4 Aralık 2010 Cumartesi

DÜNYAYI YORUMLAMAK MI ZOR, DEĞİŞTİRMEK Mİ ZOR

Bundan 150 yıl önce, bundan da önceki filozofların dünyayı yorumlamakla yetinmiş olduğu, aslolanın ise, dünyayı değiştirmek olduğu söylenmiştir. Şimdi,21. yüzyılda ise, bizler, henüz dünyayı yorumlama konusunda yol kat edemediğimiz ya da geriye dönülen bir noktada düşünsel olarak debelendiğimiz halde hâlâ aslolanın hangisi olduğu üzerinde karar veremiyor ve adım atamıyoruz. Dahası bu önermenin bir bütünsellik taşıdığını bile düşünme gereği duymuyoruz. Dünyayı değiştirmek; çok güzel, kulağa hoş geliyor ve yüce bir yaklaşımın izleri var. Ama nasıl? Ve önce neyin değişmesi gerekiyor? Dünyayı doğru dürüst yorumlamadan dünya değişir mi? Yorumlamazsak değişmez mi? Değişmiyor mu? Dikkatle bakılırsa, ortadaki soyutluk kendini apaçık gösteriyor. Değerli dostlar, elbette aslolan dünyayı değiştirmektir ve kastedilen değişim bir altüst oluşun kotarılmasının işaretidir. Yoksa dünya zaten sürekli değişmekte, hatta değiştirme çabalarından bağımsız olarak, kendi tarihsel ilerleme çizgisindeki devinimle bile değişim geçirmektedir. Ama biz 21. yüzyılda bu değişimi bile tam ve bütünsel olarak, bir altüst yaratacak biçimdeki bir değişimi sağlamaya yarayacak bir sonuç çıkarabilecek şekilde yorumlamaktan uzağız. Başka ifadeyle, yorumu bir kenara bırakıp, aslolanı soyutlamanın peşinde koşuyoruz. Sözgelimi bu gün hâlâ bu güne kadarki insanlık tarihinin sınıf savaşları tarihi olduğu önermesini yinelemek zorunda kalmamız, bu zorunluluğu yürekten duysak bile, bu önermedeki derinliğe inemememiz, bu yorum kısmını bırakıp, aslolan değiştirmenin peşine takılmanın getirdiği bir sonuçtur. Başka bir ifadeyle, takılıp kaldığımız bir sonuçtur. Öyleyse öncelikle dünyanın, doğru yorumlanması, bu yorum üzerinden ne yönde bir değişim gerekiyorsa, o yönde değiştirilmesi gerekmez mi? Bunun için de, yorumlama ile değiştirmenin bir bütün olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Ve bu sözün işaret ettiği noktadaki ağırlığın, değiştirmeyle bağlı olduğunu unutmadan, yorumlamadan ayrı bir değiştirmeyi söz konusu etmemek gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.



Öyleyse, öncekilerin yaptığı gibi, sadece yorumlamakla yetinmek, dünyayı değiştirmeyeceği gibi, sadece değiştirmenin peşine takılmanın da değiştirmeye yetmeyeceğini görmek gerekir. Şimdi bu kısa ahkâm kesme denemesinden sonra, bu hatırlattıklarımı bir yere not ederek, tartışılan ama bir türlü etrafında dönmekten kurtulunamayan bütün kaleleri ile yerleşerek yaklaşan faşizm olgusuna dönelim.

Bu tehlikeye dair paylaşım için asılan ve en başta AKP ile bağlı olan olgunun, iki bölümü var.



Birincisi AKP nin ki, bu da bir olgudur ve kendisine etki eden diğer olgulardan bağımsız değildir ve AKP den söz ederken, diğer olgulardan ayırılmadığının artık algılanması gerekir, açık net ve fütursuzca yaptığı saldırıların dozajı ve önemi; ikincisi, bu saldırıların, açıkça ve fütursuzca ve de azgınca yapılmasına rağmen, görülemiyor olması, en azından gerçek boyutlarının farkına varılamıyor olmasıdır.

Sorun bu iki bölümdedir; sorusu da şudur, bu saldırılar nasıl püskürtülecek, püskürtmek için önce bu saldırıların üstündeki örtülerin kaldırılması ve bu saldırılardan zarar gördüğü için bir nebze farkında olanlar dışındaki kitleye de gösterilmesi gerekmiyor mu?

İşte bu noktada yorumlamak önem taşımaktadır ve henüz bu saldırıların varlığından haberdar olunulmayan bir durumda, bu saldırıların vahameti nasıl gösterilebilir, saldırıların karşısına bir güç nasıl, nereden konulabilinir? Sorusu şekillenmektedir.



Şimdi gelelim, yorumlamalara ki, bu yorumlamalar, tam da bu yorumlama-değiştirme bütünlüğünün ortasına takılmış olan yorumlamalardır, kimi arkadaşlarımız, “AKP nin demokrat olmadığını ama Türkiye’de faşizmin olduğunu da söyleyemeyeceğimizi “ifade ediyor. Bakılan yere bağlı olarak görülenlerle çıkarılan sonucun bu olması kaçınılmaz ama bu (doğru bir yorumlama olsa bile) dünyayı değiştirmeye yeter mi? Yani Nabi Yağcıgilleri, bu bakışı ifade eden arkadaşların deyimiyle geri zekâlılıktan kurtarıp, kitlelerin AKP nin gerçekte ne olduğunu görmesine yeter mi? Bence yetmez ve bence bu yorum da yanlıştır. Çünkü öncelikle AKP nin demokrat olup olmaması önemli değildir, AKP demokrat olsa ne olur, olmasa ne olur? Çünkü emperyalizm, 21. yüzyılda, tek bir kurşun bile atmadan, özellikle de demokratlığı yüce bir işmiş gibi gösteren ve bu misyonu yüklenenler eliyle ülkeleri ve halklarını teslim alabilmekte, dünyalarını değiştirebilmekte, dönüştürebilmektedir. Türkiye’de ise bu, kendini daha hızlı göstermektedir.

Diğer yandan, AKP, bir yanıyla dinci akımların temsilcisidir, diğer yanıyla da, tekellerin ve bu tekeller düzeninin entegre olduğu ve dünyayı kendine göre değiştirmeyi planlayan Emperyalist burjuvazinin temsilcisi ve bizzat AKP başkanının ifadesi ile bu bölgedeki Eş- Başkanlığını yürütmektedir. Bu bir; ikincisi, Türkiye’de, 12 Eylül ile birlikte gelen faşizm, bir yere gitmemiştir. Olduğu gibi durmakta ve daha sağlam bir şekilde, bütün kaleleri sağlamlaştırılarak, yerleştirilmektedir. Ve bu tehdit, sosyalist çözümler olmadan, sosyalist düzenlemelerin etkinliği gösterilmeden tümüyle ortadan kaldırılamaz, ancak geriletilebilir. Bunun için etkin bir demokratik mücadele gerekir. Bu mücadelenin sağlam ayağı ise işçilerdir. İşçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bununla birlikte bütün demokratik örgütlerin canlı ve ayakta olması gerekir. Fakat hepimizin gözünün içine kadar giren gerçeklik, bize işçilerin ve emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin çok cılız olduğunu ama sendikaların varlığının ve standart sendikal faaliyetlerin sürmesinin, STK biçiminde örgütlenen ama devletin birer sivil kanadı olduğu apaçık sırıtan örgütlerin, demokratik örgütlerin ayakta olmadığının, hatta cansız bir portre sergilediğinin üzerini örttüğünü göstermektedir.

Yani Türkiye’ye, 12 Eylül ile birlikte yerleştirilen faşizmi geriletmek için, bu güne kadar faşizmin kalelerini sarma olanağı hiç olmamıştır. Öyleyse, Faşizmin olmadığı şeklindeki yorum da gerçekçi değildir. Görülenlerin eksik yorumlanmasına dayanan bir sonuç yorumdur. Dolayısıyla bu yorum bizi, dünyayı değiştirme eyleminde yanlış noktadan başlamaya itecektir. Yani faşizme karşı “demokrasi” mücadelesine itecektir ki, Nabi Yağcıların da pompaladığı öteden beri budur. Bu yanılsama, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin, hem sadece faşizmi geriletmeye yaradığının, ortadan kaldıramayacağı gerçekliğinin üzerini örtmeye ve bu günkü noktada, bu geriletilmişliği yaşadığımız illüzyonunu yaratmaya neden olacak dolayısıyla bu geriletmeyi olanaklı kılacak yapıyı kuracak olan ayaklardan yoksun olunduğunu da görmemizi engelleyecektir.

Ayrıca, ortaya koyduğu kazancın faşizmi yok etmeyi sağlamak olmayacağı gerçekliğinin üzeri örtülmüş olurken, böylece sürekli bir demokrasi mücadelesi kısır döngüsü ile Faşizmi geriletmek yanında, tamamen ortadan kaldırmayı sağlayacak olan, sosyalist çözümlerin ve faşizmin bütün kalelerini kuşatacak sosyalist düzenlemelerin etkinliği üzerinde durulmamış olunacaktır.

Bunun anlamı şudur, faşizme karşı sosyalist iktidar mücadelesinin öne konulmasını ve ancak bu iktidar ile sağlanacak çözümlerin ve düzenlemelerin faşizmi yok edeceğini gösterecek bir politik mücadele dinamiğinin geliştirilmesinden vaz geçilecektir. Başka ifadeyle, bir illüzyon yaratacak olan demokrasi mücadelesi dinamiği ile hem faşizmin varlığının üzeri örtülecek ve hem de, sosyalist iktidar mücadelesinin üzerine boydan boya demokrasi şalı atılarak, sosyalist demokrasi unutturulacaktır. Bu da, hiçbir zaman gelmesine izin verilmeyecek olan demokrasiyi (burjuva demokrasisi ) amaç haline getirecek ve hiçbir zaman gelmeyecek olan burjuva demokrasisi için mücadeleye hapsolunarak, faşizmin bütün kaleleri ile hazır bir şekilde konuşlanması, hiçbir engelle karşılaşmadan tamamlanmış olacaktır. Böylece faşizme karşı kendini gösteren en küçük bir tehdit, demokrasi görüntüsü bozulmadan sönümlendirilerek bertaraf edilebilecektir. Bu da, faşizmin ki, sözünü ettiğimiz, İslama dayanarak yerleştirilen bir faşizmdir, seçim oyunları ile yani meşruiyet içersinde, mutlak bir çoğunluğa dayanmasa bile, iktidara geldiğini ve baskı gücünü, devlet mekanizmasını eline geçirdiğini görmemizi engelleyecektir.

Ve işte bu şekilde uzun yıllar AKP nin, 12 Eylül faşist rejimini, İslama dayanarak konuşlandırdığını ve AKP’nin temsilciliğinde, baskı gücünün ve devlet mekanizmasının, İslami faşizmin eline geçtiğini göremedik, görenlere ve gösterenlere inanmadık ve hâlâ inanmamakta direniyoruz. Bu, aynı zamanda, olanların, Liberalizmin ekonomik değişim ve dönüşümlerine uygun politik reformları olarak değerlendirilmesini getirmiş; bunun sonucu olarak da, İslami faşizmin baskı gücünü ve devlet mekanizmasını eline geçirmesini engelleyecek olan solun devrimci yığınsallaşmasının yükseltilmesi gerektiğine önem verilmemiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak da, referandum yoluyla, İslami faşizmin konuşlandırılmasının tamamlanması çabalarına yeteri kadar önem verilmemesi ve bu çabaların düzen içindeki yönetici sınıfların iktidar kavgası olarak görülmesi dolayısıyla işçi sınıfının, emekçi halkların çıkarlarından bağımsız olduğu çıkarsaması kolaylıkla hâkim kılınmıştır.

İşte bu, yorumlama ile değiştirme arasındaki uyumu düzenleyecek olan diyalektikten uzaklaşıldığında ortaya çıkacak sonuca somut bir örnektir.

Diğer yandan, kimilerinin dedikleri ise, hem bilgiden, hem de tarih bilincinden uzaktır. Ne diyorlar? Öncekiler, yani “ Kemalistler”, Alevilere ne verdi ki, AKP ne verecek diyerek, bu gün haklı olarak, bazı arkadaşlarımızın, “AKP nin Alevileri buldozer gibi ezdiği, ezenin faşizm olduğu” sözüne itiraz ediyor. AKP yi işin içinden sıyırıyor ve aklamaya çalışıyor. Hem de, AKP nin, Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet mekanizmasının devamlılığı içersinde, en başta Kemalist yüksek kadroların, yüksek komutanlığın eliyle ve devlet mekanizmasının diğer bütün araçları ile birlikte, elbirliği ile hazırlandığının üstünü örterek ve de AKP nin devletin baskı gücünü ve devlet mekanizmasını yine aynı dinamik içersinde ele geçirerek, İslamik bir sivil faşist diktatörlüğün konuşlandırılmasını tamamlamak üzere olduğunu gözlerden uzak tutarak aklamaya çalışıyor.

Bilgi eksikliği şudur, evet Dersim’de bir katliam olmuş olabilir ama bu gün, AKP nin yandaşı olduğunu gizlemeyen, bunun için emperyalist ideolojik ve parasal fonlardan beslenen Açık toplum örgütlenmesinin içinde olduğu aşikâr olan Birikimci Murat Belgelerin ve aynı çizgideki İletişim yayınlarının bile inkâr etmediği gibi, bu katliam, Alevilere yönelik olarak gerçekleştirilen bir saldırının ifadesi değildir. Doğrudur, yanlıştır ya da, haklıdır, haksızdır, o ayrı ama biraz tarih bilgisi olan görebilir ki, buradaki gerçeklik, bu katliamın ya da, Dersimlilere yapılan saldırının, yeni kurulan burjuva cumhuriyetin üniter yapısının, ulus-devlet yapısının ya da merkezi otoritenin yerleştirilmesi, dolayısıyla feodal yapının yıkılması dinamiklerinde ortaya çıkan bir çatışmanın ürünü olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu sorunu, Alevi-Sünni merkezli bir eksene taşımanın ve bunun üzerinden, Kemalizme karşı olan dinamikleri canlandırmanın ama öte yandan, Alevileri, bu kışkırtma üzerinden AKP nin kuyruğuna takmaya ya da AKP nin politikaları karşısında pasif konuma getirmeye çalışmanın bir emperyalist ideolojik saldırı dinamiği içersinde olduğunu görmek de gerekmektedir. Dolayısıyla bu çabalar başarılı olmayınca, Alevilere bir nevi haçlı seferi başlatan AKP nin, bu yöndeki politikalarını haklı ve olumlu göstermenin, bu haksızlığa ve olumsuzluğa dikkat çekenlere itiraz etmenin iler tutar bir yanı olmadığını da görmek gerekir.

Öte yandan bu gerçekliğe dikkat çekmeyi, Kemalistlik ile komünistliği karıştırmak olarak nitelemek, son derece tehlikeli körlüklere davetiye çıkarmaktır. Örnek mi istiyoruz, son referandum seçme saçma yalanlarında kendini gösterdiği gibi, yüksek yargının “dedeler” den emir aldığının ortaya atılarak, Alevilerin üzerinin çizildiği ve hedef gösterildiği gerçekliği yeteri kadar örnek teşkil edebilir. Diğer ayrıntılar ise isteyen herkesin görebileceği mesafededir.

Başka bir yaklaşım da, belki kökü eskiye dayanıyor olabilir ama yine de sorunu çözmeye yaramayan bir yaklaşımdır; yani dünyayı değiştirmeye yaramayan yorumlamadır. o da; kimilerinin, belirleyici olanın “kemalizm denilen vebadan arınmak…” olduğu şeklindeki ifadesidir. Böyle olunca, bir tarafta baskı gücünü ve devlet mekanizmasını tümüyle ele geçirerek, İslami bir sivil faşist diktatörlüğün konuşlandırılmasını ( hem de burjuva devletin devamlılığı içinde yer alan bütün yönetici sınıfların el birliği ile hazırlanıp, güçlendirilerek) tamamlama noktasına gelen AKP ye karşı biriken güçlerin, diğer tarafta yine aynı AKP ye ve arkasındaki, yanındaki güçlere karşı bir güç olarak biriken ve kendisine ihanet ettiğinin farkına vardığı yüksek Kemalist kadrolara da tepkili hale gelen Kemalist potansiyel ile faşizmi geriletecek bir eksende birleşmesinin önü kesilirken, AKP ye ve politikalarına dolayısıyla emperyalist politikalara ve elbette tekellerin düzenine ve de AKP nin konuşlandırmasını tamamladığı faşist 12 Eylül rejimine karşı güçlenerek biriken ama sınıf ekseninden uzaklaşmış olan potansiyelin, faşizmin geriletilmesi yönünde biriken dinamikten saptırılıp, dinci akımlarca ve ABD-AB emperyalizmi tarafından, bütün işçi ve emekçi kitlelerin, elbette sol/sosyalist hareketin püskürtüldüğü gibi, püskürtülmüş olan Kemalizme karşı yönlendirmek başarılı olacaktır. Bu da, emperyalizmin, tekellerin ve bu çerçevede yerleştirilen İslami faşizmin başarısını kolaylıkla tamamlamasını getirecektir. Ve ben bunları ifade ettiğim için, bu ifadelerimin muhatabı olanlar, sadece benim boynuma Kemalistlik yaftası asmak ya da komünistliği Kemalistlikle karıştırdığım suçlaması yanında ulusalcılık yaftası asmak şeklindeki bildik demagojik silaha başvuracaklardır. Olabilir ama ne bunları dediğim için, ne de onlar bu yaftaları astığı için, gerçeklik bozulmadığı gibi, benim sosyalistliğime halel gelmeyecektir. Oysa burada da soru aynıdır, nasıl? Hangi güçlerle ve hangi yöne yönelerek, hangi hedefi vurarak ya da püskürterek dünyayı tarihin ilerleme çizgisi yönünde değiştirecek olan dinamikleri kurabileceğiz?

Ve yine görülüyor ki, doğru yorumlama olmazsa, dünyayı değiştirmek için hangi yönün doğru olduğuna karar vermek zor olduğu gibi, karar verilse de, değişim tarihin ilerleme çizgisi üzerinde olmayacaktır.

Son olarak, yine arkadaşlarım beni mazur görsün, son örneği de kendi ifadelerinden vermek istiyorum ki, şöyle diyorlar ; “Ne emekçi alevi halkı, ne ulusal ezgi altındaki Kürt halkı, liberal demokrasinin tekerleği olmayacaklardır. İşçi sınıfının öncülüğünde emekçi halklarımız mutlaka ama mutlaka sizi, baskı ve sömürü düzeninizi, kurtarmaya çalıştığınız kapitalizminizi alaşağı edecek, tarihin çöplüğüne atacaktır.” Evet, bu doğru ama artık şunu görmek gerekiyor; iktidarda olan, devletin baskı gücünü, mekanizmasını ele geçiren, liberal demokrasi de değildir, tırnak içindeki liberal demokrasi de değildir, hatta hiçbir zaman olmadı; bazı arkadaşların dediği gibi ( gerçi onlar da, liberallere olumlu bir ton veriyor ama bu ayrıdır, ayrılığı şurada; bu dinci akımların önünün açılması, güçlenmesi ve devlet erkini bütün mekanizması ile ele geçirmesi için en başta liberaller cengâverlik yapmıştır ve iktidardaki dinci akımların temsilcilerini zorla liberal olarak göstermiştir. Şimdi, bir liberal, başka bir liberale, ben senden daha liberalim, senin yaptığın liberalliğe sığmaz diyebilmektedir, “iktidarda olanlar, dinci-yobazların” temsilcileridir. Hal böyle olunca ve de, daha çok komünistler, faşist konuşlanmanın tamamlanmasına karşı biriken güçlerden ayırılmak için, ortaya konulan demagojik saldırı karşısındaki savunmaya geçme noktasına geriletilmiş ve bunun sonucu olarak, bazı arkadaşlar, Kemalizm konusunu, Kemalizmin "ne mutlu Türküm diyene" diyen milliyetçiliğin, gericiliğin timsali olmaya ve tüm düzen partilerinin beslendiği otlangaç olmaya indirgemekle, toplumsal dayanaklarını dikkate almamakla istemeden, bu eksende, AKP eliyle ve liberal kimlikle ve sahte sol gömlekle dolaşan devşirme solcuların yardımıyla konuşlandırılmaya çalışılan sivil İslami faşizme karşı biriken güçlerin, faşizm tarafından, yönetici sınıflar arasındaki çelişkinin düzlenmesini ve bu İslami faşizm çerçevesinde kurulacak olan konsensüsü kolaylaştıracak şekilde heba edilmesine kapı açmayı haklı gösterecek bir yaklaşımı savunmuş olmaktadır. Bu yaklaşım, işçi sınıfının öncülüğünü, Alevi emekçi halka da, Kürt halkına da uygularken, Kemalist dinamiklerin içindeki emekçilere dolayısıyla Faşizmi geriletecek olan eksende nesnel ve öznel olarak biriken bütün güçlere uygulamaktan kaçınmış olmamızı getirecektir. Kaldı ki, en başta ifade ettiğim gibi, işçi sınıfının bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün cılızlığı yanında, demokratik kitle örgütlerinin ayakta bile durmadığı, hatta cansız olduğu bir gerçeklik iken, bu öncülükten söz etmek de pek anlamlı değildir. Eğer anlamlı diyorsak, örneğin, Silivri’deki Özbek’in sendikası Türk metalin işçilerini ne yapacağız, DİSK in patronlaşmış sendikacılarının ve sendikalarının tabanındaki işçileri ve elbette Türk-İş in, Hak-iş in tabanındaki işçileri ne yapacağız. İşsizleri, emeklileri ne yapacağız, kadınları, gençleri ne yapacağız? İşçi sınıfının, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerindeki bu cılızlık durumunda, demokratik hareketlenmedeki cansızlığın had safhada olduğu bir durumda, Kemalizmin etkisindeki, CHP nin, hatta MHP nin ve hepimizin gördüğü gibi AKP nin ama daha çok dinci cemaat örgütlenmelerinin içindeki işçileri ve emekçileri nasıl işçi sınıfı öncülüğü temelinde birleştirebileceğiz?

Demek ki hiçbir şey o kadar basit değil ve henüz dünyayı değiştirebilecek dinamikleri oluşturabilecek bir açıklığa kavuşmuş değiliz. Ve işte bunun içindir ki, emperyalist ideolojik saldırı, en çok kozmopolitizm ve ulusal nihilizm noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve benim, bu noktaya çok öncesinden beri dikkat çektiğimi ve her seferinde de, işi Kemalistlikle suçlamaya kadar götürdüklerini ve bunu özellikle de, şimdi Anti-Kemalistliği liberalliğine şemsiye, AKP yandaşlığına örtü ve emperyalizm ajanlığını gizleme aracı olarak kullanan ama geçmişte aynı görev alanı içersinde sosyalist hareketi Kemalizmin peşine takmaya çalışan sahte sol gömleklilerin yapmakta olduğunu herkes görmektedir. Ve bir daha altını çizmeliyim ki, yine de, ne bu dikkat çektiklerimi çürütebilmişlerdir, ne de yaptıkları suçlamalar, astıkları yaftalar, benim ve benim gibi yaklaşanların sosyalistliğine halel getirmeye yetmiştir. Hiçbir zaman da yetmeyecektir. Çünkü ben de, benim dediklerim de çırılçıplak orta yerdedir, onların da ve onların dedikleri de. Ama onların çıplaklığının, Kralın çıplaklığı içinde olduğu artık açıklıkla görülmektedir.

Özetlersek, AKP deyince, AKP ye karşı olan dinamiklerde bile, AKP nin işine yarayacak yaklaşımların ön plana çıkmasının da, AKP yandaşlarının, AKP yi sol bir tonla kabul ettirmeye çalışanların, AKP yi savunma noktasından hareket ederek, AKP karşıtı dinamiklere saldırıyı, Kemalizm ile komünistlerin birbirine karışması temelinde sürdürmelerinin de pek şaşırtıcı olmadığı görülmektedir. Bu, yıllardır, en belirgin olarak 12 Eylül saldırından itibaren, emperyalist burjuvazinin, tekellerin ve 12 Eylül rejiminin ideolojik kuşatmasının sağlamlaşması çerçevesindeki ideolojik saldırı, hep Kemalizm karşıtlığı ekseninde yapılmıştır. Buna en çok Kemalist yüksek kadrolar ve yüksek komutanlık ön ayak olmuş, böylece çelişkiler sınıf çelişkisini örtecek ya da keskinliğini törpüleyecek şekilde, kemalizm karşıtlığına yönlendirilmiş, cemaat dinamikleri ile geriletilen akıllar ve yerleştirilen demokrasi illüzyonu ile kitleler, sınıfsal dinamiklerinden uzaklaştırılarak, oynanan oyunlara ve tepede cereyan eden, bir düzen içi iktidar kavgası gibi görünen çatışmaya seyirci konumuna getirilmiştir.

Böyle bir durumda sosyalist çözümler ve sosyalist düzenlemelerden söz etmek yersiz olmakla birlikte, bu çözümleri ve düzenlemeleri sağlayacak olanın sosyalist iktidar olacağı gerçekliğinden de uzaklaşmamak gerekir. Bunun için de, Türkiye'deki 12 Eylül faşizminin hiçbir yere gitmediğini, aksine bütün baskı gücünü ve devlet mekanizmasını ele geçirerek, kalıcı konuşlanmasını tamamlama noktasında olduğunu görmek; demokrasi illüzyonundan çıkmak, tekellerin ideolojik kuşatmasını yarmak ve sivil-İslamik-faşist diktatörlüğe karşı biriken bütün güçleri, faşizmi ortadan kaldırma perspektifi ile püskürtmek için doğru bir politik hatta yönlendirmek gerekmektedir.

Bu hat üzerinde ve bu hattaki sıcaklığın derecesi ile kitleler, sınıf eksenli bir kaynaşmanın momentine yaklaştırılmalıdır. Bu moment, sosyalist çözümleri ve düzenlemeleri sağlayacak olan sosyalist iktidar yürüyüşünün şekillenmesinin harcını oluşturacak moment olacaktır.

Bu momente yönelmiş güçleri, sen Kemalistsin, sen Özbek’in işçisisin, sen CHP nin, sen MHP nin tabanındasın diye ayırmak mümkün değildir. Adı üzerinde; sınıf ekseni ve sosyalist iktidar yürüyüşünün şekillendiği moment… Öyleyse bu ayrımı, bu momentteki şekillenmenin ve bu momente karşı gösterilen mukavemetin sıcaklığı belirleyecektir. Burada işin büyüğü ve hüner gerektiren tarafı, bu güçlerin ezici çoğunluğunu, işçi sınıfının ve emekçilerin hegemonyasındaki işçi sınıfı iktidarına, sosyalist iktidara taşıma hüneri gösterecek olan ideolojik-politik kadrolara kalmaktadır. Öyleyse, ideolojik netlik ve doğru yorumlama, bu işin temel çizgisidir ve ancak böyle işçi sınıfına, öncü olacağını emekçi kitlelere kanıtlayacak nitelik içerilebilinir. Gerisi ham hayal ve boş lafazanlıktan başka bir nitelik taşımayacaktır.
Dostlarımın alınmayacağını, eleştirel ifadelerimin, devrim çizgisindeki farklılıkları netleştirmeye yönelik olduğunu fark edeceğini ama katılmadığı ve yanlış bulduğu noktalarda eleştirilerini sakınmayacaklarını umarak söyleyeceklerimi burada bitiriyorum.

Fikret Uzun

21-09-2010

2 Aralık 2010 Perşembe

MARKSTA YURTSEVERLİK KAVRAMI ELEŞTİRİSİNE YANIT

Bugünler de YURTSEVERLİK kavramı dillerden düşmüyor” imiş; öyleki, birileri çıkıp, “yan yana gelmesi eşyanın doğasına aykırı olan iki kavramı, yan yana getirerek,” ‘Enternasyonalist olabilmek için, (önce F.U.)yurtsever olmak gerekir’ gibi Marksizm’e aykırı bir tezi, İkinci Enternasyonalin döneklerinin kulaklarını çınlatırcasına öne sürüyor” imiş. Bu nedenle de, daha önce YURTSEVERLİKLE ilgili yazılan bir yazıyla, bu öne sürülenleri çürütmeye ve mahkûm etmeye çalışacakmış.

Bu iddiada bulunan eleştirici, 7–8 sayfa tutan ULUSAL SORUN, ENTERNASYONALİZM, YURTSEVERLİK VE ANTİEMPERYALİZM başlıklı bir yazıda, gözüne kestirdiği küçük bir ifadeyi eleştiri vitrinine koyarak, 2.Enternasyonal döneklerinin kulaklarını çınlatırcasına( bu nasıl olacaksa) Marks’a aykırı bir tezi öne sürdüğümü dolayısıyla 2. enternasyonal dönekleri ile aynı kefeye konulmam gerektiğini kanıtlamak için Marksın, 18. Brumaire yapıtındaki çok küçük bir tümceden hareketle Yurtseverliğin nemenem kötü bir şey olduğunu anlatmaya koyulmuş.
O bölüme geleceğim, ancak önce, Marks’ın,18. Brumaire Çalısmasının ne anlama geldiği üzerine birkaç şey söylemekte yarar görüyorum.
Marksın,18.Brumaire Çalısmasının, 1848 devrimi ile ilgili çözümlemeleri kapsadığını herkes bilir. Engelsin deyişiyle, Marksın,1848den itibaren, devrim dönemini o an için sona erdiren Louis Bonapartın Ocak 1851 hükümet darbesine kadar olan dönemin Fransız tarihini yeniden incelediği bir çalışmadır 18. Brumaire. Ve öncesinde Fransa’da sınıf mücadeleleri çalışması var.

Marks, bu çalışmasının önsözünde, “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel bir gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama hükümet darbesinin tarihsel yapısı, kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına dönüşüyor. Böylece, sözde objektif tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.” Diyerek, bu çalışmanın özünü ortaya koyup, şöyle devam ediyor; “Son olarak, bu yapıtın, bugün, özellikle Almanya'da pek çok kullanılan sezarcılık teriminin artık bir yana atılmasına katkıda bulunacağını umuyorum. Bu sezarcılık deyimi ile yapılan yüzeysel tarihsel örneksemede, işin özü, yani eski Roma'da, sınıf savaşımı yalnız ayrıcalıklı bir azınlığın içinde, varlıklı özgür yurttaşlar ile yoksul özgür yurttaşlar arasında geçerken, halkın büyük üretici kitlesinin çarpışanlara kısaca basit bir basamak meydana getirdiği unutuluyor. Sismondi'nin, ünlü ‘Roma proletaryası, toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor’, sözü unutuluyor.”

Bu çalışmada, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” Diyen Marks, “Tarihin ölülerine okunan bu dualar incelendiğinde, hemen, çok göze çarpan bir fark ortaya çıkar. Camille Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Napolyon, birinci Fransız Devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da, Romalı kılığında ve Roma'ya özgü cafcaflı sözler kullanarak, kendi çağlarının ödevini, yani modern burjuva toplumunun meydana çıkması ve kurulması işini yerine getirdiler. Birinciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve bu kurumlar üzerinde biten feodal bağları kopardılarsa, o, Napoléon da, Fransa'nın içinde, bundan böyle artık özgür rekabetin geliştirilmesini, küçük toprak mülkiyetinin işletilmesini ve ulusun özgür kılınmış sınaî üretici güçlerinin kullanılmasını sağlayacak koşulları yaratırken, dışarda her yerde, Fransa'daki burjuva toplumuna Avrupa kıtası üzerinde gerekli olan çevreyi yaratmak için zorunlu olduğu ölçüde feodal kurumları sildi süpürdü.” Diye devam ediyor.
Yeterince açık, Marksın, Fransa’da sınıf mücadeleleri ve 18.Brumaire çalışmasında Yurtseverliğin Lanetlendiğinin ve enternasyonalizm ile taban tabana zıt olduğunun gösterildiği bir işaret yok. Marksın,18. Brumaire çalışmasında görünen işaretlerden, onun daha sonra geliştireceği genel sisteminin politik iskeletini ortaya koyduğunu anlamak mümkün.
Buna açıklıkla dikkat çeken Engels,18.Brumaire’e yazdığı önsözde şöyle diyor,” …buna eklenecek başka bir özellik daha vardır. Şöyle ki, ister siyasal, ister dinsel, felsefi, ya da tamamen başka ideolojik bir alanda yürütülmüş olsun, bütün tarihsel savaşımların, aslında, toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak, bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesi ile bu gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx bulmuştur. Enerjinin dönüşümü yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa, Marks’a, burada da, II. Fransız Cumhuriyetinin tarihini kavramada bir anahtar hizmeti görmüştür. Ve işte, bu tarih, Marks’ın, kendi yasasını denemesine, sınavdan geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marks’ın yasasının bu sınavdan parlak bir şekilde geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.”
Marks, Fransa’da sınıf mücadelesi çalışmasında ki, bu çalışma da,18.Brumaire çalışması ile aynı özü taşır,” (1848) Haziran olaylarında, mülkiyetin korunması ve kredinin eski haline getirilmesi için, hiç kimse, Paris küçük burjuvazisinden, daha bağnazca savaşmamışlardır. Dükkâncı, müşteri akışını yeniden tesis etmek için barikata karşı yürümüştü. Ve barikatlar devrilip, işçiler ezilince, mağaza koruyucuları zafer sarhoşluğu içinde dükkânlarına doğru kendilerini attıkları zaman, dükkânlarının önünün bir mülkiyet kurtarıcısı ve göz korkutucu mektupları kendilerine uzatan bir resmi kredi memuru tarafından kesildiğini gördüler.” Dedikten sonra, alaycı bir tonda,” Mülkiyetin korunması! Ama oturdukları evler, korudukları dükkân kendi mülkleri değildi diyerek, küçük burjuvaların, işçileri yenerek, kendilerini, karşı koymaksızın alacaklıların ellerine teslim etmiş olduklarını” anlatıyordu.

Lenin ise, bu çalışma için,”1848'den 1851'e kadar Fransa'daki devrimci olayların somut tahliline dayanarak yazılmış olan bu yapıt, Marksist yapıtların en önemlilerinden birisidir. Bu yapıtında Marks, tarihsel materyalizmin bütün temel öğretilerini -sınıf savaşımı ve proleter devrimi, devlet ve proletarya diktatörlüğü teorilerini- daha da geliştirmektedir. Özellikle önemli olan nokta, Marks'ın, proletaryanın burjuva devletine karşı takınacağı tutum konusunda ulaştığı sonuçtur. “ diyor.
1848 devrimi ve Napolyon’un hükümet darbesine kadar geçen tarih dilimi Marks için, daha sonraki siyasal önermelerini geliştirmesi açısından bir laboratuar özelliği taşıyor. Devrimin sürekliliği olgusunda, proletarya diktatörlüğüne kadar ve hatta yeteneğine göre çalışıp, ihtiyacına göre alma ilkesini hep bu laboratuardan çıkarıyor. Yani bu çalışmanın ağırlık merkezi, Yurtseverlik ile mülkiyet ilişkisi arasındaki korelâsyon değildir.

Bunları hatırlattıktan sonra, ilgili bölüme yani yurtseverlik lafzının geçtiği bölüme gelebiliriz;

Hemen belirtmeliyim ki, Marksın, 18.Brumaire çalışmasında,"yurtseverlik mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimidir” şeklinde, Yurtseverliği tahlile yönelik genel teorik bir bakışı yansıtan ifadesi yoktur.
Bu konudaki ifadesi aşağıdaki gibidir ki, buradan eleştiricinin çıkarsaması ve Yurtseverlik üzerine inci dökmesi için yeterli ve gerekli malzeme yoktur.

Marks, çalışmasında bir dizi Napolyonvari fikirlerden söz ettikten sonra ve bu fikirlerin temel olanının ordunun üstünlüğü olduğuna ve ordunun da, küçük köylülerin onur sorunu olduğuna dikkat çektikten ve ordunun, dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları milliyet biçimini yüceltirken, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken, küçük köylülerin kahramanlarına dönüştüklerine vurgu yaptıktan sonra, eleştirici arkadaşın bilerek ya da bilmeyerek eksik, dolayısıyla çarpıtarak, alıntıladığı aşağıdaki ifadeyi kullanıyor. İfade şöyledir ve öncesindeki ifadelerle birlikte ele alınmazsa, üzerine istenilen öznel anlamları yüklemek oldukça kolay olan bir ifadedir. Şöyle; “Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri, imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu ve yurtseverlik, mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi.”

İfade burada bitmiyor, devamı açıklığı tamamlıyor; “Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak zorunda olduğu düşmanlar, artık kazaklar değil, haciz memuru ve tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte'ın Napoléon'un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı, şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi avlamaktan ibarettir ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek, dayak yiyecek.
Görüldüğü gibi bütün "idées napoléonienne", henüz gelişmemiş ve henüz gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin can çekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir.”

Marks, bunları diyor ve eleştirici arkadaşın, yurtseverlik üzerine kendisini tanık göstererek içini doldurmaya çalıştığı tezini dayanaksız bırakmış oluyor.

Diğer yandan, yurtseverlik üzerine yaptığım çalışmada, Marksizm’e aykırı bir tezi ortaya koyduğumu iddia eden eleştirici arkadaşın, iddialarına dayanak olacak ifadeler değil, aksine, dayanaksız iddialarını kabul ettirmek için, zorlama bir eleştiri içine girdiğini peşin peşin gösteren ifadeler mevcuttur. Şöyle diyorum; ”…Kapitalist toplum koşullarındaki küçük çapta özel mülkiyet ise, yurtseverlik anlayışının ekonomik dayanağını oluşturmaktadır. Dış pazarla hiçbir bağlantısı olmayan küçük burjuvazi, tekelci burjuvaziye oranla daha yurtsever eğilimlidir. Küçük burjuva yurtseverliği kısıtlı ve dar görüşlüdür. Küçük burjuvazi, ülkesinin çıkarını salt bağımsızlıkta görür, ülkenin geleceğini dünya devrim sürecinin gelişme yönelimleri ile ve hedefleri ile bağdaştırmaz.” Bu ifadede, Yurtseverliğe, eleştiricinin yüklemeye çalıştığı aşırı tonu ve yüceltmeyi vermediğim apaçık görülmektedir.
Daha başka ifadelerim de var ki, bu ifadelerde de, eleştiriciyi haklı çıkaracak işaretler yoktur ama yurtseverliğe sınıfsal bir bakış açısıyla ve uluslar arası işçi sınıfının çıkarları temelinde bakıldığını, eleştiricinin eleştirisindeki Yurtseverlik çözümlemesinin, zorlama ve nesnellikten de, sınıfsal bakıştan da uzak bir soyutlama olduğunu göstermesi yanında, yurtseverliği sosyalist mücadelenin merkezine koymadığımı ama yurtseverliğin bir veba mikrobu misli ele alınması gerekmediğini de göstermektedir. Dediğim şudur; “Kapitalizm, üretici güçlerin gelişimine engel olmaya başladığı zaman, toplumun çıkarlarıyla çatışma noktasına gelmiştir. Üretim araçlarındaki özel mülkiyet ve tekellerin siyasi egemenliği, hem toplumsal hem de, ulusal açıdan uzlaşmaz karşıtlıkların belirmesine yol açar. Ulusal baskının, milliyetçiliğin ve kozmopolitizmin temelinde yatan nedenler işte bunlardır.”
Devamla “Açıkça görüldüğü gibi, işçi sınıfının içinde bulunduğu ekonomik durum, onun özgürlüğe kavuşması için gerekli koşullar ve onun sınıfsal düşmanları ulusal değil, uluslararası bir karaktere sahiptir. Bu nedenle işçi sınıfı ülkesinin gelişme yönelim ve hedeflerini, dünya sosyalist devriminin başarılarına bağlı olarak ele alır. Öyleyse, küçük burjuva yurtseverlik anlayışının sürdüğü kapitalist toplumda, tümüyle öznel etmene (ideolojik çalışma) bağlı olarak verilen yurtseverlik ve enternasyonalizm eğitimi yeni tip bir yurtseverlik anlayışı kazandırmaktadır. İşte komünistlerin, sosyalistlerin yurtseverlik anlayışını bu temelde ele almak gerekir.
Bu nedenle yurtseverlik, enternasyonalizmle çelişmediği gibi, onu tamamlamaya yöneliktir. Daha da açıkçası bu temeldeki yurtseverlik anlayışı, bin yıldır kendi kendine evrilen küçük burjuva yurtseverlik anlayışını emperyalizmin, tekellerin milliyetçiliğinin, kozmopolitizminin peşine takılmasını önleyerek, emperyalizme karşı sosyalist devrim mücadelesinde uluslararası işçi sınıfı hareketine yakınlaştırır. “ şeklindeki ifadelerimle de, Yurtseverliğin enternasyonalizmle bağını ortaya koyan gerçekliğin işaretlerini vermeye başlıyorum. Daha açığı, küçük burjuva anlayışını olumsuzlayarak, onun emperyalizmin çıkarlarının peşinde sürüklenmesinin önüne geçilmesinin öneminden ve gereğinden ve de bunun, emperyalizme karşı küçük burjuva reformist mücadeleden ayırıp, uluslar arası işçi sınıfının sosyalizm için emperyalizme karşı verdiği mücadeleye yakınlaştıracağından, daha doğrusu bunun, politik mücadele açısından öneminden söz etmiş oluyorum. Buradan da, yurtseverliğin bir teorik çerçevesi olmadığı, tümüyle politik ve pratik bir çerçeve içinde ele alınması gerektiği öne çıkartılmış oluyor. Yaptığım budur. Buradan da, sosyalist iktidar mücadelesini, yurtseverlik temeline oturtmadığım açıkça görülmektedir.
Diğer, ifadelerimde de, eleştiricinin eleştirisini haklı çıkaracak nitelemeler yoktur. İşte bir tane daha; “Enternasyonalizmle bağlı yurtseverlik, uluslararası işçi sınıfının temel çıkarlarını ve son hedefini yani komünizmin dünya çapında muzaffer kılınmasını gözetir. Komünistler, yurtseverliğe enternasyonalizm eğitimi çerçevesinde yaklaşmalıdırlar. Bu eğitimin temel hedefi, geniş halk kitlelerine, kendi ülkelerinin, kendi uluslarının dünya kurtuluş hareketi içindeki yerini ve rolünü göstermek, kendi ülke ve uluslarının uluslararası işlevinin içeriğini tanıtmak ve onları bu işlevi yerine getirmek üzere toplamaktır.” Diyorum. Burada da, Yurtseverliği, sosyalist mücadelenin merkezine koymadığım çok açıktır.
Bununla kalmıyorum ve “Burjuva milliyetçiliğine karşı, enternasyonalist mücadele, ulusal düzeydeki süreçler ile toplumsal süreçler arasındaki bağımlılığın kavranması temelinde yürütülmelidir. Halkların, kendi yurtseverliklerinin, emperyalizme karşı savaş temelinde ve birbirinin dayanışmasını sağlamaları gerektiğini anlamalarının pekiştirilmesi yönünde yürütülmesi gerekmektedir.
Sözünü ettiğimiz antiemperyalist mücadele, emperyalist ülkelerdeki küçük burjuva demokratik muhalefeti değildir. Bu muhalefetin özünün gerici ve reformcu olduğu açıktır. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin, emperyalizme karşı sosyalist devrim mücadelesini bu küçük burjuva reformcu muhalefetle karıştırmak ciddi bir yanlıştır. Kautsky’nin en önemli anti-Marksist çıkışı da buradadır. “ diyerek Yurtseverlik ile antiemperyalist mücadelenin bağını enternasyonalist çerçeveden ele aldığımı ve bunun bir sınıfsal bakışın ürünü olduğunu gösteriyorum.
“Yurtseverlik, tümüyle politik bir yaklaşım biçimidir. Bunu milliyetçi ideoloji ile karıştırmak demek, emperyalizmin kozmopolitizm ve ulusal nihilizm çabaları şeklinde bir at gözlüğü daha edinmek demektir. Takdir edilmelidir ve hiç kimsenin öznel olarak ciddiye alıp almaması önemli değildir ki, yurtseverlik nesnel bir olgudur. At gözlüğünden vazgeçilemediği için görülemeyen, yurtseverlik köşeye sıkıştırılmaya çalışılırken, her çeşit milliyetçiliğin açığa çıkartılmaya ve biriktirilmeye çalışıldığıdır. Bu oyunun yönetmeni de, yapımcısı da tekellerdir. Ve yurtseverlerin, Kürt halkı ile kardeşliği ön plana çıkartırken, yurtseverliğe vurgu yapmasının ne demek olduğunu da sanırım at gözlüğü nedeniyle göremiyoruz.” Bu ifadeler de bana aittir ve daha başka ne söyleyeyim dedirtecek türden açıklık taşıyan ifadelerdir.

Ayrıca, 1969 yılında toplanan komünist ve işçi partilerinin uluslararası danışma toplantısının sonunda kabul edilen ‘Emperyalizme Karşı Savaşımda Görevler’ başlıklı karar ile ,“Her komünist partisi, eylemleri açısından kendi işçi sınıfına ve halkına ve aynı zamanda uluslararası işçi sınıfına karşı sorumludur. Her komünist partisinin ulusal ve uluslararası sorumlulukları, ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Marksist-Leninistler, hem yurtsever, hem de enternasyonalisttir; hem ulusal dar kafalılığı, hem de ulusal çıkarların önemsenmemesini, küçümsenmesini ve hegemonya çabalarını reddederler." Şeklinde ortaya konulan önermede ifade edilenler de yeterince açıktır.

Diğer taraftan, bir yandan işçilerin vatanı yoktur şiarına sıkı sıkı sarılınırken, diğer yandan Diyarbakır vatanına sarılmak misli, bir taraftan Yurtseverliği veba mikrobu misli lanetleyip, Yurtseverlikten söz etmeyi günahların, dönekliklerin en büyüğü saymak, diğer taraftan Kürtler üzerinden yurtseverliğe sıkı sıkıya sarılmak, iki yüzlülük değil ise, emperyalizmin ideolojik saldırısı ile uyumlu bir ideolojik şaşırtma içinde olunduğunun göstergesidir.

Ezen ulusun emekçilerini, Yurtseverliğe karşı Ulusal nihilizmin ve kozmopolitizmin kapanına kıstırmak için, haçlı seferine kışkırtmak da, ezilen ulusun emekçilerinin yurtseverliklerini kabartmak da emperyalizmin dinamiğidir.
Ve ayrıca bu şiarın yani işçilerin vatanı yoktur önermesinin, tek başına ele alınmasının sakıncalarını Lenin daha 100 yıl önce anlatmıştır. İkna olunmazsa manifestoya bakmak yeterlidir. Marks ve Engels’in manifestodaki söylemi iki parçalı bir bütündür. Ve Lenin her fırsatta başka yerlerde de işçi sınıfının uluslararası hareketinin ikili karakterine vurgu yapmaktadır. İşçi sınıfının temel görevi ulusal kendi kaderini tayin hakkını savunmak değildir, onun temel görevi, işçi sınıfının uluslararası hareketinin güçlenmesi için mücadele etmektir.

Adı üstünde ,“sorun” ki, hala sorun olarak devam etmektedir, ulusal sorun, Marksizm-Leninizm’in, en fazla kafa karıştırdığı halde, en fazla ihmal edilmiş alanlarından birisi olmaya devam etmektedir. Eleştiricinin eleştirisindeki zorlamayı da, bu alanın yeterince bilgi ile derlenilememiş ve bu ihmalin üstesinden gelinememiş olmasına bağlıyorum.

Ama bir önceki eleştirisinde, barış içinde bir arada yaşama politikalarının Lenin’e dayandığını ama Lenin’in yaklaşımının, Hruşov’la birlikte Sovyet sosyalizminin genel teorik yaklaşımı içine sokulan barış içinde bir arada yaşama politikası ile tümüyle farklı olduğunu vurgulayarak bu gerçekliği dile getirdiğim halde, Lenin’i sınıf uzlaşmacısı yaptığımı vaaz ederek kendisinin daha fazla Leninci olduğunu kanıtlamaya çalışan eleştiricinin bilgisizliği, bu kadar değil, Lenin’in açıklıkla ve önemle üzerinde durduğu Marksizmin kurucularının Manifestodaki “işçilerin vatanı yoktur” önermesine o da takılı kalmış. Oysa bu önerme, iki parçalı bir önerme olup, bir birinden kopuk ele alınmasının son derece yanlış olduğunu Lenin,100 yıl önce ortaya koymuştur. Bunu da anlattım ve bunu böyle anlattığım için de, 2.enternasyonalin döneklerine benzetilmesem de, hala moda olan, ulusalcı yaftasını yedim.
Lenin, yüz yıl önce manifestodaki, şimdiki sosyal-şovenistlerin pek bir meraklı olduğu “işçilerin vatanı yoktur” önermesinin, devamındaki önermeden ayrılmasının” son derece hatalı olduğuna” vurgu yaparak,” bu iki önermenin gerçek anlamının burjuva milliyetçiliğini reddeden proletaryanın, emekçileri kendisi ile birlikte anti-kapitalist mücadele içinde sürüklemesi ve ulusu sosyalizme götürebilmesi bakımından, proletaryanın ulus içinde öncü sınıf durumuna yükselmesinin zorunlu olduğuna “ dikkat çekerek.“ proletaryanın ancak bu anlamda ulusal olduğunu ve onun sınıf çıkarlarının ancak bu sınırlar içinde tüm ulusun çıkarları ile bağdaştığını” söylemektedir.
Oportünistler, her iki önerme arasındaki bağıntıyı koparırlar ve her birine milliyetçi bir sapma kazandırmaya çalışarak, "emekçilerin ülkesi yoktur" önermesini mutlaklaştırırlar. Diğer eğilim ise sağda kendini gösterir ve "proletaryanın kendisinin ulusu oluşturması" önermesini mutlaklaştırır. Her iki eğilim de, özünde milliyetçi bir sapma olduğu ve gideceği yer eninde sonunda burjuvazinin kampı olduğu halde, sosyal şovenistler bunu kendi oportünist tutumlarını gizleme aracı olarak kullanmaya çalışırlar.
Sosyal-şovenistler kitleleri kandırmak ve emperyalizmin kozmopolitizminin ve ulusal nihilizminin peşine takmak için manifestodaki bu önermeye sıkça başvurmaktadırlar. Egemen emperyalist güçlerin, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında tutabilmek için, diğer halkların emekçilerini ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya çalışmak için kullandığı kozmopolitizm silahının sömürülmekte olan ulusların direncinin kırılması yönünde kullanılması ve emperyalist egemenliğin pekiştirilmesi için, ulusal devlet fikrine sarılmanın anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek üzere çırpınan Emperyalizmin ideologlarının, bilim adamlarının, politikacılarının yanında yer alırlar.
Kozmopolitizm ve ulusal nihilizmin, tekellerin hizmetinde olan emperyalist bir ulusal ideoloji olduğunu kitlelerden gizlemeye çalışırlar. Bu şekilde, komünist partilerinin pozitif temel görevinin, halkların, ulusların değil, her milliyetin proletaryasının kendi kaderini tayinini geliştirme görevi olması gerekliliğini yok sayıp, ulusların kendi kaderini tayin özgürlüğü için mücadeleyi koşulsuz kabul etmenin, her 'ulusal kendi kaderini tayin talebini' desteklemekle yükümlediği anlamını taşıdığını kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa Lenin’in, burada da söyledikleri gayet açıktır. “biz, küçük milletler için, her ne pahasına olursa olsun devlet istemiyoruz." Evet, Lenin, böyle diyor.
Söz Lenin’den açılmışken, Lenin^’in ifadeleriyle birkaç noktaya daha dikkat çekmek yararlı olacaktır.
Evet, ulusların ne çeşitten olursa olsun ezilmelerine karşı mücadele etmeden sosyalist olunmayacağını Lenin,100 yıl önce söylemiştir. Lenin’in işaret ettiği gibi, Kürt sosyalistleri, devrimci demokratları, Türkiye’deki komünistlerden, varsa partilerinden, kendi kaderlerini tayin hakkını yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve savunmalarını istemelidir ve Türkiye’de sosyalistler, komünistler bu hakkı savunmuyorsa şovenisttir.
Ancak yine Lenin’in söylediği gibi, bu hakkı savunmak, hiçbir zaman küçük küçük devletlerin kurulmasını teşvik etmek değildir. Yani bölgede var olan devletlerin parçalanmasına yönelik teşvik edici bir yanı olmamalıdır. Aksine, ezilen ulusun daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel, ekonomik gelişmeye daha elverişli olan büyük devletlerin ve büyük devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamalıdır.
Ve yine Lenin’in 100 yıl önce işaret ettiği gibi, Kürt ulusunun sosyalistleri, devrimci-demokratları, hem Türkiye’nin, hem de Kürtlerin ezilen sömürülen işçi ve emekçilerinin (örgütlenme dâhil),tam bir birliği için mücadele etmelidir.
Ve yine 100 yıl önce ve yine Lenin’in işaret ettiği gibi, Kürtlerin Türkiye’den yasalar yoluyla (daha önce Rusya’da savunulan sözde kültürel özerklik misali) ayrılması fikri, gerici bir fikirdir.
Bu noktada bir parantez açıp, içine, bir soru yerleştirerek asıl konuya devam etmek istiyorum. Gelişmesinin başında, uluslar ve sınıflar, gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, ne için devlete ihtiyaç duymuştur? Ve parantezi kapatıyorum.
Eleştirici arkadaş, bilinçli bir çarpıtma içinde değilse, bilgisizliği nedeniyle Marksın,1848 devrimi ile ilgili çözümlemeleri kapsadığı ve onun daha sonra geliştireceği genel sisteminin politik iskeletini ortaya koyduğu 18.Brumaire çalışmasında, Yurtseverlik üzerine ifade ettiği tek bir cümleden sorunu çözdüğünü düşündüğünü, ya da böyle düşündürtmeye çalıştığını belirtmek istiyorum.
Ama aynı zamanda soruna yönelik bir çözümleme ile eleştiri geliştirmediği de görülüyor. Amaç sadece, yurtseverlik kavram ve olgusu üzerine söz söylendiği için, bu sözün sahibini 2.enternasyonal şovenistleri ile özdeşleştirmek ve bu günkü sosyal-şovenistlerin ali cengiz oyunları misli ideolojik saldırılarına malzeme yaratmak olunca, zorlamanın, sözleri eğip bükmenin sınırı olmuyor.

Eleştiricinin, bir doğrudan bin yanlış üretmek gibi bir hüneri olduğunun da ifadesi olan cümle şöyle başlıyor; “İnsanın en temel ilişkisi, maddi yaşamla girdiği ilişkidir. Bu ilişki, aynı zamanda insanın bilincini de belirler.
Maddi yaşamda ki olaylar ve olgular, zihne akarak, bilinçte yer alır onu etkiler.
İşte insanlarda ki mülkiyet duygusunun nedeni budur.
Ve maddi yaşamdaki insana aykırı faaliyetler sonucu ortaya çıkmıştır. (eleştirici mülkiyet duygusundan söz ediyor.)İçin de bulunulan toplumdaki tüm insana aykırı faaliyetler gibi, özel mülkiyet temelinde gelişen bir toplumsal ilişki olan yurtseverli de, zihne akarak, bilinçte yer alır.”
Ne güzel, toplumu tekil bir sınıfa indirdik ve bütün toplumsal sınıf ve katmanların bilincini aynı yönde geliştirdik. Peki, sınıf bilincine ne oldu? Marks’ın, “insanların bilincini belirleyen, onların toplumsal varlıklarıdır” derken anlatmak istediğine ne oldu? Üretim ilişkisi ile üretici güçler arasındaki ilişkiye ne oldu? Harcanan emekle bunun ürettiği değerler arasındaki bireysel ilişkiyi ortadan kaldırmaya ne oldu? Kapitalizm’de, her yerde kabul gören, kapitalistlerle kavga halinde olan sendikaların duvarlarını da süsleyen, “emek en yüce değerdir” sözüne ne oldu? Bu yurtseverlik, maddi yaşamda özel mülkiyet dürtüsü çok gelişmiş olan küçük burjuvazinin zihnine akan bir şey olmasın sakın! Bu da nesnel bir olgu değil midir? Eğer bu zihne akan yurtseverlik, işçilerin maddi yaşamla girdiği ilişkinin sonucu onun da zihnine akıyorsa, burada nesnel bir durum söz konusu değil midir? Bu bir nesnellik taşıyorsa, zihinlere akan şeyi nasıl durduracağız? O zaman işçilerin sınıf bilincinden ve giderek politik bilincinden söz etmenin ne anlamı kalır? Eleştiricimiz, amaçladığı şeyi yerine getirecek ya yani ağzıma yurtseverlik lafzını aldığım için, biber sürmek misli döneklik sürecek ya; işte bu nedenle olsa gerek, Eleştirisinin sınırlarını aşarak, sapla samanı birbirine karıştırmayı maharet saymış.
Bu karışıklıkla da, çözümü patlatıyor; “Mülkiyet duygusunun ve buna bağlı türevlerinin ortadan kalkması, çok uzun bir tarihsel dönemi içerecektir.” Demeyi ihmal etmemekle birlikte, daha başlangıçta bu türevlere savaş açılmasının bir devrimci görev olduğunu mutlaklaştırarak önümüze koyuyor; “mülkiyet duygusu, insana aykırı faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan, insana aykırı faaliyetleri ortadan kaldırmayı amaç edinmiş Devrimciler için sahiplenilmemesi, karşı çıkılması gereken bir burjuva kavramdır.”diyor.
Buradan hareketle işçi sınıfının devrimci mücadelesini ilginç bir zemine oturtuyor;
“İşçi Sınıfının devrimci mücadelesi, tersine dönmüş dünyada ki, tersine dönmüş ilişkilerin, insana aykırı faaliyetlerin tersini yaratmaya yöneliktir.” Bu nasıl bir, İşçi sınıfının devrimci mücadelesini( sosyalist iktidar mücadelesini) ifade eden anlatımdır? Sormak gerek, acaba önce dünya mı tersine dönmüş, yoksa ilişkiler mi tersine dönmüş! Bu nasıl bir bakıştır ki, hem sözde işçi sınıfı adına Yurtseverliği ve küçük burjuva eğilimleri mahkûm ediyoruz ama hem de, sınıfsal bir pencereden çok farklı bir yerden bakarak lafız üretiyoruz? Bu da yetmiyor, ortada, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ( buna neden sosyalist iktidar mücadelesi demiyor, kendi deyimiyle maddeyi aslı ile bilince neden akıtmıyor, o da ayrı tabii) Yurtseverlik temeline oturtulması gerektiğini anlatan ifadeler varmış gibi,”O nedenle İşçi Sınıfının devrimci mücadelesi, insana aykırı faaliyetlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kavramlar temeline oturtulamaz.
Bu mücadele insana aykırı faaliyetin bir sonucu olarak ortaya çıkan mülkiyet temelinde bu mülkiyet temelinde şekillenen yurtseverlik üzerine de kurulamaz.” Diyor.
Bu ifadelerin neresinden tutup, neresini düzeltmek gerektiği konusundaki karmaşıklığı okuyucuya bırakıyorum. Ancak şunu belirtmekte yarar görüyorum ki, eleştiricinin penceresinden baktığımızda, acemi bir anarşistin hezeyanla sıraladığı laf ebeliklerinden başka bir şey görülmüyor.
Bu laf ebeliklerine karşı tek soru yeter. Aynı pencereden bakarak diyebiliriz ki, DEVLET ‘de, “tersine dönmüş dünyada, tersine dönmüş ilişkilerin insana aykırı faaliyeti sonucu ortaya çıkmıştır ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi bu aykırı faaliyeti de ortadan kaldırmaktır.” Öyleyse, soru şudur, işçi sınıfı, devrimci mücadelesi ile gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, eski devlet mekanizmasını parçalayıp yerine kendi devlet mekanizmasını neden koyuyor? Aynı soruyu yukarıda da sormuştum.“gelişmesinin başında uluslar ve sınıflar, gelişmesini hızlandırmak ve misyonunu tamamlamak için değil ise, ne için devlete ihtiyaç duymuştur?”
Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden birisi dil bağıdır. Bunu herkes biliyor. Ve ortak Fransız dilini yaratanın, Fransız devriminin geliştirdiği devlet olduğunu da biliyor. Öte yandan Ulusun kendisi de bir bağdır. Ancak, Marksa göre, kapitalizm insanlar arasında bir başka bağ oluşturuyor; sermayenin kontrolünde insanlar, aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin bir birlerine bağlı olduğunu düşünmeye başlıyor ve aynı emek sürecinin birbirine bağlı parçaları olmak, her gün benzer işi yapmak, birbirine benzeşmek, diğer bağları geri plana itme gücü taşıyor. Yani Marks, gelişmenin insanı, üretimle ilgili olan dışında, bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını düşünüyordu. İşte bu, sınıf bilincine bağlı olan sınıf bağıdır.
Ama birinci dünya savaşı patlak verdiğinde, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının davranışları, büyük bir uluslar arası piyasanın oluşmuş olmasına karşın, işçi sınıfının önderlerinin ve işçi sınıfının çok büyük bir kısmının, çok dar bir grup hariç, ulus bağından kurtulamadığını göstermiştir. Yani gelişmiş kapitalist dünyanın işçileri, üretim süreçlerinden doğan bağ yerine ulus bağında takılı kaldılar ve bir birleri ile savaştılar. Bu üzerinde düşünülmesi gereken, üstelik de hala düşünülmesi gereken geçmişte kalan bir gerçekliktir. Hal böyle iken, bu gerçeklik üzerine düşüncesinde tek bir kıvılcım bile taşımayanların, şimdi Yurtseverlik üzerinden felsefe yapması da düşündürücüdür.
Diğer taraftan, ulus bağının gelişmesinde en önemli etken pazarın gelişmesi ve ona koşut olarak dilin gelişmesidir. Böylece dil ortaklaşarak, ulus bağı kuvvetleniyor.
Çözümlemeyi sömürge dinamiği çerçevesinde ele alırsak, ulus bağının güçlenmesinde önemli katkısı olan dilin gelişmesine sömürgecinin engel koyması söz konusu olmadığı görülürken; çözümleme, toprak katma, ilhak ya da işgal çerçevesinde sürdürülecek olursa, temel politikanın, her ne pahasına olursa olsun, ulus bağının doğmasını önlemek olduğunu görürüz. Yani dili yasaklamak ama dili yasaklanan ulusun zenginlerinin ekonomik özgürlüklerine ve yönetime katılma özgürlüklerine hak tanımak esas oluyor.
Burada önemli bir durum ortaya çıkmaktadır. Marksın öngörüsüne göre, Üretim sürecinde yan yana olunduğu halde, ulus bağının geri plana atılmasının gerçekleşememiş olması ve gelişmiş kapitalist ülkedeki işçilerin Nasyonalist davranmaları, bir dünya düzeni kurma projesinin ifadesi olan enternasyonalizmin etkisini yitirdiğinin göstergesidir. Başka ifadeyle ki, bu ifade daha tam ifadedir, dünya düzeni kurma projesinden uzaklaşıldığında, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfının, enternasyonalist davranmalarını beklemek, nesnelliğe gözlerimizi kapamak oluyor. Ancak bu, işçi sınıfının enternasyonalist olma özelliğini ortadan kaldırmıyor.
Böylece, laf ebeliğine mahkum ya da memur edilmiş olanların düşünmek bile aklına gelmediği, bu laf ebeliklerine tav olmayı devrimcilikten sayanların ise, düşünse bile içinden çıkamadığı, birinci savaştaki önderleri dâhil, neredeyse gelişmiş kapitalist ülkelerin işçilerinin tamamının nasyonalist davranmalarını açıklayan cevabı da ortaya koymuş oluyorum. Mutlaklaştırmıyorum, bu güne kadar düşünülmeyenin düşünülmesi için kapı aralıyorum.
Demiştim; ulusal sorun, hala adı üstünde, sorun diye. Ve hala en fazla ihmal edilen alanlardan biri olduğunu da dedim. Üzerinde en çok laf ebeliği yapılan bir sorun olduğunu da şimdi söylüyorum.
Buradan hareketle sosyalizmin diğer tüm bağların üzerinde olan bir bağ olduğunun da, zihinlere akması için kapı açmak istiyorum. Öyleyse, Sovyet sosyalizminin çözülmesi, sosyalist dünyada insanları birbirine yaklaştıran bu bağın gücünün azalmasına dolayısıyla yerini başka bağların almasına yol açtığını da, görülemese bile, düşünmek gerekiyor. Bu da, ulus ve ulusal sorun konusunda, laf ebeliklerinin peşine takılmaktan vazgeçip, sorunu sorun olmaktan çıkaracak şekilde düşünce üretmek ama bunun için de, Sovyet sosyalizminin çözülüşü ile bu sorun konusunda önümüze düşen zengin deneyimleri iyi değerlendirmek gerekiyor. Bir tanesini ben söyledim, bir taraftan güçlü bir ulusçuluk akımı güçlendirilirken, diğer taraftan ulus-devlet dinamiğinden kaçış körükleniyor. Bu da, emperyalizmin milliyetçiliğinin ikili karakterine denk geliyor, işine geldiğinde milliyetçiliğe, işine geldiğinde kozmopolitizme prim veriyor. Buna da, laf ebesi sahte sol gömlekliler, felsefe yaparak katkıda bulunuyor. Hala ihmal edilmeye devam eden ve teorikleştirme çabalarının kendi özgül yapısı gereği zayıf kalan ulusal sorun ise, 21.YY. Marksizmi çerçevesinde Marksizm-Leninizmin üzerine, belki de en önemli tuğlalardan birini koymak üzere çözülmek için ortada duruyor.
Öyleyse, aklına özgürce hâkim olan herkesin, kimin kendi ulusunun başka ulusları ezmesine göz yumduğunu, kimin gerçekte bu zulme, sömürüye, talan ve köleleştirmeye karşı çıktığını, kimin gerçekten hem yurtsever ve hem de gerçek enternasyonalist olduğunu, kimin yurtseverliği milliyetçiliğe batırıp, 2.enternasyonalciliği hortlattığını, kimin işçi sınıfının sınıf çıkarların nereye kadar ulusun çıkarları ile bağdaştığını, nereden itibaren bittiğini göz ardı etmediğini, kimin bunu göz ardı ederek bir taraftan, işçi sınıfının tüm ulusa öncülük yapmasının önüne geçerken, diğer taraftan işçi sınıfını tümüyle ulusal bir çerçeveye sürüklediğini, kimin Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekten Marksist-Leninist temelde savunduğunu, kimin bu kılıf altında, emperyalizmin sömürü, talan ve köleleştirme alanlarını artırma ve pekiştirme çabalarına hizmet ettiğini; kısaca kimin sosyal-şovenist, kimin hem gerçek bir yurtsever ve hem de gerçek bir enternasyonalist olduğunu görmek için bu bölgede ve dünyada olan biteni dikkatle izlemesi gerekmektedir.
Fikret Uzun
02-Aralık–2010

28 Ekim 2010 Perşembe

ARTIK HÜNER GÜÇLERİ DOĞRU TEMELDE BİRLEŞTİRMEDEDİR

Artık mürteciliğe karşı, Cumhuriyeti yıkmalarına karşı, faşizme karşı ve elbette Osmanik feodal cumhuriyete karşı, gericilerin, emperyalizmin sürüklediği uçurumun kenarındaki bütün güçler, tek bir eksende gericiliğe ve emperyalizme karşı ülkenin bölünmesine karşı birleşmeleri gerekir ve bu eksende birleşen güçlerin,aralarındaki ideolojik mücadeleden vazgeçmeleri gerekmiyor ama bunu birbirlerine küfretmeden, köprüleri yıkmadan, doğru temelde, bilimsel temelde ve ilericilik ekseninden ayrılmadan yapmaları gerekiyor. Fakat bu güçlerin tümünün, ortak bir hedef olarak karşılarına aldıkları gericilik ile ABD-AB emperyalizmi ile, şövenizm ile kozmopolitizm ve ulusal nihilizm ile yani emperyalizmin işine gelen her çeşit milliyetçilik ile mücadelesinde, en şiddetli bir şekilde ideolojik ve politik hüner gösterilmelidir. Ancak böyle aynı eksende, merkezlerinin de yönlendirmesi ile toplanan ama daha çok bu eksenin çekiciliği ile birleşen kitlelerin doğru ve tarihin ilerleme çizgisinin işaret ettiği yöndeki yürüyüşünü kuvvetlendirebiliriz ve bu yürüyüşü iktidar yürüyüşü ile bağlayabiliriz.
Çevre hareketleri, sivil toplum hareketleri, sendikal hareket, kadın hareketi, gençlik hareketi, yurtsever dinamikler, anti-emperyalist, anti-siyonist dinamikler bu eksende toplanarak, bu eksende onlara iktidar perspektifini özümsetecek nitelik içermek gerekiyor ve bu çerçevede tabandaki bütün dinamiklerin, sınıf ekseni ile doğrudan bağlanacak şekilde gerçeklerle yüzyüze getirilmesi gerekiyor, daha doğrusu yüzyüze geldikleri gerçekleri iyi okumalarını ve çözümünün sınıf eksenli bir mücadele ile mümkün olacağını görmelerini sağlamak gerekiyor. Bunun için,sendikaları prensip olarak bir kenara koyup, dürüst, namuslu, kendini satmamış sendikacıların, işçi liderlerinin öne çıkartılması ve işçilerin sendikalarda sönümlendirilen sınıf kinlerinin, kendi sınıfsal konumları gereği taşıdıkları gizil güçlerini harekete geçirerek, bu gizil güçlerini hatırlamaları sağlanarak hareket etmek gerekiyor.
Bu topraklar, çok fazla yüklendi. Ses biriktirdi. Ve artık içinde tutamıyacaktır. Sesleri ilk kim görürse, bu sesleri ilk kim yükseltirse ve toprağı doğru bir zemine kaydırırsa o, hegemonyayı alır ve götürür. Bu nedenle teorik bakış, dolayısıyla ideolojik donanım ön plandadır. Örgütten de önemlidir. Örgüt, toprağın biriktirdiklerinin açığa çıkması ile yükselen sesin, kızgınlaşan ateşin içinden ama bu ideolojik donanım sahibi unsurların eliyle fışkıracaktır ve hegemonyayı en doğru teorik ve politik yaklaşımları göstererek eline alarak, kitleleri doğru bir eksene yönlendirebilecektir. Bunun bir adım sonrası, her ne şekilde olursa olsun, ilk katıldıkları eksenden dürüst, namuslu ve gerçekten yürekli olan unsurların, bu hegemonyaya yüzünü dönmesi ve onu daha da güçlendirmesi olacaktır. Dolayısıyla birinci ve çok önemli ve de acil olan hüner, teorik olarak, karşıtlık da taşıyan dinamiklerin asıl tehlikeye karşı, bu karşıtlıkların hepsini düzleyip sadece kendine bağlamaya çalışan tehlikeye karşı, aynı eksende güçlerini bir blok haline getirmeleri ve dediğim gibi, birbirleriyle ideolojik mücadeleyi bırakmadan ama birbirlerine küfretmeden tabandan bir biliğin yükselmesine ve nitelikli hale gelmesine çalışılmalıdır. Bununla birlikte ve sonrasında, ideolojik donanımlı kadroların, politik hüner gösterecek kadroların, özellikle dürüst, iyi niyetli ve namuslu unsurları öne çıkartarak,tabandaki çeşitli biçimde kin taşıyan dinamiklere kinlerini bütünsel olarak harekete geçirecek şekilde sınıf kini içermeleri ve bu bütünlüğün önüne, doğru temelde politkalar üreterek koymaları gerekmektedir. Bu, aynı anda ama diyalektik bir zincirleme reaksiyon taşıyacak olan aşamalar bütünlüğü,Türkiye'yi, hatta Türkiye'nin bulunduğu geniş coğrafyayı ve elbette bu coğrafyadaki bütün emekçi halkları, hem birbirine yakınlaştıracak ve hem de bir değiştirici, dönüştürücü güç yaratacaktır. Yani insiyatif yine yeniden burjuvazinin eline geçmemiş olacaktır. İnsiyatif ,işçi sınıfında,işçi sınıfının ideolojik yönlendirmesi çerçevesinde emekçi kitlelerde olmazsa, en gürültülü halk devrimi ile alınan iktidar bile, eninde sonunda ve çok çabuk, burjuvazinin dolayısıyla emperyalizmin eline geçecektir ki, bu kez emperyalizmin kini eskisinden bin kat fazla olacaktır. O nedenle bu mücadelede bulaşıklığa da, empatiye de, güler yüzlülüğe de, kinsizliğe de yer yoktur. Sınıf kini, ya da yurtseverlik bilinci ile yükselen kin veyahutta haksızlıklara karşı yükselen kin, hedef şaşırmadan tek bir vücut halinde ve katsayısı yüksek olarak emperyalizme, tekellere, gericiliğe karşı biriktirilmeli ve şiddetle gösterilmelidir. Köpeğe ancak hoşt derseniz onu püskürtebilirsiniz, köpeğe "hoştunuz köpek efendi" demek ya köpekle empati kurma meraklısı olmaktır ya da köpeği püskürtmek gibi bir dert taşımamak demektir.
Politika karşıt yaratma sanatıdır ki, karşıtı ile mücadele edenler kin taşımadan, empati kurarak ve onu düşman bellemeden başarılı olamazlar. Bu güne kadar yüz yıllardır, işçi sınıfını, emekçi halkları, mazlum halkları sömüren, onlara acı çektiren ve ağlatanlara karşı, onları ağlatmayı perspektif edinmeden mücadele edilemez. Bu, düşmana karşı alçak gönüllü olmamayı ilke edinmek demektir. İnsanlığı ortaçağ karanlığına götürmeye çalışanlara karşı, gericiliğin pençesinde köleleştirmek isteyenlere karşı ve elbette sömürülerini katmerleştirmek için dünyayı çöle döndürmekten kaçınmayanlara karşı mücadele empati ile olmaz, alçak gönüllülükle olmaz, bu mücadelede önüne çıkan herkesle kavga ederek olur, kavgasız iktidar yürüyüşü olmaz, iktidarı yine yeniden burjuvaziye vermek için mücadele olmaz, iktidar, artık işçi sınıfının, emekçilerin, aydınlıktan yana olanların, ilericilerin yurtseverlerin olacaktır, mücadele bunun için olmalıdır ve bu kavganın sonunda sosyalist iktidar olduğu, kavgadaki bütün güçlere açık ve net bir biçimde anlatılmalıdır. Asıl kavganın bunun için olması gerektiğini ve sorunların tek çözümünün bu olduğunu, bunun için de önümüze çıkan herkesle kavga etmek gerektiğini göstermek gerekmektedir. Kavgasız iktidar mücadelesi olmaz, şiddetsiz kavga iktidara götürmez. saygılarımla
Fikret Uzun

11 Ekim 2010 Pazartesi

EKİM DEVRİMİNİ 93. YILINDA YİNE YENİDEN SELAMLARKEN


Değerli arkadaşlar,
Geçen yıl bu günlerde, her yıl olduğu gibi, Ekim devriminin dünyayı sarsan doğum yılını yine selamlamıştık. Bu selamlamanın üzerinden bir yıl daha geçmesine rağmen, bu coğrafyada Ekimin önemine dair pek bir değişiklik olmadığını, Ekim devriminin öneminden hala bir şey kaybetmediğini, hatta onunla ilgili söylenecek çok farklı sözlere gerek olmadığını ama bir yıl önce onun önemi ve anlamı üzerine söylediklerimizi bu yıl çok daha fazla hak ettiğini, artık bu hakkı çok daha fazla kişinin teslim ettiğini bu yıl da gözlemledim.
Ama çok daha önemli bir şeyi hala görüyorum ki, o da, Marksizm düşmanlarının, anti- komünistlerin, sosyalizmden ölümüne korkan emperyalist kapitalizmin kapıkullarının, yaranmacı devşirmelerinin eskisinden çok daha açıkça ve hep beraber Ekim devrimi rüzgârının esintilerini örtmenin, yok saymanın, sessizce ve hep bir ağızdan geçiştirmenin ve çarpıtmanın yanında, korkakça saldırmanın gayretini daha fazla göstermekte olduklarıdır.
Bununla birlikte, ulusal sorunun çözümünde de Ekim devriminin öneminin ve anlamının, bugün hala devam eden, açılımsız "açılım" çabalarının şaşırtmacalarında kendini şiddetle hissettirmesinin, Ekim devrimi üzerine söylediklerimizin haklılığını göstermesi yanında, sosyalizmin müzmin düşmanları ile bu düşmanlıklara ince ayar yapmaya çalışan oportünistlerin korkularını o denli açığa çıkarmış olduğu da, daha bir açıklıkla görülmektedir.
İşte bu gözlemlerimle, yeni bir söz söylemeye bu yıl da gerek duymadım ve geçen yılki selamlamamı küçük düzeltmelerle sizlerle yeniden paylaşmak istedim.
Saygılarımla iyi okumalar diliyorum.

EKİM DEVRİMİNİ 93. YILINDA YİNE YENİDEN SELAMLARKEN
Ekim devrimi tarihin bir dönüş noktasıdır. Tarihin nesnel dönüş noktalarında akıllı, bilgili ve becerikli, aynı zamanda da inanmış insanlara ihtiyaç vardır.
Yani kişilerin rolü bu nesnel dönüşüm noktalarında önemlidir. Lenin bu önemi hem anlamış bir kişidir, hem de bu rolün sahibi olan kişidir. Marksı bu yönde çok iyi anlamış, en devrimci biçimde revize etmiş kendini marksın yerine koymamış ve M-L doğmuştur.
Lenin bu noktadan sonra, başka yerde beklenen devrimi Rusya’da karşılamış ve Ekim devriminin kapılarını açmıştır.
Ekim devrimi 20.yüzyılın başlarında, devrimler çağının yaşandığı yüzyılda, insanlık tarihinin büyük bir başkaldırısıdır.
Bu başkaldırı önceki tüm devrimlerin renklerini içinde toplayarak gelişmiş, hem de sonraki devrimlere seçebilecekleri tüm renkleri vermiştir.
Bugün sosyalist devrimin 93.yılında sosyalizmin kapitalist restorasyonunun üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, emperyalistlerin, hala anti-Sovyetizm içinde olanların, hala mutlu olmadığı bir süreci yaşamaktayız. Bir o kadar da şaşkın olduklarını görmekteyiz.
Çünkü ekim devrimi öyle bir gerçeklik yaratmıştır ki, bugün eskisinden çok daha fazla, burjuvazinin, emperyalistlerin, sosyalizmin müzmin düşmanlarının korkuları hiç bitmemiştir.
Çünkü ekim devrimi ile bir avuç dahi olsa akıllı, bilgili ve becerikli ama bir o kadar da inanmış kişiler, tarihin vakti geldiğinde, o tarihin ileriye doğru dönüşmesine manivela olacak yöntemi bulabileceklerini ve uygulayabileceklerini dosta da düşmana da göstermiştir.
Çünkü ekim devrimi ile yeni bir sayfa açılmış ve bu sayfa şimdi kapalı olsa da, onun ne denli mutlulukla yüklü olduğu, insanlığın ilerlemesi, büyümesi, yenileşmesi için ne denli gerekli ve yerinde olduğu görülmüştür.
Ve şimdi bu, çok daha netlikle görülmektedir.
İşte, bu sayfanın kapalı olmasına rağmen, emperyalistlerin korkusunun devam etmesi bundandır. Bu sayfanın uzun süre kapalı tutulabileceğine kendileri de inanmamaktadır. Yani dost da, düşman da bu sayfanın çok uzun olmayan bir tarih kesitinde, yine tarihin kendi devinimi içindeki bir dönüşüm noktasında, akıllı, bilgili, becerikli ve inanmış insanların, çok daha ileri bir noktadan, yepyeni bir sayfa açarak, dünyayı eskisinden çok daha deneyim yüklü sayfalarla donatacağını biliyor.
İşte bu nedenle, dünya çapında insanlığı tasfiye politikaları üretiliyor ve bu politikalar bir illüzyon içersinde kitlelere kabul ettirilmeye çalışılıyor. İşte bu nedenle, tüm dünya da sol üzerinde, öncelikle eritme, bulandırma, unutturma içerikli ideolojik ve psikolojik savaşlar yürütülüyor.
Emperyalistler, sosyalizmin nesnel düşmanları, eninde sonunda tarihin bu dönüşüm noktasına yakalanacaklarını bildikleri için ve artık güçlendikleri kadar, tükendiklerinin de bilincinde oldukları için, hem bu dönüşüm noktasına manivela yaratacak tarihi aktörlerin gelişmesini engellemeye, hem de tarihin dönüşüm noktasının geciktirilmesi için yeni saldırı planları icat etmeye çalışmaktadır.
Ama bir önemli çabası daha vardır ki, bu dönüşüm noktasının tarihin neresinde geleceğinden daha çok üzerinde durdukları, hangi fiziksel parçada kendini gösterebileceği üzerinde de çalışma yürütmektedirler.
İşte ekim devriminin devrimcilere, tarihimizin akıllı, bilgili, becerikli ama bir o kadar da inancını yitirmemiş kişilerine bıraktığı deneyimlerden biri de budur, tarihin nesnel dönüşüm noktasına yoğunlaşmanın yanı sıra, bu nesnelliğin hangi fiziksel noktaya doğru estiğinin de kokusunu alma bilgi ve becerisini geliştirmenin deneyimini de bırakmıştır.
Kapitalizm sonsuzluğa sahip olmayan bir yol olduğu kadar, insanlığın yükselmesi, gelişmesi, büyümesi demek olan sosyalizm ise, sonsuzluğu içermektedir. Bu sonsuzluk, sınıfsız, sınırsız bir dünyaya yolculuğun, nazımın dediği gibi ışıklı maviliklerin, uzayda sonsuzluğu resmeden bir slâyt gösterisinin senkronizasyonu gibidir.
Bu yolculuk, büyüyen, yenilenen insanın, geleceğini avuçlarının içine alarak, sonsuza seyahate çıkmış insanlığın yolculuğudur. Bu yolculuk, şimdi kapalı bir sayfanın içinde duran Ekim devriminin başlattığı bir yolculuktur.
Bu yolculuğa başlamak, bu sayfayı yeniden açmak, bölgemizin, yiğit devrimci, bilgi ve beceri yüklü akıllarına sahip inançlı kişilerinin omuzlarına yapışmıştır.
Şimdi bunun farkında olunmasa bile bu dönüşüm zamanı, bu nesnellik, eninde sonunda o kapalı sayfanın üzerine doğru esecek ve yapraklarını kıpırdatacaktır.
Ekimde de konmaya başlayan devrim kelebekleri, konduğu yerlerdeki tüm deneyimleri, taşıdığı, aktardığı kanatlarıyla, kapalı sayfasının içindeki insanlığın tarihsel yolculuğunu, yaşadığımız tarih kesitinin bütün yeniliği ile devam ettirmemiz için, bu bölgenin üzerinde uçmakta, konmak için kanat çırpmaktadır.
Artık bu yolculuğun sonsuzluk kapısına erişmesi için, gerekli olan; mavili ışıkların müzmin düşmanlarına karşı geliştirdiği, proletaryanın ve onun en akıllı, bilgili ve becerikli öncülerinin omuzlarında yüklü olan, düşmanların ve ahmak solcuların diktatörlük olarak mutlaklaştırdığı ama tüm insanlık için sonsuzluk yolculuğunun, mavili ışıkların teminatı olan, insanlığın sonsuzluk yolculuğuna adım atarken, sıkı sıkı tutunacağı demokratik yeniden örgütlenmenin disiplinli aracına ve bu örgütlenmenin şaşmaz yönetici ve uygulayıcılarına, ahmak dostların ve de son çırpınışları içinde olan düşmanın söz söylemeye ne cesareti, ne takati ne de haklı sebepleri kalmadığının görülmesi de, Ekim devriminin bize armağanıdır.
Biz bu armağanın değerinin farkına, ne yazık ki, sosyalizmin kapalı sayfasından yansıyanlarla vardık.
Şimdi, bu sayfa kapalı dururken, akıllarında bilgi ve beceri taşıyan, yüreklerinde inançlı yiğitlikleri sabırla besleyen insanlara yansıyan bu armağanın ve Ekim devriminin tüm deneyimlerinin ışığında, bu sayfanın açılmasıyla devrim kelebeklerinin kanatlarında taşıyarak getirdiği devrim rüzgârının bütün hızıyla esmesi için yataklık eden bölgemizde, tarihin nesnel dönüşüm zamanının yaklaştığını hissederek, ideolojik, politik olarak hazırlanmaları da, dünya devrimine, bölgemizin yiğit, inançlı, devrimci insanlarının armağanı olacaktır.
Marks ve Engels olmasaydı insanlık, tarihin ve toplumun bilimsel yasaları ile tanışamayacak, devrimlerin mekanizmasını belki anlayamayacak, belki de bundan çok uzun yıllar sonra anlayabilecekti. Ortaya çıkan insanlık için tarihin nesnel dönüşüm noktalarından, insanlık bihaber olacaktı.
Lenin olmasaydı, Marks’ın ve Engels’in bu tarihsel ve toplumsal yasalar üzerindeki çalışmaları belki hala üniversitelerde okutulan bir ders ya da kütüphanelerde ele alınan bir inceleme, yararlanma tezi olarak kalacaktı.
Ama Stalin olmasaydı ve Lenin’den aldığı bayrağı tümüyle ciddiye alarak proletarya diktatörlüğünü sonuna kadar işleterek yükseklere taşımasaydı, ne faşizmin yenilmesi, ne de insanlığın kapitalizmin kader olmadığını ve sonsuz olmadığını görmesi ve umutların artması söz konusu olmayacaktı.
Diğer taraftan, dünya Ekim devriminin sarsıntısını yaşamasaydı, bugün ne Lenin, ne de Stalin hatırlanmayacak ya da geldi geçti denilecek tarzda bir esinti olarak kalacaklardı. Ekim devriminin hala yaşanan canlılığı ise, bir laboratuar manzumesi olmaktan öte gidemeyecekti.
Bugün ise bizi, ekim devriminden çok daha sarsıcı bir toplumsal ve tarihsel dönüşüm dinamiği beklemektedir. Bize düşen, bu dinamiğin, tarihin hangi noktasında nesnel olarak kendini göstereceğini ve devrimin kelebeğinin fiziksel olarak hangi noktaya doğru konmak üzere uçtuğunu tespit edebilecek, hissedebilecek ve en önemlisi, bu tespitleri de, hissettiklerini de gösterebilecek akıllı, bilgili, becerikli ve de aynı tonda inanmış yiğit yüreklere ihtiyacını açığa çıkartmaktır.
Düşmanın en korkulu rüyası budur. Bu korkulu rüyası gerçekleşmeye başladığı andan itibaren de, hem bu rüyayı geciktirmek üzere düşmanın kucağında otururken sahte solculuk yapanlar kılık değiştirecek, o düşmanın kucağının sıcaklığından istemeyerek bir süre ayrılacak ve içimize sızmaya çalışacak, hem de ahmaklık derecesinde miyoplaştığı halde solculuk yapmaya çalışanlar bilimsel bir gözlüğe kavuşup miyopluğundan kurtularak, sahte solcuların kuyruğundan dökülerek onları büsbütün burjuvazi ile baş başa bırakacaktır.
İşte ekim devriminin 93üncü yılında, sosyalizmin çökmüş olmasına rağmen hissettiklerim ve inandıklarım bunlardır.
Ekim devriminin ve onun bütün tarihsel potansiyelinin, bundan sonraki görevlerimizin de, tarihsel sorumluluklarımızın da, ışığı olmaya devam etmesi, insanlık için paha biçilmez değerdedir. Tek yapacağımız bu değerin nesnelliğini insanlığa göstermenin yolunu, yöntemini geliştirmektir.
Ekim devriminin şimdi kaybedilmiş olunan kazanımlarının ışığında, bu kazanımların yetmeyeceği dünyamızda, yepyeni bir ileri noktadan, ekim devriminden kat be kat sarsıcı toplumsal dinamizmle, çok daha ileri bir sosyalizm yürüyüşü için, bu toprakların, akıllarında bilgi ve beceriyi tüm sabrıyla biriktirmiş, inancını yiğitlik günlerinin hayaliyle beslemiş insanlarına tarihin hiçbir noktasında unutulmayacak görevleri yerine getirme fırsatı doğmaktadır.
Bugüne kadar geçen zamanı bu toprakları nadasa bırakmış gibi varsayarak, bu geçen zamanda toprağa sirayet eden, ilerlemenin, gelişmenin, dönüşümün nesnelliğinin önüne engel olarak çıkabilecek zararlı ne varsa temizleyerek, insanlığı son kez ve sonsuza dek kurtarmak üzere, devrim kelebeklerinin çok daha şevkle kanat çırparak uçuşup konacakları verimli topraklar haline getirmek için, bu topraklara bunca nadas yıllarından sonra gerekli olan, en sağlıklı tohumları atmak ve atmakla kalmayıp, filiz vermesi için de nöbet tutacak olanları çoğaltmak, bu toprakların Ekim devrimini yürekten selamlayan akıllı, bilgili ve yetenekli, inanç yüklü insanlarının önünde tarihsel ve onur yüklü bir görev olarak, sabrın sonundaki armağan misali durmaktadır.
Ekim devrimini, dönülmeze uğurladığımız bir sevdiğimizi, hatta çok sevdiğimizi bu aşktan vazgeçemesek de, onun geri dönemeyeceğini bilerek yıldönümlerinden vazgeçmediğimiz misali anmak, bir ayin psikolojisinde, hep en güzel yanlarıyla yâd etmek üzere, gönüllerimizde ve oluşturduğumuz fiziksel kalabalıklarda, en iyi anılarla anmak, bizim yapmamız gereken bir selamlama değildir.
Öte yandan, ekim devriminin ortaya koyduğu gerçeklik içersinde, bu gerçekliğin tüm dünyaya kök salmasına, anlamayarak veya inançsızlığı nedeniyle engel olanlara da, bu gerçekliğin nesnel düşmanları ve bu düşmanlarla beraber yaşayan gönüllü hınç bileyenlerine de yaklaşımımız bir kan davası şeklinde, bir intikam hırsıyla da yapılacak bir selamlama değildir.
Bizim yapacağımız selamlama, döneceğine bütün kalbimizle inandığımız, yaşadığı tarihsellikte ve topraklarda sınırlarını da aşarak unutulmaz izler bırakan ve bütün bu süreçteki deneyimleri bağrında taşıyan gerçekliğin dönüşünü beklerken, döndüğünde tüm edindiklerimizle yani aklımızla, bilgimizle, yeteneklerimizle ve sabrımızla, inancımızla, yiğitliğimizle kendisini kucaklamaya hazır bir vaziyette selamlamak üzere anmak olmalıdır. Ve öyle yaptığımıza inanıyorum.
Sınıfsal kinimiz zaten bilimsel gözlükle baktığımız andan itibaren bu bakışın içinde mevcuttur.
Bu kin, kan davası güden bir intikamcının kini değildir.
Bu kin sınıfsal konumlanışın motoru olan, işçi sınıfının, insanlığın, kurtuluşunun, mutluluğunun, gelişiminin önündeki engellerin, bunun engeli olanlardan talep edilerek kaldırılamayacağını bilince çıkartmanın motorudur.
Bu kin, sınıfsal mücadelemizin kazanacağına olan inancımızın da motorudur.
Ekim devriminin 93üncü yılında da, umut saçan, aydınlık saçan ışığına selam olsun.
Selam olsun hala aynı heyecanı taşıyarak, sabırla besledikleri inançlarının, Yiğitliliklerinin sahibi, yüzünü ekim devrimine çevirmiş devrimcilere.
Selam olsun, 21inci yüzyılın ekim devrimine hazırlanan inançlı, bilgi ve beceriye doymayan akılları özgür öncülerinin bitmeyen sabrına.
Selam olsun tüm yeni doğan, doğacak olan, anaların, babaların gözbebeği olan, büyümüş, ekim olduğunun farkına da varmış ekimlere...
Selam olsun, Ekim devrimine selam olsun diyebilen herkese...

Fikret Uzun

20 Temmuz 2010 Salı

12 EYLÜL DEVAMLILIĞINDAN ORTAÇAĞA ANAYASA PAKETİNDEN KÖPRÜ

Değil barajı aşmak,% 0 5 bile oy alamayacağı belli bu partinin ama yine de kurdular ve adına da ED PARTİ dediler. Demek ki ED PARTİ= EVET DİYENLERİ ARTIRMA PARTİSİ imiş. Vay ki ne vay! Değerli akıl taşıyan dostlar, başka bir yerde HAYIR diyecek olanları aklından zoru olan deliler olarak nitelemiş biri. EVET diyenler ise hem bütün akılları vermiş, hem de bir çırpıda 12 Eylül sabahından itibaren yaşanan zulmün, işkencelerin, idamların ve tabii Kenan Evrenden hesabının sorulacağını yazmış. Nasıl sorulacak bu maddeler canlanıp, hareketlenip, Kenan Evren’in boğazına mı yapışacak. ED parti de, aynını yapıyor, madde madde anayasa değişikliğini buraya taşıyıp, asıl olanı kamuflaj yapıyor ve o kadar süsleyerek dizdiği maddelerde emekçi halkı ilgilendiren bir şey olmadığı gibi içinden tek bir tanesini çekip masaya yatırsak, ortada koca bir yalan olduğunu görürüz. Toplu sözleşme hakkı olsa ne yazar, grev hakkı olmayan yerde, ya hükümetin insafı, ya patronun insafı söz konusudur. Siz bu insafı bu güne kadar gördünüz mü. Hakem kurulu nedir, hakem kurulu işçilerin içinden seçilmiş bağımsız bir kurul mudur. O da hükümetin atayacağı bir kurum olacaktır. O da hükümetin işçi düşmanı yapısına uyacaktır. 15. madde mi o ise tam bir tiyatro manzumesi. Tutun ki, Kenan Evren yargılandı, olmaz, olmayacak ama öyle varsayalım, Amerika ne olacak, kendisi itiraf etti, Kenan Evren de onayladı, birlikte yapmışlar ve emir oradan gelmiş. Burasını da kurtlar vadisine çevirmeye çalışıyor birileri anlaşılan. Neyse Kenan Evren demedi mi emir komuta zinciri diye. Genelkurmay hükümete bağlıdır, hükümette emir almadıysa kimden geliyor bu emir zinciri, tabii ki ABD den. Ee ne olacak, şimdinin hükümeti bir taraftan orduya yükleniyor, diğer taraftan onları dağlara taşlara göndermek için tezkere çıkarıyor, ama aynı zamanda " BEN ABD NİN BU BÖLGEDEKİ EŞ BAŞKANIYIM " diyor. 12 Eylülü yargılamak isteyen bir hükümetin ABD’nin EŞ BAŞKANlığı ile ne işi olabilir. Öyleyse şunu görmek gerek, başka argümanlar yanında, bu eş başkanlığı bile bir devamlılık olduğunu gösterir. Ve 12 eylül darbesi yapılıp, generaller, kışlaya dönüp iş bittimi yani 12 eylül ortadan kalktı mı. Aksine adım adım bu güne gelmek için yerleşimini sürdürdü.12 Eylül rejiminin son hükümeti AKP’dir ve AKP’yi halk seçmemiştir ve halk kurmamıştır. Tıpkı ED PARTİ gibi, tekeller tarafından kurulmuştur. Neden kendisine AK PARTİ diyor, neden gençleri kendilerine AKİST ünvanını yakıştırıyor. Bunlar sorudur. AKP’nin misyonu,12 Eylül rejimini son konuşlanmak istenen noktaya taşımaktır. Oraya taşımak için bu güne kadar yaptıklarını da TC’nin,12 Eylül rejiminin devamlılığı içinde ve ABD’nin eş başkanlığında yapmıştır. Bir tane işçiden, halktan, yoksuldan yana yasa çıkarmamıştır. Ama bol bol sadaka misli yardım dağıtmıştır. Kenan Evren’i neden yargılasın, bu günleri AKP’ye Kenan Evren hazırlamıştır ve Kenan paşanın resimlerini en çok tekeller, büyük patronlar almış, odalarına asmıştır. Onu da bırakın, Demirel cumhurbaşkanı olunca resepsiyona, Kenan Evren’i özel uçakla getirtmiş, başköşeye oturtmuştur. Oysa bizim ahmak solcularımız ne diyor, darbeler seçilmiş hükümetlere yapılmıştır. Evet seçilmiş Demirel’i zindana gönderen Kenan Evren baş köşededir. Hal öyledir ve öyle ölecektir. 12 Eylül devam ederken Demirel’in Türkeş’in Erbakan’ın zihniyeti daha da güçlendirilmiştir. Kenan evreni niye yargılasınlar, onunla birlikte imam hatipler ve müdavimleri çoğaltılmıştır. Şimdi doktor, hakim, başbakan ve cumhurbaşkanı bile olabiliriler. din dersi öğretmek için midir bu okullar, tam tersine akıl bozmak içindir. ED parti elbette "EVET" demek için koşturacak, misyonu odur, çünkü tekellerin kucağında kuruldu, orada büyüyecektir. Büyütecekler demek istiyorum. Ve dediğim gibi, yukarda yarım kaldı, bütün maddeleri süsleyerek akıl bozmak için önümüze koyuyor ama kendisi de emin değil süslemesinden, o nedenle, CHP ile aynı kulvarda olmamak için "EVET " diyoruz diyorlar. Pes demek lazım, AKP ile aynı kulvarda olmak ZUL gelmiyor. Sanki anayasa paketi CHP’nin. CHP ne dedi, daha BAYKAL yaşıyordu, o üç maddeyi çıkarın, mecliste onaylayalım halkın kafasını karıştırmadan o üç maddeyi referanduma götürelim dedi. o üç maddeden biri mecliste ortadan kalktı. İkisini ise, az biraz değiştirerek, ANAYASA MAHKEMESİ süsledi. Ama bu pakete damgasını vuran o iki maddedir, diğerleri fasafiso. Kamuflaj malzemesi. Ve o iki madde ile AKP gitse yerine gelecek olan AKP’yi aratacak bir alana sahip olacaktır. O iki madde burjuvazinin, kendi yasalarına tahammülsüzlüğünün ifadesidir. O da şudur, burjuva hukukunda kuvvetler ayrılığı, burjuva toplumda burjuvazi arasında bir eşitlik sağlar. Yürütme-yasama-yargı aynı yöne bakmayan oklar gibi dizilir. Ve bu ayrılık kardeşleşir sarmaş dolaş olursa, keza hepsi aynı yöne dizilirse, diktatörlük bütün toplum için hukuksal olarak kabul edilmesi ve uyulması gereken bir durum olur. Bunu 12 Eylül darbesi netekim diye diye, genç insanları asa asa, zindana ata ata getirdi ve bir hukuksal dayanağı olmadığı için 15.maddeyi anayasaya koydu. Sonrasında burjuvazinin dertleri çözülmediği için her sorunda biraz daha 12 Eylül yerleşti. Bu güne geldi ve şimdi bu devamlılığın en son halkası olan AKP ile 12 Eylül faşist diktatörlüğü
Evrenleri bile hatta Hitler’i bile aratacak yasal dayanaklara kavuşmuş, toplumsal katılımını da sağlamış bir ortaçağ diktatörlüğüne dönüştürecek. İstenen ve gidilen yol budur. Bunu önlemek için " KOCA BİR HAYIR" gerekmektedir ve "EVET" dedirtmeye çalışanların da, evet çıktığı andan itibaren çanaklarından yani yaladıklarından kısıntıya gideceklerdir. Çünkü diktatörlükler, işçilere, emekçi halklara karşı kurulur ve bu işçilere emekçiler ekmek arası simitten başka bir şey veremeyeceklerinin ifadesidir. İşçi düşmanlığı tavan yapacak ama edilgen sürülerin cenneti yaşandığından, kimse ayağa kalkacak mecali bulamayacak. O zaman ED partiye ne gerek kalacak, öyleyse onlara kırıntı da kalmayacak. O nedenle ruhunu satanların peşinden gidenler aklını başına almak zorundadır.

12 Eylül nasıl ki,12 Martın devamıdır, AKP de bu devamlılık içindedir. Ondan önce Erbakan’la-Çiller var, daha önce Çillerle-Anap var ve daha sonra da Ecevit’in hastaneye kapatıldığı bir süreç var Derviş var, İsmail Cem var, ama daha önemlisi, MHP’den Bahçeli var ve bir sabah aniden koalisyondan çekilmesi var. Sonra mı, sonrası da manidar, sonrasında AKP var, refahtan ya da saadetten kopan kadroların partisi ve ısrarla adına AK PARTİ diyorlar, demeyene zılgıt çekiyorlar. Ve başbakan olmadan, henüz seçilmeden Başbakan gibi karşılanan ve ABD ye giden Tayyip Erdoğan var. Yasaklıdır ve yasağı onu mağdur yapmış ama kalkacağından emindir. Hemen kalkmış, adına özel seçim yapılarak vekil seçilmiştir. Kim yaptı dersiniz, şimdi yaşamayan Baykal, ve böbürlenmiştir hep bununla. Öyleyse devamlılık sürüyor. Tekellere AKP gerekiyordu, İcat ettiler ve Erdoğan’la beraber, daha iyisi Şam’da kayısı dediler,12 Eylül rejimini teslim ettiler. Biraz önce anlattım, daha o zaman başlayan bir devamlılıktı, sürüyor. Ve şimdi bazı aklı evveller, AKP’ye ilericilik yükleyerek, bütün günahları, ondan öncekilere yükleyerek, ortada günah kalmadığını ileri sürerek AKP’nin hazırladığı, güçlendirdiği demek istiyorum, yeni 12 Eylül anayasasına "EVET " dememizi salık veriyorlar. Vermezsek, deli gömleği giydirecekler. Babacan açıkladı duymadınız mı? Tarihinin en fazla işsizini barındıran bir rejim bu. Başka ne bekliyorsunuz. 12 Eylül ne için geldi. Ne için onca tiyatrolar oynanıyor. Ne için bir imam hatiplinin başbakanlığına sol ton, ilerici ton veriliyor. Bu memlekette akıllı aydın kalmadı mı, bütün profesörlerin aklı bir yerlerine mi kaçtı. Solcular, onlara ne demeli, AKP ye toz kondurmuyorlar. Siz niye solcu oldunuz be insanlar. Hadi analdık, çok manifesto okumuşsunuz ve bir yerde takılmışsınız, arkasından gelen cümleyi gözleriniz görmüyor, yani işçiler vatansızdır diye bellemişsiniz, ama toprağı bırakın üzerinde yaşayan insanlara bir bakın, bizim insanlarımız onlar. Aç bilaç, çaresiz, umutsuz, geleceksiz, güvencesiz. Kim yaptı onları öyle ben mi yaptım, AKP ye karşı olanlar mı yaptı. Bu insanları bu hale getiren 12 Eylüldür. Ve 12 Eylül yapıcıları demokrasiyi bırakıp gitti ise, neden hâlâ bu insanların çilesi bitmiyor. Demek ki 12 Eylül devam ediyor ve bu çileleri biriktirmek için geldi. Bunu büyüten, daha da çözümsüz hale getiren AKP değil mi. Kenan Evren’i asacaklarmış, güldürmeyin insanı. 8 yıldır tek başlarına iktidardalar ve her türlü destek önlerinde de arkalarında da onları takip ediyor krizin etkilerine bile tekeller homurdanmadı. Batarsak AKP ile batalım der gibiler. ABD ve AB ise hızır gibi. Ama buna rağmen işçilerin ve emekçilerin sorunları çözülmüyor. Emeklilere ise niye hâlâ yaşıyorsun misli bakılıyor. Bir an önce gitse de maaş vermekten kurtulsak diyorlar. İşçilerden kesilmiş işsizlik fonu 50 KATİRİLYONA dayandı ve patronlara kullandırtılıyor. Bu mu AKP nin ilericiliği. Bazen herhalde solcu arkadaşlarımız dalga geçiyor diye düşünüyorum, düşününce dalga geçmediklerini gerçekten AKP yi ilerici, hatta devrimci, hatta ileri demokrasiyi getirecek diye söylüyorlar. Ciddi ciddi hem de. İşte o zaman bu ne ahmaklık diyorum. Ama asıl olanın ahmaklık olamayacağını, çanak yalayıcılığı olduğunu düşünüyorum. Ahmaklığa yatıyorlar yani. Fiziği ezbere bilen, kimyayı su gibi anlatan, matematik problemlerini arkası dönük çözen profesörler buna nasıl inanır, ben onlara nasıl profesör derim, çocuklarımı nasıl onlara teslime derim. Hayır kardeşim, düpedüz ve hızla ortaçağa giriyoruz. Olmaz demeyin. AKP de ilerici olursa, başka her şey olur. Oluyor. Yani AKP 12 Eylülün,12 Eylül rejiminin ve TC olarak anılan burjuva cumhuriyetin devamı ve sonucudur. Ne ki, bu cumhuriyetle de barışık olmadığı için, bir taraftan aralarında kavga sürüyor, diğer taraftan aşağıdaki illuzyon nedeniyle halka aval aval bu kavgaya bakıp, kafasını kaşıyor. Kavga üst düzeyde ve aralarında gibi görünse de bir sınıf kavgasıdır. İlericilik ile gericiliği kavgasıdır ve aralarında gericiliğe karşı olanların çok olduğunu görünce pek bir telaşa düşüyorlar. Ama birbirlerini ikna edemediler. O nedenle başlangıçta, yani AKP yeni hükümet iken, iki tarafta mülayimdi. Sonra sertleşti kavga ve iş ilericilik -gericilik eksenine, laiklik-dincilik eksenine ve giderek, burjuva demokratik cumhuriyet-gerici, dinci faşist padişahlık eksenine oturuverdi. Şimdi CUMHURİYET gazetesi bile, tehlikeyi görüyor musunuz diye sormuyor. Tüsiad gibi yapıyor. Devamlılık budur. Bakın Haber Türk’e sabah akşam osmanlıyı cilalayıp, halkımızın bilincini artırıyorlar, osmanlı cumhuriyetine hazırlıyorlar demek istiyorum. Ama kavganın özü sınıfsaldır. Hepsi emperyalist burjuvazinin ömrünü sonsuz kılmak içindir. Tarihin ilerleme çizgisine göre bu mümkün değildir ve bunu onlar da biliyor o nedenle, zorba da kurnazlık çok deriz ya, kurnazlığı ortaçağa dönmekte bulmuşlar. Bilimi de kandırıyorlar. Adeta alay ediyorlar. Ama bunun için çaba gerekli ve bu çabaya insanları kitlesel olarak sürüleştirmeyi yerleştirmeli. Öyle de yapıyorlar. En belirleyici sürüleştirme, akıl bozucu etmen Tanrı sevgisi ya da korkusudur. Cennet hayalidir. İşçilere, emekçiler ekmek arası simit verirken, kalanını cennete havale ediyorlar. Bu ortaçağdır işte. Okuyun kroniklerini hep cennet-cehennem ya da deccal misli canavarlar ya da mesih misli kurtarıcılar. O nedenle İsa’yı yedekte tutuyorlar. En baba mesih odur ve başkaları da var. İşte böyle sürüleştiriyorlar ve maalesef sürüleştirmeye solcuların içinden başlıyorlar. Önce onların aklını bozuyor ki, onlar da akıl bozucu olsunlar. Öyle değil mi akıl taşıyan arkadaşlar, her tarafı imam hatip mezunları sarmışken, siz ortada bir ilericilik, bir sol rüzgar görebiliyor musunuz. Yemesini bilmedikleri paraları biriktiriyorlar. En çok harcadıkları isim yazan çoraplaradır. O da belki promosyon oluyor. Bilmiyorum. O nedenle "HAYIR" diyerek, bozulan akıllara şok yaratmak gerek. Bozan akıllara da şok olacak ve yanlışları zincirleme reaksiyon gösterecek, kuyularına dönecekler. Kendileri açtı. Zanlı kendi akıttığı kana koşarmış, ondan kaçamazmış. Onlar da öyle açtıkları kuyulardan kaçamayacaklar. Onlara ait, bırakamazlar, içini mutlaka dolduracaklar. "EVET" dersek, bizimle, ama daha çok işçilerin en akıllıları ile dolduracaklar. "HAYIR" her şeylerine hayır demiş olacağız ve onlara sadece açtıkları kuyuları bırakacağız. İçine girecekler. Onlarındır. Ne yaparlarsa yapsınlar ama bizi sokamayacaklar. AKP nin hazırladığı/güçlendirdiği 12 Eylül anayasasına "HAYIR " demenin anlamı budur. Ben "HAYIR " demek için de çağırmıyorum, ben "HAYIR" ın anlamını ifade etmeye çalışıyorum. "EVET " üzerinde durmuyorum, o bellidir, AKP nin paçasına yapışan ve gitme kal biz sensiz ne yaparız diyen herkes "EVET " demek zorundadır ve "EVET " e çağıracaktır. Her ne olursa olsun tarihin ilerleme çizgisidir belirleyici olan, yani emek sürecidir demek istiyorum yarım kaldı, süren bu iç savaş, bir sınıf kavgasıdır ve işçi sınıfı, emekçiler, ilerlemeden yana aydın insanlar bu kavgada taraftır. Bu kavga 12 Eylül rejimine karşıdır, gericiliğe
karşıdır, emperyalizme karşıdır, velhasıl tekellere, onların düzenine karşıdır. AKP bu noktadadır ve karşı olmamız bundandır. AKP ye karşı olmak,12 Eylüle karşı olmaktır. 12 Eylülcüler AKP ye, rejimlerinin iyiden iyiye konuşlandırması için yol açtıklarına pişman olacaklar. Çünkü AKP bir kuyu kazıcıdır. Ama kapatmayı unutuyor. Tekeller kapatmaya yetişemiyor ve kuyular onlarındır, tekellerindir ve neye niyet neye kısmet
olacaktır. AKP sınıf kavgasını ilericilik gericilik hattına taşımıştır ve sınıf mücadelesini hatırlatmıştır, sınıflar sınıf olduğunun farkına varmıştır. Kuyu kazmak budur. Tekeller o nedenle hem ölmüş ata tekme atıyor ve hem de kırbaç sallıyor. Hem gitse artık diyor, hem de gitme kal biz sensiz ne yaparız diyor. Unutmadan bu kuyular ED PARTİLERE DE AİTTİR. Bütün sahtekar solculara da, devşirme aydınlara da. Kuyular onlarındır. İstedikleri gibi doldursunlar ama işçi sınıfını, emekçi halkları oraya dolduramayacaklar. İşçiler, emekçiler, emekliler ekmek arası simite de razı olmayacaklar. Cennetle de kanmayacaklar.
20.Temmuz 2010


Fikret Uzun

17 Temmuz 2010 Cumartesi

PRAGMATİZM ve ÖDPnin HAYIR AÇILIMI!

Gümüzde PRAGMATİZM bir köylü kurnazlığı halini almıştır ve apaçık ortadadır ki, bu ÖDEP te de vardır. Ufuk Uras yapacağını yaparak, nur topu bir STK formunda ÖDEPi tabansız bir halde devyolculara bırakıp artık devlet durumu içinde hareket ettiğini saklamaya gerek duymayacak şekilde mecliste yerini almıştır. (Obama’yı ayakta alkışlayarak bunu gösterme gereği duyması da ayrı bir ilginçliktir) gelelim ÖDEPin pragmatikliğine ki, bu, burjuva partilerin hepsinde politik kurnazlık olarak meşrulaşmıştır, referandum da bir STK modunda olan yani tekellerin devleti ile yönetişim içinde olan ÖDEP ten "EVET" denmesi beklenirken dolayısıyla bu kadar da açık yapmayacağı için bunu " BOYKOT" ile yerine getirmesi beklenirken,"HAYIR" dediğini ilan etmesi elbette birçok kişide hayret uyandırmış ve inandırıcı bulunmamıştır. Ama bu bir politikadır ve içinde pragmatizm olduğuna göre, "HAYIR" kararı vermeleri gayet normaldir. İki nedenle normaldir: birincisi zaten ne derlerse desinler, sonucu değiştirecek bir kitlesellik içinde değillerdir, ikincisi "HAYIR" diyerek ölmüş ata kırbaç vurmak yerine, tekme atmak misali hareket etmekte ve gelen günlerin manvralarına hazırlanmaktadır. Bunu mutlaklaştırmıyorum ama kuvvetle muhtemel olanı söylüyorum.
Diğer yandan nasıl ki 12 Eylül faşist darbesi ve devam eden rejimi, ABD emepryalizmi menşeli ise, AKP nin 12 Eylül anayasasında da aynı yerin parmak izi veya ayak izi olduğu birçok basın yayın organında, belgeleriyle gösterilmektedir ve burada önemli olan AKP nin 12 Eylül anayasasının gerçekte tekellerin ve ABD-AB emperyalistlerinin YDD emellerinin gereğidir ve ucu bütün dünyadaki emperyalist gericiliğin, dinciliğin, çağdışı tersine gidişin Türkiye’deki yansıması olan Türk-İslam tabanlı bir faşist diktatörlüğün geniş tabanlı olarak konuşlanmasına yöneliktir.
Bu da daha sonraki aşamada, bu gün itibarıyla, bugüne kadar ki işlevi bir yana, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine doğru yönelmiş olan Emperyalizmle uyumlu bir osmanik faşist diktatörlüğün ifadesi olan cumhuriyete karşı, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine gitmemekte direnen bir tarihsel kategori olan TC nin tamamen ortadan kaldırılıp, coğrafi olarak da parçalanmasına yönelik olarak yeni hamlelere kapı açacak, bu hamleleri kolaylaştıracak, başka ifadeyle tekelci burjuvazinin, daha genişletirsek bu siteme mecburen uyumlandırılmış ya da kendiliğinden uyumlanmış genel olarak tüm burjuvazinin kendi içindeki ikna çalışması da böylece tamamlanmış olacaktır.
Bu da bölgede Kürtlere verilmiş gibi lanse edilen bir büyük İsrail devletinin hegemonyasında, küçük ama parçalarıyla beraber büyük olan ve de emperyalizmin şirket modunda bir parçası olan Türkiye’yi yaratacak kapıları açacaktır. İşte asıl önemli noktalar ve sol jargonlu üstelik devrim yapmaktan söz eden bir grubun işlettiği ÖDEP in, atladığı ve mücadeleyi tartışma boyutuna çekerek, düzen içine hapsetmeye yönelik olarak ortaya koyduğu "hayır" bu noktalardan tümüyle uzaktır. O nedenle bu "hayır" kararının da bir mutlaklığı yoktur. Eğer devlet durumu gereği, tekellere ÖDEPin oyları da gerekirse, bu "hayır" kararı, bir anda "evet"e dönemese de,"boykot" a dönebilir. Çünkü serde pragmatizm vardır ve pragmatizm iki yönlüdür. “Hayır” konusunda anlatmak istediğim budur.
Diğer yandan, metindeki, "İHTİYACIMIZ EŞİTLİKÇİ ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRATİK YENİ BİR ANAYASADIR" ifadesi de dediklerimi teyit etmektedir. Birincisi, kapitalist toplumda eşitlik ve özgürlük görecedir ve ağırlıklı olarak burjuvazi için güvence altına alınmıştır. Demokratik olması da, kapitalizmin henüz gelişme aşamasının ifadesidir ki tekellerin hakim olduğu bir kapitalist düzende, üstelik bu hakimiyet direkt Emperyalist burjuvazinin denetimi, gözetimi ve yönlendirmesinde ise, sıfır noktasına hapsedilmektedir ve işte 12 Eylül faşist darbesinden itibaren bu güne kadar yapılan ve yapılamayanlarının da emperyalizmin eş başkanı olan AKP eliyle yapılacak olduğu tam da budur. Ve bunu müthiş bir alicengiz oyunu ile demokrasi illuzyonu içersinde emekçi halkları alet ederek kotarmaya çalışmaktadırlar. Yani ÖDEP kendini tekeller düzeninde nereye konumlandırmıştır o onun bileceği iştir ama dışardan bakıldığında ÖDEP in bir devlet durumunun ifadesi olduğu apaçık görülmektedir. Ama eğer kendini sosyalist yelpazede göstermeye çalışıyorsa ve bunu bir "hayır" ile kotaracağını sanıyorsa yanılmaktadır. Hayır ona taban sağlamayacaktır. Taban sağlamak ve gerçekten sosyalist yelpazede AKP ile birlikte arkasındaki sınıfsal güçlere karşı da konum alacağını göstermek istiyorsa, bu toprakların ihtiyacı olanın EŞİTLİKÇİ, ÖZGÜRLÜKÇÜ, BURJUVA DEMOKRATİK BİR ANAYASA OLMADIĞINI, AKSİNE EŞİTLİKÇİKLİĞİ DE, ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜ DE, DEMOKRATİKLİĞİ DE İŞÇİLERİN VE EMEKÇİ HALKLARIN LEHİNE İŞLETİLECEK OLAN İKTİDARDA İŞÇİSINIFININ VE EMEKÇİ HALKLARIN OLDUĞU SOSYALİST CUMJURİYETİN ANAYASASI OLDUĞUNU İNARARAK VE İNANDIRARAK ORTAYA KOYMASI GEREKİR.
Gerisi lafı güzaftır. İşte mesele budur.

Fikret Uzun

AKİSTLER

Aydınlıksız aydınlar da, ruhunu çoktan şeytana satmış devşirmeler de, onların eğiticiliklerini organize edip, demokrasi illüzyonunu devam ettirmeye katkı sunan AKademİSTanbul da aynı mayadandır. Onlara AKİSTler denmektedir. Görevleri ölmüş atı kırbaçlamak misli AKEPE nin başımızdan hiç eksik olmaması için çalışmaktır. Ve o kadar öyle bu AKİSTliğe kendilerini kaptırmışlardır ki, ADALET ve KALKINMA PARTİSİni, AKEPE olarak söylemek yerine AK-PARTİ diye çığırırlar.
Çığırmayana yaptırım bile uygularlar ve kimse de bu AK ne ola ki, bu AKİSTler kim ola ki, tarihsel olarak kökleri nereye dayanır ki, bu koca koca aydın kılıklı azap zebanisinin nasıl olur da hem TARAF gazetesinde ve hem de AKİSTlerin akademik eğitim karargâhlarında konum alırlar ki, Örneğin DANYAL ORAL ÇALIŞLAR’IN Hamburg Sosyal İncelemeler Vakfı tarafından bu günlere hazırlandığı bir sır olmadığı halde onun nemenem bir solcu olduğunu, yine ÖMER LAÇİNER’in BBP başkanı YAZICIOĞLU’nun kuzeni olduğunu neden yıllarca gizlediğini ama AKP "demokrasisi" etrafında nasıl da birlikte konumlandıklarını, ETYEN MAHÇUPYAN’ın ne için ve ne zaman AKİST olduğunu, daha 2007 seçimlerinde AKP’nin başarısı üzerine bilgelik yaptığını, bunu TARAF yazarı eskimiş solcu, sahte aydın Halil Berktay’la aynı dili konuşarak, "Geştalt Switcht" in önemine değinerek gündeme taşıdığını ve daha birçoğunun çok önceden misyonlarının AKP nin önündeki engellerin temizlenmesi için çabaladıklarını, bunun için de öztürkçesi demokrasi illüzyonu kurmak olan," GESTALT SWİTCHT" etkisi yarattıklarını, kendilerinin de aynı terapiden geçirilerek eğitildiklerini ve daha birçok çelişkili ve şebekevari dinamik içinde hareket edenlerin adresinin hep bu kişilerin etrafında ve genelde TARAF karargâhında yer aldığını ve sürekli olarak AKİSTlik yaptıklarını sorgulamaz?
Oysa bu gün illuzyondan çıkmanın en önemli unsuru bu konudaki örtüleri kaldırmaktır. Bu kişiler, seçilmiş-görevli kişilerdir ve AKİST olmaları onların dönekliğinin, oportünistliğinin simgesi değildir, buna memur edilmişlerdir ve örnek olsun, BBP başkanı YAZICIOĞLU bir DERGAHın bahçesine bir şeyh mertebesinde gömülürken, aynı bahçede önünde saf tutanlardan bir tanesi Ömer LAÇİNER’dir ve bu fotoğrafın diğer karelerinde kimler vardır, kimler vardır.
Yine örnek olsun, eksen kaymasından söz edildiği günlerde AKP içindeki AKİSTlerden olan Egemen BAGİŞ, eksenlerinin kaymadığını ve İsrail ile eksenlerinin 1000(bin) yıldır aynı olduğunu ifade etmiştir. Bunlara kafa yormadan, bu anlamda örtüleri kaldırmadan, puzzle tamamlanamaz ve resmin tamamı görülemez.
Resmin tamamında ise, bu AKİSTlerin hiçbir zaman solcu olmadıklarını, aydın olmadıklarını aksine solu bozmak, aydını yeni kalıba sokmak üzere seçilip görevlendirilmiş, EGEMEN BAGİŞ in deyimiyle 1000 yıllık bağdan kopmaları mümkün olmayan, sol içindeki, aydınların içindeki azap zebanileridir.
Bunlarla ideolojik olarak mücadele etmeyi sürdürmeden ve onlardan kesinkes kopmayı beceremeden onların görevlerini yapmaya devam edecekleri bu AKİST olarak, yarın başka bir görev ile seçilmiş olmalarının gereğini yerine getireceklerdir.
Sonuç ne olur, hep birlikte dibe vururuz, dipte gördüklerimiz ise ortaçağ karanlığıdır ki artık görememek için illüzyona da gerek kalmamıştır. Ölmüş atı kırbaçlayanların kırbaçları o karanlıkta hepimiz için tekmeye dönüşecektir ve hepimizin Yaşar Kemal’in dilekçesini yazdığı köylünün deyimiyle ÖLMÜŞÜZ DE HABARIMIZ YOK bile diyecek halimizin kalmadığının resmidir. Öyleyse bu oyunu bozmanın kolaylığını, onların GESTALT SWİTCH’ine karşı, bilimi, aydınlığı, aklı ve bu topraklara, bu topraklar üzerinde yaşayan emekçi halklara duyduğumuz sevgiyi, onları diz üstü durumundan ayağa kaldırmanın hünerini, AKİSTlerin, bu seçilmiş ve kendileri de illüzyonda yaşayan azapların, AKP eliyle bu coğrafyada emperyalizm için bir dinsel, gerici, çağdışı, barbar hükümdarlık, padişahlık, halifelik kurma sevdalarının karşısında, bu sevdalarını yerine getirmek için yıkmaya çalıştıkları TC olarak vücut bulmuş tarihsel kategoriyi, parçalamaya çalıştıkları Türkiye topraklarını, işçilerin, emekçi halkların iktidarındaki SOSYALİST CUMHURİYETİ kurmak üzere savunmamız gerekmektedir. Bu oyun ancak böyle bozulabilir. Tarihin ilerleme çizgisini geriye götürmeye çalışanlara karşı, tarihin ilerleme çizgisini ileri götürmek için var olan mevcut noktayı yani TC yi savunmak ama o noktada kalmadan, o noktaya hapsolmadan, o noktanın kuyruğuna takılmadan yani o noktayı SOSYALİST İKTİDARA taşımak üzere. İşte bu topraklarda AKİSTleri yenmek için gösterilmesi gereken hüner budur.
Var mı bu hünerin anlamını kavrayan, gereklerini yerine getirmenin tarihsel önemini ciddiye alan? Yok, mu? Öyleyse, TARAF da içimizdeki Amerika olmaya devam edecek, Amerika da içimizde, burnumuzun dibinde yaşamaya devam edecek demektir. Çünkü defol Amerika demekle Amerika defolup gitmiyor, içimizdeki Amerika’dır dediğimiz için TARAF’ın yüzü kızarmıyor ve kimse de TARAF’a bizim baktığımız gibi bakmıyor. Çünkü biz böyle bakarken, diğer taraftan TARAF’ı TARAF yapan unsurlarla bulaşık yaşamaya devam ediyoruz. Onların gerçek ve resmi tamamlayan suretlerini değil, anlık ve bulanık suretlerini ortaya koyuyoruz. DANYAL ORAL ÇALIŞLAR, ETYEN MAHÇUPYAN, MURAT BELGE, YAŞAR NABİ YAĞCI, ALTAN GTİLLER( BABALARI DÂHİL) ÖMER LAÇİNER VE DİĞERLERİ KİMDİR, NECİDİR, ONLARI AYNI NOKTADA KONUMLANDIRAN ORTAK NOKTA NEDİR, BUNLAR BİR ZAMANLAR SOLCU OLMUŞMUDUR, YOKSA DEVRİM KAPISINDAN GERİ DÖNDÜRMEK İÇİN MEMUR EDİLMİŞ KİŞİLERMİDİR, KİM MEMUR ETMİŞTİR, NEDEN MEMUR ETMİŞTİR gibi soruları açığa çıkaracak şekilde puzzle tamamlamaya çalışmadan, bu toprakların bu topraklardaki işçilere, emekçi halklara dar gelmesini, kendi topraklarında köle olmasını engelleyemeyiz.
Ve son olarak, bu sahtekâr seçilmiş görevlilerin tek işlevi ve onları motive eden şey çanak yalamak değildir, tekellerin dağıttığı kırıntılar değildir. Onların yaladıkları öyle çanak çömleklere sığmadığı bir yana, onları motive eden, hiç umulmadık zamanda, hiç umulmadık tutumlar almalarına neden olan EGEMEN BAGİŞ’in işaret ettiği 1000 yıllık bağlantıdır. AKİSTlerin DNAlarındaki kodların çözümü bu noktaya derinlemesine bakmakla mümkündür.

17 Temmuz 2010
Fikret Uzun