım yürüten kadroların eylemilerinin niteliğinin salt politik olduğu, hiç birinin sosyalizmin insanlık tarihinde ne anlama geldiği üzerinde açık bir fikre sahip olmadığı denli, hatta Dühring'in hemen hemen aklı başında kadroların hepsini ( bir dönem Liebnecht'i dahi etkilemiştir) etkilediği denli aynı zamandır.
Liebnecht,1876 Mayısında Engels'e yazdığı mektubunda, "ilişikte, Dühring salgınının genellikle aklı başında olan kişilere de bulaştığını gösterecek bir el yazmasını gönderiyorum, onun (Dühring'in) hesabını mutlaka görmelisin,” diyordu.
Evet, bu hatırlatmalardan sonra, Başkaya'nın Dühringvari söylemine dönersek, bu söylemleriyle etksi alanındakilerin farkında olmadan reformizme yöneleceklerini, sıradan okuyucunun ise, insanlık bitince sınıf mücadelesinin biteceğini anlayacaklarını görebiliriz.
Ezenle ezilen ve sömürenle sömürülen arasındaki çelişki dolayısıyla mücadele insanlık var oldukça sürecekmiş. Bu tam da Dühringvari bir laf salatası değilse nedir. O halde Başkaya'nın Özgür Üniversite'de ders verdiği gençler bundan ne anlayacak? Bu çelişkininin insanlık yok olunca biteceğini mi anlayacak. Oysa Özgür Üniversite'deki öğrenciler de, Başkaya'nın etkisinde olsa bile sınıf mücadelesinin nemenem bir şey olduğunu asgari düzeyde bilen okuyucusu da, sınıf mücadelesinin bitmesinin, sınıfların ortadan kaldırılması ile beraber gerçekleşeceğini bilir.
Üretim araçlarının özel mülkiyet biçimi biterek, toplumun denetimine geçmesiyle, meta üretimi biter, ürünün üretici üzerindeki egemenliği sona erer. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerini bilinçli, planlı örgüte bırakır. Böylece ilk kez olarak insan, belli bir anlamda hayvanlar dünyasından kesinlikle ayrılır, insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, artık, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve bu nitelikleri ile ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği altına girer. İnsanlar işte ancak bu andan itibaren kendi tarihlerini, tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete geçirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. Bu insanlığın zorunluluk dünyasından, özgürlük dünyasına sıçrayışıdır.
Yani sınıf mücadelesini bitiren de, kendisi ile beraber sınıfları ve hatta son tahlilde bunu gerçekleştirmek için ele geçirdiği baskı aracını yani devleti ortadan kaldıracak olan da işçi sınıfıdır. Başka bir ifade ile insanlık ancak bundan sonra yükseleecek ve devletin kendiliğinden uykuya dalmasının, şeylerin idaresinin ve üretimişlerinin yönetiminin gelişen ve geliştirci öznesi durumuna gelir. Yani insanlık var oldukça sınıf mücadelesi yoktur. Aksine, sınıf mücadelesi bitince insanlık yükselir. Uzlaşmaz sınıfların olduğu bir sosyo ekonomik yapıda, insanlık denilen olgu sömüreni de sömürüleni de kapsar ve bu uzlaşmaz sınıflar, hem bir arada hem de, birbiri ile kavga ederek insanlığın içinde yer alır. Ama görünen o ki, Başkaya bu gerçeklikten uzak ya da, bizim uzak olduğumuzu düşünerek hiç çekinmeden sınıf çelişkisinin insanlık var oldukça çözülemeyeceğini,ve insanlığın da bu çelişkiyi ancak aşabileceğini ballandıra ballandıra anlatıyor.oysa sınıf mücadelesi işçi sınıfının mücadelesidir ve ancak kendisini de insan olark yükseltecek olan işçi sınıfı tarafından bitirilecektir. İnsanlığa kalan sınıf çelişkisini çözmek, bu anlamda sınıf mücadelesini bitirmek olmayacaktır.
Diğer yandan Başkaya'nın, asıl çelişkinin yani temel çelişkinin emek-sermaye çelişkisi olduğu aşikar iken, buna ezenle ezilen arasındaki çelişkiyi de eklemesi, temel çelişki sıfatı yüklemesi, bununla birlikte insanlığın bu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden vazgeçmeyeceğinden söz etmesi ve kendi ifadesiyle o kadim çelişkinin ortadan kalkmasını insanlığın var olduğu sürece yayıp, beklemeye alması, diyalektikten de uzak olduğunu ya da uzaklaştırmak çabasında olduğunu göstermektedir. Burada da hatırlatmak gerekir ki, çelişkinin aşılması çelişkiyi ortadan kaldırmanın ifadesi değildir, olsa olsa burjuva düşünce ile proleter düşünceyi kardeşleştirmek, emek sermaye çelişkisinin yarattığı sınıf kavgasından uzaklaştırmak çabasının ifadesidir. Sınıf çelişkisini çözmeden insanlığa geçip, önüne bu çelişkiyi aşma görevi koymak Başkaya'nın Dühring'in izinden gidecek denli sapla samanı karıştırdığının ya da biz karıştıralım diye Dühringvari konuştuğunun göstergesidir.
Yani sınıf mücadelesi sürecek ve çelişki insanlık var oldukça devam edecek, kadim çelişki kendiliğinden ortadan kalkarsa ne âlâ, bunun dışında, insanlık bu çelişkiyi aşacak ama hiçbir zaman çözemeyecek. Dolayısıyla sosyalizm de çok uzak bir geleceğin ütopyası olarak kalacak. Yani insanlığın sürekli ütopyasındaki geleceği olarak kalacak. O zamana kadar, bırakalım sosyalizmi bir kenara da, demokrasicilik oynayıp dar alanda politika yapalım. İşte Başkaya'nın devrimi yeniden düşünme başlığı ile açtığı, acemi Dühringliğe soyunarak devam ettiği yol, reformizmin yoludur.
Bir de, Başkaya aydınlanma devrimininin gerçekleşmediğinden söz etmiş ve asker/ sivil bürokrasiye, bu anlamda Kemalist otokrasiye manevra alanı sağlanmasını buna bağlamış. Kulağa hoş geliyor ama içi boş bir söylemden öteye gidemiyor. Kendisini gerici akımlara teslim eden Kemalist yönetimin ifade ettiği rejim, asker/ sivil bürokrasiyi anlatmıyor, tam aksine son derece bilinçli ve o derece de yetenekli bir şekilde kapitalizmin yerleştirilmesini anlatıyor.12 Eylül rejiminin, yani tekellerin düzeninin yerleştirilmesi çabalarını da bunun içinde saymak yerindedir. Buradan hareketle bir kez daha görülmelidir ki, devamlılık kapitalizmdedir, Kemalizm'de değil. Dolayısıyla, Kemalist otokrasiyi tarihe göndermek, kapitalist gelişmenin başka bir evresine hoş geldin demek olup, kapitalizmin yıkılmasını başka bahara ertelemenin dinamiğini yaratmaya çalışmak demektir.
Başka ifadeyle sosyalizmin zihinlerden uzaklaştırıldığı, ulaşılamayacak bir ütopyaya dönüştürüldüğü koşulları yaratmak ve bu koşullarda antiemperyalist mücadelenin temel görevinin sosyalist iktidar mücadelesi olduğunun üzerinden atlatmayı kolaylaştırmak, böylece antiempeyalist mücadeleden bu anlamda yurtsevrlikten sözeden ayrımsız herkesin, burjuva bakışını taşıdığı, daha ağırı, burjuva milliyetçisi olduğu demagojisini yaymayı kolaylaştırmak demektir. Bu da antiemperyalist dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın önünü kapatma çabası demektir. Ama öte yandan işçi sınıfını ve emekçileri kapitalizmin insafa geleceğine inandırarak, burjuva demokratik programların peşine takmak ve sosyalizmden uzaklaştırmak demektir.
Bu denkelmin çözülmemek üzere uluslar arası tekeller tarafından kurulduğunu ve çözmekten öte, redderek yerine sosyalist iktidar mücadelesini koymak gerektiğini görmek ise ,bu ideolojik şaşırtmaca altında bir ideolojik netlik yanında, politik hüner gerektiriyor.
Bu hünere başlamanın en önemli adımlarından biri de, tekellerin ideolojik silahı olmayı kendi kişisel hazinesi sayan yeni Dühringlerin hesabını görmek üzere atılan adımdır.
Komünistler, emek-sermaye çelişkisinin eninde sonunda kendiliğinden sosyalizmin geleceğini beklemediği gibi, politik müdahale olmadan emek-sermaye çelişkisinin sınıf mücadelesinin patlama getirecek noktasına yani politik iktidarın alınmasını getirecek olan dinamiğe ulaşmasınının mümkün olmadığını, bu anlamda ve bu yönelimde, politik müdahalenin bütün nesnel ve öznel karşıt güçleri, sınıf mücadelesi eksenine toplayabilecek bir politik hüner içermesi gerektiğini de bilmelidirler.
Sosyalizme kapı açacak bir müdahale olmaksızın, emek-sermaye çelişkisininin belirleyiciliğinden söz etmekle ve elbette sınıf mücadelesi ekseninden dem vurmakla, devrim kapısına ilerletecek bir dinamik ortaya çıkmaz. Hele ki, bugün yaşanan tekellerin ideolojik hegemonyası koşullarında, öncelikle tekellerin ideolojik kuşatması yarılmadan, bu kuşatmanın akıllardaki tahribatı sarılmadan, geriletilmiş, tutsak edilmiş akıllar özgürleştirilemez dolayısıyla rahatça oynanan illuzyonist oyunlar bozulamaz. İşte bu nedenle gerçek anlamda, sınıf mücadelesini yürütebilecek, kitleselleştirebilecek bir akıl, hüner, inanç ve bilinç kümesi taşıyan ideolojik öncülerin, politik hüner gösterebilecek kadroların netleşerek, tekellerin ideolojik kuşatmasının etkilerinden arınmış olması ve nesnel durumun salt emek-sermaye çelişkisine sığmadığını, onun belirleyiciliğinin üzerinden atlamadan görüp, sol Marksist bir müdahalede yerini alması gerekmektedir.
Türkiye'de ordu deyince, Kemalist elitler, cumhuriyet deyince asker-sivil bürokrasi akla getirilir ki, bu da Kemalist elit anlamındadır ama bu akla getirilenlerin ikisi de eksik, hatta yanlıştır. Türkiye'de daha cumhuriyetin kuruluş aşamasında kapitalist yolun kaderini çizen kadrolar, ittihat terakki eğitimlidir. Ne yaptıklarını bilerek, Türkiye'deki rejimi kapitalist yola sokmuşlardır. Hikayesi uzundur, o nedenle TC'nin asker-sivil bürokrasiden ve elbette Kemalist elitlerden ibaret olmadığını vurgulamakla yetiniyorum.
Ordu deyince, Kemalist elitleri öne çıkarmak ve orduyu bütünselliğinden ayırarak, bir avuç elitin oluşturduğu mekanizma olarak ele almak, hem eksik, hem de eksik olduğu derece de yanlıştır. Ordunun yüksek komutanlık kademesi kelimenin tam anlamıyla bir seçkinler ordusudur. Ama ordunun ana harcı olarak Kemalizm yanında vatan dolayısıyla vatan borcu dürtüsünü de atlamamak gerekir. Malum bedava askerlik yapıp, mehmetçik olmak için can atmak bizim ülkemize has bir özelliktir. Harbiyeye kaydolurken taşınan dürtünün de farklı olmadığı, Kemalizm yanında vatan dürtüsü ile yüklü olunduğu da unutulmamalıdır. Vatan dürtüsü ve Kemalist bakış ağırlıklı olarak ordunun tabanını kaplamaktadır. Bu öyle bir şeydir ki, Harbiyeden başlayarak, genelkurmayın basamaklarına, hatta ondan sonra bile devam eden bir eğitimin de ana temasıdır.
Öte yandan, geçici askerlik görevini yerine getirecek erinden, erbaşına, yedek subayına kadar çok geniş bir yelpazede askere giderken davul zurna ile uğurlanmakta, askerlik yapmayan yarım insan sayılmaktadır. Hatta bu gün vatan mefhumunun da, toprak olarak dahi kalmadığı koşullarda bile davullar susmamakta, vatan sağolsun nakaratları dinmemektedir. Ancak buna rağmen, 12 Eylül paşaları, emir komuta zincirinden aldıkları cesaret ve motivasyon ile Kemalizm diye diye darbe yapmış ve Kemalizm diye diye Kemalizm'i geriletmiş,12 Eylül rejimini yani tekelci düzeni yerleştirmiştir.
Genelkurmayı Kemalist elit saymak zordur. Artık Türkiye'de belirleyici bir Kemalizmin kaldığını söylemek de zordur. O nedenle orduyu ve TC'yi irdelerken daha bir çok olguyu önümüze koymak zorundayız. En önemlisi, mehmetçik oğlunu kaybeden anaların “vatan sağolsun” feryadındaki orduyu bağrına basma dinamiğinde olmamalıyız ama orduyu ve TC'yi soyut bir mekanizma olarak değil, düzenle bağını, işçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlerin, yoksulların vb.nin düzenle bağının yer aldığı temel dinamikten yani sınıfsal yapısından ayırmadan ele almalıyız. Bununla birlikte Kemalist otokrasiye ya da orduya karşı, tüm nesnelliğin üzerinden atlayarak ve bütün demogojileri zorlayarak burjuva demokrasisinden dem vuranların, bunun aynı zamanda Türkiye'de ulusal burjuvazi aramak ya da zorla yaratmak demek olduğunun farkına bile varmadıklarını ya da farkında olunmayacağını zannettiklerini görmek zorundayız. Yani bir taraftan ulusal burjuvazi ararken, diğer taraftan ulusalcılığa haçlı seferi düzenlemeleri iki yüzlülüklernden ziyade, Türkiye'deki nesnelliğin üzerini örtmek içindir. Yani Türkiye'deki nesnel olarak var olan ve burjuva milliyetçiliğinden ayrı ama yine de aynı sınırlar içinden yükselen yurtseverlik dinamiğini, tekelci düzene öznel olarak karşıtlık temelinde sosyalist iktidar yürüyüşünün dinamiklerinden ayırmak içindir. Dahası kapitalizme, tekelci düzene ve bu anlamda 12 Eylül rejimine nesnel olarak karşı olan dinamikleri sosyalist iktidar yürüyüşünden ayırıp, tekelci düzenin yerleşmesinin öznel gücü haline getirmek içindir. Onlar da biliyorlar ki, TC'yi çözmek, çözülmüş Kemalizmi ortadan kaldırmak demek olabilir ama devamlılık arz eden TC kapitalizminin 12 Eylül rejimi olarak, tekelci düzen olarak devam etmesini engellemez, Bu devamlılığı bozmaz. Yani TC'nin çözülmesi kapitalizmin çözülmesi değil, aksine kapitalizmin tekelci düzen olarak daha sağlam basmasının koşullarının kolaylaştırılmasıdır. TC'nin çözülmesi, Türkiye topraklarının birkaç parçaya bölünmesi ile emperyalistlerin, özellikle ABD-AB emperyalizminin paylaşımına sunulması demektir. Dolayısıyla, TC'nin bu anlamdaki çözülme dinamiğine karşı çıkmak da, kapitalizme sahip çıkmak demek değildir.
Bitirirken bir özetin özeti yapmak gerekirse, Başkaya'nın ve onun gibi sürüsüne bereket eskinin eksikli aydınlarının, ölü aydınlar da diyebiliyoruz, Dühring'in, ütopyacıların ütopyacı olmalarının kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacaklarını ve yeni toplumun ögelerini kafalarından kurgulamak zorunda olduklarını anlamadığı gibi ve üstüne üstlük, kapitalizmin geliştiği bir dönemde varolan ekonomik gereçlerden yararlanmak yerine, beyninden çeşit çeşit ütopyalar imal ettiği gibi, 21nci yüzyılın tekeller dünyasında düpedüz toplumsal simyacılık yaptıklarını görmek gerektiğini vurgulamak ve bu anlamda, tıpkı Engels'in 100 yıldan uzun bir zaman önce Dühring'i paçavraya çeviririken, Marksizm'in günümüzdeki bilime uygun düşen biçimini saptamamızın hem önemli hem de zorunlu olduğuna dikkat çekmek yerindedir diye düşünüyorum. Böylece 21nci yüzyıl Marksizm'i çok daha sistematik olarak yükselecek ve günümüzün bütün ölü aydınlarını, o anlamda Dühring kadar bile cesur olamayıp, Marksizm'i eleştimeye cesaret gösteremeyip, bütün çarpıtmalarını Marksizm adına yapan korkak ve Dühring'ten de sığ Dühringleri tarihin çöplüğüne gömülecektir. Ancak ondan sonradır ki, bu ölü aydınların sosyalist hareket üzerindeki vesayeti ortadan kalkacak, yeni, özgürlüğün en tam ifadesiyle bu topraklarda yükselecektir.
Bu ifade ettiklerim, Başkaya üzerinden bütün Dühringlerin görevle yaptıkları zırvalara karşı eleştirel bir çözümleme denemesidir. Eksiğim olduğunu peşinen kabul ederken, bunu tamamlayacak Marksist damarların bu topraklarda var olduğuna inancımla tamamlanmasını, yanlışım ve dahi haksız ifadelerim varsa, açıklıkla gösterilmesini beklediğimi belirterek bitiriyorum.
Fikret Uzun