21 Aralık 2009 Pazartesi

GLADKOV ‘un “FABRİKA " ROMANI ÜZERİNDEN TROÇKİ GÜZELLEMESİNE ELEŞTİREL BAKIŞ


Gladkov’un “Fabrika” adlı romanı Troçkistlerin bakışıyla yazılmış bir roman. Troçkizmin tümüyle iflas ettiği günümüzde Troçkist kümelenmenin sosyalizm düşüncesinin yeniden yeşereceğinden korkanların yaşayan sosyalizmin deneyimlerini çarpıtmak için argüman yaratmalarında Gladkov’un “Fabrika” adlı romanı gündeme getiriliyor. Troçkistlerin Ekim Devrimine erken gelmiş devrim demeleri yanında, büyük değer biçmeleri Troçki’nin devrim sırasında usta bir komutan olmasına gölge düşürmemek içindir. Oldukça değer verir görünüyorlar ama devrimden sonra bu erken gelen devrimin, küçümsedikleri işçi sınıfının elinde sosyalizmi ilerletmeyeceğine vurgu yapıyorlar. Bu nedenle bürokrasinin işçileri kandırdığını söylüyorlar. Ama soyut bir işçi sınıfı edebiyatı yapmayı da ihmal etmiyorlar. Kitaptaki bakış açısından biraz daha açıklayıcı davranarak yorum yapılması ise, okuyucunun bu kitabı okuduğunda her şeye rağmen, o dönemi kendi bakış açısına göre değerlendirmesinin mümkün olması nedeniyledir.

Troçki’nin eleştirileri genellikle bir sorunun erken çözülmesi ya da çözmekte geç kalınması şeklinde oluyor ama hiçbir zaman iktidara geçmek istemiyor, bunu da işçilere güvenmediği için istemediğini söylüyor daha da açıkçası iktidara her an gelirdim ama ondan sonra iktidarı tutamazdım diyor. Yani tıpkı Fabrika’daki “deli” Yuk gibi.
Sürekli devrimi ise Troçki, salt sosyalist toprakları büyütmek olarak alıyor. Oysa sosyalizm kuruculuğunun başlı başına bir sürekli devrim içerdiğini düşünmüyor.
Sosyalizmin pratik ve daha çok da tek ülkede sosyalizm olması ve geri topraklarda beklenmeyen bir anda gerçekleşmiş olmasının ve etrafı bir kapitalist deniz olmasının getirdiği pratik zorlamalar yanında, işçi sınıfının azlığı, hatta fabrikalarda çalışacak kalifiye işçinin yok denecek kadar az olması; bunun için köylerden işçi toplanması, hasat zamanının bu işçileri bulmakta zorluklar yaratması, sonra bu burjuva kafalı köylülerin ne kadar iş o kadar para diye tutturmaları ve daha birçok etmen yok sayılarak, hem de bu zorlukların üstesinden gelmek için iktidardan da kaçarak bütün devrim sonrası yapılan işleri "Neyle uğraşıyorlar? Formalite işlerle, paketlerin üstüne adres, kapıların üstüne ‘Girmek Yasaktır’ diye yazmakla. Yakında birbirlerine zat-ı şahaneleri filan demeye başlarlar.” şeklinde en aşağılara çekiyorlar. Geçenlerde Bursa’da bir köyde bir delinin köy heyetine seçilmesinde çıkarılan fırtına misli, bir delinin iki lafından biri olan bürokrasi söyleminden, olan bitenin bürokrasiden ve hiç iş yapmamaktan ibaret olduğunu ispatlamaya çalışıp, daha çok da kafalara kakmaya çalışmak, Troçkistlerin işidir. Oysa bürokrasi ile en çok mücadele eden Stalin’dir ama bunun sözünü bile etmiyorlar. Daha da vahimi, bütün bir Sovyet sosyalizmi dönemini 1927 de çözümleyip, bürokrasiyi üzerine oturttuktan sonra ve bunu Stalin’e mal ettikten sonra çözülüşe kadar geçen zamanı da hiçbir çözümlemeye gerek duymadan, henüz iç savaşın etkilerinin kaybolmadığı, sanayileşmenin ve bunu yönetebilecek kadroların yaratılamadığı ve kapitalist dünyanın ablukasında olunduğu koşullardaki sorunlar üzerinden ve de tümüyle sosyalizmin fazla yaşamayacağı savına dayanarak oturttukları bürokrasiyi Stalin öldükten sonra da teorilerinden kaldırmıyorlar. Ve elbette Gorbaçov’un, perestroika ve glasnosta karşı çıkan işçilerin ve partinin direnişini bir bürokratik engel olarak görmesi de bunların kine denk düştüğü halde ve bu engel ortadan kalkınca kapitalist restorasyonun gerçekleşmiş olması da onları durdurmuyor. Bu akıl fukaralığı değilse, bir emperyalist saldırı mekanizmasını barındıran ve yükselten eğilim oluyor. Ve hâlâ aynı teranelerde dolaşmaları sosyalist düşünceyi bulandırmaya ve özellikle de devrim sonrası sosyalizmin ne olacağı konusundaki ufukları daraltmaya yönelik olduğu görülüyor. Bürokrasi fikri tümüyle Troçki’ye aittir. Şimdi Troçki de yok, Troçkizm de yok denecek kadar cılız ve aslında hep öyleydi ama şimdi daha da cılız olduğu halde Troçkist klişeleri tekrarlamak akıllı işi değildir. Akıl taşıyan, Fabrika kitabında anlatılanlardan bile devrimi korumanın çok daha önemli ve zor olduğu çıkarsamasını yapabilir. Ama iş kara çalmak ve kafa bulandırmak olunca, bütün bu devrim sonrası zorlukların karşısında devrimi korumak için ne yapılacağını ve hatta daha iyisini yapmak için iktidara gelmeyi öne koymadan sürekli olarak eleştiriden ziyade suçlama getirmek biçilmiş kaftan oluyor ama soruna çözüm getirmiyor zaten çözüm isteyen de yok. Amaç sosyalizmin yaşamayacağını ispat etmek için argümanlar üretmek… Ve şimdi ise bunu biz demiştike getirmeye çalışıyorlar. Yani biz bu gidişle sosyalizm çöker demiştik diyorlar ama çökertenlerin Stalin olmadığını, hatta Brejnev olmadığını arada Jdanov türü sınıf bakışını hep yükseğe çıkartmak isteyenlerin olmadığını, aksine tüm bu suçladıklarının tam tersini yapan burjuva kafalı, kapitalizm hayranı kişilikler ve bunların dayanağının da küçük meta üreticisi ve küçük işletme sahipleri olduğunu görmezden geliyorlar daha çok da, göstermezden geliyorlar.
Diğer taraftan Troçki’nin prestiji Stalin’den çok yüksek olmasına rağmen hiçbir zaman iktidara gelmeyi hedeflememesi de önemlidir. Çünkü proletaryanın devrimi ilerletemeyeceğine, daha doğrusu sosyalizmi kuramayacağına inanıyordu. Bunun özü proletaryaya güvensizliktir. Daha başka bir olgu, onca ( deli Yuk gibi) serzeniş misli eleştiriler yöneltmesine rağmen Troçki Stalin’e hiçbir zaman bir müdahalede bulunmamıştır. Stalin’in sanayileşme hamlesi ile birlikte ve bu hamlenin devrimci bir atılım haline gelmesiyle hem Ekim Devriminden sonrasını, hem de Stalin’i kötülemeye başlamıştır. Öte yandan sürekli devrim tezi Marks'a aittir. Ama Troçki’ye göre bu formül sosyalist toprakların genişletilmesi için savaşı içeriyor. Oysa bu bir yanıdır. Diğer yanı ise, sosyalizm kuruculuğunu geliştirmek ve komünizme ilerletmek için yapılması gerekenleri içermektedir. Asıl olanın bu olduğuna inanıyorum. Tarımdaki kolektifçilik ile sanayide elektrifikasyon olmadan sosyalizmin geliştirilmesi mümkün görünmüyordu ve bu hamleler Stalin’e yazılacak bir sürekli devrim kapsamı içindedir. Diğer taraftan Hitler faşizminin sosyalizmin üzerine azgınca saldırmasını da göz ardı ederek, devrim sonrası sosyalizmi ve Stalin’i doğru anlamak mümkün olmayacaktır. Ama Troçkistler bundan ders çıkarmak yerine tezlerinin doğruluğunu ispat etmek için bir fırsat olarak bakmışlar ama sonuç sosyalizmin yıkılması bir yana, coğrafyasının da genişlemesine neden olunca sus pus olmuşlar fakat başka çamur atacak noktalar bulmaktan da vazgeçmemişlerdir.
İkinci savaştan sonra sosyalizmin sınırlarının genişlemesi sosyalizmin içeriğinde bir ilerlemeyi getirmemiştir. Bu da sosyalizmin içerinin ileriye götürülmesinin daha önemli olduğunu göstermektedir. Bu olmazsa sosyalist coğrafyanın genişlemesi anlamlı ve kalıcı olmamaktadır. Sosyalizm de, ileriye gidemediği için yıkılmıştır. Buradan hareketle Hitler’in saldırısının da etkisiyle gelişen savunma politikasının gerilemeye ve yıkıma götürdüğünü de söyleyebiliriz. Aynı zamanda Hitler’e karşı kapitalist dünya ile ittifakın, bununla birlikte yükselen barış içinde bir arada yaşama ilkesinin ve elbette barış politikalarının kapitalizmle bulaşıklık yaratmada önemli çıkış noktaları yarattığını da göz ardı etmemek gerekmektedir. Ve yine bizim, Troçki’de direten teorisyenlerimizin anlamadıkları, sosyalizmin teorisi ile sosyalist devletin, özellikle de ayakta durması ve ilerleyebilmesi için, kapitalizmden gelecek saldırıları bertaraf etme politikaları birbirinden ayrı olmasıdır ve bu ayrılıktan sosyalizmin doğasını kötüleme fırsatı çıkarılmamalıdır. Ama bu temeldeki yaklaşımlarını, İsrail’in kuruluşunda Stalin’in destekleyen tavrı ve bunun tümüyle ABD ile iyi geçinmek, en azından bir yumuşama sağlamak için olduğu hep üstü örtülerek kapatıldığı da unutulmamalıdır. Lenin’in deyişiyle, devrimden sonraki aşama çok daha önemlidir ve bu dönem sosyalizm kuruculuğu olarak dokuz canlı burjuvaziye karşı daha akıllı ve sert sınıf mücadelesi dönemidir. Bu anlamda bu mücadelenin hem parti içinde, hem de toplumsal hareketlenmelerin pratiğinde amansız biçimde sürdüğü anlaşılmaktadır. Ve bu mücadele de, kapitalizm hayranlarının girişimlerinin oldukça sinsi ve sert olduğunu, bunun da parti yönetimini ele geçirmek şeklinde tezahür ettiğini, Stalin’in ise bu gelişmelerde tümüyle hakim olamadığını, bu nedenle de bir denge kurmaya çalıştığını görüyoruz. Stalin’in yönetiminin ekibinde olanların yer yer kapitalizme övgü sayılabilecek söylemlerinin ve buna karşı bunların hemen görevden alınmasının bu dengeyi göstermekte olduğu aşikardır. Hruşov’un daha sonra bunlara itibarlarını iade etmesi de Stalin’in ne denli haklı ama bir o kadar da hakim olma açısından çaresiz olduğunun göstergesidir. Diğer taraftan, sınıf mücadelesine vurgu yapan ve Stalin’in varisi olarak nitelendirilen Jdanov’un ani ölümü, daha sonra, yönetimindeki Leningrad örgütünde (Gorbaçov’a en fazla direnen bu örgüttür) tasfiyeler olması, partide ciddi bir sınıf mücadelesi olduğunu göstermektedir.
Troçkist bakışın NEP’i, kendi ürettiği bürokratik sınıfın bir saldırı mekanizması olarak görmesi de bir başka konudur. Bunun bir adım sonrası, Troçkistler bunun bir zorunluluğun dayatmasının sonucu olduğunu ifade etseler de, ve fikir babasının Lenin olduğunun en sona saklanması da söz konusu olduğu halde, bütün faturayı Stalin’e kesmenin, özünde Troçkistlerin de, proletarya diktatörlüğüne bürokratik diktatörlük işlevi vermeleri ele alındığında, Lenin’in ve Stalin’in, NEPi pratikte işletirken, ideolojik planda proletarya diktatörlüğünün gereklerini yerine getirdiğini görmezden gelmelerinin, NEPi anlamadıklarını ve aynı zamanda NEP’i alkışlayanların safına düştüklerini göstermektedir.
Ama asıl konu, Troçkistlerin savlarının aksine, Stalin’in bir bürokrasiyi temsil etmediği, onunla mücadele ettiği gerçeğidir. Bürokrasi ile mücadele ederken haliyle bu mekanizma içinde tasfiyeler söz konusu oluyor ama bu da, inisiyatif almaktan kaçan yani yanlış yapıp tasfiye olmaktan korkan dolayısıyla yaratıcı olamayan, evet efendimci bürokratların oluşmasına neden oluyor. Sürekli yönetimde kalabilmek için pısırık olmak yaşam biçimi haline geliyor. Bu çift inançlı olmanın mayasını oluştururken aynı zamanda bunu gizlemenin mekanizmasını da geliştiriyor. Yer yer kitlesel tasfiyelerin buna bağlanması yerindedir. Yani bunların göstergesi, parti içindeki ayak oyunlarının ve ani ölümler yanında tasfiyelerin bir bürokratik kavga olmadığını, tümüyle sınıf mücadelesinin kıyasıya sürdüğü gerçeğini göstermesidir.. Öyleyse Stalin’i eleştirirken bu dile getirdiklerim yanında, aklıma gelmeyen yığınla etmeni göz ardı etmemek gerekmektedir. Troçkistlerin bile üzerinden atlayamadığı ve Fabrika’ya da yansıyan, iç savaşın getirdiklerinin ve götürdüklerinin üzerine sosyalizmi inşa etme görevi yanında, ikinci savaşın 20 milyon Sovyet yurttaşının ölümüne neden olduğu, nerdeyse bütün fabrikaların yıkıldığı, insanların açlık, yoksulluk, evsizlik, yorgunluk, perişanlık içinde olduğu bir durumda onları diriltme görevinin Stalin’in omuzlarına düştüğünü ve bu tablonun bir adım ötesindeki, hem bu yıkımı tamir ettiğini, hem kapitalizmi geçmeye başladığını, hatta atom bombasını yaptığını yok sayarak eleştirileri düşmanlık katına çıkarmak akıl noksanlığı değilse, kapitalist kafayla hareket etmek demektir. Bunlara ve daha fazlasına daha önceki yazılarımda değinmiştim.
Bu gün hâlâ Troçki üzerinden aynı kapitalizan eleştirilerin öne çıkarılıp sıcak tutulması, bu konuda daha çok yazıp çizmek, bu safsataları çürütmek için gerçek bilgilere ve bilimsel verilere sarılmak gerektiğini önemle göstermektedir.
Devrimciliği ve Marksist tutumu, hâlâ anti-sovyetizm üzerinden sürdürmeye çalışanların aslında anti sosyalizm ve anti Marksizm içinde olduklarını göstermek, sosyalizmde diretenlerin ve buna sonuna kadar inananların boynunun borcudur.
İşte ,"devrime evet ama devrimden sonra sosyalizm kuruculuğunu işçilere teslim etmeye hayır" demek olan bugünkü Troçkizm üzerinden sosyalizmin sulandırılması ve sosyalizm kuruculuğunun içine kapitalizmi de kalıcı bir şekilde katmanın temel olmasının argümanlarının yaratılması girişimleri olduğunu her aklı başında sosyalistin görmesi ve ideolojik mücadeleye şiddetli bir şekilde sarılmasının, hâlâ süren Troçkist ve anti Sovyetizm saldırılarının Stalin karşıtlığı noktasında simetri yaratması nedeniyle doğru ve nesnel olduğu en önemli gerçeklerden biridir.
Bu, ne Stalin’i fetişleştirmeyi ne de onun sosyalizm kuruculuğundaki başarılarını ve Lenin’den çok Leninci oluşunu göz ardı etmeyi gerektirmektedir. Bütün bunlar sosyalizmin 70 yıllık pratiğinden ve özellikle de yanlış ve eksik noktalarından bugünün ileri seviyeden sosyalizm mücadelesini kurmanın deneyimlerini çıkarmak içindir.
Açık ve net olarak söylenmesi gereken şudur ki, bu gün bu ileri seviyeden sosyalist mücadeleye adım atarken, en açıklayıcı turnusol Stalin eleştirisindeki tutumlardadır. Çünkü sosyalizmi ve Marksizm’i savunur görünürken, anti sosyalistliği gizleme noktası olarak, sosyalizmi en azından bilinçte kapitalizmle yakınlaştırmak için üretilen teorilere argüman yaratmak anti Stalinizm noktasında daha ağır basmaktadır. Bu, sosyalist düşünceye saldırıları kolaylaştırmaktadır. İşte bu nedenle Stalin üzerinden sosyalizme karşı yürütülen ince saldırıların, nesnel olarak ortaya çıkardığı simetri, Stalin savunusunun nesnel ve sosyalizm savunusu olduğu gerçeğinin ifadesidir.
İşte o nedenle, Sovyet sosyalizminin, bürokratik sınıfın revizyonizmini ifade ettiğini savunanlara karşı, revizyonizm ile kapitalist restorasyonun farklı olgular olduğunu ifade etmeye çalıştım ki, bir kez daha hatırlatmakta yarar olduğu düşüncesiyle, revizyonizmin, Engels’e ve Marks’a göre sosyalizme giden yoldaki fikir değiştirme olduğunu, kapitalist restorasyonun ise, sosyalist devrimden sonraki, sosyalizm kuruculuğunda sürdürülen sınıf mücadelesinin kapitalist restorasyon yanlıları ve özlemcilerinin lehine sonuçlanmasını ifade ettiğini vurgulamak istiyorum.
Son olarak da, hâlâ akıl noksanlığının ifadesi olan safsata yaklaşımlar ile mücadele etmek zorunda kalmamızın, ideolojik mücadelenin son derece önemli olduğunu göstermesi bir yana, emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırısının ne denli güçlü ve sistemli olduğunu, bizi en alt seviyeden ideolojik mücadeleye mahkûm etmeye çalışmasının dolayısıyla akıl bozmasının, geriletmesinin boyutlarının son derece büyük olduğunun göstergesi olduğunu bilince kazımak ve ideolojik mücadeleyi sınıf kininin doruklarında sürdürmek gerektiğini gösterdiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bütün bunlar hem bilgi hem de bu bilgilerle de donamış bir sınıf bakışı gerektirmekte, inadına emek sürecinin belirleyiciliğini ve işçi sınıfının hâlâ öncü rolü taşıdığına güvenilmesinin gerekliliğini savunmayı görev olarak önümüze koymaktadır.
Bilinçli ve akıllı devrimci olmazsa, sosyalist mücadelenin ileri seviyeden sürdürülmesi de mümkün olamaz. Bilinçli devrimci olmanın ifadesi ise, hâlâ anti Stalinizm üzerinden sosyalizmi savunuyor görünenlerin, aslında anti sosyalizm yaptıklarını ve hemen hemen sosyalizmi sulandırmak ve kapitalizm içinde eritmek için başka dayanak noktalarının kalmadığını görmesi demektir. Ancak bu denli bilgi ve bilinçle donanmış, bütün bu gerçeklikleri kendi inisiyatifi ile çözümleyebilmiş ve özümleyebilmiş devrimciler ordusu ile sosyalist mücadelenin ileri seviyeden yükseltilmesi mümkün olabilir.
Öyleyse, bir saatini devrimci olmaya ayırarak, hazır kalıplar ve klişe saptamalarla işin kolayına kaçıp, sosyalizm mücadelesinden kilometrelerce uzaklaşmak yerine, kimilerinin maaşlı devrimciye indirgediği profesyonelliğin geçim için kalan zamanın tümünü bu ileri seviyeden mücadelenin yükseltilmesine harcamak olduğunu da bilince kazımak, bu anlamda kapitalizmin ve özellikle de onların işçi sınıfının içindeki görevlilerinin ideolojik saldırısını püskürtmek için, ifade edilenlerin uzunluğundan yakınmadan, bu uzunluğu da aşan eleştirel yaklaşımları ifade eden tartışmaları ortaya koymak gerekmektedir. Bu da emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırılarına karşı inisiyatif geliştirenlerin çoğaltılmasını ve yine bu anlamda ideolojik donanımın güçlendirilmesini gerekmektedir. Bunun en önemli ucu ise, ismi önde giden ve hâlâ sosyalist olduğu ön kabulü devam eden ama gerçekte sosyalizmden uzaklaşmanın, daha açıkçası sosyalist düşünceyi burjuva düşüncesi içinde eritmeye çalışan motive noktasının daha çok maddi çıkar olduğu ama kariyerist tutumlarının da göz ardı edilmemek gerektiği açıkça görülen yaranmacı tabir edebileceğimiz kişilerin ortaya koydukları demagojik anti sosyalist-anti Marksist düşüncelerin tekellerin ideolojik saldırı ve şaşırtmacasının ifadesi olduğunu göstermeye yönelik olmalıdır.
Emekçi kitleler, emek sürecinin çelişkileri yükselttiği koşullarda elbette kapitalizmin gerçek yüzüyle karşı karşıya geleceklerdir. Bu durumda kapitalistlerin temsilcisi olduğu aşikar olanların kitlelerin bu çelişkideki yaklaşımını değiştiremeyeceği de aşikardır. Tekellerin en son çare olarak başvuracakları kapitalist devletin diktatör yüzünü bütün mekanizmalarıyla göstermeye mecbur kalmadan önce, kitlelerin içinde görevlendirdiği yukarda portresini çizdiğim kişiliklere inanması ve akıllarının karışması mümkün ve kolay olacaktır. İşte emek sürecinin belirleyiciliği ile bilinçli işçinin ve bilinçli devrimcinin önemi buradadır. Bu kişilerin içyüzünü, başka ifadeyle kapitalizmin temsilcilerinden farklı olmadıklarını göstermek bilinçle donanmış akıllı devrimcilere düşmekte ve öncelik taşımaktadır. Böylece, bu daha önce sosyalist harekette maaşlı çalışan, şimdi ise maaşlarını tekellerden (çokça da Sorosçu vakıflardan) alan sahtekârların gerçek yüzlerinin açığa çıkarılması bir yana, alanları da daralacak ve bu kişiliklerin hiçbir düşüncesinden etkilenmeyen, kendi inisiyatifiyle geliştirdiği düşünceleri ile büyüyen yeni aydınlara, yazarlara ve elbette profesyonelliğini maaşa endekslemeyen, içindeki fırtınalarla besleyen bilinçli ve akıllı devrimcilere alan açılacaktır. Ondan sonrası emekçi kitlelerin aklının ve hafızasının, daha çok da işçi sınıfının öncü rolünü hatırlamasının bilincinin yükseltilmesine kalacaktır.
Bütün bunları ileri seviyeden sosyalist mücadeleyle bağlayacak emek süreci ise ne zamandır hareket halindedir. Bu bütünlük bu hareket halindeliğin sıçramalı bir karakter almasının ifadesi olacaktır. Umarım bir kez daha ileri seviyeden sosyalist mücadele lafzını hak ettiği yere oturtabilmişimdir. Öyle olduğunu umarak ve öyleyse büyük sevinç duyacağım, en az o kadar da sosyalizm için çarpan yüreklere tercüman olduğumu düşüneceğim.

Fikret Uzun

.

13 Aralık 2009 Pazar

REVİZYONİZM ve KAPİTALİST RESTORASYON

Revizyonizm, anlam bakımından, bir öğretiyi ve uygulamayı yeni koşullar doğrultusunda gözden geçirmeyi ifade ediyor. Bernstein de bunu yapıyor. Marks ve Engels’in görüşlerini “revize “ ettiğini söylüyor. Oysa tek başına revizyonizm yeni koşullara göre, eski koşullara göre ortaya konulmuş görüşleri gözden geçirmeyi ifade ediyor. Ama Bernstein’in yaptığı bu değil, Marks ve Engels’in görüşlerinden ayrılmaktır. Marks ve Engels’in teorisi sosyalizme giden yolun anlatımıdır, Bernstein bu yolun yanlış olduğunu söylüyor. Alman Sosyal-Demokrat Partinin ileri gelenlerinden ve Engels’in güvendiği kişi olan Bernstein’in Marks ve Engels’ten ayrıldığını söylemesi, sosyalizme giden yolda yürürken, yoldan saptığını ilan etmek demek oluyor. Sosyalizme gitmek için başka yol öne sürüyor yani bir anlamda kendi savunusu ile sosyalizm içindedir.
Lenin de Marks’ın görüşünü revize etmiştir, ama bunu, Marks’ın genel teorik yaklaşımından ayrılmadan yapmıştır. Bernstein, Marks ve Engels’i revize ettiğini söylerken, Engels’in kapitalizmin sonunun ve nihai amaç olan sosyalizmin geleceği şeklindeki önermesini, Marks’ın kapitalizmin gelişmesinin işçi sınıfında devrim bilinci yaratacağı önermesini reddediyor ve Marks’ın, Engels’in düşüncesinin revize edilmesini savunuyor. Açıkça, “… Sosyalizmin geleceğine inanmıyorum “ derken, Kapitalizmin gelişmesinin işçi sınıfının bilincini geliştirmediği söylüyor. Dahası var ama bu Bernstein’e yazılan revizyonizmi anlatmaya yeter. Lenin ise, Marks’ın, “üretici güçlerin gelişimi belli bir noktaya ulaşırsa mutlaka devrimler olacağı “ ve ” bilinci yaratanın maddi durum” olduğu önermesindeki teorik yaklaşımından ayrılmadan, buna ilave olarak, ünlü dışarıdan bilinç verme tezinde formüle ettiği, devrimciyi ve devrimci bilinci koyuyor. Bu, Marks’tan ayrılmadan onu revize etmesi demektir.
Bunların hepsi, sosyalizme giden yol üzerinde oluyor. Bernstein, aynı yolda yürürken, fikir değiştiriyor ve yol bu yol değil, başka yol var diyor ve Marks’tan ayrılıyor. Ama bunu Marks ve Engels’i revizyona tabi tuttuğunu söyleyerek yapıyor. Lenin ise, Marks’ın teorik olarak açtığı yolu, bilinçli devrimciyi yola çıkartarak, genişletiyor ama bunun Marks’ın açtığı aynı yol olduğunu söylüyor. Tek farkı Marks’ta olmayan bilinçli devrimciyi yolu temizlemek ve genişletmek için yola çıkartmasıdır.
Olumsuz anlamda Bernstein ve Kautsky’e yazılan revizyonizm, kapitalist ülkelerde işçi sınıfının kapitalizmi beğenmesinin yolunu açmayı ama bunu yaparken, sosyalist mücadele adına hareket ediyor gibi görünmeyi anlatıyor. Bu anlamda işçi sınıfı hareketi içindeki burjuva ideolojisi oluyor. Devrim yolunda yani devrime giderken devrim kapısından dönmeyi ifade ediyor. Henüz sosyalist devrim gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmesi geciksin diye ya da çarşafa dolaşsın diye dolambaçlı ama kulağa hoş gelen yollar öneriliyor ve yine de adına sosyalist mücadele yolu diyorlar. Bernstein’in ya da Kautsky’in yani revizyonistlerin yaptığı budur. İşçilerin çıkarlarına ve düşüncelerine değil, insanlığın genel çıkar ve değerlerine sahip çıkılmalı diyorlar. Bernstein’e göre, işçilerin devrimci bilnci yoktur. Olmasını da beklemiyor. Dolayısıyla ona göre devrimci bir partiye de gerek yoktur. Onun yerine reformlara inanan demokratik sosyal reform partisi yeterlidir. Ona göre bu, sosyalist mücadele yoludur. Dolayısıyla Marks ve Engels’in yolu yanlıştır.

Revizyonizm, çıkışında Bernstein’in ifadesiyle, “ pek çok önemli noktada, K.Marks ve Engels’in teorisinde bulunan düşüncelerden ayrılmayı” anlatıyor.
Kapitalist restorasyon ise, Marksizm’in revizyonu da değildir, sosyalist ülkelerde, en azından kapitalist restorasyonun ucu açıkça görülünceye kadar, Marksizm’den ayrıldığını da göstermiyor, hep Marks ve Engels’e bağlılığı ortaya koyuyor. Sosyalist devrim gerçekleştikten sonra ve sosyalizm kuruculuğu sırasında asıl tartışma sosyalizm kuruculuğunun daha yüksek düzeylere doğru geliştirilmesi görevi ön plana çıkıyor. Burada, Marksizm’in revizyonundan söz etmek, sosyalizme giden yol ile pratikte var olan sosyalizmden dönüş yolunu bir tutmak demektir. Daha doğrusu, sosyalizmden dönüş yolunu, sosyalizme giden başka bir yol gibi göstermek demek oluyor. Yukarda belirttiğim gibi, revizyonizm en azından ortaya koyanlar açısından, sosyalizme giden başka bir yol sayılıyor, ama kapitalist restorasyon sosyalizmden dönüş yoludur. Öyleyse en tam ifadesiyle kapitalist restorasyonla revizyonizmi bir tutmak, kapitalizme dönüş yolunda sosyalizm beklemek demek oluyor.
Revizyonizmde işçi sınıfının kapitalizmi sevmesine çalışılıyor ise, kapitalist restorasyon, sosyalist ülkede aydınların ve küçük meta üreticilerinin sosyalizmden soğuyup, kapitalizme özlem duymasını ifade ediyor. Başka bir tanım gerekirse, revizyonizm kapitalizmin yaşanabilir olduğuna inandırmak, kendiliğinden ya da devrimle sona ermeyeceğine inandırmaktır. Bugün, güçlü komünist partileri yanında, güçlü sendikalara sahip gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfına benimsetilen düşünce budur.
Kapitalist restorasyon ise, emperyalizmin desteğinde ve kuşatmasında, sosyalist ülkelerde kapitalizmi yeniden kurmak için sürdürülen bir sınıf mücadelesidir. Bu mücadelenin merkezinde, sosyalizmden soğumuş ya da hiç inanmamış ama işçi sınıfının diktatörlüğü nedeniyle sinmiş aydınlar vardır. Tabanı ise, kökü kazınamamış küçük meta üreticileridir. Artan zamanda kendi hesabına çalışan küçük tamirciler, kuaför, taksici cinsinden küçük işletmeciler ve öğrenciler de bu tabanın içindedir.

Buraya kadar ifade ettiklerimle revizyonizm ile restorasyon arasındaki ayrılığı göstermeye çalışırken aynı zamanda sosyalizmin çözülüşünün partiden ve ekonomik bürokrasiden oluşan revizyonist bir sınıf tarafından gerçekleştirilmiş olamayacağını, tam yeterli olmasa da, göstermiş oluyorum. Ekleyebileceğim şudur ve tekrar olacak, Gorbaçov’un, Perestroikanın ve glasnostun önündeki engelin parti bürokrasisi olduğundan yakınması ve aynı zamanda emperyalist kampın, SBKP yi ve devlet bürokrasisini perestroikanın engeli olarak göstermesi çözülmenin parti bürokrasisinin el değiştirmesi ile gerçekleşmediğini, yani bürokrat sınıfın marifeti olmadığı göstermektedir. Ama başka bir şeyi daha göstermektedir, o da, parti içindeki sosyalizme sahip çıkan unsurların restorasyonu engelleyecek güçleri olmadığının bilincinde oldukları için, kapitalist restorasyona karşı mücadele etmek üzere yeraltına geçtiklerini göstermesidir.

Kapitalist restorasyon tehlikesini ve inatçı ve kararlı mücadelenin gerekliliğini Lenin, çocukluk hastalığında anlatıyor. Rusya’da, burjuvazinin devrilmesinin üçüncü yılında, kapitalizmden sosyalizme veya komünizmin aşağı aşamasına geçiş için adımlar atıldığını ve sınıfların hala olduğunu, proletaryanın iktidarı almasından yıllar sonra da hala var olacağını söyleyen Lenin, “ proletaryanın ilk sosyalist devriminden ve bazı ülkelerde burjuvazi yıkıldıktan sonra, bu ülkelerin proletaryası, uzun bir zaman burjuvaziden daha zayıftır; çünkü en basitinden bir kez, burjuvazinin geniş uluslar arası bağları vardır ve üstelik kapitalizmi yıkılmış ülkelerdeki küçük meta üreticileri aracılığıyla kendiliğinden ve sürekli olarak, kapitalizmin ve burjuvazinin restorasyonu ve yeniden doğuşu söz konusudur.”diyerek, kapitalist restorasyon tehlikesinin nereden geleceğine ve “ proletarya diktatörlüğü, yeni sınıf tarafından, çok güçlü düşmana karşı, baş aşağı edilmesiyle mukavemeti on kat artan, gücü sadece uluslar arası sermayenin yürütülen kuvvetinden, uluslar arası ilişkilerinin kuvvet ve dayanaklılığından gelmeyen, aynı zamanda alışkanlığının gücünden, küçük ölçekli üretimin gücünden kaynaklanan burjuvaziye karşı yürütülen en kararlı, en acımasız savaş demektir. Ne yazık, dünyada küçük ölçekli üretim hala yaygındır ve küçük ölçekli üretim, kapitalizm ve burjuvaziyi, sürekli olarak, günü gününe, saati saatine, kendiliğinden ve kütlesel olarak, doğurmaktadır. Bütün bu nedenlerle proletarya diktatörlüğü zorunludur ve sıkı disiplin içeren, yalın, bükülmez irade isteyen bir uzun, inatçı ve korkunç ölüm-kalım mücadelesi olmadan burjuvaziye karşı zafer imkânsızdır,” diyerek, küçük meta üretiminin yok olmasının uzun süreceğine ama buna teslim olmamak aksine kararlı ve inatçı ve de uzun erimli bir mücadele vermek gerektiğine işaret ediyor.
Buradan çıkacak sonuç şudur, devrimi yapmak önemlidir ama onu korumak daha önemlidir ve daha yetkin ve sabırlı bir hüner gerektiriyor. Ve devrimden sonra devam eden sosyalizm kuruculuğu bir yanıyla sürekli devrimi, bir yanıyla da ve aynı anda, sınıf mücadelesini ifade ediyor. Sosyalizm kuruculuğunda gerilemek, sınıf mücadelesinde yenilmeyi getirebiliyor. Sınıf mücadelesindeki yenilme kapitalist restorasyonun gerçekleşmesi demek. Kapitalist restorasyon gerçekleşirken, restorasyonu engelleme gücü kalmayan sosyalizme sahip çıkan bilinçli parti üyeleri, ileri bir seviyeden sosyalizm mücadelesine devam etmek üzere yeraltına çekiliyor.
Öyleyse, dersler sosyalizmin başarılarından gelmiyor, başarıyı sağlayacak olan noktaların zayıf kalmış olmasından, bu anlamda, Marksizm’i saldırı noktasından, savunma noktasına çekmekten geliyor. Sosyalizm kuruculuğunda duraklamak, sosyalizmle kapitalizmin, en azından bilinçte, birbirine yakınlaşmasına neden olabiliyor, bu da kapitalizme duyulan kini sönümlendiriyor, sınıf mücadelesinin askıya alınmasını getiriyor. Böylece pusuda bekleyen kapitalizm özlemi içindeki küçük ölçekli üretim sahiplerinin açık saldırısı kapitalist restorasyonu sonuçlandırıyor. Deneyimlerin aranacağı noktalar bu noktalar oluyor. İleri seviyeden başlamak, bu noktaların başarı sağlayacak konumlarından başlamak oluyor.
Fikret Uzun

12 Aralık 2009 Cumartesi

21. YÜZYILIN MARKSİZM’İ

Fikret Uzun

GİRİŞ

Marks’ın, “öz ile görünen arasındaki farka” dikkat çekmesini, bilimin, bu farkı bularak, öze ulaşmada saklı olduğunu sık sık dile getiriyorum. Öz derindedir ve yüzeyde görünenler belki ipucu verirler ama derindekileri göstermeye yetmez. Ve Marks’a göre, tarih de bir derinliktir.
Marks’ın düşüncesine göre, devrimler mutlaka gelecek ve birbirini izleyerek devam edecektir. Devrim yolu engellenemez ve dönüşü olmayan bir yoldur. (Devrim kapısından dönmek, ya da devrimden sonra eski düzen için restorasyona uğraması Marks’ın düşüncesindeki bu diyalektiği bozmuyor.) Marks’a göre, devrimler birbiri ardından ve bir zorunluluk taşıyarak patlayacaktır. Bu nedenle bu patlamanın mekanizmalarını araştıran Marks, devrim düşüncesini sağlam teorik dayanakları üzerine temellendirmiştir.

DEVRİM İÇİN BİLİNÇ mi KENDİLİĞİNDENLİK mi?

Marks, kendinden önce de var olduğunu söylediği sınıf kavramına ve sınıf mücadelelerine işaret ederek, sınıfların varlığını, üretimdeki gelişmenin tarihsel aşamalarına bağlıyor. Belirleyici olan üretimdeki gelişmedir, bu gelişmenin belli aşamasında, belli sınıflar tarih sahnesinin önüne çıkıyor. Sınıflar sahneye çıktıktan sonraki sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacaktır. Üretici güçlerdeki gelişmenin yeni sınıflara yol açması ancak sınıf savaşlarıyla gerçekleşiyor.
Marks’a göre, üretici güçlerin gelişimi belli bir noktaya ulaşırsa mutlaka devrimler olur. Buna göre Marks’ta devrimci ve devrimciye gereken bilinç durumu görülmüyor.
Marks’ın, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözündeki ifadesine göre, bilinci yaratan maddi durumdur. Bireylerin bilinçleri konumlarını değil, konumları bilinçlerini belirliyor. Dolayısıyla bilinç, bilinçli devrimci ve devrimler üretici güçlerdeki gelişmelere bağlı olarak kendiliğinden ve zorunlu olarak diziliyor.
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde,
“İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. Ekonomik temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı büyük ya da az bir hızla altüst eder,”
diyen Marks, böyle bir altüst dönemi hakkındaki değerlendirmenin önemine dikkat çekerek,
“Bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin bağrında çiçek açmadan asla gelip yerini alamazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayacağı sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar,”
der ve
“Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir. Bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşumla insan toplumunun tarih öncesi sona ermiş olur,”
diyerek devam eder.
Marks, görüldüğü gibi, üretici güçler gelişip, belli bir noktaya ulaşırsa, devrimlerin mutlaka olacağını söylüyor. Burada devrimciden söz etmiyor. Devrimci olmak için bir bilinç durumu söz konusu olduğuna göre, Marks’ta bu bilinç durumu da, maddi hayatın durumuna göre mutlaka gelişiyor. Dolayısıyla kapitalizmin, devrimi zorunlu olarak ortaya çıkaracağı vurgulanıyor.
Maddi gelişmelerin insanoğlunun düşüncesini belirlediğine inanmayan Bernstein, işçilerin çıkarlarına ve düşüncelerine değil, insanlığın genel çıkar ve değerlerine sahip çıkılmalı diyor. Bernstein’e göre, işçilerin devrimci bilinci yoktur. Olmasını da beklemiyor. Dolayısıyla devrimci bir partiye de gerek yoktur. Onun yerine reformlara inanan demokratik sosyal reform partisini savunuyor.
Lenin ise, net olarak işçi sınıfının yalnızca üretici güçlerin gelişmesine dayalı bir devrimci bilinci olamayacağını söylüyor. Lenin’e göre, işçi sınıfının kendiliğinden bilinci en fazla sendikalizm olabilir. Bu da bir bilinçtir ve işçileri kapitalistten ayırır. Ancak bundan yeni bir düzen özlemi ve bunun için mücadele isteği ortaya çıkmaz.
Marks, bunun neden çıkmadığı ile ilgilenmemiştir, devrimlerin mutlaka ve ardı sıra geleceğini, bilincin de, maddi dünyanın varlığı tarafından oluştuğunu söylemiştir.
Lenin de, işçilerin sınıf bilincinden, yeni bir düzen özleminin ve bunun için mücadele etme isteğinin neden çıkmadığı ile ilgilenmiyor ve bunu pratik bir sorun olarak ele alıyor. Ortaya koyduğu cevap ile Marksizm’e katkıda bulunuyor. Cevabı ve katkısı teorik değil, politiktir. Yani bilincin otomatik olarak maddi dünyanın varlığından oluşmadığını pratik olarak gösteriyor.

NE YAPMALI ve MARKSİST BİLGİ TEORİSİ

12 Eylül hatta 12 Mart öncesi, devrimcilerin elinden düşürmediği Lenin’in NE YAPMALI yapıtı, 12 Eylülden itibaren uzun süre el kitabı olma özelliğini yitirmiş görünüyordu. Soru sormaktan uzaklaşıldığı için mi, soru sormayı teşvik eden bu yapıttan uzaklaşılmıştır yoksa bu yapıttan uzaklaşıldığı için mi soru sormaktan uzaklaşılmıştır bilinmez ama önemli olan bu değil; önemli olan bu uzaklığın mesafesinde bir değişikliğe gitmeden, bu gün Ne Yapmalı’da Lenin’in işaret ettiklerine örtü vazifesi görecek şekilde Lenin’e dönülmesindedir. Bunu açıklamaya çalışacağım ama önce Lenin’in Ne Yapmalı’da dile getirdiklerini Marksist bilgi teorisi ile birlikte ele almak istiyorum.
Lenin; "maddeci olmak" der, "duyu organlarımız tarafından açığa vurulmuş nesnel gerçeğin kabul edilmesi demektir. Nesnel gerçeğin kabul edilmesi mutlak gerçeğin kabul edilmesi anlamına gelir."
Nesnel gerçek, bir aşamadan diğerine hareket sürecidir. Bu sürecin sonunda bilgi, nesnel gerçekten alınmış bir içerik kazanır. Dolayısıyla, nesnel gerçek göreceli olan ile mutlak olanın bütünlüğüdür diyebiliriz. Bugüne kadar, özellikle burjuva eğitim anlamında, doğru bilginin ölçütü değil, ölçülemediği öğretilmiştir. Bunun özü şudur, bilginin nesnel doğruluğunu araştıran çabaların tümünü silip, atıp, idealizmin akrabası olan öznelciliğe, agnostisizme düşürmek. Bunun sonucunda da, doğrunun ölçütü akil adamların insafına kalır.
Oysa doğrunun biricik ölçütü pratiktir.
Örneğin Engels’in deyimiyle, fiziğin, ısı enerjisinin mekanik enerjiye dönüşmesi tezini, yüz bin buhar makinesi, bir buhar makinesinden daha fazla kanıtlayamaz. Diğer taraftan Kuantum fiziği, fiziğin dünkü doğruluğunu bugün yanlış yapmaz.
Diyalektik ise, nesnel gerçeğin ifadesi olan doğruyu içeren kavramlar insanın kendisi için pratik anlamında bir varlık haline gelmeden, nesnel gerçeği nihai olarak ele geçirmenin yöntemini verir. Böylece doğruluğun ölçütü olan pratiğin, kendi gelişme süreci içinde, ölçüt olarak kendi sınırlarını genişletmesinde de kendini gösterir. Gelişen pratik, bilgiyi yanlışlardan kurtarır ve onu gereksinim duyduğumuz yeni sonuçlara doğru ilerletir.
Diğer taraftan, Marksist bilgi teorisi hem dogmatizme, hem de rölativizme (görecelik) karşı çıkarken, bir yandan göreceli gerçeğin varlığını, diğer yandan mutlak gerçeğin varlığını kabul ederek, nesnel gerçeğe ulaşma sürecinde bunlar arasındaki karşılıklı bağı saptar. Bugünün nesnel gerçeğini görmezden gelip, bu nesnellikten uzak teorilerle yanlışı doğru gibi gösterme öznelciliğinden ancak Marksist bilgi teorisini anlayarak korunmak mümkündür.
En önemlisi de, komünist partilerin proletarya diktatörlüğünden kaçmasının, nesnel bir gerçekliğin ifadesi olup olmadığı yönündeki tartışmanın, bu kavramın nesnel gerçeklikten uzak olduğunu kanıtlamayacağını olduğu gibi, bu kaçışın nesnel olarak doğru olduğunu göstermeyeceğini de, bu teoriyi doğru kavramakla anlayabiliriz. Bu gerçekliğin, nesnelliğini görmek için, pratikte bir varlık haline gelmesini de bekleyebiliriz. Ancak yine de Marksist bilgi teorisini kavramamış olmak, bu gerçeklik pratikte bir varlık haline gelmiş olsa da, bu nesnel gerçeklikten uzak yanlışı doğru gibi gösteren öznelci yaklaşımları da anlayamayız.
Uygulandığı coğrafyada şimdi burjuva diktatörlüğünün var olmasının, proletarya diktatörlüğünün yanlışlığını ya da geçersizliğini kanıtlamayacağını da Marksist bilgi teorisini kavrayarak anlayabiliriz.
Marksist bilgi teorisi, teorik bakışın anahtarıdır. İlk bakışta ve pratik bir varlık haline gelmeden görülmeyeni ve hatta bazen pratik bir varlık haline geldiği halde de görülemeyeni görmemizi sağlar.
Ne Yapmalı, işçi sınıfının devrimci bilincinin yani sınıfsal politik bilincinin, kendiliğinden ya da başka bir ifade ile işçi olmasından kaynaklanan, yaşadığı dünyanın maddi varlığının bilincini oluşturmasıyla elde etmiş olmayacağına işaret ediyor. Bu işaretin ağırlığı, anlatmaya, daha özcesi, tarihsel ve toplumsal gelişim yasalarının devrimci bir bilinç içererek anlaşılmasını sağlamaya yönelik olarak, belli bir sistem içersinde anlatmaya önem vermede kendini göstermektedir. Anlatmak için de, anlamak için de, bilgi gerekiyor. Bilginin ne anlama geldiğini ve hangi öneme işaret ettiğini anlamak için ise, politik bilinç gerekiyor. Marks’ın sözüyle maddi dünyanın gösterdiği ile göstermediği yani öz ile görünen özdeş değil. Maddi dünyanın gösterdiklerinden yükselenlerle, sadece işçilerin bu dünyadaki toplumsal varlıklarının farkına varması yani sınıf bilinci yani kapitalistle ayrı dünyada yaşadığını fark etmesi söz konusu oluyor. Ama bu koşulları, bu dünyayı değiştirmek için anlamayı ve kendisiyle beraber anlayanları çoğaltmak için anlatmayı öğrenmek daha fazlasını gerektiriyor.
Bugüne kadar bütün filozofların bilginin hedefinin gerçeğe ulaşmak olduğunda birleştiğini ve gerçeğin varlığını kabul ettiklerini biliyoruz.
Bu konuda bize en somut tanımı Marksist bilgi teorisi vermektedir.
Buna göre, nesnel gerçek, içeriği özneye yani bireye ve bir bütün olarak insanlığa bağlı olmayan bilgidir.
Yani insanın pratik faaliyetinden bağımsız bir bilgi ve buna bağlı olarak gerçek, nesnelliğin dışında var olamaz.
Örnek vermek gerekirse; elektron atomun bir parçasıdır, ya da kapitalist toplum insanın, insanı sömürmesine dayanır derken, bu nesnelliğin içindeki gerçeği ifade etmiş oluruz. Yani bu ifadenin içeriği, nesnel gerçekliğin insan bilincinden bağımsız olarak var olmasıdır.
Nesnel gerçek, özne ile nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi en iyi biçimde dile getirir.
Bir taraftan özneldir, çünkü insanın pratik faaliyetinin bir biçimidir, diğer taraftan nesneldir, çünkü tek bir insana da, bütün olarak insanlığa da bağlı değildir.
Dolayısıyla bilgi de, nesnel gerçekle pratik yoluyla ilişki kurar ve içeriğini nesnel gerçekten alır.
Öyleyse nesnel gerçekten dolayısıyla pratikten uzak bilgi doğruyu içermez. Olsa olsa idealistlerin savunduğu, belli bir olguya tekabül eden inancı içerir ki, buna doğru diyemeyiz.
Bütün bunlara karşın, nesnel gerçeğin durağan olmadığına da dikkat çekmek gerekmektedir. Bu durağan olmama durumu kendini, mutlak gerçek ile göreceli gerçek arasındaki ayırımda gösterir.
Mutlak gerçek, dünyanın tümüne ilişkin en özlü ve nihai bilgi anlamında kullanılmaktadır. İnsan aklının potansiyelinin ve çabalarının nihai kazanımı hakikatler hakikati olarak nitelenmiştir. Bu nihai kazanıma ulaşma yeteneği elbette insanda vardır, ancak bu yetenek fiiliyatta, toplumun pratik olarak sonsuz tarihsel gelişme süreci içinde gerçekleşecektir.
Engels, Dühring’i eleştirirken, "düşüncenin koşulsuz doğruluğu, son derece koşullu doğrular çerçevesinde düşünen bir dizi insanda gerçekleşir..." diyor.
Yani insanın her edindiği bilgi, nesnel gerçeğin öğrenilmesi sürecinde bir basamak olduğu ölçüde bir koşulsuz doğrudur. Tek başına bir adım, bir basamak olduğu ölçüde koşullu doğrudur. Dolayısıyla hakikatler hakikatine ulaşmak arzusu, sonsuz tarihsel gelişme süreci içersinde bir kuruntudan ibarettir.
Ne var ki, kimi zaman doğruluğu bilim tarafından kanıtlanmış tek tek fenomenlere ya da süreçlere ilişkin doğrular da, ebedi gerçekler olarak ifade edildiği gibi, hakikatler hakikati olarak da ifade edilmektedir. Benim 1956 yılında doğduğum ve geçmişte bir zaman diliminde TKP’ye üye olduğum ebedi gerçeği gibi ya da 1 MAYIS 1977’deki katliam gerçeği gibi. Ancak bu gibi bilgilerle sınırlanan insan olduğu yerde kalmaya mahkûmdur.
Oysa bilim, doğrulukları yalnızca kendi zamanında geçerli olan tespitleri aşarak gelişir. Bu ise nesnel gerçeği yadsımaya götürmez. Doğru ile yanlış arasındaki karşıtlıkta bir görecelik olması, doğru ile yanlış arasında genel bir fark bulunmadığı sonucuna da götürmez.
Bilginin göreceliği dolayısıyla gerçeğin göreceliği mutlaklaştırılırsa, bilimin gelişmesi boyunca, bir doğrudan diğerine ya da bir yanlıştan diğerine gidip gelindiği düşünülebilir. Bu da bilginin gelişiminin nesnel gerçekten metafizik olarak koparılmış olması demektir.
Ancak bu, bilgi dâhil her şeyin hareket edebilir ve değişebilir olduğunun kabul edilmesini kabul etmemizi engellemez.
İşte bir pratiğin teori katına çıkarılmasındaki yanlış da burada yatmaktadır. Örneğin, zamanında geçerli olan tespit anlamında atomun bölünemez olduğu tezi bir pratiğin teorisidir. Ancak bu teori mutlaklaştırılmamıştır ki, atomun bölünebilirliği şeklinde bir pratiğe yani asıl nesnel gerçeğe ulaşılmıştır. Eğer bilim onu aşamasaydı hâlâ atomun bölünemediği teorisi ile hareket edecekti. Fakat bu zamanının nesnel doğrusu olmayacaktı. Kaldı ki, atomu o zaman diliminde bölme yeteneğine sahip olamamak, hem bölünemeyeceğini mutlaklaştırmaz, hem de atomun bölünemediği saptamasını sonranın yanlışı olan doğru yapmaz.
Dolayısıyla, ya pratikte doğru ya da yanlış olduğunu görmek için o pratiğin gelmesini bekleyeceğiz, ya da diyalektik yöntemin yol göstericiliğinde, Marksist bilgi teorisiyle ilk bakışta görülmeyeni görmeyi deneyeceğiz.
Tarihin her aşamasında, eskimiş düzenlerin savunucuları, ellerindeki tüm imkânlarla tarihsel ilerlemeye karşı çıkarken, hep insanlığın gelişimini durdurmaya çalışmış ama bir süre geciktirse de, insanlığın yükselen gelişimini engelleyememiştir.
Bu anlamda, bir bütün olarak insanlığın gelişimi, hem eskimiş olanın olumsuzlandığı bir süreç, hem de, insanın doğaya egemen olmasını sağlayan ve insanın toplumsal gelişiminin kendiliğinden akışı üzerindeki gücünü artıran maddi, manevi, ahlaksal değerlerin korunduğu bir süreçtir.
Buradaki olumsuzlama eskimiş olanın tüm olumlu kazanımlarının korunduğu ve çoğaltıldığı diyalektik bir olumsuzlamadır.
Çünkü tarihsel süreç, sosyoekonomik yapıları basit bir şekilde birbirini izlemesi halinde değil; ilerleme yönündeki bir hareket halinde ortaya çıkar.
Çünkü her yeni sosyoekonomik yapı, çalışmanın üretkenliği, toplumsal ve politik örgütlenme ve zihinsel kültür açısından yani mevcut toplumun, insanın gelişimi için sağladığı koşullar açısından kendinden önceki sosyoekonomik yapılara baskın çıkar.
Yeni ve daha ilerici bir sosyoekonomik yapı ortaya çıktığında, eski-sosyoekonomik yapı dünya üzerinden birdenbire kalkmaz. Fakat eninde sonunda, eskimiş olan toplumsal yapı yerini daha yüksek bir yapıya bırakarak kaçınılmaz olarak tarih sahnesinden kaybolacaktır.
Biz bunu sınıf savaşı ve toplumsal devrimle ifade ediyoruz.
Kısaca özetlersek; tarihsel ilerleme, geçmiş ile bugün, bugün ile gelecek arasındaki sürekliliği taşır ve dün doğru olan, bugün yanlıştır, bugün doğru olan yarın yanlış olacaktır çıkarsaması, bu Hegelyen yaklaşım, bu sürekliliğe de, eskimiş olanın yerini, yeni ve daha yüksek biçimlere terk etmesi şeklindeki gelişmede kendini gösteren diyalektiğe de uymaz.
Marks, devrimi bir olgu olarak ele almakta ve teorik olarak mekanizmasını ortaya koymaktadır. Bu teoride ki Marks’ın devrim mekanizmasında, bireylerin ya da sınıfların bir zorunluluğa uyması zorunluluğu var. Dün yaşanmıştır, bugün de yaşanıyor, yarın da yaşanacaktır.
Marks’ın devrim teorisinde, bir yanda bir üretim biçimi var ve bu bir ilişki bütünlüğüdür yani üretim ilişkilerinin bütünlüğünü ifade ediyor. Bir de, üretici güçler var. Bunun da bir tarafında emekçiler, bir tarafında da araç gereç alet makine vesaire ya da bütünsel olarak teknoloji var. Teori bunun üzerinden yükseliyor; emekçilerin nitel ve nicel olarak gelişmesi aşamasında ve teknolojinin gelişme derecesine uygun bir üretim biçimi ortaya çıkıyor. Biri egemen, diğeri doğmakta olan iki üretim ilişkisi aynı anda söz konusu oluyor. Marks bu formülasyonu; “…İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin bağrında çiçek açmadan asla gelip yerini alamazlar,” diyerek açıklıyor.
Sadeleştirirsek, bir tarafta egemen üretim biçimi, diğer tarafta üretici güçler yani emekçiler ve teknolojik gelişme, birbiriyle çatışıyorlar. Peki, egemen üretim biçimi, üretici güçlerle karşı karşıya gelince, bu çatışmalı da olsa, kolaylıkla değişebilir mi? Bunun için üretici güçlerin çatışmalı karşı gelişine katı biçimde karşı durması yani set çekmesi gerekiyor. Set çekmezse yani esnek bir şekilde engellerse, başka bir ifadeyle üretici güçlerden gelen darbeleri bir şekilde bütünsel zarar almadan savuşturursa, egemen üretim biçiminin değişmesi mümkün olmuyor. Böyle olunca, Marks’ın teorisindeki devrim gerçekleşememiş oluyor.
Marks’ta yeni düzeni tasarlamak ve iktidarı politik müdahale ile almak, zorunluluğun ifadesi değildir. Zorunluluk devrimin kendisinde ve işçi sınıfının bilincindedir. Devrim mutlaka gelecek ve devrimi getiren aynı koşullar bilinci de getirecektir. Müdahale ise Lenin’den geliyor.

MARKSİZM’İN REVİZYONU ÇABALARI

Bernstein, 20. yüzyılın başında, kapitalizmin geliştiğini ve değiştiğini savunarak ortaya çıkıyor ve işçi sınıfında bu değişime bağlı ve zorunlu olarak işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü yitirdiğini savunuyor. Bunu savunurken, teknolojik gelişmenin ön plana geçtiğini öne sürüyor ve Avrupa’daki bu gelişmenin işçi sınıfında zorunlu olarak devrim iradesine yol açmadığını söylüyor. Bunu da Marks’ın düşüncesinin revizyonu sayıyor. Bunun bu güne yansıması, teknolojik gelişmeyi işçi sınıfının karşısına çıkarmak, sermayeye yakın görüşlerin ve şekilsiz yığınların öncülüğünün öne çıkartılması olarak çıkıyor. İşçi sınıfının devrimci rolünü yok sayıp, rolü teknolojik gelişmeye verince, egemen üretim biçimi ile karşı karşıya gelen üretici güç yani teknolojik gelişme, bu karşıtlığı, çatışmasız yani uysal biçimde gösteriyor. Bu da, egemen olan eski üretim biçiminin değişmesi değil, kendini yenilemesi ya da başka ifadeyle çatlaklarını yamaması demek oluyor. İşçi sınıfını devreden çıkarıp, üretici güç olarak teknolojik gelişmeyi karşısına çıkarınca, haliyle esneklik kendiliğinden geliyor ve teknolojik gelişme egemen üretim biçiminin kendini yenilemesi için itici ve uysal güç oluyor. Devrim gerçekleşmeden, üretici güçlere set çekme durumundan kaynaklanan sorun çözülmüş oluyor.

LENİN’İN MARKSİZM’E KATKISI

Marks’ın düşüncesini teorik düzlemde bir kez daha anlamaya çalışmak önem taşırken, Lenin’in katkısındaki önemi kavramak daha da önem taşıyor. Şöyle; Marks’ın “üretici güçlerin gelişmesinin belli aşamasından, eski sistemin bağrında çiçek açan yeni sistemi” anlamak gerekiyor. Buradan da, “…Sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.” deyişini hatırlamak gerekiyor. Burada eksik olan ama aynı zamanda tam görünen, eski sistemin bağrında çiçek açan yeni sistemin, yani sorunu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların bilince çıkmasıdır. Bunu Lenin Marksizm’e katkı olarak revize ediyor. Politik müdahaleyi dolayısıyla politik bilinçli devrimciyi ekliyor. Bunun için de Ne Yapmalı’yı yazıyor, işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürmeyi öne sürerek öğrencileri işçi sınıfına gönderiyor. Böylece Marks’ın devrim teorisini tamamlamış oluyor.
Bu gün, devrimden vazgeçenlerin hepsinin ortak görüşü, kapitalizmin değiştiği noktasındadır. Bu, işçi sınıfının devrimci rolünü yitirdiğini ve teknolojinin öne geçtiğini de içeriyor. Böylece de sosyalizmin artık bütün sınıfların sorunu haline geldiğini söylemek kolaylaşıyor. Ve hepsi sosyalizmin eninde sonunda ama mutlaka geleceğini söylemekten geri durmuyorlar. İşçi sınıfı devrimci rolünü yitirdiyse ve sosyalizm buna rağmen eninde sonunda ve mutlaka gelecekse, o kadar da acele etmeye ve yeni devrimci rol üstlenecek aktörler aramaya gerek kalmıyor.
Ne Yapmalı’da, Lenin, Bernstein’e karşıdır. Bernstein, kapitalizmin gelişmesinin işçi sınıfında devrim bilinci yaratmadığını ve Marks’ın düşüncesinin revize edilmesini savunuyor. Lenin, karşı olduğu Bernstein’e bir şey söylemiyor. Buna karşın, işçi sınıfına bilincin dışarıdan verilmesini savunuyor. Bunu yaparken Marks’ın düşünce sistemini reddetmiyor, işçi sınıfına devrimci bilincin dışarıdan verilmesinin gerektiğini öne sürüyor. Bunun teori ile bir ilgisi yoktur. Tümüyle politik bir çözümdür. Ve Lenin, bu çözümü tümüyle Marks’ın düşünce sistemine dayandırmaktadır.
Lenin’in formüle ettiği ve Marksizm’e katkısının en önemlisi sayılan bilincin dışarıdan verilmesi konusunda eksik düşünce taşıyanlara ve düşüncelerini tazelemek isteyenlere en yeterli kaynak olacağını düşünerek, Lenin’in Ne Yapmalı’da dile getirdiklerini, biraz daha Lenin’den aktarmanın doğru olacağına inanıyorum.
“Martinov ve öteki ekonomistler” der Lenin, “işçilerin ilkin işverene ve hükümete karşı ekonomik mücadeleyle güç toplamaları gerektiğini, ancak bundan sonra sosyal demokratik eyleme geçmeleri gerektiğini savunmaktadırlar.” Ekonomistlerin kastettiklerini böyle ifade eden Lenin, “güç toplamanın, işçilerin otokrasinin bütün yönlerini açıkça görebilmeleri için, işçilerin politik yönden eğitilmesi demek olduğunu söyler. Ve bunun için, Zemstvolara karşı, öğretmenlere, istatistikçilere, öğrencilere karşı, siyasal saldırılara ilişkin teşhirlerde bizimle birlikte olmaya hazır bulunan liberallerin ve aydınların saflarından müttefiklere muhtaç değimliyiz, bu mekanizmayı anlamak o kadar zor mu?” diye sorar. Ve devam ederek, “işçi sınıfının siyasal bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğu konusunda herkes görüş birliği içindedir ama çözülmesi gereken sorun bunun nasıl yapılacağı ve yapılması için neyin gerektiği sorunudur,” dedikten sonra, “ekonomik mücadele, işçileri sadece hükümetin işçi sınıfına karşı tutumunu kavramaya yöneltir; onun için, ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak için, ne kadar çaba sarf edersek sarf edelim, ekonomik mücadelenin sınırları içinde kaldığımız sürece, işçilerin siyasal bilincini (sosyal demokrat siyasal bilinç düzeyine kadar) hiçbir zaman geliştiremeyiz. Bu çerçeve çok dardır,” diye vurgular.
“İşçilerin siyasal bilincini, deyim yerindeyse, içerden, işçilerin ekonomik mücadelesinden, yani bu mücadeleyi biricik (ya da başlıca) temel sayarak geliştirmenin olanaklı bulunduğu yolundaki inancın kökten yanlış” olduğunu söyleyen Lenin, bunu söylerken ekonomistleri (Martinov) işaret ederek, “siyasal sınıf bilinci, işçilere ancak dışarıdan verilebilir, yani ancak ekonomik mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi vermek için Ne Yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları ‘işçiler arasına gidilmelidir,’ yanıtı olamaz; işçilere siyasal bilgiyi vermek için, sosyal-demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadır; onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar.” der.
En yaygın görülen sosyal-demokrat çalışma çevresi tipini örnekleyen Lenin, “bu çevrenin işçilerle bağı olduğunu ve bununla yetindiğini” ve “Sadece fabrikalardaki adaletsizliği, hükümetin kapitalistleri tutmasını ve polis zorbalığını şiddetle suçlayan bildiriler yayınlamakla kaldıklarını” söyledikten sonra “işçi toplantılarındaki tartışmaların bu konuların sınırını aşmadığına“ dikkat çekerek “devrimci hareketin tarihi konusunda, hükümetin iç ve dış siyaseti sorunları üzerinde, modern toplumdaki çeşitli sınıfların konumları konusunda vb. konferansların ve tartışmaların çok seyrek olduğunu” ekler. “Toplumun öteki sınıflarıyla sistemli biçimde bağlar kurmak ve geliştirmek ise kimsenin aklından geçmez.” diyen Lenin, “Gerçekten bu türden çevrelerin üyelerinin çoğunluğunun kafalarında canlandırdıkları ideal önderin, bir sosyalist siyasal önderden çok, bir sendika sekreteri niteliğinde olduğuna.” işaret eder.
Bunları söyledikten sonra, “sosyal demokrasinin nüfusun bütün sınıfları arasına gitmesi nasıl yapılacaktır?” sorusunu soran Lenin, “bunu yapacak yeterli güçlerimiz var mı?” ve “bütün öteki sınıflar arasında böyle bir çalışmaya zemin var mıdır?” sorusuyla “bunun, sınıf bakış açısında bir gerileme demek olup olmadığını ya da gerilemeye götürüp götürmeyeceğini?” de sorar.
Bu sorunun cevabı olarak, “Biz teorisyenler olarak, ajitatörler, propagandacılar olarak ve örgütçüler olarak nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz,” diyen Lenin, “Fabrika yaşamının özgül özelliklerinin incelenmesi yolunda yapılanlarla kıyaslandığında, bu yönde yapılanların son derece yetersiz” olduğunu vurgulayarak, devamla şunları söyler:

“Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek ‘içyapısını’ gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır. Ama bu ‘açık-seçik tablo’, herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.”
“Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirleri hâlâ örgütleyemiyorsak suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır. Bunu yaptığımız zaman (ve bunu yapmak zorundayız ve yapabiliriz de), en geri işçi bile, öğrencilerin ve dinsel mezheplerin de, köylülerin ve yazarların da, kendisini yaşamının her adımında baskı altında tutan ve ezen aynı karanlık güçler tarafından hareketlere ve keyfi davranışlara uğradıklarını anlayacak ya da içinde duyacaktır ve bunu duyunca, kendisi de tepki göstermek isteyecektir, bu yolda dayanılmaz bir istek duyacak ve gereğini yapmayı bilecektir; bugün sansürcüleri ‘yuhalayacak’, yarın bir köylü ayaklanmasını amansızca bastırmış olan valinin evi önünde gösteri yapacak, öbür gün kutsal engizisyonun işini gören papaz kılıklı jandarmalara bir ders verecektir, vb. Şimdiye kadar çalışan yığınların önüne mümkün olan bütün konularda uygun teşhirleri sermekte çok az şey, ya da hemen hiçbir şey yapmadık. Birçoğumuz, henüz bu yükümlülüğümüzün bilincine varmış değildir ve fabrika yaşamının dar çerçevesi içinde "günlük tekdüze mücadelenin" ardında kendiliğinden sürüklenmektedir. Bu durumda, ‘İskra, günlük tekdüze mücadelenin ilerleyişinin önemini küçümseme ve buna karşılık parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasını yeğ tutma eğilimindedir’ (Martinov, s. 61) demek, partiyi geriletmek, hazırlıksızlığımızı ve geriliğimizi savunmak ve yüceltmek demektir.”
“Yığınları eyleme çağırmaya gelince, enerjik bir siyasal ajitasyon olur olmaz, canlı ve çarpıcı teşhirler etkin olur olmaz, bu, kendi kendine olacaktır. Bir suçluyu suçüstü yakalamak ve onu hemen bütün halkın önünde ve her yerde teşhir etmek, bir sürü ‘çağrılar’ kaleme almaktan çok daha etkilidir ve etkisi öyledir ki, çok kez kimin yığınlara ‘çağrıda’ bulunduğunu ve kimin şu ya da [sayfa 91] bu gösteri planını vb. önerdiğini saptamayı kesinkes olanaksız kılar. Deyimin genel değil somut anlamındaki eylem çağrıları, ancak eylem yerinde yapılabilir; ancak harekete bizzat kendileri girişenler ve bunu anında yapabilenler böyle çağrılarda bulunabilirler. Biz sosyal-demokrat yazarlara düşen de, siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek”
“‘Yığınlar hemen hemen sadece iktisadi mücadeleyi yürütürlerken, biz esas olarak bilinçli işçiler arasında çalıştık’ demek doğru değildir. Sorunu bu biçimde koyarsak, savunulan tez, Svoboda'nın alışılagelen ama özünde yanlış olan ve bilinçli işçiler ile ‘yığınları’ karşı karşıya getiren tezine indirgenir. Son yıllarda, bilinçli işçiler bile ‘hemen hemen sadece iktisadi mücadele yürütmüşlerdir’. Birinci nokta bu. Öte yandan, biz, hem bilinçli işçiler arasında ve hem de aydınlar arasından bu mücadele için önderlerin eğitilmesini sağlamadıkça, yığınlar hiçbir zaman siyasal mücadeleyi yürütmeyi öğrenemeyeceklerdir. Böyle önderler, ancak siyasal yaşamımızın bütün her günkü yönlerini, çeşitli sınıfların çeşitli nedenlerle bütün protesto ve mücadele girişimlerini sistemli olarak değerlendirerek eğitimlerini sağlayabilirler. Onun için ‘siyasal örgütlerin inşasından söz etmek ve aynı zamanda siyasal bir gazetenin ‘kırtasiye işini’, ‘yörelerdeki canlı siyasal eylem’le karşı karşıya getirmek, sadece gülünçtür. İskra bir gazete kurma yolundaki ‘planını’, işsizler hareketini, köylü ayaklanmalarını, Zemstvo halkı arasındaki hoşnutsuzluğu, ‘çarcı bir başıbozuğun kudurganlığı karşısında halkın öfkesini’ vb. destekleyecek bir ‘militan hazırlık’ yaratma yolundaki ‘plana’ uygun hale getirmiştir. Hareketi biraz olsun tanıyanlar, yerel örgütlerin büyük çoğunluğunun bu gibi şeyleri hiçbir zaman akıllarından bile geçirmediklerini; burada işaret edilen ‘canlı siyasal eylem’ olanaklarının birçoğunun, tek bir örgüt tarafından bile hiçbir zaman gerçekleştirilmediğini; örneğin Zemstvo aydınları arasındaki hoşnutsuzluğun ve protestonun büyümesine dikkati çekmenin, Nadejdin'de ("Hey Tanrım, bu gazete Zemstvo halkı için mi çıkmaktadır?” (Devriminin Arifesi, s. 129), ekonomistler [sayfa 197] arasında (İskra’ya no- 12'deki mektup) ve pratik içinde çalışanlar arasında dehşet ve şaşkınlık yarattığını çok iyi bilirler. Bu koşullar altında, ‘işe başlamak’ ancak insanları bütün bunlar üzerinde düşünmeye, çeşitli kaynaşma ve etkin mücadele belirtilerini özetlemeye ve genelleştirmeye teşvik etmekle mümkündür. Sosyal-demokrat görevlerin soysuzlaştırıldığı zamanımızda, ‘canlı siyasal eylem’e başlamanın tek yolu, canlı siyasal ajitasyonlardır, bunu da, sık sık çıkan ve düzenli biçimde dağıtılan Rusya için bir gazetemiz olmadıkça sağlayamayız.”
“Ve eğer biz, yerel komitelerin, yerel grupların ve inceleme çevrelerinin tamamının ya da büyük kısmının ortak davaya etkin olarak katılmalarını gerçekten sağlayabilirsek, kısa bir zaman içinde bütün Rusya için on binlerce basan ve düzenli bir şekilde dağıtılan bir haftalık gazeteyi kurabiliriz. Bu gazete, sınıf mücadelesinin ve yığınsal öfkenin her kıvılcımını körükleyerek, onu, yaygın bir yangın haline getiren muazzam demirci körüğünün bir parçası haline gelirdi. Henüz pek masum ve çok küçük, ama düzenli ve ortak olan bu çabanın etrafında, sözcüğün tam anlamıyla denenmiş savaşçıların düzenli ordusu sistemli olarak bir araya getirilir ve eğitilirdi. Bu genel örgütsel yapının iskelelerinde ve merdivenlerinde, çok geçmeden, devrimcilerimizin saflarından çıkma sosyal-demokrat Jelyabov’lar ve işçilerimizin saflarından gelen Rus Bebel'lerinin tırmandığını görürdük ve böyleleri, seferber edilmiş ordunun önündeki yerlerini alırlar ve Rusya'nın utancı ve lânetiyle hesaplaşmak üzere tüm halkı harekete geçirirlerdi. İşte biz bunun rüyasını görmeliyiz! ‘Rüya görmeliyiz!’ Bu sözcükleri yazıyorum ve birdenbire bir korkudur beni alıyor. Kendimi Birlik konferansının bir oturumunda görüyorum ve karşımda Raboçeye Dyelo'nun editörleri ve yazarları oturuyorlar. Martinov yoldaş ayağa kalkıyor ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: ‘İzninizle şunu sorayım, özerk bir yazı kurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü almadan rüya görmeye hakkı var mıdır?’ Onun ardından Kriçevski yoldaş dikiliyor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: ‘Daha ileri gideceğim, diyor, size soruyorum: bir Marksist’in, Marks’a göre insanlığın kendisine her zaman çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesinin bir süreci olduğunu bile bile, rüya görmeye hakkı var mıdır?’
“Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor ve bir tek şeyi düşünüyorum: nereye saklanacağımı. Pissarev'in arkasında siper alsam nasıl olur?”
“Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: ‘Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, rüyadan hiçbir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. ...Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemem bile. ...Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslarsa ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiçbir zararı olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.’ Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görmek çok azdır. Ve bundan en çok sorumlu olan kimseler, aklı başında görüşleriyle, ‘somuta yakınlıklarıyla’ öğünenler, legal eleştiriciliğin ve illegal ‘kuyrukçuluğun’ temsilcileridirler.”

Lenin bunları söylüyor.
Lenin’in söyledikleri bu kadar değil, ama en önemlileri bunlar, bu kadarının Ne Yapmalı’nın önemi hakkında fikir vermeye yeteceği gibi, bu alıntıların okuyucunun okumak için gösterdiği sabrı hak ettiğine de inanıyorum.
Burada keserek, kimilerinin erken devrim olarak nitelemeye devam ettiği ve haklı çıktığı düşüncesiyle sonunda yıkılışı ile beraber zil takıp oynadığı Ekim Devrimi ve devrimden sonraki Lenin’e dönerek, yukarıda açıklayacağımı belirttiğim, “bu gün Ne Yapmalı’da Lenin’in işaret ettiklerine örtü vazifesi görecek şekilde Lenin’e dönülmeye çalışıldığı” tezimi açıklamaya çalışacağım.

YENİ LENİN ÜRETEREK LENİN’İ TÜKETME ÇABASI

Lenin, beklemediği bir anda, Avrupa’da beklediği ama Rusya’nın geri topraklarında kendini gösteren devrimin, gelişmiş Avrupa’da devam edeceğini bekliyordu. Ama kısa süre sonra arkadaşlarıyla beraber bu umutlarını kesti. Bu da Rusya’daki devrimin, tek ülkedeki sosyalist devrimin korunması sorununu önlerine çıkardı. Devrimi yapmak ile korumanın ayrı şeyler olduğu ve üstelik dört bir tarafı eski düzenle çevrili olduğunda korumanın ise, bambaşka bir şey olduğu yalnızca pratikte kendini gösteriyordu. Yani tek ülkede sosyalist devrim bir teori değildi. Yani bu pratiğin, eksikleri dahi olsa, bir teorisi yoktu. Daha trajik olanı, bu korumanın pratiğinin, eksik ve yanlışlarını eleştirenlerin dahi, doğrusunu önerecek ufku yoktu. Bu da, ufuk darlığı nedeniyle iktidara cesaretlerini engelledi, dolayısıyla eksikliğine rağmen yeni düzenin eski düzen karşısında kendini koruması için geliştirdiği pratiğin bir ucundan tutmak yerine, dışında kalıp eksikleri saymayı ve giderek yeni sisteme cephe almayı getirdi. En önemli pratik ve yeni sistemin savunma mekanizması olan NEP, aksine kapitalist restorasyona model olarak alındı ve bu pratiğin yani NEP in, teori haline getirilmesi için, bu noktayı Lenin’le beraber almak ilke oldu. Lenin’i Marks’tan ayıramayanlar, kendilerine göre Leninciliği böyle çiziyorlardı ve bu, bugün, bir taraftan Lenin’i Marks’tan ayırmaya çalışmak, diğer yandan ve aynı zamanda Lenin’in tek ülkede sosyalizminin pratiği olan devrimi koruma pratiğini teori katına çıkararak Leninci olmak şeklinde kendini göstermeye devam etmektedir. Oysa Lenin, devrimi korumanın pratiğini öne çıkarırken, bunun garantisi olarak proletarya diktatörlüğünü işaret ediyordu. NEP ‘le beraber, proletarya diktatörlüğüne vurgu yapan Lenin’i atıp, Proletarya diktatörlüğü olmadan, NEP’i en önemli teori haline getirenler, bununla kalmadı, yine yeni düzenin, eski düzen karşısında korunmasının ifadesi olan ve tümüyle pratiği yansıtan “barış içinde bir arada yaşama Politikası”na ve daha sonra “kapitalist olmayan yol” ardından da, faşizmin kazıklarından biri olan,”Halk cephesi ” politikalarına, Lenin tarafından dile getirilen ama teorik olarak değil, yeni sistemin korunması gereği pratik olarak öne sürülen bu politikalara dört elle sarılarak yolumuz Lenin’in yoludur dediler. Aslında Leninizm’e karşı olanlar için ve Marksizm’i ondan Lenin’i ayırmaya gerek görmeden, tahrif ve tahrip etmenin kolaylığına inananlar için, yeni Lenin üretmek bu noktalardan gerçekleştirilecekti. Böylece, iki zıt sistemin bilinçte birbirine yaklaştırılması Lenin’e bağlanabilecekti. Bu da, birbirinin karşıtı iki sitemin yani sosyalizm ile kapitalizmin fiziksel olarak da birbirine yakınlaşması sonucunu ortaya çıkarabilecekti. Ve elbette bu yakınlaşma hiçbir zaman Kapitalizmin sosyalizme yakınlaşması sonucunu doğurmayacak, aksine sosyalizmin kapitalist restorasyonunu kolaylaştıracaktı.

ARA SONUÇ

Buraya kadar ele aldıklarımın ortaya koydukları bir ara sonucu gerekli kılıyor.
Şöyle; dışarıdan bilinç verme konusu eskisinden çok daha fazla yakıcı önemde, politik bilince ermiş kadroların önünde eğilinmesi gereken ve geliştirilmesi gereken bir sorun olarak durması bir yana, bu sorunu aşmada hâlâ Marksizm’e, Marksizm-Leninizm bütünselliği içersinde sıkı sıkıya bağlı kalmak ama onunla yetinmeyip, özellikle Lenin’in bilinç ve bilinçli devrimci konusundaki, Marks’ın düşünce sisteminden ayrılmadan ortaya koyduklarını iyi anlamak ve daha iyi anlatmak konusunda yaratıcılığının sınırlarını zorlamak gerektiğinin kabul edilmesi gerekmektedir.
Bu da devrimi yeniden düşünürken, bilinçli devrimciyi ve işçilere politik bilinç vermenin pratik sorunları yanında eskisinden çok daha fazla gerekli olduğunu düşünmenin daha çok öne çıktığını göstermektedir.

SORULARLA İLERLEYEREK
SOSYALİZMİ DAHA İLERİ BİR SEVİYEDEN KURMAK İÇİN
SOVYET DENEYİMİNE BAKIŞ

Bu kısa özetle dile getirdiğim ara sonucumu aktardıktan sonra, Marks’ın devrim konusundaki düşünce sistemini anlamaya ve daha iyi anlamak için hangi sorunların çözümünü öne çıkartmak gerektiğini incelemeye devam edebiliriz.
İncelemeye Avrupa’da geciken devrimin, Rusya’nın geri topraklarında gerçekleştiğini unutmadan, işçi sınıfına bilincin dışarıdan götürülmesinin gelişmiş toplumlarda mı yoksa daha az gelişmiş toplumlarda mı daha kolay ya da daha zor olduğunu düşünmenin gerekliliğine dikkat çekerek başlamak istiyorum. Başka ifadeyle çelişkileri yumuşatılmış, keskinliği törpülenmiş toplumlarda mı, çelişkileri keskinleşmiş ve yayılmış toplumlarda mı daha kolay ya da daha zordur sorusunu öne çıkartıyorum.
Soruyu ilerletirsek, eski düzenin izlerinin daha az gelişmiş toplumlarda mı yoksa gelişmiş toplumlarda mı daha fazla olduğunu sormak gerekiyor. Bunu sorduğumuzda, ardından başka sorular da gelecektir. Şöyle, devrimin gerçekleşme ihtimali hangisinde daha yüksek görünmektedir. Hatta devrimini gerçekleştirip kurulan yeni düzen, hangi durumda eskiye ait izlere teslim olabilir diye sormak da yerindedir.
Bütün bu soruların sonucunda ortaya çıkacak olan ve bütün bu soruların toptan cevabı için sorulacak olan soru ise şöyle olacaktır. Devrim nasıl olacaktır ve devrimden sonra sosyalizmi kurmanın yöntemi nasıl olacaktır. Asıl soru budur.
Artık reel sosyalizm yok ama bütün bu sorulara cevap taşıyan Sovyet sosyalizmi deneyimi var. Deneyim, başarılarından gelmiyor. Sovyet düzeninin yıkılması, bu anlamda başarısızlığı, neyin sosyalizm olduğunu, neyin olmadığını gösteriyor. Bu, artık sosyalizmi daha ileri bir seviyeden kurmanın dayanaklarına ciddi biçimde eğilmeyi ve bu gün sosyalizmin gelişmiş topraklarda mı yoksa daha az gelişmiş topraklarda mı daha şanslı olduğuna karar vermeyi kolaylaştırmıştır.
Diğer yandan, çelişki açısından gelişmiş topraklar ile daha az gelişmiş toprakların birbirine yaklaştığını da söylemek mümkündür. O halde şunu söylemek de mümkündür, her iki gelişmişlik düzeyinde de, eski düzenin izlerine teslim olma riski aynı orandadır. Bu da, sosyalizmi her koşulda daha ileri bir seviyeden kurmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Böylece eskinin izlerine teslim olma riski, en düşük seviyede kontrol altına alınabilir. Bu ise, bir bütünlük içerisinde devrim teorisinin derinliğine odaklanmak gerektiğini işaret ediyor.
Sovyet sosyalizmi, Marks’ın kanıt gösterecek durumda olmadığı halde, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu ileri sürdüğü teorisini doğrulamıştır. Marks’ta teorik olan sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu düşüncesi, Sovyet deneyimi ile pratik olmuştur. Bu, Marks’ın düşüncesinin silinemeyecek şekilde doğrulanması demektir.
Neden ileri seviyede sosyalizm sorusunun cevabını vermek gerekirse, Sosyalizm kuruculuğunda, eski düzenin izlerinin, yeni düzeni zorlamak yanında, gelişmiş topraklarda cephe politikalarının ve geri ülkelerde kapitalist olmayan yol ve barış ile demokrasi programlarının sosyalizmin temel ilkelerinin işlemesini engellemesi, bütün bunların ve bununla birlikte kapitalizmin değer yasasının sosyalizmin temel politikaları haline getirilmesi, Sovyet sosyalizminin daha ileri bir sosyalizme yönelmesinin önünü tıkamıştır. Bu etmenlerle işçi sınıfının daha ileri seviyeye yönelmesi için sahip çıkılamayıp, yıkılan Sovyet sosyalizminin deneyimi, daha ileri seviyeden sosyalizm için mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Bu da, ideolojik, teorik ve örgütsel mücadelenin de ileri bir seviyesine ihtiyaç doğurmaktadır. Devrimci yöntemin derinliğine ulaşmak için ileri seviyeyi hedeflemek de bunun içindedir.
Daha ileri seviyeden sosyalist iktidar mücadelesine yönelmek ve ideolojik mücadelenin eskisinden çok daha önemli olduğunu bilince çıkartmak yanında, Sovyet sosyalizminin yıkılmasının emek sürecinin belirleyiciliğini ortadan kaldırmadığını, aksine artırdığını, emperyalist kapitalizmin bu süreçler nedeniyle yaşadığı telaşı ve bu süreçlerin kaynaklarına yığdığı güçlerini görmek gerekiyor. Ayrıca, tarihin, bu süreçlerin yaşandığı yerlerde hızlı ilerlediğini ve bununla birlikte ve aynı zamanda, sınıf mücadelesini köreltmek için her türlü çabanın sürdürülmesinin, bu hızı yavaşlatmak ya da durdurmak için olduğunu da görmek gerekiyor. Bunların hepsi birden, Marks’ın düşüncesinin temelini teşkil etmektedir. Öyleyse birincisi, Sovyet sosyalizminin yıkılması, Marks’ın düşüncesinin temellerinin sağlam olmadığından değil; ikincisi, Sovyet sosyalizmi, Marks’ın, düşüncesinin temellerine sağlam basılmadığı için, ileri seviyeye ulaşamadığından yıkılmıştır.
Ama bu ikisi de bilinmektedir. Bilinmeyen ve üzerinde düşünülmeyen, Sovyet sosyalizminin deneyiminin, tam da bu noktadan yani Marks’ın düşüncesinin sağlam temellerine sağlam basılmadığından yıkıldığı için, sosyalist iktidar mücadelesine ileri bir seviyeden başlamayı en önemli deneyim olarak önümüze koymuş olmasıdır.
Sonuç olarak, Marks, kaçınılmaz olanın teorisini ortaya çıkarmış; Lenin, Marks’ın teorisinin kaçınılmazı ortaya çıkaracağını görmüş ve bu teoriyi ileri seviyeye, kaçınılmazın kaçınılmazlığını ise Sovyet deneyimine taşımıştır.
Devrimi yeniden düşüneceksek, işte böyle ileri seviyeden bakarak düşünmeliyiz.
Geçmişe ve bu güne bakarak, ilerisi için kötümser olmadan, tüm güçlüklerin ve elverişsiz koşulların hak ettiği kötümserliğe rağmen, morali yüksek tutmaktan vazgeçmeden, iyimserliği güce dönüştürerek, bunun, cesaret anlamında, yürek işi olduğunu, ancak yürekli olarak yeni düzenin hülyasının kurulacağını düşünmek, devrim düşüncesinin yeni ve ileri seviyeden bakışını ifade etmektedir.
Ulusal baskının ortadan kaldırılarak, halklar arasında hak eşitliğinin ve dostluk ilişkilerinin kurulması, sosyalist toplum kuruculuğunun genel bir yasasıdır. Devletin kurulması, geliştirilmesi ve faaliyeti sırasında ve uluslaşmanın gelişmesi sırasında ifadesini bulan ve uygulanan proletarya enternasyonalizmi, bu genel yasa ile yakından bağlıdır. Bu genel yasa, toplumun ekonomik ve sosyal yapısından kaynaklanmaktadır.
Sosyalist devrimin utkusu, toplumun daha önceki sosyal ve sınıfsal yapısının ilk dönemlerde korunmasıyla beraber, her şeyden önce, sınıfların konumlarında temel bir değişikliğin meydana gelmesi demektir. Politik iktidarı kazanan proletarya, emekçi kitlelerle bağlaşıklık içinde davranan yönetici sınıf konumuna gelir. Sömürücü sınıflar, politik egemenlik konumlarından uzaklaştırılırlar ve daha ileri sosyalist dönüşümler süreci içersinde, politika sahnesini tümüyle terk etmeleri gerçekleştirilir. Sosyalist kuruculuk süreci boyunca, değişik yapıları barındıran ekonomi biçimi ortadan kaldırılarak, sosyalist mülkiyet ve sosyalist ekonomik ilişkiler yani mülkiyet ilişkileri, toplumun ekonomik sisteminde adım adım tam bir egemenlik kazanır. Toplumun ekonomik yapısında kapsamlı dönüşümler yapılması, sosyalist mülkiyetin ve buna dayalı sosyalist ekonomik sistemin ortaya çıkıp gelişmesi, sosyalist sanayileşme ve tarımda kooperatifleşme, kültür devrimi, emekçi kitlelerin kendilerinin politik ve kültürel bakımdan ilerleyebilmelerinin, halktan gelen yeni bir aydınlar katmanının oluşturulup, eğitilebilmesinin ana koşullarıdır. Böylece, toplumun doğrudan toplumsal ve sınıfsal yapısında nitelikçe köklü değişimler meydana gelir.
Bu sürecin yürütülmesi, komünist partisinin önderliğinde, işçi sınıfının öncü güç olabilmesi ile ve emekçi kitlelerin bu sürece aktif katılımıyla gerçekleşir.
Sosyalist kuruculuğun teorisi ve pratiği göstermiştir ki, sosyalist kuruculuğun genel yasalarının ve bunlara yakından eşlik eden devlet kuruculuğu ilkelerinin göz ardı edilmesi, kaçınılmaz olarak büyük yetersizliklere, yanlışlara ve sosyalist toplumun kuruluş hızında yavaşlamalara yol açar.

20. YÜZYIL MARKSİZM’İ: LENİNİZM

Lenincilik, emperyalizmin ve proletarya devrimleri çağının, sömürgeciliğin çöküş, ulusal kurtuluş hareketlerinin utkuya ulaşması çağının, insanlığın kapitalizmden sosyalizme geçmesinin çağının ve komünist toplumun kurulması çağının Marksçılığıdır. Yani 20. yüzyıl Marksizm’idir.
Bu tanım, Marks ve Engels’in bilimsel düşünce sistemi ile Lenin’in, Marksizm’e yaptığı ideolojik ve teorik katkısı arasındaki yakın, dinamik ve ayrılmaz bağı vurgulamaktadır.
“Biz Marks’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak kabul etmeyiz; tam tersine biz şuna inanmaktayız ki, bu teori yalnızca, sosyalistlerin, eğer yaşama ayak uydurabilmek istiyorlarsa, bütün yönleriyle geliştirmek zorunda oldukları bilimin temel taşını ortaya koymuştur,” diyen Lenin, oportünistlere karşı savaşımda, Marksçılığı savunup, onu yeni tarihsel koşullar altında geliştirirken, Marksizm’in temel görüşlerine ve ilkelerine her zaman sadık kalmıştır. Bu durum gerçek bir devrimciyi, kendini gizlemek için hangi sahte devrimci ifadeler kullanırsa kullansınlar, reformistlerden ve revizyonistlerden ayırır.
Leninciliğin 20. yüzyılın Marksizm’i olarak tanımlanması, Marksist teorinin Lenin tarafından geliştirilmesinin, bu çağın kendine özgü özellikleriyle ilgili olduğu anlamına da gelir. Daha 1915’te, “…gözlerimizin önünde yayılan tarihsel oluşlar ancak, en başta, bir çağdan diğerine geçişin nesnel yasaları analiz edilerek anlaşılabilir,” diyen Lenin, “şu ya da, bu çağın merkezinde hangi sınıfın bulunduğunu ve bu çağın ana içeriğini, gelişiminin ana yönünü, bu çağın ana karakteristiklerini hangi sınıfın belirlediğini bilmek gerektiğini” söylemiştir. ( Tüm Yapıtları-Yanlış Sancak Altında)
Lenin bu gerekliliği 20. yüzyılın analizine uyguladı, onun ana içeriğini ve gelişimindeki ana eğilimi ortaya çıkardı. Bu yöntemsel temel üzerinde bir bütün olarak Marksist teoriyi, yeni tip parti üzerindeki, sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü ve proletarya devletinin örgütlenmesinin üzerindeki, sosyalizm kuruculuğunun yöntemlerini ve biçimlerini, dünya devrim sürecinin bütününü yöneten Marksist öğretiyi daha da geliştirdi. Öyleyse, 20. yüzyıldaki, tarihsel koşullarda Lenin’in vardığı ana önermeler ve sonuçlar, dar ulusal bir önem taşımaktan öte, uluslararası bir önem taşımaktadır.
Lenin, Marksizm’in öğretisi olan Proletarya Diktatörlüğünü geliştirerek, bu kavramın açıklamasına ulusal bakımdan farklı sınıfsal konumlardan değil, evrensel, teorik sınıf konumlarından hareket ederek ulaştı.
Lenin, “bütün uluslar sosyalizme ulaşacaktır, bu kaçınılmazdır. Ama bunu hepsi tamamen aynı yolla yapmayacak, her biri, bir demokrasi biçimine, bir Proletarya Diktatörlüğü çeşidine, toplumsal yaşamın çeşitli yönlerinin farklı sosyalist dönüşüm hızlarına, kendilerinden bir şey katacaklardır,” derken, hem demokrasi biçiminden, hem de proletarya diktatörlüğünden birlikte söz etmesi, hem tarihsel, hem de Marksizm’e katkı açısından teorik önemdedir. Bu, iki kavramın bir aradalığındaki, birbirini etkilemesi ya da, tamamlamasındaki nesnellikle bağlı koşullara vurguyu öne çıkarmaktadır.
Sosyalist devrimin biçimleri, proletarya diktatörlüğü ve proletarya demokrasisi, birçok ekonomik, toplumsal ve ideolojik etken tarafından, her ülkenin dış koşulları, gelişiminin tarihsel ve ulusal farklılıkları tarafından etkilenirler. Ama bu etkenler arasında belirleyici önemde olanları, belirli bir ülkenin ekonomik ve kültürel bakımdan gelişme düzeyi, yurt içinde sınıfların dizilişi, uluslararası arenada kapitalizm ile sosyalizm arasındaki güç dengesi, sınıf savaşımı sırasında kazanılan deneyim, devrimci gelenekler, işçi sınıfının ve onun öncü gücü komünist partisinin olgunluk ve örgütlenme derecesidir.
Bu etkenlerin, belirleyiciliği temelinde incelenmesi, sosyalist devlet örgütlenmesinin özel yönlerinin bilimsel konumlardan analiz edilebilmesini olanaklı kılar. Sorunların çözülmesindeki öznelci ve tek yanlı yaklaşımların yapılması riskini ortadan kaldırır. Bazı ulusal farklılıkların ve geleneklerin incelenmesinin ve doğru olarak değerlendirilmesinin gerekliliğini vurgular. Oysa burjuva ideologları ve revizyonistler, bu belirleyici önemi reddederler.

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ

Sosyalist devletin genel ilkelerinin, kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemindeki proletarya diktatörlüğü koşullarındaki uygulamanın çetin bir sınıf savaşımı ortamında yer almasının nedeni, onların sınıfsal karakter taşımaları, toplumdaki farklı sınıfların çıkarlarını doğrudan etkilemeleridir. Bütün emekçi halkı, en başta da emekçi köylüleri çevresinde toplayan, yeni, sosyalist toplumun kuruculuğunu yürüten işçi sınıfı ve onun partisi, iktidardan alaşağı edilmiş sömürücü sınıfa karşı, burjuva ideolojisini, eski toplumun alışkanlıklarını ve geleneklerini taşıyanlara karşı, burjuva devletinin kalıntılarına karşı amansız bir savaşım verir. Bu savaşımda başarılı bir sonuç elde edilmesi ve sosyalist devletin Leninci ilkelerinin yaşama geçirilmesi, sosyalist devletin toplumdaki rolünün güçlendirilmesiyle ve son tahlilde sosyalizmin kurulup güçlendirilmesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bir taraftan sosyalizm kuruculuğunun güçlendirilmesi için, bu hızın yükseltilmesi için gerekli devrimci dönüşümleri gerçekleştirirken, diğer taraftan bunun hızının kesilmesine ya da duraklamasına neden olacak etmenlerin etkilerinden korunmak için gerekli olan mekanizmadan uzaklaşmamak, aksine o mekanizmayı daha sistemli işletmek gerektiğinin ifadesidir. Bunun bildik ifadesi de elbette kapitalizmden sosyalizme geçişin devlet aygıtı olan ve bu aygıtı da ortadan kaldıracak olan Proletarya Diktatörlüğüdür. Bu aygıtın merkezinde ise işleyişi tümüyle bu aygıt paralelinde yürüyen ve sosyalizm kuruculuğu için gerekli olan çabaların önünün açılması için sonuna kadar demokratik, ama bu çabaların işleyişini, demokratikliğini denetlemek yanında, önünü kesecek, yavaşlatacak her türlü etmenin, bu işleyişte alan bulmasını engelleyecek katılıkta bir merkeziyetçilik taşıyan proletaryanın öncü gücü olan ideolojik, politik mücadele aygıtı yani partisi vardır.
Proletaryanın yönetim aygıtı ile mücadele aygıtı, iç içe geçmiş iki çekirdek misli hareket ettiği müddetçe, hem sosyalizm kuruculuğunun ve hem de bu kuruculuğun mümkün olan en yüksek hızda gerçekleştirilmesi için mücadele eden proletaryanın ve sahip olduğu mücadele aygıtının güçlenerek, bu kuruculuk için seferber olması ve toplumun bütün sınıf ve katmanlarının bu kuruculukta en yaşamsal çıkarlara sahip olacağının ikna edilmesi için, bu kuruculuğa katılımının sağlanması mümkün olabilir.

DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK

Proletarya diktatörlüğünde ifadesini bulan demokrasi ve diktatörlük kavramlarının bir aradalığı nasıl ki diyalektik bir bütünlük taşıyor olup, birbiriyle çelişen bir yapıyı tarif etmiyorsa, proletaryanın mücadele aygıtı olan siyasal partisinin taşıdığı demokratik merkeziyetçilik de, hem diyalektik bir bütünlük taşımakta, hem de birbiri ile çelişen iki ayrı yapının bir aradalığını tarif etmemektedir. Proletarya diktatörlüğünün, sosyalizm kuruculuğunda kat ettiği mesafeye orantılı olarak alacağı biçim ne olursa, bu devlet aygıtının merkezinde olan ve bu aygıtın sosyalizm kuruculuğu yönünde hızlı ve emin adımlar atması için etkin olan proletaryanın siyasal partisinin demokratik merkeziyetçiliğindeki işleyiş de, o denli ve demokratik anlamda uyumlu bir biçim alacaktır. Bunun güvencesi ve akışkan işleyişi, bu mücadele aygıtının en uzak noktasındaki dişlileri ile en tepedeki dişlilerinin, birbirinin hareketini, olabilen en otomatik biçimde düzenleyecek bir uyumla birbirine bağlı olmasıdır.
Bu dişliler en iyi su verilmiş çelik misli, en yeterli ideolojik ve teorik bilinçle donanmış, bu donanımını politik ve örgütsel hünerine içermiş ve de anlayarak içerdiklerini, anlayarak politik bilinç olarak içerecek olan işçi sınıfına anlatabilecek olgunluğa erişmiş devrimci kadroları ifade etmektedir. Ancak böyle hüner sahibi, anlayan ve anlatabilen ve de hem anlamanın, hem de anlatabilmenin bütünlüğünden eskinin yeni üzerindeki engelleyici tahakkümüne devrimci bir perspektifle müdahale etme hüneri ni ve iradesini yükselten akıllı, bilgili kadrolara sahip bir aygıtın bütün katlarında demokratik merkeziyetçiliğin diyalektik uyumunu taşıması ve yeniyi üretmek, geliştirmek ve yerleştirmek ve de geri dönüşsüz muzaffer kılmak için, eskinin yeniye set çekmesine, başka ifadeyle yeni üzerindeki engelleyici tahakkümüne karşı müdahale edebilir, bu müdahaleye öncü ve devrimci rolünün bilincinde olan proletaryanın ve çıkarlarının bu müdahalede olduğuna ikna edilmiş emekçi kitlelerin katılımını sağlayabilir ve bu bütünsellik ile kaçınılmaz olana en bilinçli şekilde uyma zorunluluğunu gerçekleştirmiş olur.

SOSYALİST İNSAN ve İNSAN TEORİSİ

Sosyalizm kapitalizmden farklıdır. Sosyalizmde yükselen insan da farklıdır. Farklı olmalıdır. Bu farklı insanı, yeni insanı yükseltmek sosyalizm kuruculuğunun en önemli görevlerindendir. Sosyalizm yeni insanla kurulur. Yeni insan yoksa yükselmediyse sosyalizmi kurmak da zordur. Yeni insanı yaratamazsan, sosyalizmi de kuramazsın, kurulamazsa, eski insan olarak kalınırsa eskiye teslim olmak da kolaylaşır. Sosyalizm kurulamadan yıkılır. Ve öyle olmuştur. Sosyalizmi yıkan eski insan olmakta direnen, eskinin reddedilmesine, eskiden kopulmasına izin vermeyen, eski ile (kapitalizmle demek istiyorum) göbek bağını kesmeyen ama yeni insan olmaya çalışıyormuş gibi görünenlerdir.
Kapitalizm, özellikle de tekelci kapitalizm, insansızlaşmadır. İnsansızlaşma insanın kendi yarattıklarına yabancılaşmasıdır. Bu düzende insanlar sürekli olarak ürettiği zenginliklerin altında ezilir durur, küçülür de küçülür. Ayakta dururken bile diz üstü durumundadır.
Devrim insanın yükselişidir. Devrim gücü ifade eder, başka deyişle yenmeyi ifade eder. Yenmek ve güç kazanmak, aynı anlama gelmek üzere gücün farkına varmak, güveni ifade eder. Korku ise güvensizlik demektir. Bu gün yaşanılan budur. Korku ve güvensizlik tekellerin gücünü artırıyor. Bunun için hep korku ve güvensizlik yaratılıyor.
Marks’ın deyimiyle, tekellerin gücü dizüstü duranların, dizüstü halinde durmalarından kaynaklanan güçsüzlüğündendir. Ayağa kalkıldığında tekellerin güçsüz olduğunu fark edemeyenlerin taşıdığı güçsüzlük, tekellerin gücünü artırıyor. Bunu görmek ve ayağa kalkınca tekellerden güçlü olunacağını anlamak için ayağa kalkmak gerekiyor ama bunu anlamak ve anlamayanlara anlatmak için bu yaşananlar kendi başına yetmiyor. Anlamak için, bilgi gerekiyor, yaşanılan maddi hayatın gösterdiklerini bilince çıkartmak için, görmek gerekiyor. Bunun için ise bunu görebilenlerin ve gösterebilenlerin bilgisine gerek oluyor. Ya da başarılı, yengi taşıyan eylemleri yaşaması ya da görmesi gerekiyor. Bu bilinçtir. Rusya Japonya’ya yenilince, Rusya’nın yenilebilir olduğu görülüverdi. Başarılı eylem Japonya’dan geldi. Bir yıl sonra Rusya’da 1905 burjuva devrimi baş gösterdi. 1960 lı yıllarda Türkiye’de işçi sınıfı var mı yok mu tartışılıyordu. 15-16 Haziranla bu tartışma sona erdi. Bilinç başarılı eylemle gelmişti. İşçi sınıfının ayağa diklince güçlü olduğu da bilince çıkmıştı. İşçi sınıfına güven, burjuvaziye korku verdi. Ardından 12 Mart geldi. Bu, tümüyle, işçi sınıfının kazandığı güveni, o anlamda, gücünü kırmak içindi. 12 Mart yeterli olamadı,1977 1 Mayısındaki katliamla bu güven yenildi ve bir süre sonra 12 Eylül elini kolunu sallaya sallaya geldi. Şimdi tekeller düzeni olan 12 Eylül rejimi bütün korkuların jeneratörüdür. Biri bitince başka korkuları yaratıyorlar. Yarattıkları en son ve en komik korku domuz gribidir. Bunun, korkutanların korkusundan kaynaklandığına ve korkmaya devam ettikleri için de, başka korkuların da hazır bekletildiğine inanıyorum. Bu korkular ancak güvenle aşılır. İşçi sınıfının kendine güvenini yükseltmek gerekiyor. Bunu yükseltmek ise, bilgi gerektiriyor.
Bilgi şudur: Tekeller korkmasa korku üretmezler, tekeller tümüyle güven içinde olduklarını sergilerken, korku üretiyorlarsa, korkularından vazgeçmedikleri içindir. Korkuları sosyalizmdir ve korku üretmeleri, yıkıldığı için duydukları güvenin geçici olduğunu bildiklerini gösteriyor. Bu, güvenlerinin, karşısındakilerin güvensiz olduğundan kaynaklandığını gösteriyor. Öyleyse tekeller bu nedenle güvensizlik yaratmak için korkuyu sürekli kılmaya çalışıyorlar. Bilgi budur. Bu bilginin doğru olduğunu bilince çıkartmak ise hüner istiyor. Hüner maddi yaşamdan otomatik olarak gelmiyor. Maddi yaşamın göstermediklerini görebilmekten geliyor. İşte bu nedenle hem anlayan, hem de anlatabilen bilinçli devrimci gerekiyor. Tekellerin çözümünün emperyalizmde olduğunu herkes görebilir, bunun karşısına konulacak çözüm ise hüner gerektiriyor. Bu hüneri, politik bilinç taşıyan devrimci gösteriyor. Hüner, hünerin gösterdiği çözümün ne olduğunu anlamayı sağlayacak şekilde anlatabilmeyi işaret ediyor.
Sosyalist sistemin çöküşü ne ekonomik ve ne de bürokratiktir. Sovyet sosyalizmi öncelikle sosyalist insanı yaratamadığı için çöktü. Sovyet sosyalizmi, kendini korumak ve var edebilmek için, kapitalist teknolojiyi geçmeye çalıştı. Geçmesine geçti ama bu, Sovyet toplumunun kapitalist dünyanın mal ve tüketim kalıplarını model almasına neden oldu. Bu da bireyciliğin gelişmesine neden oldu. Bireyciliğin temel kaynağı, kapitalizme ait olan emek-değer yasasıdır. Oysa sosyalizmde amaç bireycilik değil, ortakçılıktır. Bu anlamda kişilikli insana ulaşmaktır. Kişilikli insan ancak sosyalizmde yaratılabilir. Dinsel özü insan özüne dönüştüren Feuerbach’a karşın, Marks, Feuerbach Üzerine Tezler’de, “insan özü her tekil bireyin bir parçası olmuş bir soyutlama değildir, kendi gerçekliğinde, toplumsal ilişkilerin toplam sonucudur,” diyor. Engels, kapitalizm öncesi dönemde, insanı insandan çok bitki olarak görüyor. Şöyle diyor, “insan değillerdi, birkaç aristokratın hizmetindeki emekçi makinelerdi.” Engels’e göre, İnsan kapitalizmle ortaya çıkıyor.
İnsanın özünde toplumsallık ve tarihsellik vardır. İnsanın ulaştığı üst seviyesinde, önceki tarihselliği ve toplumsallığı içeren insan özü, daha doğrusu insanlık dışı özü, hatırlanmayacak kadar hayal dışı kalacaktır.
Sosyalizmin, kişilikli insana ulaşamadığı için ve ulaşamadan yıkılışı, insan üzerine düşünmenin önemini artırıyor. Buradan, birçok politbüro üyesinin kapitalizmin savunucusu olmasının insanı anlamanın önemini artırdığı sonucuna varabiliriz. Bu sonuç, insanın kendi öz çabası ile insan olmasını bekleyerek sosyalizm geleceğini, Fikret Başkaya’nın ifadesiyle, “insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kendi öz çabasıyla kurtulması yani özgürleşmesi ile” sosyalizm geleceğini beklemenin ham hayal olduğunu düşünmemizi gerektirmektedir. İnsan özünü, diyalektiğin ve tarihselliğinin içinde kalarak, Marks’ın sözüyle, kendi gerçekliğinde, toplumsal ilişkilerin toplam sonucu olarak ele aldığımızda, bunun, hem sosyalizmin varlık nedeni, hem de gelişiminin sonucu olduğunu görmek kolaylaşır. İnsanın, aslına uygun ve değişmeyen, hakiki bir özünün olmadığı önermesi, insanı anlamada en önemli noktadır.
Öyleyse insana dair konuşurken, insanı, bu anlamda insanın özünü, bu günkü tarih sınırı içinde de, sonraki zamanlar içinde mutlaklaştırarak tarif etmenin yanlışlığı yanında, tarif edebilmenin zorluğunu da göz ardı etmemek gerekir. Bu bize, Sovyet sosyalizminin kapitalist restorasyonunu, işçi sınıfının dinamiği ile açıklamamız gerektiğini gösteriyor. Bunun öz olarak ifade ettiği gerçeklik, sosyalist devrimin de, sosyalizm kuruculuğunun da merkezine insanı değil, bilinçli işçiyi, sosyalist insanı yaratmanın dinamiklerini oluşturabilecek denli donanımlı işçiyi koymaktır. Bu gerçekliğin işaret ettiği gerçeklik de var; devrimci bilinçle donanmış işçinin, bu anlamda sosyalist insanı yaratmayı görev edinmiş işçinin, geçimi için yeterli zamanının ötesinde, kalan zamanının bütününü devrim için ve sosyalist insanın ve sosyalizm kuruculuğunun inşasına harcaması gerekmektedir.
Devrimciliğin ve öncülüğün profesyonellik hesabı budur ve bu profesyonellikte devrimciliğin bir yaşam biçimi olduğunun ifadesi yer almaktadır. Ve bütün bunlardan çıkan sonuç, insanlık tarihinin, insanların insanlık için mücadelesinin tarihi olmadığıdır, insanlık tarihi sınıf savaşları tarihidir. Bunun anlamı şudur, sınıfların gücü insanlarda yoktur ve tarihi değiştiren de, yazan da, insan değil, sınıflardır. Ve elbette sınıfları oluşturan da insanlardır. Ama İnsanı sınıfsal hattan koparıp, onu insanlığından uzaklaştıran kapitalist kan emicilerin hattına koymak, insanlık diye diye emekçi insanla, emekçi insanın ürettiğine el koyarak onu köleleştiren kapitalist insanı barıştırmaya çalışmak demektir.
Öyleyse insanın, insan olarak yükselmesinin garantisi, politik bilince erişmiş işçi sınıfının, nerdeyse bütün zamanını insanın yükselmesi, kendinin yok olması için göstereceği çabadadır.
Bu çaba, köle tacirlerinin ya da esir tüccarlarının elinde hem kendi bencil ihtiyaçlarının köleliğini, hem de Kapitalistlerin bencil ihtiyaçlarının köleliğini yaşayan soyut insan değil, insan olarak bunu yaşarken, insan dışı bir varoluşun gerçekliğini gören, bu alçalmaya karşı isyan biriktirmiş olan, insanlığı kurtarırken, kendini de ortadan kaldıracak proleter sınıfın çabası olacaktır. Dolayısıyla, kin hem insanca bir duygudur ve hem de proletaryanın en önemli silahlarından biridir. Daha doğrusu proletaryanın isyanını biriktiren en akıllı tutumudur. Proletaryanın sınıf kini insanoğlunun en haklı ve değiştirici, dönüştürücü eylemini besler.

MARKS’TAN KAÇIP HEGEL’E SIĞINMAK

Diğer taraftan insan denilince akla akıl geliyor. Akla akıl gelince de, Hegel’in söyledikleri… Hegel’e göre, “gerçek olan her şey akla uygundur, akla uygun olan her şey de gerçektir." Bugün 12 Eylül rejiminin ta kendisi olan bir devlet durumunun ve onun yürütücülerinin solcu olarak kutsanması bu Hegelyen bakışta gizlidir. Yani bu hükümet akla uygundur. Öyleyse gerçektir. Peki, bize kötü görünüyorsa ne olacak, o zaman kötü görenlere layık bir hükümettir. Hegel'e dönüş budur. Ama Hegel bunu söylerken, kendi diyalektik anlayışı içersinde, "gerçek olan her şeyin zamanla akla aykırı olduğunu" da söyler. Oradan da, "var olan her şey, yok olmayı hak eder" çözümlemesine varır. (Bu tam da, “Devrimi Yeniden Düşünmek”i birden bire aklına getiren Fikret Başkaya’nın ölü bilgi anlatımına uyuyor.)
Marks, tepesi üstü duran Hegel’in diyalektiğini ayakları üstüne çok önce döndürmüştür ama eninde sonunda, akla uygun hale getirilen her şeyin gerçek olduğunu da kanıtlamaya götürecek olan, düşünce gücüyle her şeyi akla uygun hale getirilebileceği savını taşıyanlara Hegel’in düşünceleri hâlâ ilham kaynağıdır. Şimdi, bu Hegelyenlere göre, dün gerçek olanın, artık akla aykırı olduğu döneme girmekteyiz, dolayısıyla dün var olan şeyin, şimdi yok olmayı hak etmesini de kabul etmeliyiz. Bunun anlamı, Marks'tan kaçıp, 21. yüzyılda Hegel'e sığınmaktır. Yani aslında, dünyayı değiştirmekten söz edenlerin, bunu akla uygunluk temelinde yapmaktan söz ettiği açıktır. Buna göre, sözgelimi, sosyalizmi kurmayı önce düşünce gücüyle, akla uygun bir zemine oturtacağız ve akla uygun hale geldikten sonra da, her halükarda sosyalizm gerçekleşecektir, ya da akla uygunluk temelinde gerçekleştirilen sosyalizm gerçek olacaktır. Tıpkı özgürlükçü sosyalizm modeli veya demokratik sosyalizm veyahut da proletarya diktatörlüğünden uzaklaşan sosyalizm gibi, önce akla uygunluk temelinde düşünce gücüyle üretilecek, sonra da gerçek olduğu, yani gerçekleştirilen her ne ise, akla uygun olduğu ve tabii bunun sosyalizm olduğu da, gerçek olanın bu sosyalizm olduğu da, kabul edilecek. Böylece sorun çözülmüş olacak. İşte bunun adı da, kapitalizmde kalarak, kapitalizmi düşünce gücüyle değiştirerek, böylece sosyalizme dönüştürmek oluyor.
Marks, da, Engels’de, insanın bulunduğu koşulları açıklarken, bulunduğu koşulların, insanoğluna yakışmadığından ve bu koşullarda yaşayan insanın, insan özü taşımadığından söz eder.
Bugün insanoğluna yakışan bir durum ve bu günkü insanda insan özü var mıdır? Yoksa Hangi insanın düşünce gücüyle, hem toplumsal değişim, hem ekonomik değişim sağlanacak ve dahi insan gibi insan yaratılacak? Tersine sorarsak, hem insanoğluna yakışan bir durum varsa, hem de insanın özünü taşıyan insana ulaşıldıysa, neden hâlâ metropollerde bile korkak, ürkek, edilgen, güvensiz, sevgisiz insan kitlelerinin varlığı ile karşı karşıyayız? İnsanı yükseltecek olan tek güç, proletaryanın, erki ele alarak kendini de, karşıtını da yok edecek olan gücüdür. Ancak ondan sonradır ki, insanın düşünce gücü, insanlık için sadece ve sadece mutluluğu yaratacak olan yeni tip insanı yaratabilir. Artık böyle bir insanı hayal edebilecek öze kavuşabilir. Modern burjuva devleti, burjuva toplumunun insanını, çıkara dönük emeğin köleliği altında, kendi bencil ihtiyacıyla, öbür insanların bencil ihtiyacının köleliği altında yaşadığının bilincinde olmayan, bağımsız insan olarak tanımlarken, evrensel insan hakkını işte bu insana tanımaktadır.
Marks, "İnsanın kendini insan olarak olumlaması için, bilinçli, özgür ve evrensel bir etkinlikte bulunması gerektiğini.” belirten Hegel'e göre, bunun, “insanın doğayı değiştirerek kendini yaratması" demek olduğundan şüphe etmemektedir. Fakat Hegel’in, insan etkinliğini, onun bu etkinlik sonucu harcadığı emeğinin ürününe yabancılaşmasını hesaba katmadan ele aldığı için, insanın her halükarda bu etkinlikte kendini insan olarak olumlayacağını varsaymasını eleştirir. Yani insanı, kendi etkinliği sonucu harcadığı emek ürününün, bu yarattığı ürünün de sahibi olarak görmesinin yanlış olduğunu söyler. Kapitalistin bu yaratılan ürüne sahip çıkmasıyla, onu yaratan insanın, yarattığı ürüne sahip olamaması, ondan kopması ve kendi emeğine yabancılaşması sonucunu, daha sonra pratikte de görse, Hegel yine de yok saydığını söyleyerek, çözümü de tümüyle insanın (emek ürününden yoksun olan insan ile bu emek ürününe sahip olan insanı ayırmadan) olumlu düşünmesi yoluna bağlamasının yanlış olduğunu vurgular.
Marks ise, "toplumun dönüşümünün yabancılaşmış emeğin kaldırılmasını gerektirdiğini ve bunun da, proletaryanın devrimci eyleminin yapıtından başka bir şey olmadığını" şeklinde ki düşüncesiyle Hegel'i de, Feuerbach'ı da aşıyordu. Yani Hegel ve Feuerbach, insanlıktan uzaklaşmış toplumun dönüşümü için gerekli olan, insanın kendi emek ürününde kendini yaratması demek olan, insanın yeniden insanlaşmasının, düşünce gücüyle, entelektüel davranışla, dine eleştirel bakışla mümkün olacağını söylerken; Marks, bunun ancak ve ancak kendi emek ürününe yabancılaştığının, insanlıktan çıktığının farkında olan proletaryanın devrimci eylemi ile mümkün olabileceğini, bunun da yabancılaşmış emeğin kaldırılması demek olduğunu söylüyordu. İnsanın kendini insan olarak olumlaması, kendi bilinçli, özgür ve evrensel etkinliği ile harcadığı emeğinin ürününe sahip olması ve kendini, özgürce yarattığı ürününde bulması ile mümkün olabiliyor. İnsanı insanlıktan uzaklaştıran, işte bu kendi etkinliği içersinde harcadığı emeğin ürününe sahip olamamasından kaynaklanan ve bu etkinliğin bilinçli, özgür ve evrensel karakteri olmadan harcanan emeğin ürününe yabancılaşması dolayısıyla kendine yabancılaşmasıdır. Öyleyse insanın insan olabilmesi, başka bir deyimle, insanlığa geri dönebilmesi, yani toplumun dönüşümü, ancak bu yabancılaşmış emeğin kaldırılması ile mümkündür. Bu ise, insanın entelektüel düşüncesinin gücü ile mümkün olamayacağı gibi, din eleştirisi ile dinsel yabancılaşmadan kurtulmakla da mümkün olamayacaktır. Bunun mümkün olabilmesi, ancak ve ancak, insanın, insan etkinliğinin karşılıklı insanı zenginleştirici karakteri olan, bilinçli, özgür ve evrensel emeği ile yarattığı ürününe tümüyle sahip olmasını, bu üründe kendini bulmasını sağlamaya bağlıdır. Bunu sağlamak ise, kendi yarattığı ürüne yabancılaştığının bilincinde olan proletaryanın, yabancılaşmış emeği ortadan kaldıran devrimci eylemi ile mümkündür. Bunun anlamı ise, tümüyle kapitalistin inisiyatifi ve yönlendirmesi ile bir etkinlik içine girerek harcadığı emekle yarattığı üründen hem yoksun kalan, hem de ona yabancılaşan ve hatta onun egemenliği altına giren emekçi insanın, bu yabancılaşmanın karakterini bilince çıkartarak, emeğin yabancılaşmasının yanında, insanlıktan çıkmasının da farkına varan proletaryaya dönüşmesi ve yarattığı ürüne kapitalist tarafından tümüyle el konulmasına devrimci bir eylemle son vermesi ve insanın bilinçli, özgür ve evrensel karakterli bir etkinlikle harcadığı emeğinin sonucu, yarattığı ürününün karşılıklı insanı zenginleştirmesini, dolayısıyla Toplumun devrimci yoldan dönüşmesini sağlamak demektir. Toplumun dönüşümünde, merkeze insanı koymak yerine, bu dönüşümün insanın kendi emeğinin ürününe, dolayısıyla kendine ve topluma ve elbette insanlığa yabancılaşmasını ortadan kaldırabilecek, bu yabancılaşmanın farkında olan proletaryayı koymak, bu nedenle hem gerekli, hem de son derece bilimseldir, bilimsel olduğu kadar da bağımsız akıllara hitap etmektedir. Proletaryayı toplumsal dönüşümün merkezine koymak insanlıktan, insandan uzaklaşmak değil, aksine insana, insanlığa ulaşmanın kapısını açmaktır.
İşte yüz yıllarca, insanın özgürlükten uzak iradesiyle harcadığı emeğinin ürününe el koyan kapitalistlerin, insana, insan haklarına vurgu yapması bu nedenle ideolojik saldırısının alanı içinde iken; insan teorisine Marksist bakışla bakanların ise ideolojik mücadele alanında, proletaryaya vurgu yani sınıfsal yaklaşım vardır. O nedenle, burjuvazinin vurgu yaptığı insan haklarında, kendi emek ürününe yabancılaşmış emekçi insanın köleliğinin burjuvazi tarafından tanınması varken, yani emekçi haklarının dibe vurmuşluğu varken; proletaryanın merkeze konmasında ise, yabancılaşmış emekten kurtulmanın, insan olmanın ve bunu sonsuzlaştırmanın hakkı vardır. Bütün toplumsal ilişkilerin, özel mülkiyet rejiminde insanlıktan uzaklaşması, insanın bu rejimde gerçekten insansal bir varlık olarak davranamamasındandır. İnsan, onu insansal biçimde yeniden üretmek için, doğa üzerinde etkili olarak ve kendini onda tanıyarak, öteki insanların etkinliği ile birleşmiş, evrensel ve özgür etkinliği aracıyla kendi kendini yaratıp, kendini insan olarak olumlamasını kapitalist rejimde yani özel mülkiyet rejiminde gerçekleştiremez.
Bunun sonucunda, özsel niteliklerini yitiren insan, kendi gerçek eğilimine karşıt olarak, bencil bir birey durumuna gelir. Ona yabancılaşıp, düşmanlaşan öteki insanlardan ayrıldıktan sonra birey, insansal topluluktan soyutlanmıştır. Bundan ötürü insanlar, karşıt kategoriler biçiminde bölünmüş olurlar.
Bu kategorileşme, kapitalist rejimde proletaryayı burjuvazinin karşısına diken sınıflar savaşında kendini gösterir.

SOSYAL ve DEMOKRASİ
Son olarak, Marks’ın devrim teorisini bütünleyen ve pratikte yaşayabilirliğini kanıtlayan Lenin’in düşünce sistemi yanında, devrimci bilinci ve devrimci örgütü dolayısıyla devrimcinin kendisini diyalektik ve müdahaleci bir bütünlükle dizişinin öneminin daha net ortaya çıkaracağına inandığım, bu günün düşünce sistemine de ışık tutan, “sosyal” ve “demokrasi” sözcüklerinin yan yana getirilişinin ve bir bütün olarak sosyal-demokrasi kavramının tarih sahnesine çıkışının anlamı üzerinde durmak istiyorum.
“Sosyal” ve “demokrasi” sözcüklerinin yan yana getirilmesi tümüyle pratiktir. Teorik olarak bunun imkânsızlığı doğrudur. Ama sosyal demokrasi adının başarı kazanması teorik imkânsızlığı gidermiyor. Alman sosyal-demokrat partisinin başarı kazanması sosyal-demokrat ismine büyük itibar kazandırıyor. Alman sosyal –demokrat partisinin kitleselliği, teorik çabalardaki öncülüğü ve seçimlerde aldığı yüksek oy, hem parlamenter yoldan sosyalizmin kuruluşu düşüncesini geliştiriyor, hem de bir model olarak yaygınlaşmasını sağlıyor.
Rusya’da kurulan parti de bu itibarlı sosyal demokrat ismini alıyor. Ve önce Lenin’in Ekim Devriminin patlak verdiği günlerde, Nisan Tezleri'yle sosyal demokrasinin modası geçmiş olduğu ortaya konuyor, sonra faşizmin yükseldiği zamanda sosyal-demokrasinin burjuvaziye yataklık ettiğine karar veriliyor. “Sosyal demokrasi adı” diyor, “Marks’ın sık sık, başka şeylerin yanında 1875’te ‘Gotha Programının Eleştirisi’nde de kanıtladığı ve Engels’in 1894’te daha popüler biçimde yinelediği gibi, bilimsel olarak doğru değildir.” ve devam ediyor; “insanlık kapitalizmden dolaysız olarak ancak sosyalizme, yani üretim araçları üzerinde ortak mülkiyete ve ürünlerin, bireylerin çalışma yeteneği ölçüsüne göre paylaşımına geçebilir. Partimiz daha ötesine bakıyor: sosyalizm kaçınılmaz olarak yavaş yavaş, bayrağında ‘herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimi kadar’ yazan komünizme doğru gelişmek zorundadır” diyerek, bunun “ilk argümanı” olduğunu söylüyor. “İkincisi” diyor, “partimizin adının ikinci bölümü (demokrat) de bilimsel olarak doğru değildir. Demokrasi devlet biçimlerinden biridir. Oysa biz Marksistler her türlü devlete karşıyız.”
Lenin böylece ikinci argümanını da belirttikten sonra, “ikinci enternasyonal liderlerinin (Plehanov, Kautsky ve benzerleri), Marksizm’i sığlaştırıp, tahrif ettiklerini” söyleyerek, “Marksizm’in anarşizmden, sosyalizme geçiş için devletin zorunluluğunu tanımasıyla ayrıldığına” dikkat çekiyor.
“Ama” diyerek devam ediyor ve “alışılmış parlamenter, burjuva, demokratik cumhuriyet türünde bir devletin değil, 1871 Paris Komünü gibi, 1905 ve 1917 işçi temsilcileri Sovyetleri gibi bir devletin zorunluluğunu” vurguluyor.
Üçüncü argümanını ise, “yaşam, devrim bizde artık pratikte, şimdilik sadece güçsüz biçimde, embriyon halinde de olsa, artık gerçek anlamda bir devlet olamayan işte bu yeni devleti yaratmıştır,” diyerek açıklıyor. Ve bunun “artık liderlerin salt teorisi değil, kitlelerin pratiğinin bir sorunu olduğunu” söyleyerek ekliyor; “sözcüğün asıl anlamında devlet, halktan ayrı silahlı insan formasyonlarının kitleler üzerinde zor uygulamasıdır.” Bunu ekledikten sonra, “bizim oluşum halindeki yeni devletimiz de bir devlettir, çünkü bizim silahlı insan formasyonlarına ihtiyacımız var, akla gelebilecek en katı düzene gereksinimimiz var, gerek Çarlık, gerekse de Guçkov türünde burjuva karşı devrim girişimlerinin acımasızca şiddetle bastırılmasına ihtiyacımız var. Fakat oluşum halindeki yeni devletimiz artık sözcüğün asıl anlamında bir devlet değildir, çünkü Rusya’nın birçok yöresinde silahlı formasyonları halkın üstünde duran, ondan ayrı olan, ayrıcalıklı, pratikte görevden alınamaz bazı kişiler değil, bizzat kitle, tüm halk oluşturuyor,” diyerek proletarya diktatörlüğünün bir devlet aygıtı olduğuna işaret etmenin yanı sıra, bunun burjuva devlet aygıtı ile aynı olmadığına da dikkat çekmiş oluyor.
Lenin devam ediyor ve “ileriye bakmalıyız, geriye değil” diyerek, “eski monarşist yönetim organlarının, polisin, ordunun, bürokrasinin yardımıyla burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştıran alışılmış burjuva tipte demokrasiye bakmamak gerektiğini” ifade ediyor.
Lenin, hem proletarya diktatörlüğünün önemine ve hem de bunun ifadesi olan demokrasinin eski tip, burjuva demokrasisi olmadığına yeni tip bir demokrasi olduğuna dikkat çektikten sonra, demokrasi sözcüğünün artık ne anlama geldiğini şöyle açıklıyor; “Komünist Parti’ye uygulandığında demokrasi sözcüğü yalnızca bilimsel olarak doğru olmamakla kalmaz. Bu sözcük şimdi, Mart 1917 den sonra, devrimci halkın gözüne takılan ve bu sayede onun yeniyi: ‘devlet‘ içinde biricik erk olarak, her türlü devletin ‘ sönümlenmesi’nin ‘öncüsü‘ olarak İşçi, Köylü ve olası bütün diğer Temsilciler Sovyetlerini özgürce, cesaretle, kendi gücüyle inşa etmesinin engellendiği bir at gözlüğüdür.”
Dördüncü argüman olarak ise, Lenin, “tüm dünyada objektif durumunu” gösteriyor.
Sosyal-demokrasi ifadesine oportünist diyen Lenin, Marks ve Engels’in bu ifadeye bilinçli olarak katlandıklarını vurgularken, bu ifadenin teorik olmadığını, tümüyle pratik olduğunu da vurgulamış oluyor. Şöyle diyor; “o zamanlar, Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra tarih, yavaş örgütlenme ve aydınlatma çalışmasını gündeme koymuştu. Başka bir çalışma yoktu. Anarşistler, yalnızca teorik olarak değil, ekonomik ve politik olarak da kesinlikle haksızlardı. (ve öyle kalacaklardır) anarşistler durumu yanlış değerlendirdiler, dünyanın durumunu kavrayamadılar: İngiltere’de emperyalist karlarla ahlakı bozulmuş işçiler, yenilgiye uğratılmış Paris Komünü, Almanya’da yeni zafer kazanmış burjuva-ulusal hareket, yüzyıllardır süren uykusunu uyuyan yarı serflik Rusya’sı.”
Ve Lenin, dünyanın durumunu kavradıklarını belirterek, bu uluslar arası durum nedeniyle Marks ve Engels’in sosyal devrime yavaş yavaş yaklaşma görevlerini anladıklarını ifade ederek, “biz de yeni dönemin görevlerini ve özelliklerini kavrayalım, ‘Marks’ın haklarında, ‘ejderha ektim, pire biçtim’ dediği hakeza Marksist’leri (Karl Grün’ün temsilcisi olduğu küçük burjuva sosyalistler) taklit etmeyelim,” diyor.
Ve “alışılmış kirli gömleği çıkarıp atmakta tereddüt etmeyelim, kirli gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşırlar giymenin zamanıdır” diyerek bitiriyor.
Kirli gömlek, sosyal-demokrasi, temiz çamaşır ise, Komünist sözcüğü oluyor.
Lenin, sosyal-demokrasi adının bilimsel olmadığını, hatta oportünist olduğunu, proletaryanın sınıf bilincinin aydınlanmasının ve politik olarak ilerletilmesinin önünde engel olarak gördüğünü 1917 yılında yani nerdeyse yüz yıl önce ‘Devrimimizde Proletaryanın Görevleri’ başlıklı makalesinde dile getiriyor. Birinci dünya savaşı öncesinde, Sosyal demokrat liderlerin davranışları ve sosyal demokrat parlamentarizmin sonucunda insanların şaşırıp, savrulması, aldatılması nedeniyle Lenin, sosyal-demokrat isminden ayrılmak gereğine inanıyor ve komünist isminin Proletaryanın sınıf bilinci ve politik olarak ilerletilmesi açısından ve proletaryanın partisinin komünizme bakması nedeniyle komünist adını dile getiriyor.

SONUÇ

Bütün bunlar, sosyal-demokrat adının teorik olmadığını, tümüyle pratik olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla kavramların teorik olmaması onların pratik gerekçelerle kullanılmasını engellemiyor. Örneğin sosyal demokrasi adı, işçiler arasında sosyal demokrat liderlerin davranışları nedeniyle işçi ve emekçi kitlelerin şaşırtılmasına kadar, itibarlı bir başarıyı tarif ediyor ve model isim olma özelliğini koruyor.
Çalışmam burada bitiyor. Ancak bitirirken, bu çalışmanın ortaya çıkardığı kimi önemli sonuçları alt alta dizmeyi ihmal etmek istemiyorum. Şöyle;
Rusya Marksizm’i 20 yüzyıldaki iki Marksizm’den biri olan Leninizm’dir.
Diğeri Bernstein’in ve Kautsky’nin adına yazılan Avrupa Marksizm’idir.
Bernstein, ekonomist eğilimlidir.
Leninizm ya da Rusya Marksizm’i, Avrupa’daki Bernstein adına yazılı ekonomizm ile Rusya’daki Legal Marksizm’e savaş açarak büyüyor.
Avrupa Marksizm’inin özünde, Marks’ın, devrimlerin mutlaka geleceğini ifade eden teorisinin abartılması vardır.
Avrupa Marksizm’i, tekellerin düzenlerinin sürdürülebilmesi için biçilmiş kaftandır. Bu nedenle Avrupa Marksizm’i için asıl mücadele Leninizm’e karşı yürütülen ideolojik politik mücadeledir.
Düne kadar bu mücadeleyi örtüleyerek, Stalin üzerinden veren Avrupa Marksizm’i, bu gün Lenin’in pratiğini teori katına çıkarıp, Leninizm’i Avrupa Marksizm’ine yaklaştırma çabasıyla yürütmesi yanında, Leninizm’in 20. yüzyılın ölü, dondurulmuş Marksizm’i olduğunu, hatta Stalin üzerinden Marksizm’in antitezi olduğunu savunarak, Lenin’in Marksizm içinde olduğunu ve Marksizm’e katkısını inkâr ederek yürütmektedir.
Avrupa Marksizm’i, Marksizm’in devrimcisizleştirilmesi demekse, Rusya Marksizm’i yani Leninizm, Marksizm’in devrimcisizleştirilmesine karşı direnişin ifadesidir.
Avrupa Marksizm’i, demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve mutlaka karşıt sınıfları barındırdığını unutturup, tekellerin düzenlerini kalıcı kılmaya yarayan demokrasi mücadelesi programlarını Marksist göstermeye çalışarak burjuva demokrasisinin amaç olduğunu gizlemeye, sosyalist mücadelenin programı olduğu masalını yutturmaya çalışmaktadır.
Lenin’in adına yazılan Rusya Marksizm’i, demokrasi mücadelesinin sosyalist mücadelenin programı olmadığını, Proletaryanın sınıf bilinci ve politik olarak ilerletilmesi açısından, sosyalist iktidar mücadelesinin içinde olan demokratik kazanımlar için mücadelenin ifadesi olduğunu ve proletaryanın kendisi ile birlikte bir devlet durumu olan demokrasiden de kurtulmayı hedeflediğini açıklıkla ortaya koyar.
Bu gün dünyanın her tarafında yaşadığını gösteren Marksizm, Rusya Marksizm’inin yapamadıklarının ifadesi olan ileri seviyeden başlayarak, Rusya Marksizm’inden kopuşun üzerinde yükselmeyi bekliyor.
Avrupa Marksizm’inin sadık savunucularının ise en çok saldırdıkları, Leninizm’in yeterince uygulanmadığı noktalardır.
Türkiye sosyalistlerinin tutunacağı Marksizm ise, Avrupa Marksizm’ine, bu anlamda çelişkileri yumuşatılmış, keskinliği törpülenmiş olan batı uygarlığına ve ahlakına kendisini tümüyle kapatmalıdır.
Şimdi ideolojik mücadele, tekellerin düzenlerinin sürdürülebilmesi için, tekelci düzenlerin Marksizm’i olduğunu gizleyemeyen Avrupa Marksizm’i ile 21. yüzyılın Leninizm’i arasında sürmektedir.
Avrupa Marksizm’ine karşı verilen ideolojik mücadelenin özü, kapitalizme karşı verilen sosyalist iktidar mücadelesidir.
Avrupa Marksizm’inin, Leninizm’e karşı açtığı savaşın özü de 21. yüzyılın Marksizm’inin yükselmesine karşı mücadeledir.
Bütün bu sonuçlar Marksizm-Leninizm bütünselliğinin işaret ettiği nesnel gerçekliklerin ifadesidir.

KAYNAKÇA:
Lenin, Ne Yapmalı
Lenin, Devlet Devrim
Lenin, Nisan Tezleri
Lenin, Marksçılığın ve Emperyalist Ekonomizmin Bir Karikatürü
Lenin, 2. Enternasyonal kongresindeki konuşma
Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı
Engels, Anti-Dühring