24 Ocak 2010 Pazar

TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİNDEKİ KODLAR



TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİNDEKİ KODLAR

Sınıftan kaçmanın teorisini üretenlerin hepsine, işçi sınıfı, tekel işçilerinin şimdiye kadar benzerlerinden farklı çıkışlarıyla, (bu tekel işçilerinin direnme geleneğine sahip çıktıklarının da göstergesi) tarihsel tokadını atmaya başladı. Şimdi hükümet geri adım atmanın yollarını arıyorken, uzlaşmacı sendikacılar, sendikaları holding gibi yönetenler de bu tokattan payını alarak, henüz abondene olmasalar da tekel işçilerinin kararlı tutumunu hissettikleri için genel greve gönülden olmasa da evet demek zorunda kalmışlardır.
Evet, tokat atmaya başladıklarını söyledim, henüz tokat tam yerini bulmadı ama bu tokatlar genel grevin yolunu açarsa asıl tokat o zaman yerini bulacaktır. Bunu da iktidar ve patronlar hissetmiştir. Bazı patronlar, huzurdan söz ederken, hükümet bu işten tam da anayasa değişikliğine, hazırlanırken, hatta baskın seçime hazırlanırken ve hatta "açılım" edebiyatına yeniden başlamışken bir sekte söz konusu olmaması için geri adım atmanın ama planlarından vazgeçmemenin manevralarını hazırlamanın yolunu aramaktadır. Öyle görülüyor. En azından ben öyle görüyorum. Bu daha önce alınan ve bu ay dolan kararlarını biraz daha erteleyerek bu işten sıyrılmak şeklinde gelişebilir.
Ama bütün bunlar, işçilerin sendikacılara rağmen, sınıf olmalarının ifadesi olan kendi gizil güçlerinden yükselen bilinçleri ile1 Mayısta sendika patronlarının uzlaşmacı tutumları nedeniyle uzaklaştırıldıkları genel grevin en önemli sınıfsal silahları olduğundan haberdar olduklarını ve bunu engelleyen uzlaşmacı sendikacıların da, tekellerin de ve onun iktidardaki yürütmesinin de korktuğunu göstermiştir. Hükümetin başının da, temsilcilerinin de tekel işçilerinin direnişinin ideolojik olduğunu söylemesi, Türk-İş yönetiminin savunmaya geçip, vallahi billahi ideolojik değil yollu ağlaması, ardından medyanın özellikle, ideolojik bir eylem içinde olmadığını, biz sadece özlük haklarımızı istiyoruz yollu ( yani başka sorunlar bizi ilgilendirmez biçiminde algılanacağı şeklinde) konuşan işçileri ön plana çıkarması ama buna rağmen, uzlaşmacı, patron sendikacıların genel grev kararı alacaklarından söz etmeleri, artık sınıftan kaçmanın mümkün olmadığını, emek sürecinin belirleyici olduğunu ve ahmak solculardan çok daha önce tekellerin bunun farkında olduğunu göstermiştir.
Diğer yandan, baştan beri uzlaşma içinde olan, tekellere yaranmaya çalışan, hâlâ komünist olduğundan hareketle komünistlerin tarihi ile uğraştığını haykıran ama çoktan tekellerin bahçesine masa atmış aydın, yazar, siyasetçilerin hepsi birden, bu tokat gibi nesnelliğe sırtını dönmüş, başka masallarla kitleleri uyutmaya, tekel işçilerinin attığı tokadın yansımasıyla kitlelerin ama özellikle de ortada duran, bu sözünü ettiklerimle hâlâ bulaşık yaşayan ama bazı gelişmelerin de farkına varmaya başlayan sosyalistlerin, komünistlerin ahmaklık içindekilerinden ayrılan kitlesinin demokrasi illuzyonundan, akıl tutsaklığından kurtulmasının önüne geçmek için, kampanya üstüne kampanya üretmeye, tekel işçilerinin direnişini yok saymaya çalışmaktadırlar. Bu ayrıdır ve ben tekel işçilerinin direnişine güzelleme yapmak istemiyorum ama bu direnişin açığa çıkardığı nesnelliğe de dikkat çekmeden olmaz diye düşünüyorum. Şimdi tekel işçilerinin direnişi üzerinden ortaya konulacak gerçeklikler, kimi kavramlarda zorlama uydurmalar içine girmeden yansıtılmalıdır. Özellikle neoliberallerin uydurduğu "ulusalcı komünist" kavramı ki, bu kavram, var olan bir olguyu ifade etmemektedir, zorlama bir kavramdır ve zorlama olduğu kadar Dühringvari zırvaları çağrıştırmaktadır. Bu anlamda, başka içi boş ve gerçek olguyu yansıtmayan birçok kavram yanında, böyle bir kavramı nasıl üretebiliyoruz, üretenlerin tuzağına nasıl düşebiliyoruz hepimizin enine boyuna düşünmesi gerekmektedir. Komünistin ulusalcısı, özgürlük yanlısı, demokratik olanı vesairesi yoktur. Komüniste ön ek yakışmaz da, yakıştırılamaz da.
Bu güne kadar ve hâlâ, devrimden vazgeçenlerin hepsinin ortak görüşü, kapitalizmin değiştiği noktasında idi. Onlar, işçi sınıfının devrimci rolünü yitirdiğini ve teknolojinin öne geçtiğini söylüyorlardı. Dolayısıyla onlara göre sosyalizm artık bütün sınıfların sorunu haline gelmişti.
Sosyalizmin eninde sonunda ama mutlaka geleceğini söylemek kimseyi sıkıntıya sokmuyor ve üzmüyor ve de kimse böylece elini taşın altına koymamış oluyordu. Ama diğer yandan solculuk oyunu da rahatça oynanmış oluyordu. Şimdi bu oyun, kenarından köşesinden bozulmaya başladı ve tekel işçilerinin direnişi bu oyunu iyiden iyiye bozacak gibidir.
İşçi sınıfı devrimci rolünü yitirdiyse ama sosyalizm buna rağmen eninde sonunda ve mutlaka gelecekse, o kadar da acele etmeye ve yeni devrimci rol üstlenecek aktörler aramaya gerek yoktur yaklaşımında olanlar, şimdi, işçi sınıfının varlığını hem fark etmeye, hem de fark ettirmeye başladığının görülmesiyle telaşa düşmüşlerdir.
O nedenle bu tür ucube kavramların tuzağının etrafında dolaşmadan, yani lafı dolaştırmadan, bu direnişin ne anlama geldiğini somut olarak, bütün nesnelliği ile ortaya koymak gerekmektedir.
Diğer yandan, şimdi yani emek sürecinin belirleyiciliğinin öne çıktığı bu süreçte, sorunu işçi sınıfına yol gösterecek öncü partinin olmamasına bağlayan yaklaşımların yükselmesi konusunda net olmak gerekmektedir. Bu, yaklaşımdaki hassasiyet, bir yanıyla doğrudur ama eksiktir. Yani işçi sınıfının öncü partisinin olmaması ve sınıf hareketinin cılız kalmasındaki etkenlerden biri olarak, bu yokluk bir olgudur, üzerinde önemle durulmalıdır. Ama sorunu buna bağlamak, işçi sınıfı partisinin var olabilme koşullarının üzerinden atlamayı getirmektedir. Bu koşullardan en önemlisinin, bu öncülüğü yürütecek partinin içini dolduracak komünistlerin olmadığı gibi, bu kavramın da yeterince yerli yerine oturmuş olmamasıdır. İçinde komünist olmayan bir işçi sınıfı partisinin de bu sorunu çözmesini beklemek ham hayalden öteye gitmez. Somutlamak gerekirse, işçi sınıfı partisi tam da, bu tür yani tekel işçilerinin tabandan yükselen ve kendi gizil gücünü yansıtan ve de bu yansımayla pratiksel olarak bilinç taşıyan eylemler gibi eylemlerin üzerinde kendini oluşturacaktır. İşte bu nedenle hem kavramlar üzerinde daha dikkatli olmak gerekmektedir, hem de işçi sınıfı partisini var edebilmek için önünde ek olmayan komünistlere ihtiyaç olduğunu unutmamak gerekmektedir. Ama daha önemlisi, komünistlerin önüne ek koyanların kimler olduğunun ve bunu ne için yaptığının bilincinden uzak olmamak gerekmektedir.
Ayrıca, bu, tekel direnişinde yansıyan olgunun, genel olarak emperyalist kapitalizmin ölümcül hastalığına kendisinin de ona yaranma yarışında olanların ürettiği kocakarı ilaçlarının da fayda etmemesinin, 40 yıldır şekillendirmeye ve dünyaya dayatmaya çalıştıkları yeni düzenlerinin de iflas etmesinin açığa çıkardığı bir nesnellik olduğunu görmek gerekmektedir. Bu da, sorunun, sosyalist iktidar mücadelesi ile Marksizm-Leninizm’den uzak olmakla bağlı olduğunu görmemizi gerektirmektedir.
Böylece, hem ucube kavramların tuzaklarına takılmaktan, hem de bu tuzakları hazırlayanlarla bulaşık yaşayarak, bilmeden tekellerin ekmeğine yağ sürmek demek olan, sınıf bakışına yapışan körlükten kurtulmuş olunacaktır.
Dahası, böylece, hem tekel işçileri üzerinden sınıf dalkavukluğuna düşülmeyecek, hem de bu dalkavukluktan kaçayım derken tekel işçilerinin direnişi küçümsenmemiş olacaktır. Daha da önemlisi, komünistlerin, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin, en fazla sendikalizm olacağının ve bunun da bir bilinç olduğunun ve işçileri kapitalistten ayırdığının ve de bundan yeni bir düzen özleminin ve bunun için mücadele isteğinin ortaya çıkmayacağının bilinciyle tekel işçilerinin direnişi değerlendirilecek ve bu sorunun salt tekel işçilerinin sorunu olmadığı yaklaşımıyla ve bu bilinçle tekel işçilerinin etrafına bir dayanışma ve mücadelelerini desteklemekten öte, tekelci düzenin çözümsüzlüğünün yansıması olarak gelişen sorunların faturasının ödetilmek istendiği bütün emekçilerin, bu mücadeleye katılmasını sağlamak için gösterilecek bağımsız politik yaklaşımlar şekillenerek, işçi sınıfının politik öncülüğüne doğru hareket eden kadrolar ortaya çıkıp, bu nesnelliği politik öncünün öncülüğü ile bağlayacak iradeyi geliştirecektir.
Bu anlamda, sorun politik öncünün olmamasında değil, onu şekillendirecek olan ideolojik, politik donanımı tamamlanmış kadroların eksik ve olanların da, bu bilgi kirliliği ortamında her anlamda dağınıklık içinde ve birbirine güvensiz durumda olmasıdır. Öncelikle bu sorunu aşmak gerekmektedir. Bu sorunu aşmadan politik öncüye geçmek hem mümkün olmayacaktır, hem de önümüzdeki süreç bunun mümkün olmasının önünü açacak nesnel koşullarını önümüze koyacaktır. Dolayısıyla, bu sorunu aşamazsak, önümüze çıkan bu nesnelliği en iyi şekilde değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Bu arada, tekeller ve tekellerin düzeninin yürütücüleri de boş durmayacaktır. Dolayısıyla, sınıf savaşı da keskinleşecek, bu keskinlik, başka sorunların peşine takılarak yumuşatılmak istenirken, ideolojik politik donanımlı kadroların sınıf çelişkisinin keskinliğinin artacağı bu süreçte, diğer bütün sorunlardan yansıyan çelişkileri belirleyici olan sınıf çelişkisine bağlamakta hüner göstermesi gerekmektedir. Bunu başarabilmek için, soytarılık haline gelmiş olan o kadar çok ideolojik, politik ve komplocu saldırılar vardır ki, bu saldırıların tekellere yaranmak için, onların ideolojik silahı olmayı bir yaşam biçimi haline getiren sahtekâr solcular tarafından türetildiğinin deşifre olması ve uydurdukları kavramların tekeller için kocakarı ilacı niteliğinde olduğunun anlaşılması kolaylaşmaktadır. Buradan hareketle, komünistlerin komünist olduğunu anlatan ya da komünist olmadığını anlatan ön eklerin tuzak olduğunun, öneksiz komünistlerce, enine boyuna düşünülerek bilince çıkartılması gerekmektedir.
Tekel işçilerinin direnişine böyle bir pencereden bakmak ve bu direnişin etrafında dolaşıp görmezden gelerek, çeşitli kampanyaların ardına düşenleri ve düşürmeye çalışanları iyi bellemek gerekmektedir. Bu, önümüzdeki süreçte, tuzaklardan kurtulmanın, tekellerin ideolojik silahlarını püskürtmenin ve işçi sınıfının dostunu, düşmanını ayırt etmesinin ve elbette bağlaşıklık politikalarının yerli yerine oturmasının eksenini kalın bir çizgi halinde önümüze koyacaktır. Bu yönde tarihin hızının arkasında kalmayan donanımlı kadrolar, işçi sınıfının öncüsünün kendini göstermesini de bu hızın önünde bir hızla ortaya çıkaracaktır.
Söylenecekler bu kadar mı, elbette değil ama başlangıç olarak ve on yıllardır yaratılan illüzyonu yırtmak için önemli bir adım anlamında dile getirdiklerimiz âlim olanın anlamasına yeter de artar.
Bitirirken, tekel direnişinde kararlılıklarını gösteren tekel işçilerinin ve elbette diğer bütün haklı mücadelesindeki kararlılığını gösteren emekçilerin öncelikle fiziksel olarak yanında olan, bu mücadeleye şöyle ya da böyle omuz veren bütün değerli insanlara şükranlarımı ve saygılarımı borç bildiğimi belirtmek isterim.
Saygı ve sevgilerimle
Fikret Uzun

15 Ocak 2010 Cuma

KÜRT MESELESİ İÇİN SOSYAL ŞOVENİSTLERİN KOCAKARI İLACINDAN MEDET UMMAK

Daha önceki yazılarımda: “sosyal-şovenist olabilmek için oportünist olmak gerekiyor, onun için de, emperyalizmin, tekellerin zenginliğinden dökülen kırıntıların peşinden koşmak gerekiyor,” diyor ve yine devam ederek, ”milliyetçilik, şovenistlik, gericilik, ırkçılık, hepsi topyekûn emperyalist ideolojidir ” diyordum. Ve elbette bitiremiyordum, konu ağırdı. Şöyle devam ediyordum; “kozmopolitizm de, yani ulusal nihilizm de, yani bir taraftan milliyetçilik, gericilik, şovenistlik pompalayıp, diğer yandan ‘ ulus devlet bitti benim vatanım dünyadır’ ı pompalamak da, bir emperyalist ideolojidir,” diyordum.
Şunu da söylüyordum “Kimimiz aynada, Lenin siluetinde canavar görürken, kimimizin de, çok yazık ki, hâlâ 1900’lerdeyiz ve Lenin’e muhtacız dediğini görüyoruz. İkisinin ortası yoktur. Lenin ya zalimdir ya da dün olduğu gibi, bu gün de Marksizm’i daha iyi anlamamızı ve baktığımız yerdeki derinliği görmemizi sağlayan bir pratiktir. Bir bilimdir, bir hülyalı bakıştır. Ve Lenin’i öcü görürken, Marksist olduğunu söyleyenler, Marksizm’i Lenin’den kurtarmak isteyenler, asıl Marksizm’den kurtulmak isteyenlerdir.” Evet böyle diyordum ve önemli bir şey daha söylüyordum, “Suriye, İran ve Irak yönetimlerine yaklaşan’ın, AKP olduğunu, Ufuk Uras’ın elleri şişene kadar alkış tuttuğu ve Marksizm’den çoktan uzaklaşmış olduğu halde hâlâ övünülen, Marksist maskeli (sol duyusu kalmamış) sağduyulu kişilerden birinin, pek bir övdüğü, hatta Gorbaçovlaştırdığı, başka bir ifadeyle hünerini zikrederken, yakında işleyeceği suçunu da açık ettiği Obama,dır” diyordum ve cümleyi, “biz yaklaşsak, yaklaşsak, onların halklarının emperyalizme karşı, Siyonizm’e karşı kardeşliğine yaklaşırız, birlikte mücadelesine yaklaşırız,” diyerek bitiriyordum.
Daha önce de hatırlattığım gibi, Lenin, 100 yıl önce şöyle diyordu ve ben hâlâ o dediğinin yanındayım.
"AVRUPA VE AMERİKAN EMPERYALİZMİNE KARŞI KURTULUŞ HAREKETLERİNİ, HANLARIN, TOPRAK AĞALARININ, MOLLALARIN VE BENZERLERİNİN DURUMLARINI SAĞLAMLAŞTIRMAK GİRİŞİMLERİYLE BİRLEŞTİRMEYE ÇALIŞAN PANİSLAMİZM VE BENZERİ EĞİLİMLERLE MÜCADELE ZORUNLULUĞU VARDIR."
Lenin başka önemli bir şey daha söylüyordu, yine özetini vereceğim, özeti şudur;
“Sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketi, burjuva- demokrat milliyetçiliğin dar kalıplarının içine sıkıştırılamaz.” .
Şimdi, daha o zaman dikkat çekilmiş bir milliyetçi eğilimi hâlâ savunanlar, buna karşı çıkanlara, ulusların kaderini tayin hakkını savunmayı, bu kaderi her şeye rağmen ayrılma hakkı olarak teşvik etmekle özdeşleştirmenin yanlışlığını dillendirenlere, milliyetçilik yükleyerek, gerçek yüzlerini gizlemeye çalışıyorlar. Bu hakkı sonuna kadar savunmak ile bu savunmadan teşvik etmek sonucunu çıkarmak arasındaki farkı bile ayırt edemiyorlar.
Diğer yandan, Emperyalizmin Irak’taki işgalini demokrasi getiren bir müdahale olarak görenler, bunun bir ilhak olduğunu ve emperyalist bir kavga olduğunu söyleyenleri Baasçı yaparken, güneyi, kuzeye birleştirerek, emperyalizme peşkeş çekmenin neresinin ‘ulusal kaderi tayin hakkının’ özgürce kullanılması olduğunu anlatamamaktadırlar. Ama bu Emperyalist oyunların gerçek yüzünü deşifre edenleri milliyetçilikle ve Kürt halkının kaderinin önündeki engel olarak suçlamaktan geri durmamaktadırlar.
Dersimden söz edenlere ve bugün bu konuda en keskin lafları edenlere sesleniyorum, şu anda babayani laflar eden hangi Kürt, çok değil, bundan 30 yıl önce, ben Kürdüm diyordu, Dersim’de yaşananlarla ilgili tek kelime ediyordu? En son Behice Boran’ın bu topraklarda Kürt vardır dediği için 15 yıl yemesinden sonra, hangi Kürt şair, Kürt romancı mesela Yaşar Kemal ve başka Kürt şair, romancı vesaire hangisi, ben Kürdüm diyordu. Hangisi kendi ulusunun, kendi topraklarında yaşanan mezalimin hikâyesini, başkaldırılarını yükseltecek şekilde kitaplara, şiirlere döküyordu.
Şimdi TRT ŞEŞ’te şarkı okumak, şiir okumak, tekellerin çizdiği çerçevede konuşmalar yapmak mıdır Kürt halkının haklı mücadelesinin yanında olmak? Bu mudur kazanım ve bu kazanımsa, siz mi kazandınız, sözünü ettiğimiz Kürt ama Türk gibi şiir yazanlar mı, roman yazanlar mı kazandı?
Lenin’in söyledikleri 100 yıl önce de olsa, Marks’ın söyledikleri 150 yıl önce de olsa, ölü bilgiler, modası geçmiş bilgiler değildir. Üzerlerine yeni tuğlalar konmadıkça da, bin yıl geçse canlılığını koruyacak bilgilerdir.
Lenin, “proletaryanın bağımsızlığını koruyarak ve sosyalizmin çıkarları doğrultusunda, sosyal -demokrasi ile ittifak kurabilirsiniz” demiştir komünistlere. Ama onunla bütünleşmemek kaydıyla… Şimdi Davos * imzalı metinler hatırlatılırken, Türkiye sosyalist hareketinin, Mustafa Suphiler katledildiğinden beri sosyal demokrasinin kuyruğuna takılı kaldığı görmezden gelinmektedir. Şevket Süreyya Aydemirleri, Vedat Nedim Törleri, Kemalizmin cengâverliğini yaptıklarını unutturup, peygamberleştirerek, tarih dersi vermeye çalışılıyor ama öte yandan, Kürt sorunu üzerinden bu tarih inkâr ediliyor. Biz Dersimi de, Mahabatı da biliyoruz. Dün, Kemalizm’le geçici, sosyalizmin çıkarları için, onunla bütünleşmeden ittifak kurulmasını öneren Lenin’i dinleyerek Türkiye’ye gelen M. Suphilerin Lenin tarafından öldürtüldüğünü söyleyebilecek kadar sığ düşünce eğilimlerinin ağzıyla tarih dersi vermeye çalışmak abesle iştigaldir.
Kimseden daha fazla Kürt olmak zorunda değiliz, ama herkesten daha fazla ve gerçekten Kürtlerin ulus olarak da, halk olarak da, haklarını özgürce tayin etmelerinden yana olduğumuza eminiz.
Ayrıca dün, Kürt yok diyenlerin, neden şimdi ısrarla Kürt aşağı, Kürt yukarı, Ermeni aşağı, Ermeni yukarı konuştuğu da görülememektedir. Bunun Türk aşağı, Türk yukarıyı da, yükselteceği, hatta yükselttiği bile görülmüyor. Ve elbette böylece, parça pinçik, küçük devletlerin, emperyalizmden başka, tekellerden başka, kime ne faydası olacağı düşünülmüyor bile. Dahası, dün sosyalist hareketi Kemalizm’in kuyruğuna yapıştırıp götürenlerin, bu gün o kuyruğa yapıştırdıklarını Kemalist ilan ederek, iki yüzlülük yaptıkları bile görülmüyor.
Kuzey Irak’ın Barzani’ye hediye edildiğine bakmayın, orası bir ABD toprağıdır. Henüz ABD’nin işgali bitmedi. Bittiğinde bu toprakları Barzanilerin koruyamayacağını da biliyor ve kıyameti-alametin nedeni budur. Emperyalizm kimseye kara gözü, kara kaşı için bir şey vermez. Buna o topraklarda halk dilinde “gütmeyeceği eşeğe ot vermez” denir.
Daha önce de dile getirdiğim gibi, Ulusal sorun konusundaki burjuva eğilimin en uç noktası ırkçılıktır. Bu, tüm halkların temel çıkarlarına düşman olan gerici toplumsal güçlerin bir ideolojisidir. Irkçılık ile şovenizmin oluşturduğu birliğin en tipik örneği, dünya gericiliğinin başlıca silahlarından biri olan, antikomünizmin vurucu gücü, Arap halklarının ulusal kurtuluş hareketlerinin ve dünya üzerindeki tüm emekçi Yahudilerin baş düşmanı olan Siyonizm’dir. Bunu ilk söyleyenin ben olmadığımı da söylemiştim, bize tarih dersi vermek isteyerek tarihi çarpıtmak, inkâr etmek girişimlerini örtmek isteyenlerin, buna Lenin’in de dikkat çektiğini bilmesi, öğrenmesi gerektiğini de söylemiştim.
Lenin’in işaret ettiği gibi, sırf “HANLARIN, TOPRAK AĞALARININ, MOLLALARIN VE BENZERLERİNİN DURUMLARINI SAĞLAMLAŞTIRMAK” için, emperyalizmi barışçı gösterip, emperyalizm eliyle Barzanilere ve elbette Büyük İsrail’e, Türkiye’yi parça pinçik yaparak, hediye edilmeye çalışılan bir devletin peşine Kürt halkını da, Türk halkını da, Ermeni halkını da takmaya çalışılmaması gerektiği, buna sol ton verilmemesi gerektiği yönündeki uyarımı tarih önünde yapmayı bir kez daha borç bildiğimi tekrarlamak istiyorum.
Şimdi moda, Marksist-Leninist kılığında olanların tekellerin köşelerinde inci dökme yarışı içinde olmasıdır. Yaranmacılık bunu gerektiriyor. Darbelerden neyi anladıklarını ya da darbelerden ne için korktuklarını, daha da açık ifadesiyle, darbelerin işçi sınıfına, sosyalist harekete karşı yapılanından korkmadıklarını ele veriyorlar. İncileri tekeller düzeninin ömrüne ömür katmak için nazara gelenlere dökülen kurşun mislidir. Kocakarı ilacıdır demek istiyorum.
Son inci şudur: Darbeler sivil ya da askeri olsun halkın seçtiği iktidara ve meclise karşı yapılır. Evet öyle diyor sahtekâr Marksist, şimdilerde içimizdeki Amerika nitelemesi ile anılan Taraftaki köşesinde. Darbeler işçi sınıfına ve emekçi kitlelere karşı ve sosyalist hareketin gelişmesini durdurmaya karşı yapılmazmış ve sözü edilen iktidar tekellerin iktidarıdır.12 Eylül rejiminin iktidarıdır. Sabah akşam darbe edebiyatı yaptığı halde, Kenan Evrenlerin yargılanması için verilen önergeye, karşı çıkan iktidardır. Bu kurşun dökücü sahte Marksist’e göre, Evrenlerin ABD gözetiminde yaptığı darbe de Demirel iktidarına idi yani halkın seçtiği burjuva iktidara ve tabii içinde sosyalistlerin kuyruğundan düşmediği Ecevit’in partisi de vardı. İşçi sınıfına 24 Ocak katmerli sömürü kararlarını dayatmak için, sosyalist hareketin kökünü kazımak için yapılmamıştı.
İşte bu incide, tekellerin köşelerinde kocakarı ilacı üretenlerin bu ifadesinde, tekelleri nazardan korumak için döktüğü kurşun misli incide, Marksizm-Leninizm’i kendilerine maske yaparak tekellere danışmanlık yapıyor olmanın itirafı vardır.
Darbeleri sınıfsal özünden ayırmanın sonu budur. Ne yazık ki, bunun peşinden aklı başında olan çok fazla insan hâlâ gitmektedir. Belki de artık sürecin sonuna gelindiğini düşünmenin rahatlığı içinde saçmaladıklarını, kendilerini ele verdiklerini düşünemiyorlar…
Emperyalizm, artık gerici karakterini tümüyle açığa çıkarmıştır ve bugün Türkiye’de tam da bu karakterine uygun bir yönetim vardır. Bu dediklerime onlarca yıl önce Lenin de, hatta 150 yıl önce Marks da, Emperyalizme ve Yahudi sorununa değinirken dikkat çekmişti.
Marksizm-Leninizm’in tarihe karıştığından emin görünen oportünistleri, Kürtlerin Barzanicisi, aydınların da anti-Siyonist olmayanı ve uzlaşmacı olanı ilgilendiriyor. Ve tabii özgürlüklerin her çeşidi yani, türbanından tut, gerici olma özgürlüğü, burjuva olma özgürlüğü, sömürme özgürlüğü vesaire hepsi onları ilgilendiriyor. Ama sosyalizm, işçi sınıfının demokrasisi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ve bunları örtmek için bir tek milliyetçiliğe tahammülleri yokmuş gibi gösteriyorlar. Bunun paradoks olduğunun da farkındalar. Ulusal bir sınır olmazsa burjuva demokrasisini kuracak bir sınır bulamayacaklarını da, faşizmin de, gericiliğin de ve milliyetçiliğin de bu burjuva demokrasisinin öteki yüzü olduğunu da pekâlâ biliyorlar. Kürtler üzerinden oynanan oyunun bir Siyonist oyun olduğunu da çok iyi biliyorlar. Her şeyin farkındalar ve sonuca geldiğini zannederek zil takıp oynamak isterken, cızırtı seslere tahammül gösteremiyorlar. O nedenle iyi ki Kürtler var derken,“iyi ki, Barzani Kürtleri var” demek istiyorlar.
Ama bu işler o kadar kolay değil, Lenin, en geri topraklarda patlak veren şubat devriminden 3 ay sonra Rusya’ya döndüğünde, bu geri topraklarda ekim devriminin yaklaştığını, eli kulağında olduğunu hissettiğinde ve Nisan tezlerini nerdeyse kapı kapı dolaşarak anlattığında, ortada fol yok, yumurta yoktu ve o zaman da maskeli balolarda Marksistçilik oynanıyordu ve de bunların hepsi Lenin’e deli maskesini uygun görmüştü. Her şey Rusya emperyalizminin lehine görünürken, sosyal-demokratların da ( Menşevikler) yanında olduğundan emin olan çarın keyfine diyecek yokken, işler birdenbire tersine döndü. Emperyalist savaş iç savaşa döndü ve çar inisiyatifi elinden kaçırıverdi. Diğer Marksist maskeliler de inisiyatifi elden kaçırdı. İnisiyatif Lenin’in ve arkadaşlarının eline geçmişti ve tabii ki, o zaman da Rusya’da en azınlıkta olan işçi sınıfının, emekçilerin eline geçmişti. Ufukta esamesi bile okunmayan Ekim Devrimi işte böyle doğdu. Şimdi eğilim Ekim Devrimini de reddetme noktasındadır. Lenin’e demagoji ile çamur atılması bunu gösteriyor. Ama o devrim bir kere olmuştur ve fiziksel olarak sosyalizmi dünyaya tanıtmıştır. Bütün sosyalizm düşmanları, bütün hainler bir araya gelse, bütün kocakarı ilaçları tekellerin köşelerindeki vitrinleri süslese, yine de bu gerçek değiştirilemeyecek ve hiç umulmayan topraklarda ama görebilenlerin gördüğü topraklarda, kendini gösterecek; bir kelebek misli başka topraklara uçacaktır.
ABD-İsrail eliyle Barzani’ye bir devlet hediye edildiğini söylemek, nesnel olan bir durumu anlatıyor. Şimdi de gelişmeler o yöndedir. Emperyalizme uşaklık ettiği, İsrail’in güdümünde ve ezilen ulusun egemenlerinden olduğu, hatta Türk egemenleri ile işbirliği halinde trilyonlarına trilyon kattığı sağır sultan tarafından bilinen Barzani’yi Kürt ulusal hareketinin anlı şanlı temsilcisi görmek, hem tarih bilgisi zayıflığını gösterir hem de Kürt ulusal hareketinin gerçekliğinden bihaberliği…
Ezen ulusun milliyetçisi olmak için bir teşvik unsuru gerekmektedir. Yani şovenizmi besleyen oportünizmdir. Oportünizm ise, işçi sınıfı içindeki kendini burjuva zanneden unsurlardan yükselir. Kıvılcımlı, Kemalizm’e meyletmeden önce, bunlara işçi sınıfı içindeki, burjuvazinin kuyruk yalayıcıları diyordu zamanında. İşte şovenizm bu noktalardan fışkırıyor. Şimdi bu noktalardan, Barzaniler ile ilişki alanında bolca var.
Öyleyse ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliği kardeştir ve aynı türden egemenlerce pompalanmaktadır. Yani ezen ulusun ve ezilen ulusun egemenleri tarafından. Neden mi, elbette çıkar için, ama öyle böyle değil, büyük çıkarlar için. Kimisi için politik çıkarlar da söz konusudur ama son tahlilde bu da ekonomik çıkara ulaşmanın bir aracıdır. Hani Amerikan filmlerinde hep doğrudan yana tavır alan ve suçlulara aman vermeyen polisler, filmin sonunda suçlularla işbirliği içindeki polis şefini yakaladığında sorduğu "neden?" sorusuna, "tabii ki para için ama çok para için" şeklinde aldığı cevap misli, çok büyük çıkarlardır söz konusu olan.
Kürt halkı için öne koyduklarıyla Kürtlere ne vermiş oldukları, Barzanilere verilenlerden Kürt halkına düşecek olanın ne olduğu, bayrağın altına dizilip, Barzanilere ekmek duası yaparak mı bayraklarını kutlayacakları sorulduğunda cevap yerine tekrarladıkları nakarat,”sizi gidinin milliyetçi Marksistleri” olmaktadır. Üstelik Kürt halkının Barzanileri istemediklerini de görmezden gelmektedirler.
Kürt halkı köle olmuş, ezilmeye devam etmiş, geri kalmaya devam etmiş, Kürt burjuvazisi semirmiş de semirmiş, Kürt aşiret reisleri hükümdarlıklarını artırmış da, artırmış olsun, kimin umurunda? Yeter ki, bütün bunlar, ABD nezaretinde ve İsrail’e büyük bir devlet oluşturmak üzere yapılsın, Barzanilerin ve onunla işbirliğindeki ezen ulusun egemen tekellerinin ve emperyalist tekellerin kasaları dolarla dolsun ve bunun için Kürt parçalarının üzerinde özgür bir bayrak dalgalansın. Özgürlük sadece bayrağa verilmiş kimin umurunda. Başka düşünceleri yoktur egemenlerin… İşte Marksizm’den uzaklaştıklarını gizlemek için maske takanların, bunu başaramadıkları için, bu maskelerinin de üzerine ulusal soruna Marksist-Leninist temelde yaklaşanları milliyetçilikle yaftalayarak yeniden maske örtmeye çalışmalarının ifadesi budur. Ama mızrak çok büyük ve çok sivridir, çuvala sığdıramıyorlar.
Şimdi anlaşılmasa da, burada tarih üzerine konuşuyoruz ve asılan her bilgi, bu sayfalarda geleceğe mektuptur. Gelecek kuşaklar karar versin ama daha önce kendini gösteren gerçeklikleri gördüğümüzde de, gerçek çözümler peşinde koşanlarla, konserve çözümlerin peşine takılanlar netlikle ayırt edilmektedir.
Barzani’ye kutsal ton ya da Kürt ulusal hareketinin şanlı liderliği payesini verenlerin, ezen ulus ve ezilen ulus derken neyi anladıklarını da öğrenmeli yeni kuşaklar. Hatta Kürtlerle Türklerin ilerici olanlarının kardeşliğinden mi söz ediliyor, yoksa gittikçe iç içe geçen Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin kardeşliğinden mi söz ediliyor yeni kuşaklar da öğrensin, biz de anlayalım. Kim bilir, belki de hiç ayırt etmeden Kürt gericileri de, Kürt ilericileri, devrimci- demokratları da, hem de Kürt halkının ensesinde boza pişiren, sömürünün katmerlisini tattıran ezen ulusun egemenleriyle, hatta ve hatta emperyalizmle de işbirliği içinde olan ezilen ulusun egemenleri de aynı kaba konulabiliyordur.
Bu topraklar yangın yerine dönmüşken, işçilerin, emekçi halkın üzerine her türlü şiddet kusulurken işçilerin, emekçilerin açlık sınırından da aşağıda, köle düzeyinde sömürülme koşullarına gösterdikleri direnci kimse görmeye çalışmıyor. Ama konserve çözümlerin peşine takılmak ise kolay geliyor. O işçilerin emekçilerin içinde Kürt de, Türk de var. Onları birleştiren emek sürecidir. Kürt -Türk diye birbirlerini arkadan hançerlemiyorlar. Kardeşliği bozmuyorlar. Kardeşliğe vurulan hançerler, her ne görünümde olursa olsun konserve görüşlerin açılımlarından geliyor.
Polise tank, top tüfek hatta belki de lazer silahı, füze filan alınmasının yolları açılıyor. Kürt halkının yoğun olduğu sınır bölgelerine bunlardan edindirilen polis birliklerinin yerleştirilmesinin açılımlarını açıkça dillendiriyorlar ama kimsenin ilgisini çekmiyor. Varsa yoksa Barzani’yi kral yapacak Kürt çözümü peşinde koşmak, koşturmak, koşmayanları şovenist ilan etmek. Bu ahmaklık değilse nedir? Bunu kim yutar? Birileri buna da kılıf bulmuş, bu gidişatta sivil darbenin izlerini bulanlara, yukarda dikkat çektim, "darbe halkın seçtiği iktidarlara ve meclise karşı yapılana denir" deyiveriyor. Öyle görüyor, daha önce de öyle görmüş. Yani 12 Eylül faşist darbesinin o zaman iktidarda olan ve halkın seçtiği hükümete ve elbette hepsi birbirini tamamlayan burjuva partileri taşıyan meclise karşı olduğunu söylemiş oluyor. Bu darbeler sivil ya da askersel olsun, halka karşı yapılamaz, işçilere karşı hatta sosyalist harekete karşı yapılamaz oluyor. Sapla saman böyle karıştırılıyor. Şovenizmin maddi koşulları var ve bu koşullara en yakın olanlar, işte o sapla samanı karıştırmaya çalışanlardır. Bunlar geçmişte sosyalist hareketin içine ve tepesine hasbelkader girmiş olmalarının kazandırdığı etiketle, Marksizm-Leninizm’i çarpıttıklarını eskiden kazandıkları bu etiketin yüzü suyu hürmetine kimsenin fark etmeyeceğini ve onların ne söylerlerse doğru kabul edileceğini sanıyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü Kautsky de, Plehanov da ve hatta Troçky de Marksist kökenli idiler ama çok geçmeden Marksizm’den uzaklaşıp, burjuva ideolojilerinin sağdan veya soldan peşine takılmışlardır. Daha böyle kökenli olup, kökenlerinden milyonlarca kilometre uzaklaşanlar tarihte çoktur.
Diğer yandan, ulusal sorun konusunda Lenin’in söylediklerini bütünsel olarak örnek gösterenleri milliyetçi göstermek için, onları Lenin’e milliyetçilik yüklemekle suçlamaktadırlar. Lenin milliyetçi değildir, hatta Stalin de değildi, ikisi de pratiğin yani tek ülkede sosyalizmin dayattığı zorlamalarla en akılcı yönden mücadele eden kişilerdir. Hatta Stalin kraldan çok kralcı olarak bu akılcılığına devam etmiştir, bu ayrıdır. Lenin’in ulusal sorunda öne koydukları parçalı ve birbirinden kopukmuş gibi gösterilse de, bir bütünlük taşımakta ve çağdaşlarından ayrılan en ilerici çizgiyi yansıtmaktadır. Ulusların kaderini tayin hakkını savunmak, hem de ayrılma hakkı ile beraber savunmak ayrı bir şeydir, bu hakkı teşvik etmek ayrı bir şeydir onun için.
Bunlara ilaveten, bu hakkın savunulmasının, burjuva milliyetçilerinin, gericilerin, irticaın palazlanması için kullanılması yönündeki tehlikelere de, sanki bu günleri 100 yıl öncesinden görmüşçesine önemle dikkat çekmiştir. Ama Barzani’ye ille de bir anonim şirket misli devlet hediye edilmesini devrimcilik sayanlar, bu bütünselliği parçalamaya çalışmaktadır. Ne yazık ki, birçok aklı başında arkadaşımız da, bu nedenle kafalarının karışmasından kendini alamamaktadır. Kimse Kürtlerden çok Kürt olacak değildir, ama Kürtler ille de Barzani’nin kuyruğuna takılıp, emperyalizmin toprakları sayılacak bir ayrılmanın peşine takılacaksa onların bileceği iştir yani Kürtlerin inandığı doğruya rağmen, onlara doğruyu göstermek ve zorlamak kimsenin harcı değildir. Öyleyse, Barzani’ye hediye edilmek istenen devlet için kullanılmak istemeyen bir Kürt halkı vardır ve yeniden açılım için imza kampanyası başlatanlar da, hatta onlarca köyü dolayısıyla yüzlerce evi olan Ahmet Türk’e evlerini açan imzacılar da bu gerçeğin üstünü örtemeyecekler. Kürtlerin iyisi ile kötüsünü ayıklama operasyonlarının sessiz sedasız gerçekleşmesindeki ortaklıklarını bilerek ya da bilmeden gizleyemeyeceklerdir.
Marksist ama Leninistlikle beraber düşünmek, bize yüzeyde görünenin altında saklı olan görünmeyeni yani asıl nesnelliği göstermeye yarıyor. Ve işte telaş bundandır. Artık Marksizm Leninizm geçmişin eksikli kalıplarından, prangaya vurulmuş yapısından kurtulmaktadır. bu yapı, aklı zincirli olmayanlarca, gün be gün 21. yüzyılın Marksizm’ine doğru ilerlemektedir.

* R.Davos; TKP genel sekreteri İ.Bilen'in müstear isimlerinden birisi.
Fikret Uzun

MARKSİZM-LENİNİZM KONUŞMAK "CİYAKLAMAK" MIDIR

Marksizm-Leninizm’den söz eden herkes Marksist -Leninist olsaydı, herhalde, revizyonizm iyi bir şey olarak kalacağı gibi, oportünizm konusunda sayfalar dolusu kitaplar yazılmaz, isimler zikredilmez ve bu zikredilen isimlerin bir zamanlar ve hatta, zikredildiği tarihte bile Marksizm-Leninizm’den söz ediyor olması söz konusu olmazdı.
İfadelerime böyle başlamak istedim ve bunun üzerinden devam edeceğim. Çünkü uzun zamandır, hem de komünistlerin yani Marksist-Leninistlerin tarihini araştırmak için toplanılmış bir alanda, Marksizm-Leninizm’den konuşanlara karşı nerdeyse cadı avını andıran yaklaşımlar söz konusu olmaktadır. Hatta Marksizm-Leninizm’den söz etmek “ciyaklamak” olarak nitelendirilmekte, dahası artık Marksizm’den uzaklaşmış olduklarını örtmek için, geçmişte yaptıkları işler sıralanmaktadır. Böylece Marksizm-Leninizm’den söz edenlerin sözlerini ağızlarına tıkabileceklerinin hesabı yapılmaktadır. İşte bu yazımda hesaplarının yanlış olduğunu göstermek üzere bir tarih dersi vermeye çalışacağım.
Lenin’in ağabeyi Narodniklerdendir. Lenin de, o çevrede yetişiyor. Struve ile Plehanov gibi legal Marksistlerin öğrencisidir. Bu noktadan itibaren, tarih bize çok önemli dersler öğretiyor. Şöyle; Lenin’in ağabeyi, Narodnik Aleksandr, çara suikast girişiminden yakalanıyor, çarın işkencelerinde suçunu kabul etmiyor, kimseyi de ele vermiyor. Mahkemede konuşuyor ve bütün suçu üzerine alıyor, böylece arkadaşlarını kurtarıyor, kendisi idam ediliyor. Lenin, Narodnizm'den de, Legal Marksistlerden de, yani öğrencisi olduğu Plehanov'dan da, Struve'den de, hem de onları mahkûm ederek, ayrılıyor. Bunun için değil yani abisi asıldığı için değil, gittikleri yolun hep Marksizm’in çok uzağına düştüğünü gördüğü için.
1905’e kadar, nerdeyse bütün zamanda, Lenin Sibirya’da sürgündedir. 1905’ten sonra da en fazla iki yıl Rusya’da kalıyor ve 1905 devriminde, doğrudan hem kendisinin hem de arkadaşlarının etkisi olduğunu gösteren anlatımlar yoktur. Sonrası da yine sürgündedir. Ve işin daha ilgi çekici olan yanı, bu döneme kadar Narodnizmin dönemi ki, Lenin onları halkın dostları kimlerdir yapıtı ile kıyasıya eleştirmiş ve mahkûm etmiştir, ama ağabeyinin de içinde olduğu bu hareketin başlangıcı en özverili, kahramanca mücadele eden genç devrimcilerin olduğu dönemdir. Legal Marksizm Rusya’da popülerdir ve elbette Rusya’da bütün zamanlarda en popüler olan yaklaşım Marksizm’dir. Öyle ki, Kapital en çok Rusya’da okunmuş ve Rusçaya çevrilmesinden önce Çarın sansürcüleri tarafından sakıncalı bulunmamıştır. Yani herkes ne kadar çok Marksist olduğunu anlatmaktadır ve birbirini Marksist olmamakla suçlamak için Marksizm’i öne çıkartmaktadır. Lenin, kapitalin tercüme edilip okunduğu,Marksizm’in en çok konuşulduğu bu dönemin Rusya’sında, Marksizm’i en çok didikleyenleri ve kötü niyetle didikleyenleri adeta bir avcı gibi yakalayıp, deşifre eden ve hatta belki de zamanının çoğunluğunu Marksizm’i kötü niyetle revize etmeye çalışanları, oportünistliklerini Marksizm kılıfı ile saklamaya çalışanları deşifre etmeye çalışarak harcıyor, Marksizm’den sağa, ya da sola kaymanın tehlikelerini anlatırken, bu kayışların burjuva ideolojisine doğru kayış olduğunu, Marksizm içinde kalınarak ortaya konulan farklı düşünceler olmadığını, açık, net ifadelerle belirtip, Marksizm’in sulandırılmaması için, sürekli olarak mücadele edilmesi gerektiğini bütün Marksistlerin önüne görev olarak koyuyor. Buraya kadar ilgi çekici olanların daha da ilgi çekici olması burada başlıyor; Lenin, kendi ifadesiyle 1893’den beri yaptığının, aptallıklara, bayağılıklara ve oportünizme karşı bir militan kampanyadan diğerine koşmak olduğunu belirtiyor. Karşılığında ise, hep bayağı insanların nefretini kazandığını söylüyor. Ama yine de onlarla barışmak yerine bu yazgısını tercih edeceğini ifade ediyor. Bunu Marksizm için yapıyor ve bunları ifade ederken hep Marksizm’den konuşuyor. Hep Marksizm’i savunmak zorunda kalıyor. Dahası Marksizm’i çarpıtanlarla, Marksizm’den uzaklaşmış olanların demagojileriyle mücadele ederken, hep Marksizm diyor. Yani yatıyor kalkıyor Marksizm diyor, başka bir şey demiyor.
Peki bunu ne için diyor, Avrupa’dan beklediği devrimin, Rusya’da gerçekleşeceğini gören Lenin, Marksizm en iyi şekilde ortaya konulmazsa, Marksizm’i çarpıtanların başarılı olacağını ve sosyalist devrimin boğulabileceğini düşündüğü için diyor. Bu nedenle de kendisine çarın polisinin ve burjuvazinin kalemşörlerinin 24 saat devrimi düşünen adam nitelemesi yaptığını, bütün tarih kitapları yazıyor. Bu sevilmeyen hatta nefret edilen devrimci Lenin’dir. Yani politikada rakipleri karşısında yalnızdır. Ama o hep net tutumdadır, hep Marksizm’i daha iyi anlama, geliştirme ve çarpıtılmasına izin vermeme tavrını korumaktadır. Onun sevilmemesi, nefretleri üzerine çekmesi bu yüzdendir. Ama bu, şimdi yani Lenin’e yazılan Ekim Devriminin yerleştirdiği Sovyet sosyalizminin çözülmüş olduğu bu koşullarda bile görülüyor ki, bu yalnız olan, sevilmeyen devrimci, bütün rakiplerini daha ikinci enternasyonalden itibaren tarihten silmiştir.
Lenin, iç savaş, dediğinde (bunu derken, yanında mutlaka Marksizm de demiştir) en yakın arkadaşları bile ona deli gözüyle bakıyor ama o kendisinin bile nasıl olacağını bilmediği iç savaş için, çalışmak gerektiğini inatla ve ısrarla savunuyor. Adeta arkadaşlarıyla kavga ediyor. Bütün politik rakipleri bir yana, kendisi nerdeyse tek başına bir yana düşüyor ama rakiplerini bitiriyor. Yaptığı, bir taraftan Marksizm demek, diğer taraftan Menşeviklerle bulaşıklıktan vazgeçmek ve diline gem vurmamak oluyor. Kendisinin öne sürdüğü tezleri anlamamakta ısrar edenlere önce anlamadıkları için "eşek" ya da "aptal" diyor, anlayıp da kabul etmemekte direnenlere ise, " alçak" ya da "hain" diyor. Ve şubat devriminin patlak vermesinden bir kaç ay sonra Rusya’ya döner dönmez, sürekli dillendirdiği tezlerle daha fazla Marksizm, daha fazla sosyalist iktidar konuşuyor. Nerdeyse kapı kapı dolaşıp Nisan tezlerini anlatıyor. Görülmeyeni görüp, göstermeye çalışıyor ve bu görülmeyen için mücadele etmeye çağırıyor. En yakınında Lenin’in stratejisini anlayan ve gören örgütçülüğü ile neredeyse kahraman sayılan Troçki vardır. Ama sonra ondan da ayrılıyor. Ya da onu da ayırıyor. O güne kadar hepsi yani bütün arkadaşları hatta öğretmeni olan Plehanov gibi, Struve gibi Legal Marksistler dahi ve hatta kıyasıya eleştirdiği, mahkûm ettiği, Marksizm için en sinsi düşman ilan ettiği Kautsky bile Marksizm için iş yapanlar sınıfındadır. Sonraki işleri, önce Marksizm’den uzaklaşmak, sonra da bunun doğal gereği olarak, başkalarını da Marksizm’den uzaklaştırmak işi oluyor. Karşılarında hep, şimdilerde Marksizm-Leninizmden konuşmaktan hoşlanmayanların ifadesiyle, Marksizm diye sürekli "ciyaklayan" Lenin oluyor. Ama Lenin’in bu ciyaklamaları, Marksizm’den uzaklaşanları tarihe gömüyor, işçi sınıfını ve Rusya’nın yoksul emekçi halklarını Lenin’in etrafında dolayısıyla Marksizm’in etrafında topluyor ve ne Menşevikler kalıyor ne legal Marksistler ne revizyonistler, ne oportünistler, türeyen ardıllarını saymazsak, hepsi tarihten siliniyor. Silen ise sürekli Marksizm diye "ciyaklayan" Lenin’dir. Ve kökü 19. yüzyılın sonuna uzanan Bolşevik partinin gerçek anlamda komünist parti olarak kendini göstermesi, oluşması ve Ekim Devriminin başına geçmesi Lenin’in en sevilmediği, en nefret edildiği ve en çok iç savaş diye ciyakladığı bu dönemde yani Lenin’in daha kimsenin görmediği zamanda gördüğü emperyalist savaşın iç savaşa dönüşmeye başladığı zamanda gerçekleşiyor. İç savaşta bu gerçekliği oluşturan ve Sovyet sosyalizmine damgasını vuran kadrolar, daha önce Marksizm için iş yapanları ama artık burjuva ideolojisinin yayılması ve Marksizm’in içine sokulması için iş yapanları, geçmişte Marksizm için ve Rus emekçi halkları için yaptıkları işlerin yüzü suyu hürmetine, iç savaşın içinde yükselen Bolşevik partinin yanına bile yaklaştırmıyorlar.
Yani başta Lenin olmak üzere, onu dinleyenler ve onun gösterdiklerini görenler körlerin ve sağırların birbirini ağırlaması misli nitelenip, ötelenirken ve sürekli Marksizm diye ciyaklamalarından kulakların tırmalandığı söylenirken, iç savaşın ateşleri içinde kimin sağır ve kör olduğu, kimin sağıra ve köre yattığı hatta dilsizi oynadığı netlikle ortaya çıkıyor.
Nisana kadar neredeyse bütün rakiplerinin nefretini çeken Lenin ve onu takip edenler, işçi sınıfının ve emekçi halkların, yoksul yığınların sevgisiyle ve Lenin’in anlattığı Marksizm’e inancıyla çepeçevre sarılıyor; Lenin, hem rakiplerini bitiriyor, hem de çarı ve hem de çarın çanak yalayıcısı küçük burjuva oportünistleri gömüyor. Ve daha o tarihte, hatta belki daha da önce, sosyalizm geri dönülmeyecek bir şekilde ayakları üstüne oturana kadar, burjuva ideolojisine, onun işçi sınıfının içindeki, Marksizm içindeki uzantılarına karşı aralıksız ve amansız bir mücadeleyi vasiyet ediyor.
Benim yaptığım da, bu vasiyete uymaktan başka bir şey değildir.
Marksizm’i sulandırmaya, çarpıtmaya, yok saymaya, modası geçmiş belletmeye çalışanlara ve hatta tekellerin kalıplarına uygun Marksizm üretmeye çalışanlara karşı, Marksizm’i anlatmayı ve hatta Marksizm’in Marksizm-Leninizm olduğunu öne çıkartmayı, tarihi bir görev olarak biliyorum.
Fikret Uzun

5 Ocak 2010 Salı

SOSYALİZMİ KAPİTALİZME KARDEŞ YAPMAK İSTEYENLERE AÇIK MEKTUP 1-2

SOSYALİZMİ KAPİTALİZMLE KARDEŞ YAPMAK İSTEYENLERE AÇIK MEKTUP
MEKTUP 1

Marks ve Engels’ten beri var olan bir nesnel gerçekliğin, Marks ve Engels tarafından teorilendirilerek açığa çıkarılması ve Lenin tarafından geliştirilmesi ve de Lenin’den fazla Leninci olarak da, Stalin’in pratiğe uyguladığı en mükemmel teori ile pratik bütünlüğüdür.
Ancak, sorun şudur ki, bu bütünlükten uzaklaşılmış, uzaklaşıldıkça, kapitalizmle bulaşıklık artmış ve sap ile saman şimdi bile devam eder halde karışarak kendini göstermiştir.
Yani sosyalizm ile kapitalizm birbirine karıştırılmış, hatta yer yer ve zaman zaman ve şimdi de, nerdeyse mutlak teori düzeyinde kapitalizm ile sosyalizm kardeş ilan edilmiştir.
Komünistler, özel mülkiyet rejimi olan kapitalizmi, bu mülkiyetin sahiplerini yaratırken kendileri mülksüzleşen ve tüm yarattığı zenginliklere rağmen kendisi yoksullaşan, hiçleşen, insanlıktan çıkan, kendi emek ürünlerini zenginlere kaptırdığı yetmiyormuş gibi, kendi emek ürününe, dolayısıyla emeğine yabancılaşan işçi sınıfının, emekçilerin kurtuluşu için, bu özel mülkiyet rejiminin kendisinde yarattığı ve biriktirdiği isyanını bilimsel temele oturtarak, kendi elleriyle kurtuluşu için ayağa kalkan işçi sınıfının devrimci öncülüğünde, kapitalist sosyoekonomik yapının yerine, onun tamamen zıddı olan ve tarih öncesi döneme son veren sosyalist sosyoekonomik yapıyı yani sınıfların ortadan kalktığı ve artık insanı insan yapmanın kapısını açan sosyalizmi hedeflemektedir.
Bu da, özel mülkiyeti ortadan kaldırmayı hedeflemeden, sınıfların ortadan kaldırılmasını hedeflemeden anlaşılamaz.
Bunu hedefleyenleri, hatta ve hatta bu hedefin güvencesi olarak henüz kendini yok etmeyen ama burjuvazi karşısındaki varlığını burjuvaziyi zengin etmek için değil, bu zenginliği insanı zenginleştirmek için kullanmak üzere koruyan ve bunu korumak için de kendi aygıtını kuran, hatta bu aygıt sayesinde kendini gönüllü, karşıtını bu aygıtın kuralları çerçevesinde ortadan kaldırarak, gerçek insanı inşa etmenin kapısını açan işçi sınıfının devrimci ve öncü olmasını bir türlü anlayamayan, bunda bir anti demokratik iz arayan, hatta bir Hitler arayan ama tüm bu bakış açısına rağmen "bir gün mutlaka sosyalizm gelecek" diye felsefe yapmayı da seven kişilerin, grupların anlayacağı, anlasa bile işine geleceği bir olgu değildir.

Anlamamak ya da işine gelmemek dinamiğinde yatan ise şudur; zamanında, devrimin gelişme aşamasını, devrimci bir atılımın var olup olmadığını hesaba katmaksızın, bütün temsili kurumlara ne pahasına olursa olsun katılmayı mutlak bir teori haline getirmenin tersyüz edilmiş aynı hali olan, burjuva parlamentolarda yer alınmamasını savunan otzovistlerin, hatta ultimatom vererek, burjuva parlamentonun işçi ve emekçiler için bir şeyler yapmasını sağlamayı, sağlanamazsa parlamentodan ayrılmayı savunan ultimatomcuların yaptığı gibi, kapitalizmden hâlâ bir şeyler beklemek gerektiğinin teorisini böyle devrimci gevezeliklerle örtülemektir.
Gerçekte, bir küçük burjuva bakışını yansıtan bu tür yaklaşımlarla, daha o zaman diliminde arasına kesin ve uzlaşmaz bir duvar ören Lenin’e yüklenerek, onu işçi sınıfı hareketi içersinde bozguncu ve bölücü olarak bizzat o zamanki sosyal demokratların (komünistlerin) mahkum ettiklerini düşünürsek, bugün de aynı anlama gelen yaklaşımların yanında, bu anlayışlardan ayrılmayı ve bu anlayışlarla kesinkes uzlaşmaz bir tutum almayı, işçi sınıfı hareketini bozan, bölen bir tavır olarak ele alıp mahkum edenlerin olması da normaldir.

Ancak, işçi sınıfı hareketini asıl bölenler ve bozguna uğratanlar; tarihin bir bir açılan sayfaları göstermektedir ki, dün de, bu gün de, bu anlayışlardan kesinkes ayrılarak uzlaşmaz bir tutum alanlar değil; aksine işçi sınıfı hareketini devrimci tumturaklı sözlerle, demokrasi, insan hakları temalarının ardına gizlenerek, küçük burjuva ideolojisiyle şaşırtanlar, işçi sınıfının devrimci hareketini kapitalizmin iyileştirilmesine tabi kılmak isteyenlerdir.
Sosyalizm adına kaygı duyulacaksa, umutsuzluğa kapılmadan ve sosyalizm denilen nesnelliği hiçbir gücün aşamayacağı bilinciyle, bu anlayışların işçi sınıfı hareketi içinde ağırlık taşırken, hâlâ sosyalist hareketin içinde imiş gibi algılanmasına duyulmalıdır.
Bu algıdan uzaklaştırmak, bu anlayışı taşıyanlardan kesinkes ayrılarak ve gerçekte küçük burjuva ideolojisiyle donatılmış bir anlayış olduğunu algılatmakla mümkündür.

Ne zaman ve hangi güç dengesi koşullarında, burjuva parlamentosundan yararlanmayı, bu çerçevede kullanılacak mücadele araçlarından yararlanmayı, proletaryayı güçlendirmek ve sosyalist iktidar mücadelesinin yürüyüşünü güçlendirmek için, gerekli olan esneklikleri bu yürüyüşün ana hattındaki ilkelerden sapmadan kullanmayı politika sanatı olarak, tümüyle nesnel koşulların üzerinden ele almak komünistlerin görevidir ve sorumluluğudur.
Ve buna izin verilmesine, kimsenin öznel niyetleriyle ters düşmesine ve burjuvaziden medet umanların üzülmesine bakmaksızın, bu yönde cafcaflı devrimci gevezeliklerin gerçekte neyi ifade ettiğini ayırt etmeyi de, komünistler en iyi şekilde gösterme sorumluluğunu yerine getireceklerdir.
Bu alan geçmiş tarihteki komünistlerin tarihe nasıl izler bıraktığını, tarihin mantığı çerçevesindeki nesnelliklere cevap veren teorileri üretip üretemediğini ve dahi bundan ders çıkarıp çıkarmadığını irdeleyen bir alansa ve merkezinde eski komünistler, sosyalistler varsa yani özel mülkiyet rejimine karşı mücadele ettiği için, bir sınıfın başka bir sınıfı ortadan kaldırmayı hedefledikleri gerekçesiyle zindanlara atılanlar varsa, öne çıkanların fiziksel varlığına son verilenler varsa, hatta onların ardından gelip aynı bayrağı taşımaya çalışan yeni kuşaklar varsa, elbette bakış açısı hâlâ özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya yönelik olacaktır. Bundan tabii bir şey olmadığı gibi, bunu küçük burjuva ideolojileri ile sulandırmaya, bulandırmaya çalışmanın karşısına ikircimsiz dikilmenin de anlaşılmaz bir tarafı yoktur.

Devam ederek, insana dair de biraz konuşalım. Daha önce de ifade ettiğim gibi; İnsanı yükseltecek olan tek güç, proletaryanın, erki ele alarak kendini de, karşıtını da yok edecek olan gücüdür.
Ancak ondan sonradır ki, insanın düşünce gücü, insanlık için sadece ve sadece mutluluğu yaratacak olan yeni tip insanı yaratabilir. Artık böyle bir insanı hayal edebilecek öze kavuşabilir.
Modern burjuva devleti, burjuva toplumunun insanını, çıkara dönük emeğin köleliği altında, kendi bencil ihtiyacıyla, öbür insanların bencil ihtiyacının köleliği altında yaşadığının bilincinde olmayan, bağımsız insan olarak tanımlarken, evrensel insan hakkını işte bu insana tanımaktadır .
Bu, köylü deyimiyle, gütmeyeceği eşeğin önüne ot koymayan ağa misali, burjuvazi,gütmeyeceği insanın önüne insan hakkı koymaz, başka bir ifade ile koyacağı insan hakkı, güdeceği insan boyutundadır.
Bunu değiştirecek olan ise, insan hakkına güdüleceği oranda sahip bırakılan, köle tacirlerinin ya da esir tüccarlarının elinde hem kendi bencil ihtiyaçlarının köleliğini, hem de kapitalistlerin bencil ihtiyaçlarının köleliğini yaşayan soyut insan değil, insan olarak bunu yaşarken, insandışı bir varoluşun gerçekliğini gören, bu alçalmaya karşı isyan biriktirmiş olan, insanlığı kurtarırken, kendini ortadan kaldıracak proleter sınıftır.
Dolayısıyla, kin hem insanca bir duygudur ve hem de proletaryanın en önemli silahlarından biridir. Daha doğrusu proletaryanın isyanını biriktiren en akıllı tutumudur diyebiliriz.
Ancak proletaryanın bu kininin, bencil ihtiyaçların köleliğine yönelik tehlikesi, insanlık dışı, ilkel kini açığa çıkartır ki, bu burjuvazinin ve kapitalizmde kalmak isteyenlerin kinidir ve bu ilkel kine karşı proletaryanın sınıf kini insanoğlunun en haklı ve değiştirici, dönüştürücü eylemini besler.

Bu dile getirdiklerim ne benim tarafımdan yeni söylenmiştir, ne de bundan sonra başka kimse söylemeyecektir ve nasıl bir düşünme sistematiği sorusuna cevap olarak; bu sistematiğin zorlama bir öznelliği yansıtmadığını ortaya koyan ve bunun için konuşturan bizzat bilimin kendisidir.
Bizler sadece bundan anladıklarımızı doğru bir biçimde ifade etmeye çalışıyoruz, hepsi bu.

Diğer taraftan, sosyalizmi hedeflerken, başka gözlükle baksa da sosyalizmi selamlayanların başımızın üstünde yeri olduğunu belirtmek isterim. Ancak buna rağmen, sosyalizmi değil de, kapitalizmin iyileştirilmesi ile dünyayı yaşanılır bir hale getirme hayalini hedefleyenlerin sosyalizmi selamlamasının bir kıymeti harbiyesi olmadığı yanında, kapitalizmde kalarak kurtuluşu hedefleyenlerin ise sosyalizmi selamlamalarındaki ahenk, kapitalizmle sosyalizmin uyum içinde, kardeşçe bir arada olmasını selamlamaktaki kadardır.
O da, sosyalizmin nesnelliği karşısında, bu kardeşlik sayesinde kapitalizm lehine kalıcı bir baskın çıkma durumu hedeflemek demektir.
Yani sosyalizmi gerçekten selamlayanlar, sosyalizmi gerçekten isteyenlerden başka kimseler değildir.
Sosyalistlerin, kapitalizmle sosyalizmin kardeşliği içersinde paylaşma ve çoğalma anlayışı yoktur. Aksine bu şekilde çoğalma anlayışından kesinkes ayrı olmanın katı uzlaşmazlığını taşımaktadırlar.
Başka bir açıklamaya gerek duyarsak, tüketimin sınırlanması yönünde bir telaşımız da yoktur, çünkü tüketim üretimin kardeşidir. Tüketim olmazsa, üretim de olmayacağı ve kapitalistler daha çok kazanamayacağı için bu kardeşlik kapitalizmde hep olacaktır. Buna vurgu yapanlar, hem kapitalizmde kalıp, hem de tüketimi sınırlamaktan söz ederek kapitalizmin iyileştirilmesi özlemini taşıyanlardır.
Ama tüketimin sınırlanmasını, insana değer vermemeye malzeme yapmanın yanlışlığı bir yana, yapılacaksa da, bu, tüketimin sınırlandırılmasını içeren bir kapitalizmi insanın kurtuluşu olarak görenleri ilgilendirir.
Son olarak, bir sürü "nasıl ?" sorusu sorulduktan sonra, bütün cevaplarıyla beraber ve olumsuzlayarak ve hatta bütün günahları da yükleyerek işaret edilen Stalin kadar taşın kapitalistlerin başına düşmesi, yine Stalin kadar bir cevherin de, sosyalizm adına netlik kaygısı duyan, gerçekten sosyalizmi hedefleyenlerin önüne düşmesi, onların elinde ve sosyalist iktidar yürüyüşünde daha geniş ve iktidarı yakınlaştıran daha emin bir yol açan daha büyük bir cevhere dönüşmesi dileğiyle... diyorum.
Ve elbette ki, Marksizm-Leninizm sadece bu cevheri değil, başka ve her geçen gün çoğalan başka cevherleri de, baldırı çıplak hale getirilen işçi ve emekçilerin, kapitalizmde yok olmaya mahkum edilen yoksul ve kelimenin tam anlamıyla baldırı çıplak hale getirilen halkların önüne, biriktirdikleri kin ve nefreti akıtacakları yönü gösterecek ve baldırı çıplaklıklarından kurtulmakla kalmayıp, baldırı çıplak yapan bütün tarih öncesi etmenlerin de kökünü kurutmalarına mihmandar olacak ve dahi gerçek anlamda insan olmaya adım attıracak, onlara dizüstü durumundan ayağa kalkmaları gerektiğini düşünmenin yetmediğini, ayağa kalkmaları gerektiğini göstererek, ayağa kaldıracak bir kılavuz olarak koymaktadır.
Henüz bu ve bunun önemi görülemiyorsa, nesnel olarak yok demek değildir. Bu sadece ahmaklığın belirtisidir.
Bu kılavuz, sorulan hiçbir soruda kendini göstermemektedir. O nedenle, bu cevher, cevherler ancak ve ancak, değerlerinin ayan beyan görüldüğü, dünyanın ve insanlığın oluşumunun ve gelişiminin izlerini taşıyan big-bang teki gibi patlamalar sırasında kılavuzluğu hak edip etmediğinin izlerini gösterecektir.
Görünen köy kılavuz istemiyor yani.

Fikret Uzun



MEKTUP 2

1960 lı yıllarda ABD nin CIA eliyle, tıpkı hâlâ yapmaya devam ettiği işgal operasyonları gibi, pasifikasyon operasyonlarını sürdürürken demokrasi ihracı safsatalarını öne koyması(....) ve dahi çeşitli renklere büründürerek, emperyalist kapitalizmin lehine, onu biraz daha sürdürebilmek için ortaya konan her şeyin içimize dışımıza demokrasi olarak akıtıldığı gibi, Vietnam’da da, kurtuluş hareketinin sosyalist kadrolarının ve dahi onlara karşı dikilmeyip de, ABD’nin kuklası hükümete karşı olan halkın nerdeyse topyekün yok edilmesine karar verilmeden önce yani halkın kalbini ve aklını kazanarak, ulusal kurtuluş hareketinin, sosyalist hareketin ve elbette bunun için mücadele edenlerin yok edilmesine çalışmanın başarı sağlamadığı anlaşılmadan önce, ABD Vietnam’daki operasyonlarını köy kalkındırma programı ile sürdürüyordu.
Ve adı, uluslararası kalkınma teşkilatı(AID) yanında, Amerikan haberler merkezi (USIS), sivil harekat dairesi( OCO) ve Amerikan amme işleri dairesi (JUSPAD) olan ama CIA ajanları tarafından yönetilen örgütlerle köy kalkındırma programı adı altında bu pasifikasyon hareketini koordine ediyorlardı.
İşler kötüye gidince, OCO (sivil harekat dairesi) nun ismi, Devrimci kalkınma desteği için sivil harekat (CORDS) olarak değiştiriliyordu.
Dahası, görevi Vietnam kurtuluş savaşı kadrolarının kökünü kazımak olan örgütün adı, devrimci kalkınma programı(RPD) olarak ilan ediliyordu.
Bitmedi, görevi aslında sorgu merkezlerinin genişletilmesi olan örgütün adının, özel yardım dairesi (OSA) olması da, ayrı bir örnek teşkil etmektedir.

Bu ve bunun gibi, geliştirilerek devam eden örnekler gösteriyor ki, böyle bir savaşta bulaşık bir mücadelenin; talep ederek yürüyen bir mücadelenin başarı getirmeyeceği açıktır.
Zorlama teorilerle sosyalist hareketi, en azından dünya için gerçekten tasa edenlerin hareketini kapitalizmin kuyruğuna takmak ve bütün çözümleri kapitalizm sınırları içinde çözmenin teorisini kabul ettirmek isteyenlerin söylem ve ifade tarzlarını, hatta eylem tarzlarını, yaşamın yeşil renginin üzerinden atlayarak üretilen teoriler olabileceğini bir kez bile düşünmeden "yaşasın sosyalizm" diyerek savunuya geçmek bir çelişkidir.
Bugün bu toprakları uzun yıllara yayılarak bir ahtapot kolu gibi sarmalayan ve bayraklarının bütününde ya da bir bölümünde, demokrasiyi, insan haklarını, barışı simgelemeyi ihmal etmeyen, örnek olarak verdiğim Vietnam’daki gibi örgütlerle sarmalanmıştır.
Demokrasi isteyeni de, insan hakkı isteyeni de, barış isteyeni de ve hatta sosyalizm isteyeni de, hep bu kavramlar içine hapsederek, emperyalist kapitalizmin verdiği kadarına ya da çeşidine gönüllü mahkum etmeye çalışan bu örgütler sayesinde, emperyalist kapitalizmin faşizmi demokrasi diye yutturabilmesi, bu şekilde bir illuzyon yaratabilmesi mümkün olmuştur.
Sosyalistlerin görevi ve heyecanı "yaşasın sosyalizm" diye bağırmakla sınırlı değildir. Bu illuzyonu yaratanların dibindeki, çekirdeğindeki asıl özü, kazına kazına özünün açığa çıkmasını beklemeden görmek ve göstermektir.
Ancak o zaman, doğayı ve elbette dünyayı ama ille de insanlığı kurtarmak için, gerçek anlamda iyi niyetle çaba sarf eden ama bilimsel bakıştan, sınıfsal bakıştan uzak olduğu için çare bulamayanlar, bunlardan ayırt edilebilir ve iyi niyetli eforlarının kapitalizmin ömrüne ömür katması engellenerek, bu çabalarının sınıf bakışıyla bağlanması sağlanabilir.
Tabii böylece, gerçekten ulaşmak istedikleri çözüme adım atmalarının kapısı açılmış olur. Artık o kapı onların ufkunu geliştirecektir ve çözümün kapitalizmde değil, insanı insan yapacak olan, doğaya hakim olmasının önünü açacak olan ve insanlığın doğa ile bütünleşeceğini gösterecek yani dünyayı nesnel yaşam sürecine döndürecek olan sosyalizmde olduğunu göreceklerdir.

İşte, sosyalist harekete zenginlik kazandıracak olan, sosyalistlerin dışındaki dünya için kaygı duyan insanların, bu eninde sonunda bilimsel çizgiye, sınıf hattına yönelecek olan hareketidir.

Merkeze insan konularak, dolayısıyla sınıf savaşımının, sınıflar arasındaki çelişkinin ve tabii bütün bu verilerin kaynağında kapitalizm olduğunun üstünden atlatılmaktadır.
Evet çözüm için merkeze insanı koymak gerekiyor ama gerçekten kendine yabancılaştırılmamış, insanlığından çıkarılmamış insanı koymak gerekiyor. Ve bu, bugünkü görünümüyle ne İshak Alatonlar, ne de eve ekmek götürebilmek için küçücük ve kapkaranlık dünyasının çaresizliğinde yaşayan kendine yabancılaşmış ve giderek baldırı çıplak hale getirilmiş emekçi insan da değil, emeğinin ürününü zengine kaptırmak için gönüllü olsa da, bu haktan mahrum bırakılan işsizliğin pençesindeki insan da değil.
Önce bu insanı yaratmak gerekiyor. Yaratmak için de, insanlığın tapusunu dahi eline geçirenlerden kurtulmak gerekiyor. Bununla da iş bitmiyor, insanın insan olmasının önündeki bütün engellerin kaldırılması gerekiyor. Ve işte bu işin merkezine konulacak olan, baldırı çıplaklığa çoktandır adım atmış işçi sınıfı ve emekçilerdir. Ve özünde onlar da insandır ama, İsak Alaton gibiler onların emek ürünlerini elinden aldığı ve onları emeklerinin ürünlerine ve kendi insanlıklarına yabancılaştırdığı için, merkeze İsaklarla beraber konulmak istenmesi yine yeniden İsak Alatonların zenginliğinin garantisi içindir. Demek ki, insanın insan olabilmesinin önündeki engeller kaldırıldıktan sonra, insan gibi insan yaratılır ve işte bu insanı bütün sorunların çözümünün ve hatta dünyayı yok etmeden yaratılacak olan bütün zenginliklerin kaynağının merkezine koyabiliriz.
Şimdi, şu anda yani, merkeze konulacak insan, işçi sınıfının devrimciliğine, öncülüğüne ve bu temelde sahip çıkması gereken aygıtına eskisinden bin kat fazla inanan ve güvenen ama bunu sadece yürekle değil, akılla da yapan sınıf bilinçli, politik bilinçli insan olmalıdır. İşte bu nedenle yani işçi sınıfının kendi aygıtına sıkı sıkı sarılmasından korktukları için, dün jirondenlerin ve oportünistlerin ve de kapitalizmde bir süre daha kalmak isteyen sosyal demokratların(o zamanki komünistler)içindeki revizyonistlerin panik içindeki korkusunu, bugün bu korkuyu ve paniği kapitalistler adına yaşayan eski sol gömlekli sahtekarlar ve hala kapitalizmde kalmanın erdemlerini sıralayan revizyonistler, reformistler ve dahi kendine demokrat diyenler yaşamaktadır. Demokrasi ile yatıp kalkmaları ve kapitalizme methiyeler düzmeleri bu korkularını bastırmak içindir. Başka ifadeyle, işçi sınıfının, emekçi halkların 1789 ların jirondenlerinin korktuğundan, şimdi hala neden korkulduğunu, daha açık ifadeyle, bu korkunun burjuvazi adına olduğunu anlayacakları rüzgarın esmeye başladığını görmelerindendir.
İnsanın da, insanlığın da ve elbette dünyanın da, şansı ancak ve ancak bu insanda ve bu aygıttadır.
Yani bu şans, yeşiller adıyla ya da başka isimlerle, yaşamın yeşil renginin üstünden atlayarak, sürekli doğanın yeşilinden ve insanlıktan çıkartılan insana insaniyetten söz eden, sürekli kan akıtan bir pınar olan kapitalizm koşullarında kalarak ve hatta onu da katarak, barıştan söz eden, ömrünün baharında olmasa da, kapitalizmin kışının dahi biraz daha uzatılması için çaba sarf edenlerde değildir.

Başka bir dünyanın var olabileceğine inanmak yetmiyor, hele ki bu başka dünyanın kapitalizmde kalarak mümkün olabileceğini pompalayanların hülyalarına kapılarak, bu inancın var olduğuna inanılıyorsa, bu başka dünya, sadece o dünyayı hayal edenin ütopyasıdır ve bu ütopya yaşamın yeşili yanında teorinin gri olması nesnelliğini hiçbir zaman aşamaz.
Dolayısıyla işçi sınıfını da, emekçileri de, işsizleri de, velhasıl çıkarı sosyalizmde olan, bu başka dünyada olan, hiçbir kişi ya da grubu, sınıf ve katmanı da bu dünyanın gerçekleşebileceğine inandıramaz.
Kaldı ki, bu dünya ile ilgili hülyalar herkesin ya da her kesimin kafasında ayrıdır. Nesnelliğe yakın bir özlem bütünlüğündeki hedef olarak, yalnızca bilinçli işçi sınıfının hülyasıdır.
Bunu, bütün nesnelliği içersinde yani yaşamın yeşiline yakın teorisine sahip olarak, aklında ve yüreğinde taşıyanlar ise, her zaman en bilinçli ve bilimsel bakabilen, sınıf hattının o ince sanatkarlığını taşıyan köprünün üzerinde, bu başka dünyaya olan özlemdeki cazibeyi, hem bu köprüyü bir güven köprüsü haline getirebilecek ve hem de bu köprünün daha güvenli hale gelmesini, bu başka dünya hayalini, kitlelere bu hayalin zıt kutbunda olan yani düşmanı olan yani bu başka dünyayı kesinkes istemeyen sınıfla yani kapitalizmle bulaşık hale girmeden anlatabilenlerdir.
Ve bu da, önceden beri söylediğim gibi, Çetin Altanları ve familyasını ve hatta Cengiz Çandarları hâlâ solcu ustalar olarak görmekle olmaz.
Çetin Altan ile ilgili birleşilen nokta, onun boş laf ustası olduğudur. Laflarını salatalık tadında satmak için tumturaklı ama içi boş sözleri bir birine bağlayıp halkın kafasının içindeki başka dünyaları, gerçekte kendisinin hayal ettiği dünyayı açıklamadan, yine halka satan bir pazarcı ustalığındadır.
Bu nedenledir ki, Kültür ve Turizm Bakanlığınca gazeteci yazar Çetin Altan'a değer görülen "2008 Yılı Kültür Sanat Büyük Ödülü"nü verirken Erdoğan, "Türkiye'nin demokrasi tarihine denk bir düşünce serüveni izleyen, düşünceleri için bedel ödeyen, üslup ustası Çetin Altan'ı Türkiye adına, demokrasi ve özgür düşünce adına sevgi ve şükranla selamladığını" belirtmiştir.

İşte bütün bu bulaşıklıklardan uzak olup, öncelikle, tek başına kalmayı göze almak gerekir.
Özgürlük de, demokrasi de ve elbette eşitlik ve kardeşlik de, sosyalist iktidar mücadelesinin açacağı yürüyüşle kazanılacaktır. Sosyalist iktidar yürüyüşünün büyütülmesinden uzak özgürlük ve demokrasi nutukları, sosyalizmi yakınlaştırmak ve bunun için yolu açmak üzere atılan nutuklar değildir.
Kökleri çok gerilerdeki tarih öncesine, mesela örneğini verdiğim Vietnam’daki insani gömlek giydirilmiş, insanın kökünü kazımaya çalışan örgütlerin laboratuarvari dinamiğine uzanmaktadır.
Hem demokrasi, hem özgürlük deyip, hem de bunu sosyalizm adına söylerken, hadi sosyalist hareketin tabanını bir köşeye koyalım, daha özgürlük için, demokrasi için mücadele edecek tabanın dahi doğru dürüst sınıfsal zeminini ele almayanlar, hangi güçle özgürlüğü (ki ne kastedildiği de belli değildir.) ve demokrasiyi kazanacaklarının lafını bile edememektedirler.
Son söz olarak, kapitalizm ne insanlık, ne kardeşlik, ne eşitlik, ne özgürlük, ne de demokrasi ve barış yaratamaz. Çünkü bunların hepsinin düşmanı ve yok edicisi olan ve hatta bunlar olursa yaşayamayacak olan bir özel mülkiyet rejimidir. Kapitalistler, edindikleri özel mülkiyetlerine, bu zenginliklerine, bunu yaratan işçi sınıfı, emekçiler olduğu halde, onları kardeşlik ve eşitlik içinde ortak etmeyeceği gibi, kendi kanından olma kardeşlerini bile bu zenginliğe ortak etmekten uzaktır.
Özgürlüğe ve demokrasiye ise, bunların zenginliklerine bir tehdit olduğunu iliklerine kadar hissettiği için kesinkes izin vermeyeceği apaçık ortadadır.
Barış ise, kapitalistlerin sömürülerinin engelsiz ve artarak devam ettiği sürece attıkları sevinç çığlıkları mertebesinde yaklaştıkları bir kavramdır. Bu zenginliklerini yaratan ve yaşamlarını sürdürmek için gönüllü olarak sömürülmek üzere sıraya dizilen işçi sınıfı ile barış içinde olması ise, bu sömürü için güdülmek üzere önüne konulana razı olduğunu gösterdiği sınırdaki pusudadır her zaman.
Bu sınır aşıldığında, hem daha az sömürülmek istendiğinde, hem de bunu özgürce dile getirmek istendiğinde, hatta bu burjuvaziden bir talep tonunda olsa bile kapitalistler bunu cömertliğine nankörlük olarak görür ve işçi ve emekçileri barışa zorlamak için elindeki tüm zorbalık yöntemlerini kullanır.
Kapitalistlerin dilinden düşürmedikleri ve kendilerinin yerine daha çok devşirme eski solculara bestelettikleri ve çığırttıkları demokrasi şarkısı ise, sömürülmek için gönüllü olan ve bu sömürüye doğru güdülürken, işçi sınıfının emekçilerin önüne koydukları haklar için şükran duymalarını ve bu sömürüyü sürdürmeleri için kapitalistlere canı gönülden yardım etmelerini ezberletmek içindir.
Yani kapitalistlere kapitalistlerin önlerine koyduklarına şükran duydukları oranda ve kapitalistlerin zenginliklerini artırmak için kapitalist devletle canı gönülden yönetişim ilişkisine girdikleri oranda kardeş olabilirler ki, kapitalistler bu kardeşlik için daha önlerine koyduğunu her geçen gün geri alsa bile, onlara bir gün kapitalist yani zengin olma şansı vermekle, bu kardeşliği daha çok pekiştirdiğini saymaktadır.
İşte işçi sınıfına ve emekçi halka yine işçi sınıfı ve emekçi halk kardeş olabilir. Kim ki, kapitalistten bir kardeşlik beklerse ve bu sayede zengin olacağını düşlerse, geriye baksın, kapitalistlerin kar hırsları ve zenginlikleri için kendi öz kardeşlerini kestiğini, hatta kendi babasını ve çocuklarını kesme pahasına bu zenginlik tahtına oturduğunu, hatta kardeşlerini ya da babasını kesmezse bu zenginlik tahtına oturamayacağını görecektir. Kendi öz kardeşlerine, hatta çocuklarına koklatılmayan zenginliğin baldırı çıplak işçi ve emekçilere koklatılmasını beklemek, bunun için al al, mor mor ya da yeşil yeşil hayaller kurdurtmak, kapitalizmle pazarlıkta fiyatını yükseltmekten başka bir şey değildir.
Kapitalizmle kardeşliğe hayır derken, bu kardeşlikten nemalanmak isteyenlere de tiksinti duymak, insanlığı yükseltecek olan sınıf kininin hem en insanca yanı, hem de işçi sınıfının isyanını biriktiren en akıllı tutumu en güçlü araçlarından biridir.

Fikret Uzun

2010a GİRERKEN

Değerli arkadaşlar, dostlarım,

Bundan iki yıl önce, 2007’nin sonunda yani 2008’e girerken, pek alışkanlığım olmadığı halde, ben de kutlama yerine geçecek bir yazıyı kaleme almıştım. Bu yazıyı yazmamdaki etken, yılbaşı kutlamaları üzerine okunan bir hutbe idi.
Hutbe, “Yılbaşını kutlamayın “ diyor ve “Akla ve sağlığa zararlı” olduğunu vaaz ediyordu.
Dikkatimi çeken, bu tarihten önceki yıllarda böyle bir hutbenin okunmuş olmaması idi ve Taksimdeki, havai fişekli yılbaşı kutlamalarının da, şu anda da yönetimde olan aynı ekiple büyük şehir belediyesinin organize edilmiş olması idi.
Kafamda, her zaman olduğu gibi, kimsenin sormadığı bir soru daha oluşmuştu ve hemen sormuştum; bu yıl hutbe okunarak yeni yıl kutlamasının akla ve sağlığa zararlı olmasına dikkat çekiliyorsa, geçmiş yıllarda neden hutbeyle bu dikkati çekmeye gerek duyulmamıştı?
Hutbenin okunduğu tarihlerde, bu güzel ülkede PKK terörünü saymazsak, her şey güllük gülistanlık gösteriliyor, tek derdimizin, yılbaşı kutlamalarının aklımıza ve sağlığımıza zararlı olduğu yönünde gösterilmeye çalışılıyordu.
Cevabı ise yine bir soru yaratarak yine kendim vermiş ve artık akılları kilit altına alma operasyonları tamamlandı mı, yoksa devam mı ediyordu da, böyle hutbeler okunabildiği gibi, buna kimseden ses çıkmıyordu diye sormuştum.

Daha da ilginci, Soros’un çocukları diye nitelenerek tarif edilen, eskiden kalma gömlekleri ile bazı aydın geçinen, hatta solcu geçinen kişilerin, bu hutbelerin artık TV’lerde okunabilmesine olanak sağlayanların “Kemalist demokratik devrimin yarım kalmışlığına son verecek onu tamamlayacak misyonerler” olduğunu , “Allahın bu misyonu onlara ihsan eylemiş olduğunu.” söylemesi öne çıkıyordu.
Buna dikkat çekerken, şu somut gerçeğe de dikkat çekmekten kendimi alamıyordum ve kabahatin hutbeyi okuyanlarda ve okutanlar da olmadığına, çünkü onların kendilerine göre yapılması gerekeni yaptıklarına ama hala içimizde zannettiğimiz (ben o zaman da öyle zannetmiyordum.) kimi aydın kılıklı sahtekârların ki, epey fazla idiler, bu yapılanların haklı ve demokrasinin gereği olduğunu göstermeye çalıştıklarına dikkat çekiyordum.
Bu kişilerin, görülmesi gerekenlerin üstünü örtmeye çalıştıklarına, ortaçağın soyluları olma sevdalarına, işçi sınıfını ve emekçi halkı ve elbette bu sahtekârları bile bizden sayacak kadar iyi niyetli, dürüst ve umudu tükenmemiş sosyalistleri, komünistleri arkadan hançerlediklerine dikkat çekiyor, akılların kilitlenmesinde asıl suçlu olanların bu sahtekârlar olduğuna şiddetli ısrarımla vurgu yapıyordum. Dahası, aklımızın kilitlerini açmaya yarayacak açılımlar yerine, kilitleri daha da sağlamlaştıran açılımlara hem sol ton verdiklerine, hem de, gözümüzün önünde cereyan eden gerçeklerin, örneğin Pakistan’da olup bitenlerin üstünü örtmeye yarayan açılımlarla emekçi kitlelerin aklını karıştırdıklarına, sözün özü olarak, kitleleri emek-değer çelişkisinden uzaklaştırdıklarına vurgu yapıyor, aklımıza vurulan zincirlerden kurtulmak gerektiğini dillendiriyordum.
Ve 2008’e girerken kendini gösteren olgunun, ortaçağ karanlığına dönüşün manevraları ile aydınlığa daha sıkı sarılmanın daha bir açıklıkla yaşanacağına işaret ettiğine dikkat çekiyordum yani yeni yıla ve ilerleyen diğer zamana damgasını bu gerçekliğin vuracağını belirtirken, türlü illüzyonist tiyatrolar oynanarak, orta çağ düşüncesini hâkim kılmaya çalışanlara asistan olacak asıl aktörlerin, yine sol gömlekli sahtekârlar olacağını vurguluyordum.
Ve yüreğimdeki acıyı da dışa vurarak, şöyle sesleniyordum, “ey benim memleketimin güzel ve özel insanları, biz bu günleri görmek, uzaktan seyretmek için mi yaşadık o eski günlerimizi, onun için mi, tarih tarih der dururken,”şanlı “tarihimizi masala çeviriyoruz? Ne oldu bize, çok mu kalın kilitlerle kilitlendi aklımız?” diyerek haykırıyor, “artık tüm kapıların açıldığını, bu açılan kapılardan aklımızı özgür kılmamız gerektiğini, bunu beceremezsek, tüm geleceğimizin tutsak kalacağını” anlatmak için adeta yalvarırken, temenni niyetine olması gerektiğine inandıklarımı şiir misli dizeleri sıralayarak yüreklere sesleniyordum.
Şöyle diyordum:

“Gün, Mevlana'vari düşünmeyi bırakma zamanıdır.
O’nu diye diye, dünya ne hale geldi hep beraber gördük.
İki sınıf var, şimdilerde yok dense de,
O iki sınıftan biri galip gelecek son tahlilde.
Ve o sınıf işçi sınıfı olacak.
Bu dünden de belliydi, şimdi de besbelli.
Ama ne olur açın artık aklınızın kilidini,
Açmazsanız kalacağız hepimiz Mevlana'vari,
Öyle olunca, ne olursunuz işçi sınıfı
Ne de burjuvazi.
Ama uzun sürer bu yüzden, burjuvazinin egemenliği...

Ben derim ki, söylerken son temennimi;
Siz tamamlayın biraz da,
Bu mısraların gidişini,
Açın aklınızın kilidini,
Silin gözlerinizdeki sisi,
Dinleyin yüreklerinizdeki sesi,
Görün gerçeğin acımasız izlerini...
Ben size daha fazla ne diyeyim ki...”

Şimdi hepimiz sormalıyız kendimize, 2010 da hak etmiyor mu bu dizeleri ve bu dizeler ve ondan önce işaret ettiklerim göstermiyor mu bundan önceki yılların izlerini?
Ve dahası var; hem beğenmiyoruz, Marks’ı, Lenin’i, hatta Engels’i ve Stalin’i, hem de olamıyoruz ne onlar gibi, ne de onlardan ileri… Ama dilimiz pabuç gibi, ne yeniyi gösteriyor, ne de yeniyi engelleyenleri, hatta unutturmaya çalışıyoruz sosyalizmi, bir burjuva demokrasisi uğruna sonsuzlukta imiş gibi gösteriyoruz yegâne çözüm olan sosyalist iktidarın kapıda olduğunu ve dünyanın bütün topraklarında aklı özgür olan yetenekli devrimcileri beklediğini.
Herkesle hatta dünyayı ortaçağ karanlığına götürenlerle bile empati kurarken, sınıf barışı için, Mevlanacılığı yere göğe sığdıramazken, empatiyi boş verelim, baş düşman gösteriyoruz aslolanın emek-değer çelişkisi ve emek süreci olduğunu söyleyip, sınıf mücadelesinden, sınıf kininden söz edenleri ve merkeze işçi sınıfını koymak gerektiğini gösterenleri…
Öyleyse, yerim dar demeden, gönlü de, aklı da sosyalizmden yana esen fırtınaları taşıyanlar, bu fırtınalarına sosyalist iktidarın rüzgârını katıp, tüm umutsuzlukları ve tüm hutbeleri yırtarcasına kolay çözümlerden, güvenli zannedilen çözümlerden vazgeçip, gerçek çözümleri anlamak ve bu çözümleri hâkim kılmak için, akıllarını tutsaklık zincirlerinden kurtarmak zorunda olduklarını bilince çıkartıp 2010’a böyle girmelidir.
Yani dostlar, öyle en güzel, en süslü temennilerle 2010’u bari geçiştirmeyelim, temennilerimiz baki kalsın ama gerçekleştirilebilecekleri gerçekleştirmek için, ya da bunu engelleyenleri engellemek için üzerimize düşen bu güne kadar yapamadıklarımızı 2010 da yapmaya adım atalım.
Ve şu gerçekliği aklımızla geliştirerek, süslü temenniler yerine tutsaklığından kurtulmuş akılların özgür gelişimine ve tutsaklığı devam eden akılların kilitlerinin çözülmesinde sıçrama yaratacak şekilde düşünce dinamiğimize yerleştirelim; bu gerçeklik, birinci dünya savaşından bu yana uluslararası kapitalizmin bunalımının yarattığı şartlar altındaki sınıf mücadelesi dinamiğinin, emekçi sınıfların önüne koyduğu seçim olan, ya ekonomik ve politik kölelik ya da kapitalist sömürü ve baskıya son demek olan; ya sömürgesel baskı ve emperyalist savaş ya da gerçek barış ve halklar arasında kardeşlik ilişkileri demek olan; ya kapitalist anarşi ve kriz ya da krizi ortadan kaldıran sosyalist ekonomik sistem demek olan; ya burjuva diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğüdür.
Bu gerçeklikten hareketle canlı canlı çürümüş olan kapitalizmi kurtarmak için, özellikle hala kapitalizmden medet umduğu halde sosyalist geçinenlerin ve elbette kapitalistlerin, kocakarı ilaçları misli önerdikleri ve kafalara kaktıkları çözümlerin tersine, kapitalizmin hastalığının iyileşmez olduğunun ve çözümün burjuva diktatörlüğü demek olan, burjuva demokrasisi yerine proletarya demokrasisinde olduğunu kitlelere göstermek gerektiği gerçekliği bilince çıkartılmalıdır.
Yine buradan hareketle faşizmi burjuva demokrasisine karşıt olan sınırlar içinde değerlendirmek yerine, burjuva demokrasisi ile beraber ve yavaş yavaş onun karşıtına dönen bir madalyonun diğer yüzü misli değerlendirmek gerektiğinin dolayısıyla faşizm ile burjuva diktatörlüğü olan burjuva demokrasisi arasında ilkesel bir çelişki olmadığı gerçekliğinin görülmesi de gerekmektedir.
Yani faşizm ile burjuva demokrasisinin, aynı sınıfsal içeriği taşıdığını ve aynı madalyonun diğer yüzü olduğunu görmek gerekmektedir. Yani 21. yüzyılda, emperyalizmin, kapitalizmin ve elbette faşizmin karşısına burjuva demokrasisinin konulmasının, işçi sınıfı ve emekçi halkın savunma aracını sağlamak demek olmadığını, aksine bunun faşizmin güçlenerek sağlamlaştırılmasında, sömürünün yani kapitalizmin korunmasında burjuvazinin legal mücadele aracı olduğunu bilince çıkartmak gerekmektedir.
Yani faşizm ile burjuva demokrasisinin birbirini dışladığı ve iki ayrı sistem olduğu şeklindeki yaklaşımdan vazgeçmek gerekmektedir. Çünkü bu yaklaşım hem teorik olarak, hem de tarihsel olarak nesnelliği ifade etmemektedir. Öyleyse çözüm, faşizmin karşısına burjuva demokrasisini bir savunma aracı olarak koymak değil, çözümün tamı tamına proletarya demokrasisinin konulması olduğunu görmek gerekmektedir.
Bütün bunların ışığında, teorik ve tarihsel olarak da, aklı özgür olanlarca doğru olduğu görülebilen gerçekliğin, birinci dünya savaşındaki kapitalizmin bunalımının, burjuva demokrasisi ile aşılamadığının, aksine tek ülkede ve burjuva demokrasisinin ve kapitalist gelişmişliğinin yaşandığı ülkelerde değil de, geri bir ülkede sosyalizmin doğarak, kapitalizmin bunalımının kalıcı olduğunu ve kendine has olduğunu gösterdiğini ve hatta derinleştirdiğini; ilerleyen zamanda ve sosyalizmin pratiğinin gelişmesiyle ve elbette kapitalizmin bunalımının derinleşmesiyle ortaya çıkan şartların biriktirdiği sınıf mücadelesi dinamiğinin, bir dünya savaşı halini alıp, sosyalizme karşı topyekûn saldırıya dönüştüğünü ama bunun sonucunun da kapitalizmi kurtaramadığını, aksine hem yeni ve daha fazla sosyalist devletlerin ve özgür halkların doğduğunu ve ilerleyen zamanda, emperyalizmin tüm sinsi ve açık saldırısına ve de sosyalizm karşısında yenilmez olduğunu göstermek için manevralar içine girmesine ve hatta sosyalizmin kapitalist restorasyonuna ve her türlü kocakarı ilacına rağmen, kapitalizm bunalımdan çıkamamış ve bir başka emperyalist savaşın eşiğine gelmiş olmasının; bunun sonucunun ise, 21. yüzyılın gerçekliği olarak ya dünya çapında barbarlık, ya da dünya çapında sosyalist sistem olacağının ama dediğim gibi, ağırlıklı olanın, tarihsel ve teorik olanın, proletarya demokrasisinin dünya çapında muzaffer olacağının işaretlerini göstermesidir.
Ancak bu tarihsel ve teorik olarak önümüzde duran ve nesnelliği barındıran gerçekliğin görülebilmesi için aymazlıktan ve ahmaklıktan uzak, tutsaklığının zincirlerini kırmış akıllara ihtiyaç vardır.
Ve ben 2010 yılının, bu ihtiyacı hızla karşılayacak koşulların yılı olmasını temenni ederken, aslında bunun gerçekleşeceğine olan inancımı dillendiriyorum.
2010 yılının tüm dünyada sosyalist iktidar rüzgârını taşıyan kelebeklerin uçuştuğu ve daha çok da bu toprakların üzerinde kanatlarını çırptığı bir yıl olacağını ve elbette emperyalist kapitalizmin bunalımının olduğu kadar çaresizliğinin de artacağı ve aynı oranda bütün karakterini kusacağı ama çürümüşlüğünden kurtulması bir yana çürümüşlüğünün emekçi kitlelerce daha bariz bir şekilde görüleceği ve bütün gözlerin, kulakların sosyalist iktidar rüzgârını taşıyan kelebeklerin kanat çırpışlarına dönerek, tekellerin umutsuzluğunun, çaresizliğinin, emekçi sınıfların çaresi ve umudu olacağı bir yıl olacağına inanıyor ve bu inancımın daha fazla akıl tutsaklığından kurtulmuş yüreklerce paylaşılmasını temenni ediyorum.
Dostça ve umut dolu bir yürekle herkesin yeni yılını kutluyor, bu vesile ile sağlık, umut ve mutluluk dolu yıllar diliyorum.
Saygılarımla
Fikret Uzun
31 Aralık 2009